Günün Penceresi

WWW.ASTROSET.COM

Strateji oyunu GO

Trevanian’ın Şibumi adlı kitabında oynanan, Akıl Oyunları, Pi gibi filmlerde gördüğümüz Go oyunu üniversite kantinlerinden, entelektüel kulüplerden, kahvelere, evlere kadar yayılarak gençlerin gözdesi oldu.

  Go, strateji üzerine kurulu bir oyun. 4 bin yıl önce ilk kez Çin’de oynandı, oradan Japonya’ya sıçradı. Kuralları çok kolay, kısa sürede öğrenilebiliyor ama Go’yu oynayanlar Go’nun derin bir uçuruma düşmek gibi olduğunda hemfikir: ‘Öğrenmeye başladın mı uçurumdan düşer gibi sürekli diplere doğru gidiyorsun. Ama Go’nun dibi yok’ diyorlar. Üstelik hiçbir zaman ‘Çok iyi bir oyuncuyum’ diyebileceğiniz bir oyun değil Go, çünkü oyunda usta olabilmek için ‘Bir insan ömrü bile yetmez’ diyenler çoğunlukta.
Uzakdoğulular ‘Karşınızdakinin karakterini; saldırgan mı ihtiyatlı mı, yoksa umursamaz mı olduğunu onunla Go oynayarak kolaylıkla anlayabilirsiniz’ diyor. Hatta Koreliler işi daha da ileriye götürüp ‘Birisiyle bir el Go oynamak, onunla bir yıl yaşamaya eşdeğerdir’ diyorlar. Oyun 19 yatay ve 19 dikey çizgi bulunan tahtasında 181 siyah ve 180 beyaz taşla oynanıyor. Oyuna siyah taşların sahibi başlıyor. Oyuncular sırayla tahtadaki yatay ve dikey çizgilerin kesişme noktalarına taşlarını koyuyor. Tahtada 361 kesişme noktası var. Bu da Çin ay takvimine göre bir yıldaki gün sayısı. Tahtanın dört köşesi mevsimleri, ortası gökyüzünü, kenarları da yeryüzünü temsil ediyor. Siyah taşlar geceyi, beyazlar gündüzü simgeliyor.
Go’nun çıkışı üzerine birkaç söylence var. Bu oyunu Çin imparatorlarından Yao (MÖ. 2357-2255) oğlu Dan Zhu’yu bilgeleştirmek için buldu. Diğer bir söylenceye göre de Çin imparatoru Shun (MÖ. 2255-2206) donuk zekalı oğlu Shang Kiun’un zekasını geliştirmek için icat etti. Çin’de oyuna ‘Wei-Qi’ deniliyor. Ama oyun, Japon topraklarına ayak bastıktan sonra adı Go olmuş.
TÜRKİYE’DE GO
Go’nun tarihçesi çok eski ama ülkemizde son yıllarda duyulmaya başladı. Oyuncular rakip bulmakta güçlük çektikleri için oyun az sayıda kitleyle sınırlı kaldı. Go oyununa yeni oyuncular kazandırılması açısından ilk adımı atan, şimdi rahmetli olan Alpar Kılınç oldu. Kılınç, Go oyununu öğrenmek için Japon konsolosluğundan iki Go oyunu kitabı alarak işe başladı. Tahtasını ve taşlarını kendisi yaptı. 1989’da ODTÜ Go Topluluğu’nu kurdu; Türk-Japon Dostluk ve Dayanışma Derneği adı altında bir kulüp kurarak çalışmalarını okul dışına da taşıdı. Uluslararası Go Federasyonları’na Türkiye’yi kabul ettirdi.
BİLGİSAYARIN İNSANI YENEMEDİĞİ OYUN
Go oyununda profesyonel oyuncuları yenebilecek bir bilgisayar programı geliştirilmeye çalışılıyor. Ancak şimdilik başarılamadı. Çünkü Go’da oyun başladığında tahta boş. Her oynayan kişi taşları kendi isteğine göre diziyor. Satrançta olası değişik oyun sayısı 10 üzeri 120. Bu sayı Go oyununda 10 üzeri 761 gibi inanılması güç bir rakama ulaşıyor.
GO TUTKUSU DÜKKAN AÇTIRDI
Go tahtası ülkemizde kolay bulunmuyor, piyasada çoğunlukla kartonları bulunuyor. Ancak Kadıköy’de Seki adlı Go malzemeleri dükkanı açıldı. Mimar Burak Günorta, gazeteci Aslı Tekinay, muhabese uzmanı Murat Aksakallı’nın kurduğu şirket Go tahtası ve taşları üretiyor.
www.seki-go.com

 ŞİBUMİ
 
Trevanian’ın
ünlü romanı Şibumi, gizemli, modası geçmeyecek şaşırtıcı bir roman ve şaşırtıcı bir kahramandan söz ediyor.
 İnanılmaz ölçüde karışık ve özgün bir roman kahramanı Nicholai Hel. Yarı Rus, yarı alman asıllı koyu bir Amerikan düşmanı. Şanghay’da doğmuş, bir Japon generali tarafından
Go oyunu öğrenmiş. Bask dili dahil yedi dili ana dili gibi konuşuyor. Plastik kartla ya da kurşun kalemle bir insanı rahatlıkla öldürebilecek ustalıkları da edinmiş. Üstün düzeydeki “yakın algılama” yani DDA (Duyular Dışı Algılama) yeteneği yüzünden fotoğrafı bile çekilemeyen bu profesyonel terörist avcısı, terörist, korkusuz mağaracı, yenilmez savaşçı ve gerçek filozof, günün birinde emekli olarak yaşadığı şatosundan çıkıyor; amansız ve acımaz bir serüvene katılıyor…
Sonra neler mi oluyor? Pek çok şey… Gizemli dünyaları sevenlerin satırların ardındaki gizemli derinliği fark edip büyülenmemesi pek mümkün değil…

 Go oyunu ve adını taşıyan Şibumi Japon yaşam felsefesi, öğretmeni ile olan sohbetleri, çok sevdiği kiraz ağaçları ve bir  yaşam sanatı olarak Şibumi’yi günlük yaşamında uygulamaya çalışması romana özgünlük katıyor. Şibumi’nin ne anlama geldiğini roman kahramanlarımız sayfa 84’te şöyle anlatıyor: “…herhalde belirsiz bir anlamda, üstelik yanlış olarak kullanıyorum. Ya da bana öyle geliyor. Anlatılmayacak bir niteliği tarif etme çabası. Bildiğin gibi şibumi, sıradan, olağan görünümlerin altında yatan gizli üstünlükleri anlatır. Şöyle düşün; O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok. O kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok. O kadar gerçek ki, sahici olmasına gerek yok. Şibumi demek, bilgiden çok anlayış demek. İfade dolu bir sessizlik demek. Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçakgönüllülük demek. Sanatta şibumi zarif bir basitliği ifade eder. Buna sabi denir. Felsefeyse kendini wabi olarak gösterir. Büyük bir ruhsal rahatlıktır ama pasiflik değildir. Bir insanın kişiliğindeyse… nasıl söylemeli… Hakimiyet peşinde olmayan otorite mi? Onun gibi bir şey…”

  Nicholai’nin hayal dünyası bir anda şibumi kavramıyla doluvermişti. Başka hiçbir ideal onu bu derece etkilememişti ömründe.
 
“İnsan şibumi’yi nasıl elde eder, efendim?”
 “İnsan şibumi’yi elde etmez. Ancak onu…keşfeder. Bunu yapabilecek pek az sayıda üstün nitelikli insan vardır.  Dostum Otake-san gibi.”
 “Yani insan şibumi düzeyine gelmek için çok şey mi öğrenmeli?”
 
“Daha çok, bilgilerden geçip basitliğe varmak gerek.”

  O andan başlayarak Nicholai’nin hayattaki en büyük amacı, şibumi düzeyinde bir insan olmaktı. Son derece sakin bir kişilik. Bu alan ona açıktı. Kökenleri, eğitimi ve ruhsal yapısı nedeniyle diğer birçok meslek ve alan ona kapalı olduğu halde, bu açıktı. Şibumi’ye varmaya çalışırken hiç göze gözükmeden gelişecek, zorba kalabalığın dikkatini ve öfkesini çekmeyecekti.
  Kişikava
-san çalışma masasının altında
n küçük bir tahta kutu çıkardı. Kutu bir beze sarılıydı. Bunu Nicholai’nin eline verdi. “Bir veda armağanı. Küçük bir şey.”
Nicholai
başını eğerek armağanı kabul etti, paketi avuçlarının içinde şefkatle tuttu. Şükranını yetersiz kelimelerle ifade etmeye kalkışmadı. Bu onun şibumi yolunda ilk denemesiydi.
Birlikte geçirdikleri bu son gecenin geç saatlerine kadar şibumi’nin ne demek olduğu, ya da ne demek olabileceği konusunda konuştular ama aslında temelde birbirlerini anlamıyorlardı. Generale göre şibumi bir teslim oluştu. Nicholi’nin gözünde ise bir tür kuvveti. Her ikisi de kendi kuşaklarının kölesiydiler.

Teslim oluşla güce sahip olmanın aynı anlama geldiğini anlayabilmek adı ne olursa olsun, bilgiden,  tüm detaylardan sonra elde edilen bir varoluş biçimini gerektirir ki, sözcüklerle ifadesi asla mümkün değildir. Sessiz-sözsüz, iddiasız, teslim olmuş ama teslimiyeti gücü getiren bir hal bu. Anla anlayabilirsen, uygula uygulayabilirsen…

 

© Astroset 2004-2010