Bin yılların içinden günümüze dek uzanan astroloji,önümüzdeki yıllarda
daha büyük kitlelerin dikkatini çekecek ve insanoğluna, saklı
potansiyelini kullanma konusunda gerçek bir öncü, gerçek bir lider
olacak gibi gözüküyor. 21 YY. büyük yeniliklere çok açık. Tüm
kalıplaşmış ve katılaşmış anlayışlarımız, bilimdeki ruhsallaşma ve bilim
adamlarının, evrenin dilini çözme konusundaki yeni araştırmaları ile
değişmek daha doğrusu yenilenmek zorunda kalabilir.
“Astroloji de, fizikte, kozmolojide ve biyolojideki yeni buluşlar evreni
daha anlaşılır ve daha büyüleyici bir hâle sokuyorlar. Bütünsel Evren
anlayışı katı düşünce sistemlerimizi yok mu edecek, yoksa güç mü
katacak?” Bilim adamları bu soruyu
hepimize soruyor. 20.yy biliminin en önemli özelliklerinden biri, tüm
insanlık için samimî ve verimli tartışma ortamları hazırlamasıdır. Bu
gidişle 21.yy tüm RUHSAL ÖĞRETİ
sistemleriyle bilimin uzlaştığı bir yüzyıl olacak. Günümüzde inançlarını
geleneklerin dışında ele alan insanların sayısı hızla artıyor. Tanrı’nın
varlığına inanan milyonlarca insan, bilimin ortaya koyduğu ölçümlere de
esnek bakıyor, yani hem ruhsal bir inanca sahipler hem de bilimin
desteğini ve ortaya attığı yeni evren modellerini reddetmiyor; inanç,
anlayış ve düşünce kalıplarını bu yeni evren modelleriyle daha da
zenginleştirebiliyorlar.
Astrofizik sorguluyor Amerikalı
astrofizikçi George Smoot, birlikte çalıştığı grubuyla yaptığı
araştırmalarda bilimsel yöntemlere biraz fantezi katmaktan da geri
kalmıyordu. Araştırma grubuyla birlikte bazı yeni bulguları ortaya
attıktan sonra ayrıntılara girmiş, evrenin kozmik temel ışınımlarında
hafif, ancak sürekli düzensizlikler belirlemişti. Smoot’a göre bunlar Big
Bang’in (Büyük Patlama), yani yaratılış anının yansımalarıydı.
“Eğer,”
diyor, “Tanrı’ya inanıyorsanız, bu durum Tanrı’yı gözlemliyormuşuz gibi
bir duygu veriyor insana.” İnançla bilimi uzlaştıran ilk sözler, Smoot
’unkiler değildi. Örneğin, Nobel ödülü sahibi fizikçi Leon Lederman
The
God Particle (Tanrı Denen Parçacık) adlı bir kitap yayınladı. Diğer bir
tanesi de Stephen Hawking’in Zamanın Kısa
Tarihi 'ydi. Hawking’e göre insanlık gerçek
Tanrı’yı er geç öğrenecekti. Elbette Hawking’in burada kastettiği
Tanrı, tıpkı Einstein’in “Tanrı zar atmaz.” ifadesindeki Tanrı
anlayışına benziyor. Bu Tanrı elbette ki, beyaz cübbeli, beyaz sakallı
dev bir foton değil. 21. yüzyıl, insanlığın evreni yeni bilgiler ve
anlayışlar ışığında yeniden sorguladığı ve anlamaya çalıştığı bir yüzyıl
olacağa benziyor. Bazı temel sorular hepimizden yanıt bekliyor. Evren,
zeki bir tasarımın ürünü müdür? İnsanların yaşadıkları olaylar, açığa
çıkmamış bir amacın bir kısmını mı oluşturmaktadır?
Madde ve enerji
Fizik
biliminin gözlemlediği ilginç bir şey de evrenin, hayatın varoluş
biçimlerine ayarlanabilmesiydi. Eğer yerçekimi kuvveti biraz
fazlalaşsa, yıldızlar daha hızlı yanmaktadır. Böylece çevrelerinde dönen
gezegenlerdeki hayatın gelişmesi için zaman azalmaktadır. Eğer Büyük
Patlama’daki gibi bazı başlangıç şartları hafif karışsaydı, madde ile
enerji, bildiğimiz kadarıyla yeterince hayat oluşturacak düzeyde
galaksilere, yıldızlara, gezegenlere ya da başka türdeki ortamlara
dönüşmeyecekti. Bazı
fizikçiler kendilerine pek tekin gelmeyen bu rastlantıları, entropi
yasası ile açıklamaya çalıştılar. Bu yasa, insanın
evrenle ilgili görüş açısını göz önüne almamaktadır. Evren, hayatın
kendisi ve kaynağıdır. Bu hayatın boyutları dışında sonsuz evrenler
vardır. Fizik realitenin çok hassas bir şekilde ayarlanmış düzenine
hayran olmak, büyük ikramiyeyi kazanan piyango biletini Tanrı’nın
varlığına kanıt olarak kabul etmek gibidir.
DNA kararlı molekül Bir zamanlar hayatın çıkış noktasının
ne olduğu düşünülemezdi. Ve ilginç bir konu da değildi. Darwin’in, bizden
önceki yaşam türlerinin nasıl oluştuğuna dair açıklamasıyla birlikte, bu
türlerin nereden geldiği sorusu ikinci plâna düştü. Çünkü bu ikinci
soru, sonradan gelen büyük soruların arasında küçük bir adım gibiydi.
Teoriye göre, basit moleküller, kendi aralarında yeterince bir süre
defalarca birleşirlerse, daha karmaşık birtakım yapılar oluşacaktır; ta
ki DNA gibi bir şey elde edinceye kadar. DNA ise, kendisine benzeyen
kopyalar üreten kararlı bir moleküldür. Ancak yeni araştırmalar gösterdi
ki, rast gele ve hiç beklenmeyen bir şekilde, etkisi az olmasına rağmen
bir yaşam molekülü meydana gelmektedir.Öyleyse bu nereden geldi? Bu soru
“ belirsizlik ” olarak bilinen ve birkaç bilim dalını ilgilendiren konunun
can alıcı sorularından biridir. Belirsizliğin en yaygın kelimelerinden
biri de, “kendi kendine organize olma” dır. Hava ve su gibi tekdüze ve
cansız fizik sistemler, büyüyen bir karışıklıkla karşı karşıya
kaldığında daha plânlı bir yapı oluştururlar. Hava daha fazla dalgalı
hâle gelir ve sonunda girdaba, kasırgaya ve hortuma dönüşür. Isıtılan su
moleküllerinin dönüşü çılgın bir hâl alır. Onlar da sonuçta devridaim
hücresi olarak bilinen tarayıcı bir dairesel harekete geçerler.
Belçikalı kimyacı Ilya Prigogine, fizik sistemlerde, sabit bir durumdan
çıkarak daha yüksek bir düzeyde organize olma eğilimi görmektedir.
Bilim adamları yeni
keşifler peşinde Bilim
adamları, keşfedilmeyi bekleyen bir fizik yasanın var olduğuna
inanmaktalar. Bu yasa, sistemlerin, enerjiyle hangi şartlar altında
aşılanıp, daha karmaşık yapılara dönüştüğünü belirlemektedir. Bazıları
ise bu yasanın Tanrı’nın kanıtı olduğunu söylemektedir. Ama insanoğlunu
çamurdan yaratan değil, daha uzun zaman ufuklarına sahip bir
Tanrı’nın. Gerçekten de ilâhî bir tasarımın eseri olan bir evrende, hayat
bir tesadüfler zinciri olamaz. Böyle bir tasarıma yakışan şey, evrenin
hayatlar yaratmaya göre plânlanmış olmasıdır.
|