Zen kitaplarımızın birinde, bir Japon atasözü der
ki; "Başlangıçta dağ dağdır." " Sonra, dağ
dağ değildir." "En sonunda yine; dağ dağdır."
Bu çok ilginçtir, çünkü bu, bir sanatı üç farklı safhaya ayrılmış bir
döngü olarak çalışma yolunu tanımlamaktadır. Çırak her şeyi ilk bakışta
gördüğü haliyle kabul eder, her şey ona çok basit ve olduğu gibi
görünür. Örneğin; at üzerinde hiç oturmamış biri ata binmenin dünyadaki
en kolay şey olduğunu düşünür. Çırak, öğrenmek istediği disiplin üzerine
dersler almaya başladığında, iyi bir performansın güzel ve pürüzsüz
yüzünün altında saklı olan güçlüğü ve karmaşıklığı görür. Bu aşamada
çoğu kez her şey karmaşık gelmeye başlar, hiçbir şey göründüğü gibi
değildir ve öğrenci, aslında hiçbir şey bilmediğinin ve hiçbir şey
anlamadığının farkına vararak şaşkına döner. Bu, kişinin
kendisiyle ve konu olan meseleyle mücadele ettiği, bocaladığı bir
evredir. Sonunda, öğrenci ilkeleri ve
Sanatın Doğasını
anlamaya başlar.
Başlangıçta, bu anlayış tamamen zihinsel bir doğaya sahiptir ve öğrenci
henüz teoride bildiklerini pratikte uygulayamamaktadır. Giderek, soyut
teorik bilgi kullanılabilir bilgi ve beceriye dönüşür. Zihin ve beden
arasında bağlantı kurulmuştur. Teorik bilgi yeni bir anlam kazanır.
Muhtemelen hepimizin öğretmenimiz bize bir şey söylediğinde
“elbette, anladım”
diye düşündüğümüz deneyimlerimiz olmuştur. Üç yıl sonra, ata binerken
bir anda kafamıza dank eder:
“ Öğretmen bunu anlatmak istemişti. Şimdi anlıyorum.”
Öğrenci soyut, teorik bilgi ve kullanılabilir sezgi ve beceri arasında
daha fazla bağlantı kurduğunda her şey daha basit ve net hale
gelecektir. Prensipler ve kurallar bir daha yeni bir anlam kazanır.
Öğrendiğimiz disiplin daha az karmaşık ve anlaşılması daha kolay gibi
görünür. Her şey gerçekten göründüğü gibidir yeniden.
Aynı fenomen P:T.Sudo’nun kitabı
“Zen guitar”
da da işlenmektedir. Sudo, dövüş sanatlarında başarı seviyesini gösteren
farklı renkteki kuşaklar kavramından bahsetmektedir. Başlangıç
seviyesindeki, beyaz kuşak takar. Zaman içerisinde, yapılan çalışmalarla
kuşak yavaş yavaş lekelenir ve en sonunda siyah hale gelir. Eğer öğrenci
çalışma yapmaya ve aynı kemeri takmaya devam ederse, kemer yavaş yavaş
yıpranır ve en sonunda yeniden beyaz hale gelir. Bu örnek, başlangıç
aşamasından çeşitli seviyeleri geçerek çıraklıktan ustalığa giden aynı
döngüyü tanımlamaktadır.
Bu kavramın ilginç yanı, ustadan çırak gibi bahsedilmesidir. Batı
uygarlıklarında, bizler ilerlemeyi doğrusal bir gelişme olarak görme
eğilimdeyiz, böylece başlangıç aşamasındaki kişi ile ustayı yelpazenin
zıt uçlarında yerleştirebiliyoruz. Oysa Zen öğretisinde, bunlar
yanyanadır. Ustanın çırak ile belli başlı bazı nitelikleri paylaştığı
kabul edilmektedir. Bunlardan biri açık fikirlilik, yeni şeyleri merak
etme ve öğrenme kapasitesidir. İşte Suzuki’nin kitap başlığı olan
“Zen mind, beginner’s mind”,
yani
“ Zen zihni, acemi zihni”
de bunu ifade etmektedir. Öğrenci, yaşamı boyunca sanatına bir çırağın
açık fikirliliği ile yaklaşmalıdır, hatta çoktan bir usta olmuşsa bile.
Suzuki bunu kitabının önsözünde şöyle açıklar:
"Zen öğrencileri için en önemli şey düalist (ikici) olmamaktır.
Bizim “gerçek zihnimiz”
kendinde her şeyi içermektedir. Her zaman zengindir ve kendi kendine
yeterlidir. Kendi kendine yeterli olan zihin halinizi kaybetmemelisiniz.
Bu kapalı bir zihin değil, boş ve hazır bir zihin anlamına gelmektedir.
Zihniniz boş ise, daima her şeye hazırdır, her şeye açıktır. Aceminin
zihninde birçok olasılık vardır; ustanın zihninde ise sadece birkaç
olasılık… Aceminin zihninde
“ben oldum” düşüncesi
yoktur. Tüm ben merkezli düşünceler uçsuz bucaksız zihnimizi sınırlar.
Başarı düşüncemiz olmadığında, kendimizi düşünmediğimizde, gerçek
acemileriz demektir ve işte o zaman gerçekten bir şeyler öğrenebiliriz.
Aceminin zihni, merhametin zihnidir. Zihnimiz merhametli olduğunda,
sınırsızdır."
Okulumuzun kurucusu *Dogen-zenji,
(*Japon
Zen
Budist
öğretmeni;
Kyoto’da
doğmuştur ve Japonya ’daki Sōtō
Zen Okulunun kurucusudur. Ç.N.)
her zaman sınırsız gerçek zihnimizi ortaya çıkarmanın ne kadar önemli
olduğunu vurgulamaktadır. Bunu yaptığımızda kendimize karşı her zaman
dürüst olur, tüm varlıklarla sempati hali içinde gerçek birer uygulamacı
olabiliriz.
“Öyleyse en zor olan,
“acemi zihin halinizi”
korumaktır. Çok derinlemesine bir Zen anlayışına sahip olmaya gerek
yoktur. Çok fazla Zen yazını okusanız bile, her cümleyi taze bir zihinle
okumanız şarttır. ‘Zen ne demek biliyorum’, ya da ‘ben aydınlandım’
dememelisiniz. ‘Her zaman acemi ol’, bu aynı zamanda sanatın da gerçek
sırrıdır. Bu noktada çok çok dikkatli olun. Eğer *zazen
(*Zen Budizminde bağdaş kurarak yapılan meditasyonun Japonca
adlandırması, Ç.N.)
uygulamaya başlarsanız, acemi zihin halinin değerini anlayacaksınız. Bu
Zen uygulamasının sırrıdır.”
Gerçek usta, yüz ifadesine alçak gönüllülük olarak yansıyan bir
acemi zihnine sahiptir. Kendini bir usta olarak düşünen ve tanımlayan
kişi ise, kesinlikle öyle değildir, çünkü egosu şişirilmiş ve acemi
zihnini kaybetmiştir. Zihni ben merkezli düşünceler ve isteklerle
dolmuştur ve bunlar yapabileceklerini sınırlamaktadır. Usta olan kişi
egosundan vazgeçmiştir, çünkü egosunun onun üzerinde hiçbir etkisi
kalmamıştır. Usta ayrıca öğrenilmesi gerekenlerin uçsuz bucaksız olduğu
gerçeğini kavramıştır. Egon von Neindorf, bir dersinde bize
“Ne kadar çok öğrenirseniz o kadar alçakgönüllü olursunuz, tıpkı bir
kilise faresi gibi”
dediğinde bunu ima etmişti.
Acemi zihni kavramı, bizi son birkaç paragrafta kısaca anlatılan
bir başka konuya götürmektedir; ego kavramına. Kendi değerini
performansıyla ölçen biri (ki muhtemelen hepimiz bir derecede aynı şeyi
yapmaktayız), başarı ve başarısızlığa çok fazla önem yüklemektedir.
Bundaki tehlike şudur ki, başarısızlıklara çok fazla takılıp kalırız
çünkü onlar kendimizi önemsiz hissettirirler. Utanırız ve bu durumu
düzeltmek için kendimizi zorlarız. Ancak ne kadar çok zorlarsak, sonuç o
kadar olumsuz olacaktır. Aynı şey başarı için de geçerlidir. Ne kadar
iyi olursak, ne kadar çok övgü alırsak, kendi yeteneğimizi o kadar
gözümüzde büyütme eğiliminde oluruz. Egomuz şişer ve bu da yine
kendimizi zorlamamıza neden olur. Çünkü artık kendimizi ispatlamak
zorunda hissederiz. Ne kadar iyi olduğumuzu başkalarına ve kendimize
ispatlamak için ne kadar çok çabalarsak, kendimizi kötüye kullanma ve
sanatımıza ihanet etme olasılığımız o kadar yükselir. Ayrıca, böylelikle
kendimizi başarısızlığa hazırlamış oluruz.
Egomuzdan vazgeçtiğimizde ise; başarı ve başarısızlık bir bütün,
daha büyük bir düzen içerisinde sınırlı bir öneme sahip, yaşamın
tamamlayıcı unsurları haline gelirler. Eninde sonunda ikisi de geçer,
giderler. Sanat hakkında, sanatın ardındaki felsefe hakkında ve kendimiz
hakkında çeşitli düzeylerde öğrenme fırsatları sunarlar. Sonunda, ne
başarı ne de başarısızlık önemli olmaktan çıkar. Önemli olan bizim, iyi
niyetle, dürüstçe ve uygulama yapmak için uygulama yapmamızdır. Bu tüm
zorlamaları kaldırır ve bize büyük bir zihinsel rahatlık sağlar.
Yayın Tarihi: 13.Kasım.2007 |