İlkeler, pek çok zaman
çeşitli konuların içinde yeri geldikçe üzerinde durduğumuz bir
kavram. Peki nedir ilke? Türk Dil Kurumu’na ait Türkçe
sözlükte ilke; her türlü tartışmanın dışında sayılan,
öncül, mebde, umde, prensip olarak tanımlanıyor. Bir diğer
kaynağa göre ise ilke,
"bilimsel
yöntemde
nesnel
gerçeğin belirgin özelliklerinin ve yasaların
genelleştirilmesi ile elde edilen ve insana hem teorik
çalışmalarında, hem de uygulama faaliyetlerinde yol gösteren
genel dayanak noktasıdır. "
Bir
diğer yazımızda da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de ruhçuluğun
öncüsü Bedri Ruhselman'da ilkelerle ilgili olarak şöyle
söylüyor: “Ruhsal tekamül, İlahi
Kanunları kemaliyle uygulamaya gücü yeter bir duruma girmek
demektir… Sebeplilik İlkesi’ni tanımış olan ruh, tekamül
yolundaki adımlarını önceki aşamalardakilerden daha çok
çabuklaştırır.”
Yukarıdaki tanımlamalar
incelendiğinde, ilke kavramının
tartışılmaz, değişmez
oluşu ile yol gösterici,
bir dayanak noktası oluşu dikkati çekmektedir.
İlkeler için, uygulandığı
takdir de, ilerleyişi, gelişmeyi sağlayan temel unsurlar da
denilebilir. Şu
durumda ilkelerin değer verilmediği durumda da yozlaşmaların,
değerlerin dejenere oluşlarının ve dolayısıyla da geriye
gidişin ortaya çıkması doğal bir sonuç olmaktadır.
Peki ilkelerin
günlük hayatımızda uygulamaları nasıl olabilir? İnandığımız
ilkeler uğruna, her şeyin bazı ilkelerin tam tersine aktığı
bir ortamda bir “karşı duruş
sergilemek” günümüzde mümkün
müdür?
İleriye gidebilmek için
korunması gereken değerlerdir ilkeler. Örneğin Atatürk,
kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerleyebilmesi için
bildiğimiz altı ilkeyi bizlere sunmuş ve bunları korumamızı
bizlere vasiyet etmiştir. Atatürk İlkeleri derinlemesine ele
alındığında sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını
sürdürmesine hizmet eden birkaç unsur olmaktan çok daha
fazlasını barındırdığı görülür. Atatürk İlkeleri, günümüzde
tüm dünyada insanlığın henüz uygulayamadığı, farkına
varamadığı değerleri barındırır. Bütün bir toplum adına
olabileceği gibi bireyler olarak günlük yaşantımızda ve ruhsal
ilerleyişimizde de uygulama alanı bulabileceğimiz yüksek
ilkelerdir bunlar. Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik,
Milliyetçilik, İnkılapçılık ve Devletçilik başlıkları altında
toplanan Atatürk İlkelerimizi dilerseniz yeniden hatırlayalım.
Cumhuriyetçilik İlkesi’ni
incelediğimizde bunun “egemenliğin tek bir kişiye veya zümreye
değil, tüm topluma ait olması” açılımını buluruz. Toplumun
özgürlüğünü koruma altına altına alan bir ilkedir bu. Tanrı
biz insanları iradeleri konusunda özgür bıraktığına göre
insanları özgürleştirmeye yönelik bir ilkenin de Tanrı Yolu’na
yakışır olduğu açıktır. Tam tersine, toplumları baskı altında
tutmaya yönelik tutumlar da elbette Tanrı’dan uzaklaşan
yolların götürdüğü bir nokta olmaktadır. Ancak özgür olabilen
toplumların gelişebileceği gibi, özgürleşebilen bireylerin de
ruhsal anlamda gelişmelerinin mümkün olduğunu biliyoruz. Tıpkı
bizlerin; korkularımızın, öfkelerimizin, takıntılarımızın
boyunduğundan kurtulabildiğimiz sürece hafifleyip daha hızlı
yükselebildiğimiz gibi.
Atatürk İlkeleri denince özellikle günümüzde ilk akla
gelenlerden biri olan
Halkçılık İlkesi’nin ifade ettiği,
toplum hayatında her türlü
ayrıcalığın reddedilmesi, her şeyin üzerinde halkın
menfaatinin bulunmasıdır. Atatürk biz çocuklarına,
ayrımcılığın karşısında durmamızı vasiyet etmiştir.
Acaba bizler bunu günlük hayatta ne
derece uyguluyor ya da uygulamaya çalışıyoruz? İnsanlar
arasında türlü kayırmalara gitmeden herkese eşit
davranabiliyor muyuz? Hatta bundan da önce, kendimizi
kayırmadan, başkalarına da kendimizle eşit muamele
yapabiliyor, benmerkezciliğimizin önüne geçebiliyor muyuz?
Ait olduğumuz topluluğun içinde “ben” yerine “biz” diyebiliyor
muyuz.
Günümüzde
ne yazık ki tartışmalara konu edilen bir diğer Atatürk İlkesi
de Laiklik İlkesi’dir.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Millet Meclisi’nde
yaşadığı şu olay sırasında laikliğin ne anlama geldiğini
oldukça açık olarak ifade etmiştir:
İlk Meclis’te bir gün lâiklik söz konusu oluyordu. Gazi
Mustafa Kemal, o gün Meclis’e başkanlık ediyordu. Meclis’in
tanınmış din âlimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı
bir tavırla: “Arkadaşlar, bir lâikliktir gidiyor.
Affedersiniz, ben bu lâikliğin manasını anlamıyorum” dediğinde
riyaset makamında bulunan Mustafa Kemal dayanamamış, oturduğu
yerden elini kürsüye vurarak
“Adam olmak demektir hocam, adam
olmak ! "
cevabını vermiştir.
“Adam
olmak”
ne demek denildiğinde de Türk Dil Kurumu Sözlüğü bize bunun
yanıtını şöyle veriyor; “Gelişmek, büyümek…” Bu konuda başka
söze gerek olmadığını düşünüyoruz.
Atatürk,
Türk Milliyetçiliği İlkesi’ni
ise şöyle tanımlıyor:
“ilerleme ve gelişme yolunda
ve milletlerarası temas ve ilişkilerde bütün çağdaş milletlere
paralel ve onlarla uyum içinde yürümekle beraber, Türk
toplumunun özel karakterlerini ve başlıbaşına bağımsız
kimliğini korumaktır. " Bu biraz da henüz dünyaya
enkarne olmamış ruh varlıklarını hatırlatıyor; varlıklar
dünyaya inmeden önce birbirleriyle çelişmeden kendi
iradelerini kullanabilir haldedirler. Ne zaman ki bedene
bağlanıp şuurları daralır, işte o zaman birbirleriyle
çelişmeye, çatışmalara, kavgalara sürüklenmeye başlarlar. İşte
yine Atatürk’ün bir ilkesinin daha bizleri bütün bu “daralma
hallerinin” üzerine çıkmaya,
adeta bir cennet hayatına çağırdığını görüyoruz. Bizler her
birimiz günlük yaşamda ayrı birer varlık olarak görünüyoruz ve
yaşadığımız ortam bizi bu ayrı oluş halimizi korumaya
yöneltiyor. Toplum içinde birey olarak kendi kimliğimizi inkar
edemeyiz, yok sayamayız, varlığımızı korumak adına kendi
rengimizle varolmak durumundayız. İşte kendini varederken bir
diğerini yok etmeye ya da zarar vermeye kalkışmamak da bir
anlamda bu ilkeyi uygulayabilmek diye düşünülebilir.
İnkılapçılık İlkesi’nin
tanımını da yine Atatürk’ün kendi sözleriyle verelim:
“Türk İnkılabı nedir? Bu inkılap, kelimenin ilk anda ima
ettiği ihtilal manasından başka ondan daha geniş bir değişimi
ifade etmektedir. Bugünkü devletimizin şekli, asırlardan beri
gelen eski şekilleri bertaraf eden en gelişmiş tarz olmuştur.
Milletin varlığını devam ettirmek için fertleri arasında
düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve
mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlılık
yerine Türk Milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır… Velhasıl
Efendiler, millet, saydığım değişimlerin ve inkılapların tabii
ve zorunlu gereği olarak, genel idaresinin ve bütün
kanunlarının ancak dünyevi ihtiyaçlardan esinlenmiş olmasını
ve ihtiyacın değişip gelişmesiyle devamlı olarak değişip
gelişmesi esas olan dünyevi bir idare zihniyetini varlığının
şartı saymıştır… Altı sene içinde büyük milletimizin hayatının
akışında meydana getirdiği bu değişimler, herhangi bir
ihtilalden çok fazla, çok yüksek olan en muazzam
inkılaplardandır”.
Atatürk’ün, herhangi
bir ihtilalden çok daha yüksek olan bu değişimleri Türk
Milleti’yle gerçekleştirmeye karar vermesi ve bu büyük riskli
yatırıma girişmesi, elbette bu milletin kuvvetli bir değişim
potansiyeline sahip olduğunu tespit edişine dayanmaktadır.
Aksi halde ölümünden sonraki savaşları bile doğru olarak
tespit edebilen bir dehanın böylesi bir girişimde bulunması
düşünülemezdi, nitekim gerçekleştirdiği inkılaplar 85 yıldan
beri varlığını korumaya devam ediyor. Sözkonusu “değişim”
kavramı da ruhsal bir yol izleyenlerin yakından bildikleri,
hayatlarında önemli yeri olan bir kavram. Milletler ya da
bireyler hiç fark etmez, hayatta her şey insanlığın değişimine
hizmet eder, bütün bu verilen savaşlar aslında bizlerin içsel
mücadelesinin birer tezahürü olarak ele alınmalıdır.
Atatürk
İlkeleri’nden en son olarak ele alacağımız
devletçilik ilkesi,
Türkiye’nin şartlarından ve politikasından doğmuş bir ilkedir.
Bu konuda da Atatürk, ülkenin genel ve yüksek menfaatlerinin
sözkonusu olduğu ekonomi alanında, devletin fiilen ilgili
kılınmasını, ancak bunun bütün üretim ve dağıtım araçlarını
fertlerin elinden alarak değil, özel teşebbüslerin de
katılımcı olduğu bir ortamda gerçekleştirilmesini
hedeflemiştir. Yine burada da demokrasinin, özgür iradeye
saygının dikkati çektiği görülüyor, Atatürk “…Kişiliğin
gelişmesinin engel karşısında kalmağa başladığı nokta, devlet
faaliyetinin sınırını oluşturur” diyor.
Sonuç olarak
görüyoruz ki ilkeler dediğimizde yüksek prensiplerden
bahsediyorsak, bunların yol göstericiliğinden günlük
hayatımızda da, ruhsal hayatımızın gelişme süreci içinde de
faydalanmak mümkün; tıpkı her biri gelişime, değişime hizmet
eden Atatürk İlkeleri’nde olduğu gibi. Günümüzde yüksek
ilkelerin çiğnenmek istendiği durumlar söz konusu olsa da,
bunlara gösterilen “karşı duruşların” da gerçekleştiğini ve
belki de bunların da yardımıyla hala bazı değerlerin
korunabildiğini görüyoruz. Eğer bu ilkelerin
çiğnenmesi hala “olumsuz bir durum” olarak
nitelendirilebiliyorsa, birileri hala geriye gidiş hamlelerine
üzülebiliyor ve bunu ifade edebiliyorsa hala korunabilen
değerler var demektir.
Son olarak, ister
bireysel anlamda düşünelim, ister toplumsal anlamda,
Atatürk’ün zihniyette değişmeye, yenileşmeye dair şu vurgusuna
kulak vermek gerekir:
“…Medeniyet yolunda başarı,
yenilikleri kavrayıp uygulamaya, yenileşmeye bağlıdır. Toplum
yaşayışında, bilim ve teknoloji alanında başarılı olmak için
tek ilerleme ve gelişme yolu budur. Hayata hakim olan
hükümlerin zamanla değişmesi, gelişmesi ve yenileşmesi
zorunludur. Medeniyetin yeni buluşlarının, teknolojinin
harikalarının dünyayı değişmeden değişmeye sürükleyip durduğu
bir dönemde yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle, geçmişe
saplanmakla varlığımızı korumak mümkün değildir”.
KAYNAK:
-
Atatürk ilkeleri ve
İnkılap Tarihi, Yükseköğretim Kurulu Yayınları, 1997
-
Kılıç Ali’nin Anıları,
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2005
-
www.wikipedia.org
-
Türk Dil Kurumu Sözlüğü
|