DÜNYANIN NABZINDA ATAN LİDER "ATATÜRK" |
Araştırmacı Yazar Prof.İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI |
Hepimizin bildiği
gibi Mustafa Kemal ATATÜRK dünya döneminin liderleri
içerisinden 21 nci yüzyıla geçebilen tek liderdir. Üstelik
diğer liderler kendi halkları tarafından yok edilmemin acısını
yaşamışken, o hala halkının ve dünyanın nabzında en büyük
canlılığıyla, sevgisiyle, saygısıyla hala yaşayabilen
dünyadaki tek lider. Önemli olanda sanırım, yaşarken ölmek
değil, öldükten sonra da bu kadar uzun süre canlı kalabilmeyi
başarmak değil midir? ATATÜRK ’ü biz hep tarihe mal olmuş
yönleriyle tanıdık: Asker ATATÜRK ya da devlet adamı ATATÜRK
olarak. Bu verdiğim örnek dünyada tek olan örnektir. Zaten
herhalde bir başkasına da rastlamamız mümkün değil. En büyük
düşmanı; hani şu ordularını denize döktüğü düşmanı, Yunan
başkomutanı Trikopis. Hiçbir zorlama olmadan, hiçbir baskı
olmadan her Cumhuriyet bayramı Atina’daki Türk büyükelçiliğine
gidiyor Trikopis, ATATÜRK’ün resminin önüne geçiyor ve saygı
duruşunda bulunuyor. Böyle bir saygıyı en büyük düşmanında
uyandırabilen bir Mustafa Kemal.
Yıl 1938, General
McArthur’un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi. Birden
çok sıkılır ve yanında duran yüz yirmiden fazla kişiye döner
ve aynen şöyle der:“Şu
anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i
görmek için neler vermezdim” dedirten o büyük
özlemi ve onu oluşturabilen Mustafa Kemal’i. Yada, yıl 1938. Bir İran’lı şair bir Tahran gazetesine ölümü üzerine bir şiir
yazar. İşte o şiirin iki mısrasını sizlerle paylaşmak
istiyorum. Diyor ki;
"Allah
bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse
başına Mustafa Kemal gibi lider getirir.”
dizelerindeki bu kıskançlığı oluşturabilen Mustafa Kemal.
Yıl 1976, UNESCO
üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi
sizlere okumak istiyorum. Diyor ki
”Bu
gün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası
Mustafa Kemal’dir.”
Öneri nedir ? Öneri ise
onun doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı UNESCO’nun 152
ülkenin devletleri aynı anda kutlasın önerisidir. Birden İsveç
delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:“Ne
yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü
böyle kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli
sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve
152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;
”Genç
delege arkadaşım hatırlatmak isterim ki ATATÜRK öyle dünyadaki
herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her
ülke her problemimizde çare olarak aramalıyız”
sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal. Sonra nemi olur?
UNESCO tarihinde ilk ve tekdir hiç negatif oy yok, hiç
çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç
delegesi demişti ya “ne yani” diye. O İsveç delegesi bu
imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler;
”Ben
ATATÜRK ’ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı
ben atıyorum”
diyecektir.
İşte o muhteşem belge
diyor ki;
“ ATATÜRK
KİMDİR; ATATÜRK ULUSLARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA
ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER
GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKILAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA
KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA
BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK,
DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI,
TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU”
Var mı böyle bir metin!
Bir filozof derki
“bir
ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini
gözden geçirin”
şu anda kıstas arayan ülkelere
sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu
metin 152 ülke tarafından imzalanmıştır. Eşi olmayan devlet
adamı metni. Peki daha sonra ne olmuştur; 151 ülkede hemen
hemen bir yıl boyunca her yerde bu metni görebiliriz,
soruyorsunuz bana o bir ülke kim? İşte o ülkenin adını vermeye
benim dilim maalesef varmıyor. Hadi gelin Haiti’ye
gidelim. Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet
bırakmıştır. Haiti’ye baktım haritada bir kutup kadar uzak
ülke. Haiti Cumhurbaşkanı 1996 da öldüğünde vasiyeti açılır.
Vasiyetinde mezar taşına yazılması için bir metin bırakmıştır.
Haiti Cumhurbaşkanının bugün mezar taşında yazan hitabeyi
sizlere okumak istiyorum. Diyor ki
“Bütün
ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK ’ü
anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm”
Peki yıllar bir şey
değiştirir mi? Hayır. 2000 yılında bizim medyanın kaçırdığı
bir bilgi var, ABD Başkanı Milenyum mesajını veriyor. Mesajın
bir yerinde aynen şunları söyler;
“Bugün
Milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal
ATATÜRK ’tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi
başarmış tek liderdir.”
2000 de ABD Başkanına
işte bu gerçeği de ifade ettirebilen bir Mustafa Kemal var.
Asker Mustafa Kemal’in, Devlet adamı Mustafa Kemal’in çok
dışında bir Mustafa Kemal. 2003 de bir şey değişti
mi?, 2004? Hayır. 2004 de bir konferans veriyorum birden bir
hanımefendi ayağa fırladı. Dedi ki
“Ben
Norveçliyim ve şu anda Norveç’te çok sık kullandığımız bir
deyim var, bu deyimin anlamını anladım”
dedi.
Hanımefendi “nedir o
deyim” dedim.
“Norveççe’de
“ATATÜRK gibi düşünmek” deyimi var. Çok sık kullanırız bu
deyimi” ”nerelerde kullanırsınız” dediğimde “Hani bir problem
veririz çöz diye o da tembellik eder çözmez. Deriz ki ona bu
problemin mutlaka çözümü var. Birde ATATÜRK gibi düşün.”
O gün otelime geldim televizyonu açtım o kadar çok kişiye bir
de ATATÜRK gibi düşün dediğimi hatırlıyorum ki galiba
Norveççe’den çok bizim dilimizin bu deyime fazlasıyla ihtiyacı
var diye düşünmeden de edemedim.
Bir İngiliz gazeteci
ATATÜRK ’le bir röportaj yapar. Röportajını Amerikan Büyük
Kütüphanesinden bulup getirttim ve bir yerinde Mustafa Kemal’e
şöyle sorar gazeteci;
”Birleşmiş
Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?”
Mustafa Kemal’in cevabı aynen şöyle:“Şartlarımızı
koyarız. Kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak
için. Eğer davet gelirse düşünürüz.” Evet,
Birleşmiş Milletler sadece Türkiye’yi davet edebilmek için
yasasını değiştirir ve ilk davet edilen ülke olur Mustafa
Kemal’in ülkesi, Türkiye'si Birleşmiş Milletlere. Sanıyorum
ondan feyz alacağımız çok şey var aslında Mustafa Kemal’den.
Ama bu arada 2005’de daha yeni iki üç gün önce yabancı
gazeteyi okuyorum. Sür manşet büyük puntolarla şu başlığı
atmış
“Bugün
Ortadoğu’ya düzinelerle ATATÜRK lazım” dedim
yazara ATATÜRK ‘ü hiç tanımıyor herhalde. Düzineye hiç gerek
yok tek bir tanesi de yeterdi aslında.
Örnek vermeye devam
edersem inanın konferans böyle biter. Filipinlerden Çin’e
kadar o kadar çok örnek var ki. Ama gördük 1925’de 1938’de
1996’da 2000’de 2005’de her ülkeden, her cinsten, her statüden
insanın özlemle, sevgiyle, saygıyla aradığı ama bizim olan bir
Mustafa Kemal’den bahsediyoruz. Bu gün Türkiye’nin en büyük
sorunu nedir? dersem cevap olarak kulağıma gelenler şunlar;
ekonomi diyorsunuz işsizlik diyorsunuz. Ama bence Türkiye’nin
çok önemli bir problemi var o problemi çözersek Türkiye
ekonomiyi de çözer Türkiye işsizliği de çözer. Evet Türkiye’de
lider yetiştirme sorunu var. Lider
deyince de nedense hep siyasi lider anlıyoruz ben ondan
bahsetmiyorum, benim lider dediğim çok kapsamlı bir kavram.
Yoksa içersindeki tek bir terimdir siyasi lider veya sosyal
lider. Ama lider dediğim zaman ben asrın lideri dünya
liderinden bahsediyorum. İşte böyle liderlere ihtiyacımız var.
Ben şimdi soracağım size şu anda karşımda pek çok genç
arkadaşım oturuyor. Bunlardan bir tanesinin bir kaç dönem
sonrasının Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı yada Başbakanı,
Maliye Bakanı yada evinin anne babası olmadığını bana iddia
edebilir misiniz? Belki sizsiniz, ama biliniz ki işte bugün
sizlerle paylaşacağım konu asrın lideri, dünya lideri yada
lider olmanın küçük sırlarını ATATÜRK ’le sizinle
paylaşacağım.
İlk sırrımız;
ATATÜRK tamam arkadaşım ben topraklarınızı
kurtardım askeri bir dehayım deyip yerine çekilmemiş hemen
asker elbisesini çıkartıp sivil elbisesini giymiş ve inanır
mısınız sınırlarını hangi sınırın lideri ise o sınırların
içerisinde ne var ise ama ne var ise taşından toprağına
hepsinin ama hepsinin sorumluluğunu omuzlarında hissetmiştir
de onun için Mustafa Kemal bugün dünya lideridir. Nasıl mı ?
ATATÜRK ’ü ağlarken
tarih çok ender tespit etmiştir. 25 yıllık araştırmacıyım, 7
tespitim oldu. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı
sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği
bir hikaye ama ben yine de anlatacağım. O günün Ankara'sı
kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise gelirken yol
üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış. ATATÜRK
o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdururmuş,
inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman
demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?”,
“Eee
o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum
havanın bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama
hakkı var.” Yani “niye şaşırıyorsunuz?” der
gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına
“İşte
bu benim...” derken bide bakıyor ağaç yok
ortada hemen iniyor
“Ne
yaptınız bu ağaca” diyor. “Paşam” diyorlar “yolu
genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”.
“Yahu
diyor bitek bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu
mutlaka bulurdum” diyor. Daha fazla
dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü
önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir tek iğde ağacı
için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda kurtardığı bu
topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri olduğu için de bu
toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in
omuzlarındadır da onun için.
Galiba şimdi
anlatacağım inanılmaz projeyi de o gün düşünmeye başladı. Hani
“Bir daha böyle bir şeyle
karşılaşabilirsem nasıl müdahale edebilirim” diye.
Çok değil doğa katliamı, en kolay yaptığımız katliam.
Yıl 1930 ATATÜRK Yalova
köşküne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir bahçıvan koca bir
çınar ağacını kesmek üzeredir.
“Yahu”
der
“sen
hayatında hiç böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki? Kesmeye
muktedir görüyorsun kendini ve niye ?”
der. Bahçıvan derki; “Paşam
çınar ağacının kökleri
köşkün temelini kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine
müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz.
Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz”.
Bir an düşünür;
“Hayır
gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız”
der.
Derler ki bu gün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutup
ta ağaçtan uzaklaştırmak? Ama inanır mısınız mühendis değil,
mimar değil, ziraatçı değil ama ne yapar biliyor musunuz?
İstanbul’daki köprü altındaki tramvay raylarını Yalova’ya
taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak kendisi de
kazma kürek temelini kazar ve köşkün altına tramvay raylarını
döşeyerek köşkü ağaçtan 4 metre 80 santim kenara çekerek hala
Cumhuriyetimiz gibi ayakta durmakta olan çınar ağacının
kurtuluşunu temin eder.
Yıl 1930. Dünya çevre
lafını ne zaman etmeye başladı? 1980 den sonra. 1980 den önce,
1930 yılında dünyaya somut bir çevre dersi vermektedir Mustafa
Kemal aslında. Ama, biraz acı parantezlerim olacak bu
konferansımda. İlk acı parantezimi ATATÜRK kimdir belgesiyle
açmıştım, ikinci acı parantezim burada olacak. Hadi gelin 5
Mart 1996 ya gidelim yani günümüze yakın bir gün.
“ATATÜRK ve
Türk kadını” konulu tiyatrolu konferansımı 25 gençle
sunuyorum. 25 gençle birlikte prova yaptık, yorulduk, oturduk,
televizyonu açtık. ikinci haber olarak 6 dakika müddetle ve 5
kere görüntü zumlanmak üzere önemli bir haber verildi
televizyonda. Haberi aynen aktarıyorum, diyordu ki “Amerika
da eski bir ünlü bir müzikhol hiç yıkılmadan dünyada ilk kez
uygulanan bir yöntemle raylar üzerinde iki metre kenara
çekilerek yerine yeni bir binanın yapıldığı”
haberiydi. Dünyada ilk kez lafı da beş kere edildi. gençlerden
biri kalktı bana ne dedi biliyor musunuz? “Ya
öğretmenim biz tarihe pek bir daldık. Bakın el alem neler
yapıyor? Teknik, medeniyet biraz da onlara baksak”
diyince arşivimde 1930’da ATATÜRK ’ün bu işi yaparken çekilmiş
resimleri, raylar üzerindeki çekilen resimleri gösterdim
kendilerine ve dedim ki ”şu
anda ne söyleyeceksiniz bana?”. Bir genç kalktı ne
dedi biliyor musunuz? “Ya
öğretmenim suç bizde mi? Biz bu konuyu ilk defa sizden
duyuyoruz, sizden görüyoruz
bu resimleri”. Ama
o haberi bugün milyonlarca Türk genci izledi ve oturdular 25
genç, bu haberi veren televizyona bir faks çektiler. Faksta
aynen şu yazıyordu “İkinci haber olarak 6 dakika müddetle ama
beş kez şu resimleri göstermek suretiyle bu arada da mutlak
suretle mesajı iletin dediler “Bu
gün 1996, Amerika çekiyor raylar üzerinde iki metre, yerine
yeni bir bina yapıyor, 1930 ATATÜRK çekiyor 4 metre 80 santim,
bir ağaç kurtarmak için” bu mesajı da çok iyi verin
dediler. Yıl 1996 idi. Yıl 2005 hiçbir televizyonda izlediniz
mi? İzlemediniz.
Ya hocam siz bize bir
tek çınar ağacı ve iğde ağacı anlattınız bunlar ATATÜRK ’ün
hayatında tek tek örnekler olabilir. Hadi gelin Söğüt özü’ne
gidelim, hani şu Ankara yakınlarındaki, o zaman için 80 tane
söğüt ağacının olduğu yere. Söğüt özüne ATATÜRK hep dinlenmek
için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak
aktarmış;
“Ah
! burada bir kulübem olsaydı keşke.” “Ya
paşam istediğin
bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya“ demişler.
“Buradaki
ağaçlara ne olacak peki.”
“Paşam
buradakiler söğüt ağacı;
gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka
tutar” demişler. Bir an durur,
“Bir
tek şartla kabul ederim” der.
“Burda
yetecek kadar söğüt ağacını kendi ellerimle sökeceğim, kendi
ellerimle dikeceğim, önce tuttuklarını göreceğim, sonra kulübe
yapımına izin vereceğim.”
Yani bugün betonu
yeşile tercih eden zihniyete bence en güzel örnek teşkil eder
bu. Ne yapar biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetinin
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK makamını Çankaya’dan Söğüt
özü’ne taşıtır hasırlar üzerine. Kabullerini orda yapar,
imzalarını orda atar, çadırda kalır ama söğüt ağacını söker,
kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra bugün
çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğüt
özü’ndeki küçük ATATÜRK kulübesinin yapılmasına izin verir.
25 yıllık
araştırmacıyım. Benim elimde 130 belge var bizzat çevre
hareketine bedenen katıldığına dair. Sade bende 130 belge, kim
bilir kaç belge var. Keşke diyorum, keşke bu belgeler, bazı
günler bizi okullar da bu kulübeye götürüp de burada
anlatılsaydı. sanıyorum bugün betonu yeşile tercih eden hiçbir
belediye başkanı yetişmezdi.
İşte bu anlamda
sahneye şimdi Tahsin ÇOŞKAN’u davet edelim. Tahsin COŞKAN o
zamanın genç bir ziraat mühendisi.
“Gel
Tahsin seni bir yere götüreceğim fikrini almak istiyorum”
diyor. Giderler, gösterdiği yere bakar Tahsin Bey. Bataklık,
sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir
arazidir. “Ya paşam
hayrola”
der. Atatürk,
“Buraya
bütün masrafı cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak
istiyorum” der. “Ya
paşam buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da
zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken gelip de
burayı tercih ettiniz?” der.
ATATÜRK ’ün cevabı
ATATÜRK ’çedir. Derki
”Ben
en zor olanı yapayımda siz arkamdan kolayları nasıl olsa
yaparsınız.”
Ne bilsin ki en kolayları bile
çabuk yıkabildiğimizi ama, bu arada Tahsin ÇOŞKAN “Paşam
burada hiçbir şey yetişmez, pek uğraşmayın” der.
Ama dinleyen kim. Derki
“Tahsin
buraya ziraatçıları getir ve incele bana resmi bir yazı getir
burasıyla ilgili.”
Biraz sonra Tahsin COŞKAN
çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde “Burada
hiçbirşey yetişmez“ yazılı, altında da
ziraatçıların imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa Kemal’in
önüne koyar. ATATÜRK biraz mütebbessim okur bu yazıyı. Kaleme
alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar
“BURASI VATAN TOPRAĞIDIR,
KADERİNE TERK EDEMEYİZ.”
Etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi akasya savunmasını ele
alır, çam ve köknarı oraya 30 Ağustos olarak tamamlar ve hiç
unutmayacağımız bir gün, lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık
bu günü, 25 Mayıs 1933. Ne yapar biliyor musunuz? Hani 5
Haziranlarda kutladığımız bir gün var, çevre günü değil mi?
Çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den sonra. Peki
25 Mayıs 1933, ATATÜRK ne yaptı? İlk Çevre günü kutlamasını
yaptı. Hem de bugün okullara soruyorum diyorsunuz ki ne
yaptınız diye “ya ağaç diktik diyorsunuz ya çöp topladık” öyle
falan değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya
getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmektedirler,
havuz yapılmıştır, çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün
masrafı cebinden ödemiştir ama karı da almamıştır, buraya bir
fabrika yaptırmıştır, süt ürünleri üretilmektedir, herkes
yemektedir. Herkes çok mutlu ama en mutlusu Mustafa Kemal
ATATÜRK.
Nebizade diye bir
arkadaşı var, Nebizade’nin kafa çok karışık. “Yahu
paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine
inanmadı. Peki sen nasıl anladın burda orman olacağını?”
der.
“Gel
Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin ÇOŞKAN’ın
burda birşey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle
Çankaya’dan kaçtım, buradaki köylülere geldim. Köylüler beni
tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burada ağaç yetişip
yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz
dedim. “Al dediler”, bana bir testi su verdiler, bir de kazma
kürek. “Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını
söyleriz” dediler. Ah o iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir
Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım,
testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki
bana “ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun
üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burada ne ekersen
biçersin”. Ve hani Tahsin COŞKAN’ın o raporu bana getirdiği
gün ben çoktan projeye başlamış epey de ilerlemiştim”
diyecektir.
Dünya lideri olmak
öyle kolay değil biliyor musunuz. Hani ATATÜRK ’e kimdi en çok
karşı çıkan, evet Tahsin COŞKAN’dı. Onu da ATATÜRK buraya
müdür tayin eder. Evet lider olmak hakikaten kolay iş değil.
Bu arada biz bu 130 belgeye hiç çalışmamışız. Çalışmadığımızın
en acı örneğini Türkiye yaşadı zaten. Neydi o örnek “17
Ağustos depremi”. Evet deprem bir kaderdir ama kader olmanın
ötesinde dolgu alan çöktü, dolgu binalar çöktü. Oysa 1930’dan
beri bize “lütfen tabiatla oynamayın, tek bir ağaçla bile
oynamayın” diye bize örnek olan bir liderimiz varken yaşadık
bu acıyı.
Bizler iyi
değerlendirmemişiz onun çevre hareketini ama bakın dünya ne
güzel değerlendirmiş hareketini. Ben size bu bilgileri vermek
için 1919 başladım ve bugüne kadar çıkan bütün gazete ve
dergileri tarıyorum.Taramam sırasında 28 Temmuz 1933 günün
Cumhuriyet gazetesinde bir haber okudum. İnanılmaz bir
haberdi. Hani bir çiçek alıyoruz, kırmızı renkte, hediye
götürüyoruz ve adına da “ATATÜRK Çiçeği” diyoruz. O ATATÜRK
çiçeğinin adını biz koyduk zannediyorduk ama bakın gazeteyi
aynen okuyorum. Gazete haberi şu “Chicago özel, geçenlerde Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor
Kirk Landın
laboratuarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı
renkte yeni bir çiçek elde edilmiştir Profesör bu yeni çiçeğe
isim ararken yanında duran ama Tarsus Kolejinde ATATÜRK ’le
tanışmış, ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir
diğer profesör bu çiçeğe ATATÜRK isminin verilmesini
önermiştir. Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve
ATATÜRK ’ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy
birliğiyle kabul edilmiştir”. Yani dünyadaki her ülkede bu
çiçek Gazi ATATÜRK adıyla üretiliyor ve satılıyor.
Peki başka bir lider
var mı diye araştırdım bir çiçeğe adını veren, başka hiçbir
lider yok. Çünkü tabiatıyla bu kadar bütünleşebilen bir lideri
dünya tarihi yazmamıştır. Diyor ki Mustafa Kemal
”çevre hareketi dışında
eğer lider olacaksanız eğer lider olmaya kalkıştıysanız ki
içinizde öğrenci arkadaşlar var mutlaka sınıf başkanları
vardır eğer sınıf başkanı olacaksan bu bir liderliktir sınırın
nedir? sınıftır sınıfın içerisindeki tek bir tebeşir tanesi
tek bir sıra tek arkadaşının problemiyle ilgilenemeyeceksen o
liderliği kabul etmeyeceksin..."
Peki ikinci sırrımız ne? İkinci Sırrımız;
dünya tarihi sadece bir sıfatı Mustafa Kemal’e
vermiştir. Başka dünyada hiçbir liderin alamadığı bir sıfattır
bu hangi sıfat mı? Ne dersiniz? Evet Başöğretmen diyen var
aranızda, hoşgörülü evet biliyorum hepsi gönlünüzden geçen
sıfatları ATATÜRK ’ün ama soruyorum sizlere bir insan
doğumundan ölümüne kadar ya bir askerdir, ya bir devlet
adamıdır ya çevrecidir ya tiyatrocudur ya sanatçıdır ya
arkeologdur bir şeydir. Ama bunların hepsi birden olabilen
dünyadaki tek lider Mustafa Kemal ATATÜRK olduğu için dünyada
“kültür antropologu”
sıfatı verilebilen tek lider Mustafa Kemal’dir.
“Kültür
Antropoloğu” nedir ne değildir uzun uzun başınızı
ağrıtmayacağım. Hadi gelin 5 Mayıs 1935, Ahlatlıbel’e gidelim.
Ahlatlıbel Ankara yakınlarındaki kazıların başladığı yer
biliyorsunuz. Bütün arkeoloji kazılarının yapılma emrini veren
Mustafa Kemal, müzelerin açılma emrini veren de Mustafa Kemal.
Ama bugünkülerde olduğu gibi açın, kazın, imza; öyle değil.
Nasıl yetişmiş inanın, 25 yıllık araştırmacıyım hiç anlamadım.
Bakıyorsunuz Efes kazıları başlıyor iki kere gidiyor, Konya‘da
Asar kazıları başlıyor başında, birde bakıyorsunuz Ahlatlıbel
kazıları başlamış başında, toprak alıyor, ölçüyor, biçiyor. “Ya
ne yapıyor Mustafa Kemal” diyorlar. Çankaya’ya
gidiyor, Çankaya’da üç gün üç gece hiç uyumadan; uyumamak için
alnına ıslak bezler koydurmuş, birilerini çağırıyor,
telefonlar ediyor bir heyecan bir telaş. Üç gün sonra
“gelin
diyor Ahlatlıbel’e gidiyoruz.” Hemen geliyor diyorki
“arkeologlar
toplanın.” Biliyorsunuz başlarında en büyük arkeoloğumuz Zübeyir KOŞAR var. Bu Zübeyir KOŞAR’ın bir e bir
anısıdır. Toplanıyor ve diyor ki Mustafa Kemal heyecanla;
“kazdığınız
yer yanlış, şurayı kazmanız gerekir.” Yabancı
arkeologlar “el insaf paşam, anladık iyi askersin iyi devlet
adamısın ama yani bu işte bizim işimiz niye karışıyorsun” der
gibi aralarında birkaç şey oluyor ama emir büyük yerden.
Başlıyorlar Mustafa Kemal’in gösterdiği yeri kazmaya. Sonuç
mu? Bütün bulgular oradan çıkacaktır. İnat uğruna, kendi
ceplerinden öder ve kendi dedikleri yeri kazarlar hiçbir
bulguya rastlamayacaklardır.
Bunun
üç gün sonrası, ATATÜRK Galip ARCAN’ın yazdığı “Sırat Köprüsü”
adlı piyese davetlidir. Davetiyede böyle yazar piyesin başında
mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar bir müddet sonra
bitince “bana
Galip ARCAN’ı çağarın!” der. Galip ARCAN
gelince “bu
piyesi siz mi yazdınız? “
der. “Evet
paşam ben yazdım.” ”Hayır,
bu bir Bolunun Flor Doranj adlı boldvilin’in
aynen çevirisi neden bunu belirtmediniz hakkınızda soruşturma
açtırıyorum”
diyecektir. Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca ne dedim
biliyor musunuz. Samimi konuşacağım inanın sizlerle. Dedim ki
“a
be Atam
boldvilin’e
varıncaya
kadar ne zaman okursun? ne zaman kafanda tutarsın”.
Ve o sırada ne yaptım biliyor musunuz? Yirmi yıllık
araştırmacıydım, ATATÜRK ’le iddiaya girmek gibi, dedim “senin
başında durmadığın ilerletmeye çalışmadığın bir alan bulmak
benim boynumun borcu olsun”.
O sırada da “Sanat ve
ATATÜRK” adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde Türk
tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin
etkisini kaldırıyor ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Ne?
Sinema. dedim “herhalde burada iddiayı kazandım”. Hey hat, baş
yönetmen Cezmi AR, başrolde Mustafa Kemal, film çekiyorlar. Ve
Cezmi Ar Mustafa Kemal’e tabi Cumhurbaşkanı ya diyemiyor şöyle
dur böyle dur diye diğer oyunculara şiddetle bağırıyor.
Atatürk
“Gel
Cezmi gel, burada başkomutan sensin. ben bu işi bilmem. Önemli
olan işin iyi çıkması. Bana da aynı şiddet ve hiddetle
bağıracaksın”
der. Cezmi AR hayatının son
günlerinde “ben bir daha
asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım” diyecektir.
Yıl 1937, Münir Hayri
EGELİYLE odalarına çekilirler. Çankaya’ da ne mi yaparlar?
ATATÜRK bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur;
“Ben bir İnkılap Çocuğuyum” dur adı. Kendi yazdığı film
senaryosunu Münir Hayri EGELİ çekecektir, ATATÜRK
oynayacaktır. Ama yıl 1937 dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim ki
haydi filmciler bulun bu senaryoyu filme çekin pokemondan çok
daha faydalı olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum.
Bu arada ATATÜRK ’ün her
şeyi iyide ben iddiadan vazgeçtim, tamam dedim. Kesinlikle
iddia falan yok artık, iddiayı Mustafa Kemal kazandı ama merak
ediyorum nasıl yaptı diye. Asıl sır nerde? O sırada en büyük
lider eleştirmeninin sözü geldi elime. Liderleri çok sıkı
eleştiren bir eleştirmen diyor ki ATATÜRK için “Liderler
içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider Mustafa
Kemal’dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün
aydınlanma çağı etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış,
bir çağa sıran etkinlikler on yılda başarılmış, bu büyük bir
mucizedir en büyük radikal Mustafa Kemal’dir”.
Bunu biz demiyoruz dünyanın en büyük lider eleştirmeni diyor.
Peki, tamam laf iyi de
diyorsunuz ki; laflar karın doyurmuyor. Esas sır nerde çok
merak ediyorum. On yılda bir bakıyorsunuz kara tahtanın
başında harf öğretiyor, bir bakıyorsunuz şapka giyiyor, bir
bakıyorsunuz tiyatro eseri oynatıyor, yok efendim arkeolojik
kazılara gidiyor, tren raylarının genleşme hesabını yapıyor,
Ankara’daki caddelerin ne kadar mesafede olacağı konusunda
şehirleşme planları yapıyor, E on yılda bunların hepsi peki
nasıl? Ben esas sırrı nerde buldum biliyor musunuz? Onun bir
sözünde. Ama bu bence, ve dedim ki bu sözü okuyunca keşke şu
karga kovalamasını kafalarımıza yerleştireceklerine şu sözünü
yerleştirselerdi herhalde Türkiye çok farklı bir yerde olurdu
şu anda. ATATÜRK diyor ki
”Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara
vermeseydim bu gün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım.”
Esas sır bence burada. Çocukluğunda eline geçen iki kuruştan
birini kitaplara verdiği için 35 yaşında general, 40 yaşında
başkomutan, 42 yaşında cumhurbaşkanı, 46 yaşında dünyada pek
çok reformist var ama hiç biri dile dokunabilmeyi cesaret
edememiştir; dile dokunabilen tek reformist Mustafa Kemal’dir.
İşte bunu yapabilen ve 53 yaşında nutku yazan genç olarak
tarihimize geçecektir Mustafa Kemal.
Okumayla, ama
nasıl okuma biliyor musunuz? Bildiğimiz gibi bir okuma değil.
Sizi 1914 Anafartalar’a götürüyorum. Anafartalar’da savaşın
bir dinlenme yerinde çadırınıza gelirsiniz postalları çıkarır
rahatça dinlenmek istersiniz. Öyle bir şey yok. Macar
Türkoloğu
Nemet’in,
Fransız Türkoloğu
Devin’in Türkoloji
albümleri duruyormuş. Açıyor onları okuyor Mustafa Kemal.
Diyorlar ki “niye bunları
okuma gereği duyuyorsun” verdiği cevaba bakın.
onlara diyor ki “Savaştan
sonra bu dilin değişme ihtiyacı var onu tespite çalışıyorum.”
Yıl 1914, gelelim 1916’ya. Bitlis cephesi komutanı Mustafa
Kemal Bitlis cephesinde çökmekte olan bir cepheyi kurtarıyor
ve çadırına geliyor, yaveri İzzettin ÇALIŞLAR’ı çağırıyor ve
eline bir not veriyor. Notta ne yazıyor biliyor musunuz? “Savaştan
sonra ilk işimiz Türk kadınına serbestisini vermek, onu
erkeğinin yanında eşit haklara sahip kılmak.”
Yıl 1916, Türk kadının değil adı, değil kimliği, hiçbir şeysi
yok. Sokağa çıkma hakkı olmayan bir Türk kadını. Peki sizce
tam savaşın en hararetli zamanında neden Türk kadını geldi
Mustafa Kemal’in aklına. Ha, Kurtuluş Savaşında gördüğümüz
kadın manzarası, değil ATATÜRK ’ü, dünyayı şaşırtan bir
manzaradır. Ülkelerin savaşları olmuştur ama top yekün savaş
örneği ilk defa Kurtuluş Savaşında görülmektedir.
Atatürk bu savaşta Ayşe
Hatun’u tanımıştır. Ayşe Hatun’u hepimiz tanıyoruz. Bilmeyen
var mı içinizde? Onun yapabildiğini acaba hangi ülkenin kadını
yapabilir? Ya da zamanımızda hangi kadın yapabilir? Benim bir
kızım bir oğlum var inanın bu kadar araştırmacıyım
düşünüyorum. Biliyorsunuz sekiz aylık kızı kucağında omuzunda
mermi ve cepheye cephane götürüyor. Sekiz aylık kız dinler mi
düşmanı, ağlamaya başlıyor. Ve bu sırada ölmesi falan problem
değil Hatun’un, ama düşman eğer onları fark ederse çok kısıtlı
olan cephane cepheye gidemeyecek, bütün düşüncesi o Ayşe
Hatun’un. Ve bu arada çocuğunu göğsüne yaslar, düşman biraz
geç gider, indirdiği zaman kendi elleriyle çocuğunu şehit
ettiğini görecektir Ayşe Hatun yada diğer adıyla Tayyibe
Hatun. Peki ne yapar? Çocuğunu koyar üzerini bayrakla örter ve
aynen şunları söylemiştir. Kafile başkanı komutanımız
aktarıyor bunu. “Sen
yüzlerce binlerce yıl sonra doğacak Türk çocukları için şehit
oldun” (yani şurada oturan bizler için şehit
olan) “bu
benim içinde senin içinde bir şereftir. Yeterki vatan sağolsun”
diyor, omuzuna alıyor cephanesini ve yola koyuluyor.
Hanımefendiler içinizde anne olanlar var. Lütfen bir an için
düşünün, çocuğunuzu göz önüne getirin. El bebek gül bebek
büyütüyoruz, gözünün içine bakıyoruz, tercih yapın sizden
sonraki kuşak mı? çocuğunuz mu? İşte bu Ayşe yada diğer adıyla
Tayyibe Hatun’u tanıdı Mustafa Kemal.
Kurtuluş Savaşında
Kütahya sırtları, -30oC, -40 oC. Ve
75-80 yaşlarında bir nine. Gerisini gelin kafile komutanı
Mustafa Necati’den dinleyelim. Mustafa Necati neyi görür?
Bütün yorgan battaniye ne varsa cephanenin üstüne örtmüş
kendisi pazen elbiseyle. Aynen şunları söyler “nine
kar sepeliyor hava çok soğuk bari şu yorganı alsan sırtına”
dediğinde aldığı cevap ”dokunma
ona, o millet malıdır, nem kapmasın. Ben bir ölürüm ama onunla
binler doğacak binler. Hayır oğlum hayır hiç üşümüyorum,
soğuğu hiç duymuyorum ki. Düşman bu topraklara girdi gireli
benim içim yanıyor içim a oğul” diyen bir
nineyi tanıdı Mustafa Kemal.
Albay Hulusi ATAĞ’ın
kafilesinde olan genç bir kadınımız hastadır ve cephane
taşırken yere düşmüştür, ölmek üzeredir. Hulusi ATAK sorar “bacım
bana adını söyle seni tarihe yazdıracağım”
dediğinde aldığı cevap “adımı
ne yapacaksın a oğul yaz benim adım Anadolu”
cevabındaki adımın ne önemi var önemli olan ülkemin adı ve
gururu düşünüşü keşke, keşke uygarlık savaşımızda aynı
şiddetiyle sürebilseydi bugün. Üzerinde ATATÜRK yazılı kapsülü
inanın, inanın hiç mübalağa etmiyorum ilk uzaya fırlatan ülke
mutlaka ama mutlaka biz olurduk.
Evet bu savaşta ATATÜRK
dünyaya tek geçen Zekiye Hanım’ı tanıdı. Zekiye Hanım ne yaptı
biliyor musunuz? Dünyaya ilk ve tek geçen kadınımızdır. 10
Aralık 1919 öğretmen okulu bahçesine 3000 kadını toplamış,
dedim herhalde sıfırları fazla okuyorum. Hayır 3000 kadın,
yapımcısı, dinleyicisi, konuşmacısı. Kadın olan dünyada ilk
mitingdir bu, onun için dünyaya ilk geçmiştir. Peki Zekiye
Hanım nasıl toplamıştır, cep telefonu yok faks yok, hiçbir
araç yok. Hadi bunlar oldu farz edelim. Kadının sokağa çıkma
hakkı yokken 3000 kadın nasıl organize oldu dersiniz? Evet
bunu incelediğimde inanılmaz bir hem hayranlık hem de üzüntü
duydum neden biliyor musunuz?
Cep telefonunuz var,
faksımız var. Pek çok kulübün, pek çok derneğin davetlisi
olarak gidiyorum. Hanımlar 50 kişi geldi mi aman diyorlar bu
gün çok kalabalığız. 3000 kadından bahsediyorum ama projesinin
adını da söylemek istiyorum Zekiye Hanım’ın “MUTFAK PROJESİ”,
inanılmaz bir proje. Daha sonra bir yerde tekrar geçecek bu
proje.
ATATÜRK
Zekiye Hanım’ı,
Nakiye Hanım’ı
tanıdı bu savaşta. ATATÜRK
Melek REŞİT’i tanıdı, Atatürk Şuküfe Nihal’i
tanıdı ve ATATÜRK ekmek pişirerek askere götüren ama bu
düşmanlar tarafından tespit edilip askerimizin yerini öğrenmek
için çok işkence gören ama söylemediği için ekmek pişirdiği
fırına atılarak yakılan Nazife Kadın’ı tanıdı bu
savaşta. Bu savaşta ATATÜRK
Taccülcalala
hanımı tanıdı ATATÜRK
üsteğmenlerimizi, binbaşı hanımlarımızı tanıdı, bu savaşta
Tuğgeneral rütbesi verilmesi öngörülen 8 yaşındaki, evet
yanlış duymadınız 8 yaşındaki Nezahat kızımızı
tanıdı. İşte Nezahat kızımızın yanında şehit olan bir erimizin
cebinden çıkan bir mektubunda annesine şöyle yazmış “anne
Nezahatle babasının arasındaki konuşmayı duyaydın benim burada
niye olduğumu anlardın” demiş ve bu arada şöyle
yazmış” biz Mehmetçik
Nezahat’e Türklerin Jean d’Arc ’ı diyoruz” demiş.
Bu bana acı geldi. Ben Jean d’Arcı ortaokuldan beri tanıyordum
ama Nezahat’i ancak bu araştırmam da tanıdım. Bunun acısını da
o mektupla birlikte yaşamış oldum. Bu kadınlarımızı ben
ATATÜRK ve Türk Kadını konulu konferansımda anlattığım için
burada sadece adlarını anmadan geçemeyeceğimi gördüm.
Bu arada ATATÜRK okumuş
da yazmaya da vakit bulabilmiş. Evet bizler için bir geometri
kitabı yazmış. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri
teriminin isim babası bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa
Kemal’dir. İyi ki de yazmış eşkenar üçgen demek için
“müselleseyi bilmemne bilmemne...” demek gerekir. İnanın bu
kadar şeyi aklımda tutuyorum, bir onu tutamadım. İyi ki
yazmışsın dedim. Bu arada ATATÜRK her sektöre el attı dedim
ya, basın sektörüne de el atıyor ve bir gazete çıkarıyor. Adı
“Mimber”, 52 sayı çıkmış gazetesi, ve bu gazeteleri okuduğum
zaman bu Mustafa Kemal’in gazetesi dedim. “Sansür” kelimesi
ilk defa bu gazetede yer almıştır. Bu arada keşke bütün Türk
gençlerimiz bu gazeteleri okuyabilseydi diye düşünmeden de
edemedim. Çok moral bulurlardı çünkü.
Bu arada çok güzel
şiirler yazmış. İlk şiiri 1908 Şanlı Ordu dergisinde
yayınlanmış. Keşke vaktimiz olsa da şiirlerinden de
aktarabilseydim. Bu arada nutku yazmış, tiyatro eserleri
yazmış, sinema senaryoları yazmış, yazmış yazmış. Peki okumuş
yazmışta sadece gününün problemlerine mi çare bulmuş Mustafa
Kemal? Sadece gününü mü kurtarmış acaba? Hadi gelin esas
önemli olan da bu, buna bir bakalım mı ne dersiniz?
İşte günümüzde 25
yıllık araştırmacılığım sonunda size bir itirafta bulunmak
istiyorum, diyorum ki ATATÜRK inanın, bugün sanıyorum 7 Şubat
2005, bu günü çok net görmüş, hadi görmekle kalsa iyi, birde
bu gün kullanacağımız kadar güncel geçerli ve çözümsel
önerileri de yazarak bırakmış bir lider. Söyleyin bana hangi
ülkede var böyle bir lider. Diyeceksiniz ki lafı bırak bize
somut örnek göster. İşte ilk örneğimiz; dediniz ki demin
Türkiye’deki sorunları sorduğumda size, dediniz ki önemli olan
sorunların bir tanesi de ekonomik sorun. Peki Amerika’nın en
ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr.Jhones bize şunu
öneriyor, diyor ki “ekonomiyle
savaşta bir tek ATATÜRK ’ü örnek alsın yeter Türkiye”.
ATATÜRK ’ün ekonomi ile
de ilgili ne görüşleri var acaba, ve bunun üzerine oturdum,
Maliye arşivine indim, Maliye arşivini incelememde ATATÜRK ’ün
ekonomide en önem verdiği şey ne biliyor musunuz? Türk
parasının değerini korumak. Peki, 1919’a baktım Türk parası
Sterlin karşısında, o zaman dolar yok, Sterlin karşısında 605
kuruş. Ha bir savaş yapıldı, ülke yıkıldı tekrar yapıldı. Peki
1938’de kaç kuruş biliyor musunuz? 19 sene sonra inanılmaz bir
şey, 616 kuruş. Buna gerçekten inanmaya imkan yok. Peki dedim
ki herhalde yanlış okudum banknot artış hacmine baktım,
banknot artış hacmi 1919’dan 1938 son dört ayına kadar, son
dört ayı ilgilenemiyor sağlığından dolayı, son dört ayına
kadar 19 sene sadece %8, bu çok büyük bir başarı. Peki son
dört ayda ne oldu diye baktım, gülüyorsunuz tahmin ettiniz mi?
%15. 19 senede %8. Bari ölümünü bekleseymişiz, ama işte
problem bir takım yerlerde sanıyorum.
Bu arada bir arşiv
belgesi daha aktarmak istiyorum size. 5 Aralık 1927 tarih. 5
Aralık 1927’de bir Türk Lirası verdiğimiz zaman 2 dolar
alabiliyormuşuz karşılığında. Eğer bizim nesil vazifemizi
yapaydık size karşı, bugün 20 milyon liralık banknotu
götürecektiniz, karşılığında 40 milyon dolar alacaktınız bizim
nesil vazifesini yapaydı. Ama diyorum ki lütfen gençler
lütfen, ilerde maliye bakanı olabilirsiniz, ilerde başbakan
olabilirsiniz, ilerde aile kurabilirsiniz o da bir ekonomik
sektördür ve ekonomiye yön vereceksiniz. Bizim yaptığımız,
size çektirdiğimiz sıkıntıları çekmemeniz için lütfen ekonomik
görüşleriyle ATATÜRK ’ü mutlaka incelemenizi tavsiye ediyorum.
Bu arada biliyorsunuz
1929 da çok büyük ama çok büyük bir şey var. Ekonomik kriz
var. Bütün dünyayı sarsmış ekonomik kriz. Peki soruyorum size
sarsılmayan bir ülke söyleyin. Türkiye tabîi ki. Peki 1929’da
bütün dünya buhran yaşıyor en gelişmiş ülkeler bile. Hadi
etkilenmedin de, rakamlara bakın kişi başına düşen milli gelir
%51,2 artıyor. Eksilmeye alışmışız da artma kelimesi garip
geliyor bize. Enflasyon ne kadar? % -1.2, bunlar resmi
rakamlar.
Peki ikinci
örnek, günümüze örnek;1996 İngiltere’de bir seçim yapılır.
Meclisteki kadın millet vekili sayısı seçimden önce 13,
seçimden sonra birden 123 olur. Hiii derler kim yaptı bu
başarıyı,
Leslie Abdela
diye bir hanımefendi.
Leslie Abdela’yı
tüm ülkeler çağırır, “ya bize de öğret metodunu da bizde
kadını fazla sokalım meclise” derler.
Leslie Abdela’yı
Türkiye de çağırır. Şile’ye gelir, dolar alır anlatmak için.
Ve işte sözlerinin özeti “İngiliz
kadını bu başarıyı ATATÜRK ’e danıştı”. Yani
ben Türkiye ye tereciye tere satmaya geldim. Peki
Leslie
Abdela’nın uyguladığı
projenin adını biliyor musunuz? “Mutfak Projesi” peki şöyle
yazıyor şurada; “1919
dan beri biz Türk kadını ve ATATÜRK ’ün peşindeyiz merak
ediyorum iki kadın milletvekilinizde benim peşimde niye acaba”
diye de ironi yapmış burada. Bu arada eğer biz bu metodu
uygulasaymışız Türkiye’de sanıyorum Türk erkekleri şu anda
meclise nasıl girebiliriz diye arayış içinde olacaktı, hiç
şüphe yok buna.
Peki bu arada dünyaya o
kadar çok ilk hediye etmişiz ki bunlardan bir tanesi de
üniformalı ve rütbeli kadın asker ilk defa bizim ordumuzda,
bizden dünya orduları örnek alıyor. Kurtuluş Savaşında rütbe
alan kadın askerlerimiz; Binbaşı Ayşe ALTUNTAÇ,
Üsteğmen Emine VARDARLI, Üsteğmen Fatma
ŞİMŞEK. Ama dünya tarihine tek geçen bir üsteğmenimiz
var; 700 erkek 43 kadından oluşan bir müfrezenin reiseliğine
bizzat ATATÜRK tarafından atanmış, Üsteğmen Kara Fatma.
Evet dünyadaki ilk müfreze reisesi kadın ünvanını taşır Kara
Fatma. Ben geçenlerde Erzurum’a davetliyim, Erzurum
Üniversitesi rektörümüz davet etti uçakla gittim. İndim
uçaktan “off ayağım belim melim” dedim, bir an aklıma geldi,
biliyorsunuz Kara Fatma Erzurumlu; Erzurum’u 13 kadınla
müdafaa ediyor, atına atlıyor Bursa’ya kadar geliyor,
Bursa’nın Kurtuluşuna da tanık oluyor. Ben uçakla zor gittiğim
yere, önümde yemeğim, arkamda suyum, sıcacık, ama bu kadının
yaptığı! Ha o zaman sanıyorum şu andaki Türk kadını asla ve
asla yoruldum demeye hakkı yok, eğer Kara Fatmaları eğer
Şerife bacıları tanısaydı.
Evet anlıyorum bu
hanımlarımızı tanımadan önce bir şey yaptım zannediyordum. Şu
anda hiçbir şey yapmadığıma kaniyim. Bu arada Kara Fatma’nın
savaşta yaptıklarını, dedim ya Bursa’ya kadar gelmiş, üç
oğlunu şehit vermiş, kızının parmakları İzmit muharebesinde
kesilmiş, sadece savaşı anlatmak için bir konferans gerekir
Kara Fatma’nın. Ama Tamim gazetesini okuyorum, Tamim
gazetesini okurken Kara Fatma’yla yapılmış bir röportajı
okudum, inanılmazdı. Gazeteci soruyor diyor ki; “çok
fakirsin çok çok ihtiyacın var paraya neden üsteğmenlik maaşı
sana bağlanan maaşı Kızılay'a bağışladın”
diyor. Verdiği cevap tarihi bir cevap aynen şöyle: “Ben
Kurtuluş Savaşında yaptıklarımı bir menfaat ve çıkar
karşılığında yapmadığıma inandığım için en son vatani vazifem
olarak maşımı Kızılay’a bağışlıyorum”
diyecektir. Bu bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? ATATÜRK
’e bir gazeteci sorar; “neden
mal ve mülkünüzü milletinize bağışladınız” diye.
ATATÜRK ’ün verdiği cevabı aynen aktarıyorum: ”Mal
ve mülk bana ağırlık yapıyor, onları asıl sahibi olan
milletime bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne
çıkar asıl zenginlik insanın manevi şahsiyetinde olmalıdır.“
diye cevaplayacaktır. Ne güzel değil mi en son kademeden en
tabana kadar, kadınından erkeğine kadar hepsi aynı söylemde
ama alışmadığımız gibi aynı eylemdeler ne diyelim sağ
olsunlar, varolsunlar.
Dileyelim sizin nesle,
genç nesle, hortumcular soyguncular değil, Kara Fatmalar,
Mustafa Kemaller örnek olsunlar. Tabi Kara Fatma’nın örnek
olabilmesi içinde bir okuma kitabımızda hiç olmazsa bir okuma
parçası olarak Kara Fatma’nın olması lazım ki örnek
alabilesiniz. Bu arada ATATÜRK ’ün şu sözü çok hoşuma gider
diyor ki; ”Geçmişi
ne kadar çok unutursak geleceği korumak o kadar zor olur.”
Biz Kara Fatmaları mutlaka hatırlamalıyız
sanıyorum.
Bu arada bir
kadınımızı daha vermek istiyorum,Melek Hanım. Haçin katliamını
hepiniz hatırlıyorsunuz, 535 Türk hunharca
katledilmiştir.Hepsi öldüğüne göre nerden biliyorsun hunharca
katledildiğini? Şair Melek hanım diye anılırmış Haçin’de.
Şahadetinden sonra kolunun
altından bir bohça çıkıyor, bohçayı açıyorlar, 18 kıtalık bir
destan yazmış. O anda gördüklerini kaleme almış. Mektupçu
Hüseyin nasıl vahşetle öldürüldü, komşu kızı Hatice nasıl
vahşetle öldürüldü hepsini kaleme aldığı bir destan. Başına ne
demiş biliyor musunuz “inşallah okuna”. Ben 45 yaşımda
bunu okuyabildim en sonuna da “bizden sonrakiler neler
çektiğimizi bileler diye yazıyorum” demiş son iki kıt’ayı
sizlere okuyorum
Meydan kazanı kurdular
Tüm
bebeklerimizi kaynattılar
Gün
görmedik anaları
Süngü
ile oynattılar
Kundakları verdiler
Kanlı
kundak yu dediler
Bebelerimizi kaynattılar kaynattılar
Kuzu
eti diye hepimize zorla yedirdiler
Evet biz burada kolay
bulunmuyoruz, bu koltuklarda kolay oturmuyoruz. Evet bakıyorum
çok buruldunuz, çok üzüldünüz ama liderlik dedik biraz da
gülümseyelim mi?
Lider dedik, ATATÜRK
’ün resimlerine bakıyorum hepsi asık suratlı hepsi ciddi.
Lider olmak için böyle mi olmak gerekiyor, acaba ATATÜRK hiç
mi gülmemiş, hiç mi espri yapmamış? Hadi gelin Antalya’ya
gidelim. Antalya yolunda mola verir kulağına bir türkü gelir “Ya
bu türküyü çok sevdim bulun getirin bu türküyü söyleyeni”
der. küçücük bir çoban gelir. Derki “Sesin
çok güzel bana da bir türkü okurmusun”. Başlar
çoban “demirciler demir döver tunç olur” diye. bitince ATATÜRK
dalmıştır “bis bis” der. Çoban böyle bakar. “Oğlum
der bis” der
“Çok beğendik tekrarla anlamına gelir”. Hiç
nazlanmaz gene aynı türküyü okumaya başlar. ATATÜRK türkü
bitince cebinden bir harçlık çıkarır uzatır. Çoban hemen alır
harçlığı, kuşağına kor, elini uzatır ATATÜRK ’e “bis bis” der.
Bu espri ATATÜRK ’ün çok hoşuna gittiği için çok ünlü bir
sanatçımızın yetişmesi sağlanacaktır.
ATATÜRK ’ün hayatta en
hoşlanmadığı şey dalkavukluk, ama yemek masasında hiç
hoşlanmıyor. Karşısındaki adam da ATATÜRK ’e “sen
Türklerin şahısın şususun bususun...”, feci
dalkavuk. Yoğurt kasesi adamın önündeymiş diyor ki Atatürk;“Şu
yoğurt kasesini bana uzatır mısınız”. Adam
yoğurt kasesi uzatacak, el insaf ayağa kalkıyor, önünü
ilikliyor, tam yoğurt kasesini alacak parmakları içine
giriyor. “Ah...”
diyorlar “...adama taktı
ATATÜRK, bir de zaten sinirlenmiş durumda, bir de çok titiz bu
konuda, şimdi bir fırtına kopacak”. adam perişan,
ah paşam vah paşam derken “Ya
niye bu kadar üzüldünüz demin yoğurt yiyecektim şimdi cacık
yemiş olurum”. Evet, bu espriyle 25 yılın
sonunda ATATÜRK ’ün müthiş espritüel olduğunu keşfettim ve
yeni hazırladığım konferansımın konusu ne biliyor musunuz?
“ESPİRİLERİYLE ATATÜRK”. Bugün onu hazırlıyorum, 6-7 ay sonra
bitecek inşallah sizlerle buluşacağız. O konferansta çok
güleceğiz ama inanın çok da düşüneceğiz.
Bir gazetecide
Atatürk’e sorar “size de
diktatör diyorlar ne dersiniz”. Atatürk şöyle bir
bakar, “Eğer
ben diktatör olsaydım hanımefendi bu soruyu sorduktan sonra
siz asla canlı kalamazdınız “ diyecektir. Peki
diktatör mü Mustafa Kemal bakalım.
İzmir kurtuldu, çok
tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler. Trene
binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı
çalar yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır
Atatürk. Yaveri “ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde
niye böylesiniz” der. “Ya
çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz.
Kolumu yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende
uyumadım kalktım” der. Yaveri; “aman
paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla
battaniye getirirdik” der. Ve bir ülke kurtarmaktan
dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap derki “Geç
fark ettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize
kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat
uyuması”. Var mı böyle bir şey! Bu insana
diktatör demeye kimin dili varabilir. Ayaklarının altına Yunan
bayrağı serildiğinde bayrak bir ulusun onurudur diye basmayıp
kaldırtan bir insanın kendi milletinin inancını
çiğneyebileceğini düşünmek ancak onuru ve şerefi olmayan
kişilerin işi olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.
Bu arada içimizde çok
değerli öğretim görevlilerimiz ve öğretmen arkadaşlarımız var.
Onların için de çok özel bir anısını anlatacağım. İstanbul
Üniversitesinin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon, tahta
iskemleler, ortaya ATATÜRK ’ün oturması için kırmızı renkte
süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte
geliyor, buyurun diyorlar. Bir koltuğa bakıyor dönüyor
profesörlere, aynen şunları söylüyor; “Sizlerden
öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece
sizlere layıktır” diyor. En kıdemli profesörü o
koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna
kadar izliyor. Evet yani kendince hak etmediği hiçbir koltuğa
oturmayan bir Mustafa Kemal’i görüyoruz orada. Dünya lideri
olmak sanıyorum bu evet .
Bu arada İstanbul ve
Ankara illerinden birisine ATATÜRK adının verilmesi için bir
kanun önergesi veriliyor meclise. ya İstanbul’a ATATÜRK
diyorduk ya Ankara’ya. Bu önergeyi vereni hemen çağırıyor ve
aynen şunları söylüyor ;“Bir
ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına
gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan
Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem
bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak
değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim”
diyecek, hiçbir yere adının verilmesini kabul etmeyecektir.
Şimdi bakıyorum da hortumcunun soyguncunun hepsinin adı
bitaraflarda şey gibi yazıyor merak ediyorum nasıl oluyor bu
diye. Evet, galiba beni bıraktınız, ben 25 yıl kolay değil,
beni bırakırsanız sabaha kadar buradayız. En iyisi son iki anı
ama onu en iyi anlatan anılarla programıma son vermek
istiyorum;
İşte ilki öğrenciler
evet sizin için. Bir öğrenci anlatıyor, Mahmut SADİ. Şöyle
anlatır Mahmut SADİ. “Yıl
1923. İstanbul Üniversitesinde öğrenci olduğum sıralar. Okul
duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa’ya talebe yollanacaktır.
Allah Allah diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923 Avrupa’ya
talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek
istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin
yanına ATATÜRK “Berlin
Üniversitesine gitsin”
diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci garındayım, ama kafam öyle
karışık ki gitsem mi kalsam mı, orda beni unutur mu bunlar,
para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye
karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı
“Mahmut SADİ, Mahmut SADİ, bir telgrafın var” telgrafı açtım
aynen şunlar yazıyordu ”sizleri
birer kıvılcım olarak gönderiyorum alevler olarak geri
dönmelisiniz”. Var mı böyle bir şey? 11
öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap
edebilen bir lider dünya lideri olmasın da ne olsun. Yıl 1923,
biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz bir
huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bunla uğraşan bir insan
yolladığı 11 öğrenci nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini
hissedebiliyor. Mahmut Sadi devam ediyor “gel
de şimdi gitme, git de orda çalışma, dön de bu ülke için
canını verme”.diyor.
Evet bu gün en büyük
şikayeti ne Türkiye’nin? Beyin göçü. En iyi beyinlerimizi
kapıp götürüyorlar ama o çocuklarımız arkalarına baka baka
gidiyorlar. Peki diyeceksiniz ki engellemek o kadar mı zormuş?
Ha o gün 11 öğrenciymiş, telgrafmış. Bu gün milyon öğrenci
olsun, e-mail bilgisayar var. Yeter ki şu iki cümleyi ifade
edebilecek, onların sorumluluğunu alan bir liderleri olsun.
İşte son anım, Nehire
NEHİR hanımefendiden; şöyle anlatır “O
zamanlar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı
dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin ERTUĞRUL
Darül Bedai’ye baş yönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir
insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor,
perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan
oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz
ki bu durumda Muhsin Ertuğrul’unda düşmanı çoktu. Bir gece
Dolmabahçe ’den ATATÜRK ’ün Şehir Tiyatrolarına geleceği haber
verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa gecikti.
Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi
saniyesine açıp oyunu başlattı. ATATÜRK 4 dakika geç kalmıştı.
Etraftaki dalkavuklar ATATÜRK geldiğinde Muhsin ERTUĞRUL ’un
onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura
anlattılar ATATÜRK “Yaaa öyle mi Muhsin Ertuğrul’la görüşürüz”
dedi. Herkes Muhsin ERTUĞRUL ’un işinin bittiğine inanıyor,
ben müdür olacağım sen müdür olacaksın kavgaları bile
başlamıştı. ATATÜRK piyesin bitiminde Muhsin ERTUĞRUL ’u
ayakta karşıladı. Deminkileri de yanına çağırarak aynen
şunları söyledi. “Sizi
tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini
ciddiye aldığınızı gösterir biz geç kaldık siz vazifenizi
yaptınız eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu
başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok
üzerdi ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını
istiyorum ülke ancak böyle ilerler efendiler
“ demez mi. Etraftakilerin
suratları görülmeye değerdi o sırada”. Ama işte
liderlik diyorum. Şimdi bir an günümüze geliyorum, hadi
bakalım baba iseniz başlatın programı gelmeden. Mümkün mü!
Ondan sonra artık beğenin haritadan bir yer, evet ki bu insan
bir ülkenin en büyük lideri değil asrın lideri olan bir insan
bunu yapıyor.
Evet ATATÜRK ve onunla
el ele verenler sayesinde üç tarafı deniz yerin üstünü
anlatayım mı? Lütfen pazara gidelim. Yabancı ülkelere gittim.
Portakalı taneyle jelatinlere sarıyorlar, kıymetli madde,
karpuzu dilimle yiyorlar, biz kelek çıktı mı atıyoruz, bir
tane daha açıyoruz var mı böyle bir nimet. Lütfen pazara
gidelim, yeşilin her tonu; geçen bir yabancı konuğum var;
pazardan geçmek zorunda kaldık dedi ki bana “Türklerin özel
bir günü herhalde bu gün”. “Neden” dedim? Eee baktı kadın
naylon torba naylon torba yok öyle bir dava, böyle bir nimet
nerde, hangi ülkede. Bir tane salatalık, bir tane domates, biz
kilolarla. Ve bana ne dedi biliyor musunuz? “Yahu ülkeme
dönünce ne isteyeceğim biliyor musun”. “Ne” dedim. “Türkiye’yi
isterim de isterim diye tutturacağım” dedi. Bir espriydi ama
bir gerçek payı da olduğu su götürmez.
Peki yerin altına
geçelim. Krom, brom , toryum, bor. Tamam güzel ama petrolün
zekasına hayranım. Neden mi? Burada çıkıyor, burada çıkıyor,
burada çıkıyor ama Türkiye’nin sınırını ezberletmişler
petrole, bir kilometre girmiyor içeri. Var mı böyle bir
petrol, yani altımız petrol dolu aslında. Hadi petrolü de
geçelim, uzaydan çekilen fotoğraflara göre bugün petrolden bir
derece zengin maden var, uranyum. Bu gün dünyadaki, Türkiye’de
değil dünyadaki eni iyi uranyum rezervi bizim Karadeniz
dağlarında arzı endam ediyormuş. Hoş o bize bakıyor biz ona
bakıyoruz ama Türkiye’nin dış borcunun 19 katı değeri olduğu
tespit edilmiş uzaydan çekilen fotoğraflara göre.
Yabancı ülkelere
gittiğimde ufacık bir tarihi vesika buluyorlar, üç kere
etrafını çeviriyorlar, birde bol para ödüyorsunuz, böööyle
bakıyorsunuz. 15 ayrı medeniyeti barındıran 10000 yıllık bir
tarih var altımızda.
Romanya devlet
bütçesinin üçte birini nasıl kalkındırıyor? Suni termal tesis
yapmış adamlar düşünebiliyor musunuz suni. Erzurum’a gittim
kaynıyor, Kozaklıya gittim kaynıyor, Bursa’ya gittim kaynıyor,
İzmir kaynıyor. Sadece bizim sıcak su kaplıcamız. Hakikisi var
çünkü elimizde.
Geçen gün Isparta
Süleyman Demirel üniversitesi beni davet etti rektörlük, oraya
gittim. Beni Davraz diye bir kayak merkezine götürdüler.Kayak
merkezinde kayakla kayıyordu herkes Davraz’ta. Birbuçuk saat
sonra, Antalya Akdeniz üniversitesinde vereceğim konferans
için Antalya’ya indim. Millet denizde yüzüyordu. Var mı böyle
bir ülke söyleyin bana. Birbuçuk saatlik mesafede. Bursa,
Uludağ’a gidiyorsunuz kayak kayıyorlar, 20 dakikada Mudanya’ya
gidiyorsunuz denize giriyorlar. Hakikaten yok böyle bir ülke.
Dünya yuvarlağını çevirin hepsinin bir araya geldiği bir ülke
söyleyin bana, ben bulamadım. Ya güneşi var ya karı var ya
denizi var ya dağı var birinden biri mutlaka.
Peki bu kadar özel ve
güzel bir ülke bizim elimizdeyken başımız dertten kurtulur mu?
Asla. Düşmanımız dünden daha az değil, dünden daha çok. Bütün
ülkelerin gözü bizim ülkemizde. Nasıl olmasın ki! Galiba bir
tek bizim gözümüz yok şu ülkede.
Bu gün bunun için
parçalama ve bölme girişimlerini yüz yıllardır uyguluyorlar.
Bir ara siyasi girdiler, sağ-sol diye böldüler, kapışın
dediler, yutmadık. Daha sonra etnik böldüler, Kürt-Türk
dediler, kapışın dediler, yutmadık. Dinimizi kullandılar,
kapanan-kapanmayan, laik olan–olmayan, ATATÜRK ’çü
olan–olmayan diye dörde beşe, tarikatlara bölünün dediler ki
kolay alalım, yutmadık. Ekonomiyi kullandılar, zengin-fakir
alan-alamayan dediler, gene olmadı. Yani tazı eski tazıydı,
habire çulunu değiştirdiler. Oyunun kuralı buydu ama biz bu
oyuna hiç gelmedik gelmeye de asla niyetimiz yok.
Yeni ATATÜRK ’ler
yetişiyor ve gelmekte. İşte bugün bizi kuvvetlendikçe budanan,
diğer türlü olduğu sürece de sulanan bir ağaç misali görmek
gafletinde olan yada başka bir deyişle ayağa kalkmayacak
kadar destekle ama yere düşmeyecek kadar köstekle
politikası uygulamaya çalışan tüm ülkelere, iç ve dış
düşmanlarımıza karşı en güzel cevabı ne zaman vereceğiz
biliyor musunuz? Onu anmayı bırakıp anlamaya başladığımız
zaman. Onu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde
de taşıyabildiğimiz zaman. Onu özlediğimiz kadar özümsediğimiz
zaman. Onunla yarışan ama onu aşmış yeni Mustafa Kemalleri
yetiştirebildiğimiz zaman vereceğimiz inancıyla. sizlerden
Nakiye Hanım, Kara Fatma, Mustafa Kemal gösterdiğin hedefe
henüz ulaşamamış olmaktan dolayı özür diliyor ve bu hedefe
ulaşana dek sakın bizi affetmeyin diyor ve bir şiirle
programıma son veriyorum.
ATATÜRK de et artı kemik
artı kandı,
İnsanüstü değildi yani
ATATÜRK,
ATATÜRK de herkes gibi
kusurları olan,
Küçük büyük ve çirkinde
olabilirdi,
Ama güzeldi
ATATÜRK yorgunluk
kahvesini bir su başında yudumlamayı,
Serhat türkülerini,
Alaturkayı, mesela Safiye Aylayı,
Yemeklerden fasulye
pilakisini seven,
Miri kelam bir İstanbul
efendisi.
Aşık ve şair, mahcup ve
ürkek,
Ama Karadenizli değil
Karadeniz kadar canlı,
Adanalı değil ama Adanalı
kadar sıcak kanlı,
Ve bir Aydınlı kadar
oturaklı ve zeybek.
Velhasıl bizim mayamızdan
bizim kumaşımızdandı Mustafa Kemal.
İnsan üstü değildi
ATATÜRK,
Tam insandı.
|