157 yılında bir gün, kısa
süre önce Hindistan kıyılarındaki Goa’ya ulaşmış olan
Portekizli bir tüccar, çarşıda amaçsızca dolaşırken, bulunduğu bölgenin valisiyle olan tüm işlerini
tamamlamış ve
gemisinin demir almasını bekliyordu. Şimdiye kadar seyahati
oldukça karlı geçmiş; bir Malezyalı tüccardan aldığı karanfil,
küçük hindistan cevizi ve karabiberden oluşan kargosunu
almadan önce tüm malzemelerini satabilmişti. Bu aldıklarını
Lizbon’a geri döndüğünde büyük bir kârla satmayı umuyordu.
Gemisi bir ya da birkaç günden önce demir almayacağından,
tüccar antika değeri olan eşyalar bulmak umuduyla yöresel
pazarda biraz zaman geçirmeye karar verdi. Derken nasıl
olduysa kendini, kitapları bambudan yapılmış ince levhalar
üzerine yazılmış ve her levhanın ortasından geçen bir parça
iplik ile birbirine tutturulduğu kitap dükkanına benzeyen bir
yerde buldu.
Satıcı,
pagan metni olduğunu reddettiği ve kısmen resimlendirilmiş
olan Mahabharata’dan bir hikaye ile onun ilgisini çekmeye
çalıştı. Birkaç farklı belgeye daha baktıktan sonra, tüccarın
gözü, üzerinde pagan metinleri arasına dağıtılmış birkaç küçük
fil resmi bulunan bir bambu kitaba takıldı. Satıcıya bu
kitabın konusunun ne olduğunu sordu. Satıcı
‘Filler efendim;
ve elbette sonsuz yaşamın sırrı’ diye cevapladı sakin bir
tonla.
Merakı
daha da artan tüccar toplam iki *Venedik Dükası’na
(*Venediklilerin altın sikkeleri, ÇN)
bu belgeyi almayı kabul
etti. Ancak bir şartla; satıcı, tüccarın gemisi Lizbon’a
gitmek üzere limandan ayrılmadan önce kitabı Portekizceye
çevirecek bir çevirmen bulacaktı. Tüccar bu belgeyi bu fuar
şehrinin antika meraklılarından birine satmayı planladığından,
kitabın konusunun Portekizceye çevrilerek muhtemel alıcısı
için anlaşılır bir hale getirilmesi faydalı olacaktı. Bu
sırada kitap satıcısı günün ilk ışıklarında tüccarın kaldığı
hana, gerekli çevirileri yapmak üzere Portekiz diline
aşinalığı olan bir bilgin göndermeye ikna oldu. ‘Gelirken
parşömen ve yeterli miktarda kalem ucu getirmeyi unutmasın’
diye ekledi tüccar, satıcıya iki Venedik Dukasını uzatırken.
FİL
ÜZERİNE İNCELEME |
Ertesi
sabah bilgin tüccarın kaldığı hana gitti. Kısa bir süre sonra
tüccar, arkasında liman manzarası olan açık pencerenin önüne
oturmuş, kalem uçları masanın üzerinde hazır bekliyordu. Kalem
uçları, özenle taranmış tüyleri ile yelkenleri direklerine
sarılı yüzen gemilere o kadar çok benziyordu ki... Bilgin
sabırla ve arasıra da kuvvetli olmayan Portekizcesinin
elverdiği ölçüde, tüccarın teşviğiyle
“Fil Üzerine
İnceleme”nin oldukça iyi bir kopyasını
çıkarabilmişti.
Fil, dört ayaklı hayvanların en büyüğüdür. Bacaklarının alt
kısmında ayak bilekleri ve ayaklarında beş tane ayrık olmayan
ayak parmağı vardır. Burnu ya da hortumu çok uzundur ve
fevkalade kıvrımlı bir forma sahiptir, öyle ki hortumunu tıpkı
insanları ellerini kullandığı gibi kullanabilmektedir.
Hortumunu ağzına götürerek beslenebilmekte ve bir şeyler
içebilmektedir. Onunla bakıcısını sırtına kaldırabilmekte ve
ağaçları köklerinden sökebilmektedir.
Ağzının her iki yanında, iki büyük fildişinin yanı sıra
yemeğini çiğneyebileceği dörder tane dişi bulunmaktadır. Erkek
fillerin fildişleri dişilerinkinden daha büyüktür. Dişiyle
çiftleştikten sonra, ona bir daha asla dokunmadığı
söylenmektedir. Erkek filler 120 yıl ve daha fazla
yaşamaktadırlar. Bu sure dişilerinkinden üç kat fazladır.
Nehirleri çok sever, soğuktan nefret ederler ve asla
eşlerinden başkasıyla çiftleşmezler.
Eğer dışarıdan biriyle karşılaşırlarsa, derhal onun önüne
geçer ve evin yolunu gösterirler. Savaşlarda cesur olsalar da,
yaralanmış olanlara büyük saygı gösterirler ve onu sırtlarında
taşıyarak savaş alanından uzaklaştırırlar. Arpa suyu ile
evcilleştirilebilecekleri söylenmektedir.
Bilgin tüm gün ve gece çalıştı. Farklı türlerdeki filleri,
ortalama boylarını ve renklerini, derileri, kulakları ve çok
değerli fildişleri gibi detayları not etti. Gün ağardığında,
yorgunluktan bitap düşmüş olsa da, parşömen üzerindeki her
kelimeyi sanki yüksek sanatsal değeri olan bir nakış gibi,
dikkatle işliyordu.
Filler, kanları soğuk olduğu için onu içmeyi isteyen
ejderhalar ile sürekli bir savaş içindedirler. Bir fili
yakalamak için ejderha pusuya yatmalı ve onlardan birinin
geçmesini beklemelidir. Çok uzun olan kuyruğunun yardımıyla,
filin kalınlaşmış deriden oluşan arka ayaklarını çevreler ve
onu olduğu yere hapseder. Sonra ejderha ateş püskürten
kafasını filin hortumuna zorla sokar ve hayvanın kanını emerek
bayılmasına sebep olur. Fil yere düşer, düşerken ejderhayı da
ezer. Ejderhanın gövdesi yarılır ve hem filin kanı hem de
Ejderhanın kanı toprağa dökülür. Böylelikle filin soğuk kanı
ejderhanın sıcak kanı ile karışır ve “*zincifre”
(*simyada
insanın mükemmelleşme potansiyelinin sembolü, Ç.N.)
ya da “
ejder kanı”nı meydana getirir.
Bu, eski zaman bilgelerine göre ‘Ölümsüz Hayatın Kutsal
İksiri’nden’ başka bir şey değildir. Ejderha’nın kanından
bir yudum alma, insana yaşın çok az önem arz ettiği bir düzeye
erişme umuduyla ölümü arama uğraşlarından vazgeçme cesareti
bahşedecektir. Fillerin ölümsüzlüğüne kavuşan biri, ki bu
zincifrenin eterik nefesinden başka bir şey değildir, kendini
sonsuza dek bu nazik hayvanlara borçlu hissedecektir.
Bilgin
işini tamamladığında, daha sabahın erken saatleri olduğu
halde, ona sanki bir asır geçmiş gibi gelmişti. Sabahın erken
saatlerinde uykuya dalan ve daha ancak uyanan yorgun tüccar
için ‘Ejder Kanı’nın’ gücüne ait bu olağanüstü durumun ortaya
çıkması büyük bir sürpriz olmuştu. Çok açıktı ki bu kadim
pagan metni, okült bilginin zengin damarlarından biriyle
bağlantı kuruyordu. Tüccar, kazanç sağlamak amacıyla yola
çıkmış olsa da, artık ebedi yaşamın sırrının koruyucusu haline
geldiğini fark etti bir anda. ‘Böyle bir şeyi nasıl satarım’
dedi kendi kendine. Birkaç altın uğruna ebedi yaşamın sırrını
Lizbon’daki bir antika meraklısına nasıl satardı? Bu doğru
gelmiyordu.
‘Farkına vardın,’ dedi bilgin, son kalem ucunu yere koyup
kanlanmış gözlerini ovarken, ‘bu belge bundan sonra dünya için
hem bir tehlike hem de bir *ifşaattır.
(*açığa vurma, Ç.N.)
Şu
bir gerçektir ki, uzun yıllar boyunca kenara atılmış ve öylece
duran bir kitap içerisinden çıkan bazı kelimeler bir yandan
zehirlerini akıtırken, bir yandan da iyileştirici özellikleri
açığa çıkmaktadır. Şimdi biliyoruz ki, filler bilge
varlıklardır ve ebedi yaşamın sırlarını taşımaktadırlar. Bu
yüzden bizler onların bilgeliklerinden payını alabilmek için
kanlarını emen ejderhalar olmuyor muyuz?’
Bilginin bilmece gibi konuştuğuna inanan tüccar, buna rağmen
onu onayladığını gösterir şekilde başını salladı. Ejderha
Kanı’ndan “zincifre”; yani ebedi yaşam için fil
kanından beslenen mistik yaratıklar olarak bahsedilmesi
gibi ifadeler tüccara doğunun ünlendiği fantastik kavramlara
ait gibi geldi. ‘Dünya gerçekle fanteziyi karıştırmadan da
yoluna devam edebilir’ diye karar verdi kendi kendine. Ancak
bilgin ona usulüne uygun olarak kelimelerle kaplı bir deste
parşömen sayfasını takdim edip, başını öne eğerek selam
vererek, ayrılmak üzere yazı malzemelerini topladığı halde,
ona son bir soru sormaya karar verdi.
‘Bu
doğru mu?’ diye sordu, ‘yani
bir
fildişinin yaşlanmanın ürünü olduğu, ya da belki had
safhadaki başka türlü bir hal ve gidişin eseri olduğu gerçek
mi?”
‘İkisi
de’ diye yanıtladı bilgin, eskimiş kalem uçlarını çantasına
doldururken. ‘Ejderha ile olan ölüm kalım mücadelesinde, fil
geçmişte yapmış olduğu karşılaşmalarda edindiği bilgilere
güvenir. Böyle had safhada sempati uyandırma yeteneği
sözkonusu olduğunda, karışık ve uzun bir soyağacı var
demektir. Sempati, gördüğünüz gibi aynı kandan olanların
farkedilmeleri için olmazsa olmazlardandır. Ebedi yaşam ve
dolayısıyla filin dişinin muhtemel uzunluğu, ancak bir
başkasıyla bir araya gelme kararına bağlı olarak gösterilen
mutlak bir cesaretin sonucu olabilir. Hayvanlar arasında
yalnızca fil ile ejderha kan kardeşleridir. Onlar, hayatlarını
bir ejderha kanı olarak ifade etmenin yolunu ararlar, ki bu da
kişisel formlara ait beklenmedik olaylar olmaktan çok, ebedi
hayatın “zincifresidir”. İşte fildişini bizim gibi insanlar
için değerli bir nesne haline getiren de bu, çünkü bu
olağanüstü büyüklükteki filin bedeniyle karışan ejderin donup
kalan nefesini sembolize ediyor. Bizler bu zıtların birliğini
yüceltenleriz, öyle değil mi? Sıcak ve soğuk kanları
ılıklaştırmak da bence fildişinin pürüzsüz kıvamını
(uyum)
yaratmanın bir başka bir yolu.
Bilgin
ayrıldıktan sonra, tüccar pencerenin önünde durdu ve
arkasındaki limanda demirlemiş olan gemilerden oluşan küçük
filoya uzun uzun baktı. Biliyordu ki kendi gemisi de orada bir
yerdeydi, gövdesi suyun içine batmış, bekliyordu. Günün
ilerleyen saatlerindeki med-cezirde, değerli yükü ile birlikte
Eski Dünya’ya doğru geri dönmek üzere denize açılacaktı.
Sonra
birden, geminin baharatlar ya da fildişlerinden de daha büyük
değeri olan bir objeyi taşımak üzere olduğunu farketti.
"Fil Üzerine İnceleme", yaşam
iksirinin gizli formülünü içinde taşırken, şüphesiz ki, uzun
eve dönüş yolunda onu muson rüzgarlarından ve korsanlardan
koruyacaktı. Ve eğer, korumazsa da, ona hiç beklemediği bir
şeyi belki temin edebilirdi; ejderhaların ve fillerin, ebedi
savaşlarda karşılaşmaya devam ederek kanlarının birbirine
karışıp, kalanlar üzerinde de ebedi hayatın kurulmasını mümkün
kıldığı bilinmeyen bir ülkeye seyahat etmesini sağlardı belki
de. Biliyor ki, zincifre, bundan böyle yaşam nedeni olduğu
kadar, sahip olduğu kırmızı tonu ile favori rengi olarak da
kalacaktı.
|