VESVESE-ŞÜPHECİLİK
VESVESE ORTAMINDA BİLGİ ve BİLGELİK DEĞERİNİ KAYBEDER
“Kıyamet
alametlerinden biri de
“vesvese”
yani sistemli
şüpheciliktir.
"Sistematik
şüphecilik"
toplumlarda yaygınlaşmıştır.
Kuran'da bu kavram
"vesvasil"
diye geçer. Vesvese, her şeyin değerini aşağılamak, küçültmek,
düşürmek, alçaltmak manasına gelir. İnsan
kendi özünü bu şekilde kaybeder. Bu durumu açıklamak için
"sağır ve kör olmak" tabiri de kullanılmıştır. Sağır ve Kör
olmak, kendi özünü yitirmek demektir.
Vesvese, vicdan ve kalp
güzelliğini yada hassasiyetini
perdeler; insanın ruhsal yönünü karartır ve öz varlığına kadar
ulaşan bir kurda benzer. Vesvese,
insanın içini kemiren kurt gibidir. Ve şimdi yaygın bir
durumdadır. Dikkat edilecek olursa, yeryüzünde fizik
hastalıklara taş çıkartacak şekilde psikiyatrik rahatsızlıklar
hızla yükselmektedir. Bunun sebebi, hemen
hemen bütün insanlarda vesvese ile ifade edilecek ruhi
bir çöküntünün mevcudiyeti, değer yargılarının adileşmesi,
değerlendirmelerin en kaba şekilde oluşu ve bir vesvese
halinin kemirici bir kurt gibi insanın içini sarmış olmasıdır
İnsanların doğadan kopup fizik güzelliklere, fizik iyiliklere
ve fizik algılamalara, özellikle ve en çok fizik ihtiyaçlara
bağımlılık şeklinde, bir nevi hastalık derecesinde bağlı
bulunmaları nefsi bir azgınlığın ifadesidir.Ve
insan nefsi, bir nevi çıldırma tarzında, yani hiç
bir akli, hiç bir düşünsel ve hiçbir olumlu
imajinasyonun engel olamayacağı
bir saldırı biçiminde, bu yolda ilerlemektedir.
Bu, Kuran’daki ifadesiyle
“Yecüc
ve
Mecüc"
tür.
Böyle
zamanlarda yani uyanış zamanlarında “Bilgi
ve Bilgelik”, “Hikmet
ve Hakimlik” değerini
kaybeder. Yani, saf bilgi ve saf bilgiyle kendini doyurma işi
ve bilge kişi değerini çoktan kaybetmiştir; öyle ki, hiç bir
yerde yeterince ortaya çıkamaz hale gelmiştir. Bilgi ve
bilgelik oluşamaz.
Neden? Çünkü daha önce
sözünü ettiğimiz gibi, her şeyin değeri aşağılanmaktadır.
Aşağılayan nedir? Menfi imajinasyondur,
menfi düşüncedir. otomatizmadır,
vesvesedir; yani sistematik şüpheciliktir, şaşırtıcı bilgiler
yoluyla bir nevi iblisin iğvasıdır.
Demek ki, bilgi ve
bilgeliğin değerini kaybettiğini hissettiğimiz her ortam, her
konuşma, her tavırlaşma bize bir
sistematik şüpheciliği çağrıştırmalı ve uyanık olmalıyız.
Kendimizi bir an önce böyle bir ortamdan kurtarmanın ve tekrar
olumlu düşünmenin bir yolunu bulamazsak, bizde aynı vesveseye
hizmet etmiş oluruz.
Evet!
Dedik ki, vesvese ortamında bilgi ve bilgelik değerini
kaybeder. Belki tek tük mevcuttur, ama bu, binlerce hektarlık
tarlada birkaç tane gelincik çiçeği misalidir; oysa her taraf
eğrelti otuyla doludur.
Onlar da bu negatif akım
karşısında, boyunlarını çaresiz büküverirler…Ya
da yapayalnız, her türlü acıya, sıkıntıya göğüs gerip ayakta
kalmaya çalışırlar!...”
İNSANIN UYANIŞI(İsrafil'in
Borusu)
“Ruhsal Dünya’nın uyarıları ve yardımlarıyla. kapalı şuur
halinden, uyur-gezerlikten, sarhoşluktan, gerçek uyanıklık
haline, ayıklığa geçilir. Menfi
imajinasyon ve menfi düşüncelerin
hakim olduğu nefsani şuur yok
olursa, vesvese de ortadan kalkar. Bunun sembolü
"İsrafil’in Borusu"nu,
yani Kalk Borusu'nu; Uyan Borusu'nu çalmasıdır.
Borunun ismi şuurdur.
İsrafil’in Sur’u ötecektir, denir. Bu boru öttüğü zaman öyle
bir ses çıkarırmış ki, onu dinleyenin kulaklarının zarı
patlar, göğsü daralır, beyni allak bullak olurmuş ve herkesin
işitebileceği bir sesmiş. Sur’un üflenmesi, kıyametin kopması
demekmiş. "Nefn",
Arapça üflemek, boru çalmak
anlamına gelir. "Nefh-i Sür",
İsrafil’in Sur’u anlamındadır.
O halde,
İsrafil tarafından
Sur'un çalınması, o borunun
öttürülmesi. yani bir nevi uyan, ayağa kalk borusunun
üflenmesi, artık apaçık bir hale gelmektedir.
İsrafil'in borusu, genel şuur
uyanıklığına götüren maddi ve manevi tesirler süreci demektir.
İsrafil'in Sur'u iki defa
çalar. Biri, bireysel şuur uyanıklığı içindir. Diğeri ise,
genel uyanıklık içindir. Sakın ola ki, birisinin upuzun bir
boru alıp öttürmesi ve milletin ayağa kalkması akla gelmesin.
Elbette ki, lavların fışkırması, denizin kabarması vb.
tarzında maddi tesirler olabilir; ama bir de, insanın içinde
meydana gelen birtakım değişiklikler vardır ki bunlar
bir manevi tesirle beraber gelir. Tesir tek şekilde gelmez. Bu
şuna benzer: Okuma yazması bile olmayan birinden Ziya Paşa'nın
bir beytini açıklamasını istiyorsunuz ve bunu başaramayınca da
onu dövüyorsunuz. Şimdi bu kişi sopadan sonra o
beyit'i açıklayabilir mi? Ne
öğrendi? İşte, kıyameti tek başına fiziki bir tesir halinde
düşünmek de aynen buna benzer. Ama siz, ona, aynı zamanda
manevi tesiri, yani Ziya Paşa'nın şiirlerini okuyup
anlayabilecek bilgiyi de vermişseniz, sadece Ziya Paşa'nın
değil, başka bir şiir de yazsanız, onu anlayacak ve kendine
göre bir anlam çıkaracaktır.”
DABBET ÜL ARZIN ORTAYA ÇIKIŞI
“Dabbet-ül
arz, Arapça bir tamlamadır. Dabbe,
hayvan veya binek hayvanı manasına gelir.
Dabbet-ül arz ise, kıyamet
vakti yaklaşınca yerden çıkacak olan korkunç bir hayvan
anlamındadır.
Buna
benzer korkunç bir varlık, Yuhanna'nın
vahyinde de geçer. Fiziki kıyamet vakti yaklaşınca canavarın
yerden çıkacak olan tarifleri, dünya işlerinin tamamen Ruhsal
Alem'e bağlanacağım ifade eder. İnsan tabiatında Ruhsallıktan
verilmiş olan bilgilere, öğretilere, uyanlara karşı bir
emniyet şuuru ortaya çıkacaktır. Şimdi ise Ruhsallık
tanınmıyor; ayrıca insanlarda güven de yok. Ama bu güven hali
yeniden meydana gelecektir.
Kıyamet
sembolleri arasında, kıyamete yakın dünyaya inecek,saçları
kızıl ve tek gözlü olarak tasvir edilen bir kötülük simgesi
daha var. O da; Deccal. Deccal yeryüzüne indikten sonra
insanlar ikiye ayrılacak, inananlar ve inanmayanlar, Deccal
kötülükleriyle insanlığın çok büyük bir bölümünü etkileyecek
ve kontrolü altına alacak durum böyleyken mehdi ortaya çıkacak
az sayıda olan inananları himayesi altına alıp deccal'la
savaşacaklar ve savaş sırasında
deccal'i
, iyileri kurtarmak üzere yeryüzüne bedenlenmiş olan Mehdi
öldürecek ondan sonra dünyada adalet hüküm sürecek. Bu
sembolik anlatım da tıpkı diğerindeki gibi uyanış öncesinde
insanın kendi nefsi ile karşılaşmasını ve tüm nefsani
davranışların azgınlaşacağı hatta bu tip davranışların beğeni
toplayacağı bir dönemi işaret ediyor ki, o dönemi de zaten
yaşıyoruz.Anlaşılıyor ki, ancak bu dönemin ihtiyaçları
karşılandıktan sonra tekrar ruhsallığa dönüş olabilecek. Yani
Deccal bir süre daha bizi sınamaya devam edecek.
RUHSALLIĞA
GÜVEN
Ruhsal Otorite'ye güven şuuru, bencil işlerin terkine
sebeptir ki; bu da, uyanıklığın başlaması
demektir.Yani insan, yavaş yavaş,"İnşallah"
sözünün şuuruna varır;
"Tanrı'nın izniyle"
demenin manasını anlamaya başlar.
Kanunlar ne demektir; nasıl çalışıyor? Kaza ve kader nasıl
teşekkül ediyor? Nasipler nasıl oluyor? Uğraşıyor,
didiniyorsun ve hiç bir şey elde edemiyorsun.
Ya da hiç ummadığın bir zamanda da
bir şey çıkıp geliyor. "Bu da neyin nesi? Akıl sır ermiyor!"
diyorsunuz. Yani "inşallah" sözünü anlamaya başlıyorsunuz.
"İnşallah"
demek,
"Ben Göğe ve Tanrı
Kanunları'na güveniyorum."
demektir. Bu güvenin oluşması kolay değildir. Bu sözü
lafzen söylüyoruz, ama ruhen
yatkın değiliz.
"İnşallah", Tanrı'nın izniyle anlamına gelir ve ilahi bir
otorite'yi kabul etmek demektir. Eğer insanın kalbinde ilahi
otorite'ye karşı gerçek bir iman yoksa, kuru
kuru sayı sayar gibi, "inşallah"
demesi hiç bir şey ifade etmez. "Bizim işlerimiz de hep
inşallah ile maşallah ile gidiyor." diyen
materyalistik cahiller, akılları sıra insanlarla alay
ederler.Tabii ki, her iş inşallah'la
gider; her olay ilahi otorite'ye bağlı olarak cereyan
eder. Kim geleceğini garanti etmiştir? Kimin geleceği hakkında
elinde senedi vardır?
Bu,
bir iman ve bilgi meselesidir. Bu söz dillere pelesenk edilmiş
olabilir, daima tekrarlanabilir. Ama bunu bilerek
söyleyebilmek,büyük bir meseledir. "inşallah mal mülk sahibi
olurum, inşallah işlerim tıkırında gider, vs." tarzındaki
sözlerle insan, kendi maddi ihtiyaçlarının tatmini için,
nefsinin doyurulması için Gökyüzünün arka çıkmasını bekliyor.
Eğer gerçek bir inancı varsa, insan, "inşallah" diyemez. Acaba
onun arzusu ile ilahi Arzu bir araya mı gelmiş oluyor ki, O'nu
kendisi ile şahit tutuyor, teşrikçi kılıyor?”
KIYAMET DEVRİNDE İNSANLAR AÇIK
BİLGİYE KAVUŞURLAR
“Ruhsal
Otorite'ye güven şuuru, uyaklığın gözükmesi, bencil işlerin
terkine sebep olur. Böylece şuurlanmış
olan insanlar; kendileri, dünya ve evren hakkında ince
bilgilere kavuşurlar; Dünya Okulu'nun açık bilgilerine
ulaşırlar. Kutsal Ruh, ruhsallıktan gelen açık bilgilerle
yaşanır.İnsanlar aldanma şuurundan, tasdik şuuruna geçerler,
yani verilen bilgilerin doğruluğuna bizzat kani olurlar;
iman, bilgiye dönmüştür.
Buna
eski dilde "Refik-i ala" denir. En yüksek arkadaş demektir,
yani artık bir tasdik vardır. İman, bilgi haline geçmiştir ve
bu aynı zamanda Ruhsallığın insan aracılığıyla “Yeryüzüne
inişi” demektir. Bu bilme işi bir ihsandır, bir fazilettir,
bir inayettir. Yani kurtarıcı bir husustur iman ile hareket
edenlerin bilgiye kavuşmalarıdır. Hatadan çıkıp doğruya
kavuşmaktır.
Ruhsal hiyerarşinin kudret ve yüceliği o kadar büyüktür ki,
insan şuurları bir türlü ona tam olarak iman edemez. Bu
imansızlığın azalması için, binlerce yıldan beri uyarı ve
bilgi faaliyetleri sürdürülmektedir. Ama dünyada yaşanan şuur
darlığı bu bilgileri anlayıp benimsemeye yetmemektedir. Bunun
İçin şuurları uyandıran tesirin gelmesi gerekir.
İnsan
ruhu maddeye olan şuursuz ve otomatik bağlantısından
kurtulunca, nefsin takıntılarından sıyrılınca keşif sahibi
olacaktır. Bu ise kendi bilgisini ve Ruhsal Dünya’nın
bilgisini arılayıp, uygulaması anlamına gelir.
İÇ UYANIKLIK
Demek oluyor ki, her birimiz için bir
Dabbe'nin çıkması lazımdır. Yani Ruhsal Alem’e
bağlılığı ifade eden bir iç uyanıklığın meydana gelmesi
lazımdır. İnsanlığın şimdiki durumunda öyle bir uyanma yoktur.
Bugün aldanma devresi içinde bulunan insanlıkta, uyumakta olan
bir insanlık aleminin vicdanında, henüz Ruhsallığa karşı bir
emniyet şuuru ortaya çıkmamıştır. Eğer bir küçük kıyamet
kopacaksa, kendimizde bir değişiklik olmaya başlayacaksa,
kendi nefsimizde böyle bir şey aramamız lazımdır.
Kendimizde göğe karşı böyle bir emniyet şuuru doğuyor mu?
Rutubetin yayılması gibi, bizde uyanıklığa doğru giden bir
gelişme başlamış mıdır? Eğer böyle bir hal teşekkül etmeye
başlarsa, uyanmaya doğru, kıyama doğru, bir gidiş var
demektir.
Sufiler
arasında, en yüksek makam, Abid’lik
makamıdır. Abid, sadece ibadet
eden, yani hakiki kul olan demektir. Bir sürü düşünceden,
rütbeden ve sıfattan sıyrılmış olarak sadece kulluk yapar.
Onun üzerinde bir tek ağırlık bile kalmamıştır.insanın kul
olduğunu idrak etmesi lazım. Ama biz kendimizin kul olduğunu
idrak ediyor muyuz? Elimize biraz para, biraz mevki, biraz
kudret geçse, yapamayacağımız şey yoktur; aslan kesiliriz
birbirimize karşı…”
|
HER
İNSANIN ZAYIF YÖNLERİ VARDIR |
“Derler ki: "Derecesine göre, satın alınamayacak kimse yoktur.
Yeter ki. sen fiyatını biç!" Bu, insanlar için çok önemli bir
realitedir. Demek ki, herkes realite realitedir ve herkesin
zayıf bir noktası vardır; orada kalakalır. O noktada artık bir
şey yapamaz ve daha üst mertebede olan, ona istediğini
yaptırabilir. Demek ki, iğvaya
düşmeyecek İnsan yoktur. Bunu maddi olarak değil de daha geniş
anlamda alalım. İğvaya düşmeyecek,
sapıtmayacak, şaşırmayacak insan yoktur demek, her birimizin
kendimize göre bir şeytanı vardır demektir.
Sembolik olarak ifade edecek olursak, farkına bile varmadan,
onun taktığı çelme ile tepe üstü yere düşeriz. Doğrulduğumuz
zaman, hayretle gene yere düştüğümüzü anlarız. Oysa, daha önce
bir daha düşmeyeceğimize dair kendi kendimize söz vermiştik:
mücadelede kesin kararlıydık. Ama ne oldu? Tekrar yere düştük…
Artık, o oyunu bir daha bize tekrar etmezler. Fakat iblisin
oyunu biter mi? Onu bırakır ve öbür oyunu dener. Bizim
bilmediğimiz ne oyunlar var... Bu, genel oyunları öğreninceye
kadar sürer.
Umumi oyun ise, nefsi ya da
kendini tanımanın içinden geçer. Kendimizi tanıdığımız zaman,
şaşırtıcı, saptırıcı ve kandırıcı iblis’in,yani mekanik
nefsin, otomatik hayatın da işleyişini öğreniriz.
UYUYAN İNSAN
SEVEMEZ
Uyuyan insan sevgi gösterileriyle aslında kendi nefsini okşar.
Kendimizi aldatmanın hiç gereği yok. İnsanlar sevemez.
İnsanların sevgisi egosantriktir.
Ne yaparsanız yapınız, o döner dolaşır size gelir. İnsan kendi
sevgisinin merkezindedir, yani kendini sever. Çünkü o kapasite
henüz gelişmemiştir. İnsanlar hiç bir şeyi terk edemez. Yani
fen'a dediğimiz hadise meydana
gelmemiştir. Sevgi bile bir başkasını kendisine esir etmek
için değil midir? Tutku ile aşk ile seviyor; romanlar, şiirler
yazılıyor ve cinayetler işleniyor. Çelişkiye bakın.
Yeryüzünde sevmek demek, kişinin kendisine ait bir şey bulması
demektir. Bu, önder kabul edilen büyük insanları sevmekte de
vardır. İnsanlar kolay kolay
sevemez. Realite icabı, bizim, gerçek sevgiyle bir ilişkimiz
yoktur. Bu, bir kusur değildir, ama bunu bilmemek kusurdur.
Biz ancak nefsimizi severiz. Nefsimize uygun, meşrebimize
uygun, bize yumuşak gelen şey bizim için iyidir. Katı
realiteler, gerçekler, bizim için iyi değildir. İnsanın
sevebilmesi için gerçekten uyanması ve her türlü hale karşı
dayanıklı olması gerekir.”
...bunu onlara
bir tabak içinde vermeyin, bırakın kendi
emekleri ile kazansınlar; bu suretle onu daha iyi takdir
edeceklerdir. Kolayca gelenin değeri anlaşılmaz, zorlukla
yapılabilen en büyük mükafatı getirir...
Silver
Birch
MADDİ VE MANEVİ BİR ARADA
“Maddi olanla manevi olan bir arada olmak gerekir. Tek başına
hiç bir şey olmaz. Çünkü insan tek bir ünite değildir; insan,
ruh ve maddeden oluşmuş üçüncü bir varlıktır.
O
halde insanın, iki dili vardır, maddi ve manevi olmak üzere
iki tane beyni vardır. Bunların her ikisine birden hitap etmek
zorundasınız. Sadece birine hitap edildiği zaman diğeri cüce
kalır, yarım kalır, kadük olur,
dejenere olur ve hiçbir şeye yaramaz. Her iki beynin beraberce
gelişmesi gerekir. Genel şuur uyanıklığına götüren maddi ve
manevi tesirler sürecine ise,
“İsrafil'in borusu”
denir.
Şuur uyanıklığına geçmek, nefsin
terki ile olur. Bu çok zordur, çok acılıdır ve çok korkunçtur.
İşte, kıyametin kopuşunu anlatan tasvirler bu
fiilleri temsil eder. Bir çok
zorluklar vardır; dağlar yürür, ormanlar yanar, hayvanlar
kaçışır, insanlar perişan olur, çocuklar gider, buna benzer
şekilde hatıra gelebilecek her türlü felaket, korkunç olan ve
bizim duyularımızın algılayabildiği, beynimize sokulan menfi
imajinasyonların her türlüsü
nefsin terkini anlatır.
Bizim için en acı şey
nefsaniyetimizi terk edebilmektir.
Büyük azaplar çekilir. Kıskanç bir insanın,
fasık bir insanın kıskançlıktan
vazgeçmesinin, fesatlıktan vazgeçmesinin ne demek olduğunu
bilir misiniz? Çocuğun elinden süt şişesini alırsanız ne olur?
Evinize hırsız girse neler hissedersiniz? Canınıza kasteden
biri sırtınıza bıçağı dayasa ne hissedersiniz? Suratınıza alev
püskürse ne hissedersiniz? İşte, bütün bunların hepsi, bu
sefer içeriden dışarıya doğru taşmaya başlar. Yani dışarıdan
bir müdahale olmadan siz kendi
kendinizle hesaplaşmaya başlarsınız. Bunu niçin yaparsınız?
Değişmek için, yenilenmek için… yani Kıyam etmek için, Uyanmak
için…
Öyle
bir şuur uyanıklığına geçmeniz
lazım ki, sizi uyuşuk halde tutan, sizi bağlayan, yani dar
şuur fiilinde tutan her şeyden, farkına varıp, anlayıp,
uzaklaşma keyfiyeti başlasın. Zor iş!...
Bu, insanın cebindeki
parasını dağıtmaya benzemez, evindeki eşyayı da dağıtmaya
benzemez. Onları verir, kurtulursunuz, ama varlığınız kalır
hiç olmazsa. Burada ise can pazara gidiyor. Zor iştir. İşte,
kıyamet budur. Gerçekten uyanmak zor iştir. Bütün kıyamet
tasvirlerinin esası, nefsin terkidir. Ağlasak da, sızlasak da,
bağırsak da,çağırsak da, bu terk işlemi yapılacaktır. Bu
defterin dürülme vakti geliyor.
Kapalı şuur halinden,
otomatik şuur halinden, uyurgezerlikten, el yordamı ile
yaşamaktan, bir nevi sarhoşluktan, maddeye bağlanmış olmanın
verdiği hazların sarhoşluğundan gerçek uyanıklık haline;
ayıklığa geçmek,nefsin terki ile
olur. Çok zordur, çok acıklıdır,çok korkunçtur. Ama hiçbir şey
insan için imkansız değildir. Burası imkanlar alemi, burada
her şey mümkün…”
|
PUTLARA TAPMAK
“Eskiler insanı uyanışa
götüren yola, "kan ve ateş yolu" demişlerdir. Bu öyle bir
yol ki, ancak içinizin kan ağlamasına bakar. Çünkü çok
şeyleri bırakıyorsunuz, çok sevdiğiniz varlığınızın bir
çok bağlarını koparıyorsunuz. Bu, insanın putlarından
vazgeçmesi demektir. Tanrı’ya inanıyoruz diye hiç
övünmeyelim, zira bir bakıma hepimiz putperestiz.
Putperestlik demek, Tanrı'ya şirk koşmak, ortak koşmak,
bir başka Tanrı edinmek manasına gelmez. Haşa! Olacak iş
değil. Putperestliğin gerçek anlamı, kendi kendimize
yarattığımız kıymetlerdir, yani nefsin her türlü bağlılığı
puttur, putperestliktir. Ve bu da tip tiptir. Hep değişir;
yaştan yaşa, seneden seneye, işten işe değişir. Belli bir
süre belli bir puta bağlanırsanız;o biter, bir diğerine
bağlanırsınız ve bu böylece birinden diğerine atlayarak
gider.
Bu
putlar arasında incelik farkı olabilir, yani daha
kabasından daha ince putlara gidilebilir. Fakat insan öyle
çelişkili bir varlıktır ki, Yaradan'ına ibadet ederken
veya O'na içinden gelerek kulluk ederken dahi etrafta
Yecüc
Mecüc ler, yani putları
dolaşır durur. İnsan, başkasını bırakıp kendi hayatını
gözünün önüne getirecek olursa, Yecüc
Mecüc'ün hep çevresinde
olduğunu görür. Biz, birtakım putların gerçekleşmesi için
dua ederiz. ''Yarabbi, senden
sağlıktan başka bir şey istemiyorum." ne demektir? Bu dua
şu anlama gelir: "Ne olur beni öldürme. Burada bu kadar
güzellikler var, elbiseler var, para pul var, yiyecekler
var, iyice yiyip içeyim, giyineyim, eğleneyim vb:'.
Baştaki sözlerin arkasında bu yatar.
Kendimize dürüst davranacak olursak görürüz ki, yapılan
ibadet bile Tanrı için değil, kendimiz içindir. Tanrı'nın
ibadete, benim tapınmama, benim duama ihtiyacı yoktur ki!
Yaradan'ın mahlukundan böyle muhtaçlığı olur mu? Yaradan
herhangi bir şeye muhtaç olur mu? Demek ki, muhtaç olan
benim. Ben O'ndan bir şeyler koparmak istiyorum. Onu
yapmakla, O benden bir şey istemiyor; ben olmasam da O
var. Birtakım sapık sufi yun,
"İnsanoğlu olmasaydı, Tanrı olmazdı." diyor. Oysa onun
böyle düşünmesine bile sebep Tanrı'dır, ona o beyni veren
O'dur. İnsan, olsa ne olur, olmasa ne olur. O isteseydi,ne
o kelimeyi insana verirdi, ne de o beyni insanda teşekkül
ettirirdi. Ve o kendini bilmez sufi
de böyle saçmalamazdı.
Demek ki, menfi
imajinasyon, menfi düşünce ve
otomatizmanın yayılması,
nefsin azması ve vesvese halinin her tarafı kaplaması,Yecüc
Mecüc sembolü ile ifade
edilmiştir.
İsrafil'in Sur’u ise,
genel şuur uyanıklığına götüren maddi ve manevi tesirlerin
süreci demektir. İsrafil, bütün bu süreci tanzim eden bir
tabiat kuvvetidir. Buradaki tabiat kuvveti, fiziki tabiat
kuvveti değil de, yaratılışla alakalı dört büyük ilahi
kuvvet'ten bir tanesidir.”
DECCAL'İN ORTAYA ÇIKIŞI
“Kıyamet
alametlerinin en önemlisi daha önce de sözünü ettiğimiz
gibi, Deccal'in ortaya
çıkışıdır. O yüzden bu kavramı çok iyi anlamak ve
zihnimizde netleştirmek için tekrar kısaca ele almakta
yarar vardır.
Deccal
aldatıcı anlamına gelir. Bu durum şöyle tasvir edilir:
Solunda cennet, sağında cehennem olan (halbuki Kuran’da
cennet sağdadır) ve iki kaşı arasında kafir yazılı bir
varlık, yani bir küfr ehli
ortaya çıkar. Demek ki, bu bir varlık değildir. Bir
insanın solunda cennet, sağında cehennem olur mu? Ne
demektir bu? Yani, sol tarafında bütün hazlar, sağ
tarafında bütün elemler ve ortasında da
küfr var.
"Deccal,
kendisine iman edenlere su içirip, yemek
yedirir. Yiyen ve içen artık iflah olmaz."
derler.
"Bazı insanlar, bazı varlıklar,
Deccal'in suyundan içmemek ve yemeğinden yememek
için ot kökü yiyerek Deccal'in
zararlarından kendilerini kurtarabilirler."
deniyor. Dikkat edilirse,
bütün anlatılanlar teşbihidir, benzetim yoluyla ifade
edilmektedir.
"Deccal
yeryüzünü gezer. Mekke ve Medine hariç her tarafı dolaşır;
yalnız oralara giremez. Dımışk yakınlarındaki beyaz
minareye Hz. İsa
indirilir.
Hz. İsa’nın elinde süngü
vardır. Deccal,
Hz. İsa’yı görünce tuzun suda
eridiği gibi erir gider. Hz.
Isa, Deccal 'i süngüyle vurur
ve öldürür. Böylece Deccal
ortadan kalkar."
diye anlatılır.
DECCAL NEFSANİYETİ TEMSİL
EDER
Şimdi
bu, tasvir edilmiş bir tablodur. Acaba bu olayın küçük
kıyamet olarak anlamı nedir? Çünkü insana lazım olan
budur. Deccal, içgüdüsel ve
otomatik hissiyatı, nefsaniyeti
temsil eder.
Kıyamet döneminde
yaşanan kargaşa, nefsin tam manasıyla baş kaldırması
demektir.Yani,
yanlış olanı, doğru olana karıştırmak
demektir. Daha önce İblis' ten bahsetmiştik. Kıyamet
zamanı, karıştırıcı, iltibas edici İblis’in hakimiyeti
ortaya çıkar. Deccal ile iblis
hakimiyeti arasında çok yakın bir alaka vardır. Çünkü
bunun sonucunda genel bir teşevvüş (şaşkınlık) devri
meydana gelmiştir.
Demek ki
Deccal, dünyanın içinde
bulunduğu genel teşevvüş halini ifade eder. Ve
Deccal çoktan çıkmıştır.
Geldi, gelecek diye beklemeye hiç gerek yok. O mevcuttur.
Şu anda insanlar bir şaşkınlık içerisindeler. Yani, yanlış
olanı doğru olandan ayırt edememe hali içindeyiz.
Bu devir, bir nevi
sapıtma, yolunu şaşırma, Sırat-ı Müstakim'den ayrılmış
olma devridir. Yani Sırat Köprüsünden, vicdanla nefs
arasındaki o kıl kadar ince ayırım köprüsünden ayrılma,
yolunu şaşırma devridir.
Teşevvüş içinde
Deccal ismini alan, azgın
nefs ve teşevvüşe, bir bakıma
insanın şeytanı da denmektedir. Genel teşevvüşe paralel
olarak azgın nefsin ya da
nefsani aşırılığın durumu
Deccal'in ifadesidir. Bunların
hepsi de hali hazırda çevremizde mevcuttur.”
DOĞRULUĞUN ÖNEMİNİ YİTİRMESİ
Deccal,
insan nefsaniyetinin vicdan ve
sevgiden yoksun olarak, bilgisizce, körlük ve sağırlık
içinde geri tesirlerin başarılı olmasına hizmet etmesi ve
insana kötülüğü emretmesidir. İşte teşevvüş (şaşkınlık)
budur. DeccaIi seviyedeki
insan yani bu denli kendini şaşırmış insan,
Deccal 'e göre, her türlü şer
işleriyle cennete, iyilikle uğraşarak yani uygunsuz
işlerle olan alakasını keserek de cehenneme gider. Her
türlü kötülüğü yaptığı zaman
Deccal'in cennetindedir; doğru ameller ise insanı
Deccal'in cehennemine
götürmektedir.
Yani, vicdanı ortaya çıktığı zaman, insan, ıstırap
çekiyor; nefsi ile hareket edip, vicdansızca davrandığı
zaman da huzur duyuyor. İnsanın böyle şaşırtılması,
iyiliğin, doğruluğun, dürüstlüğün, inancın neredeyse ayıp
kabul edilmesi devri,
“Kıyamet
devridir”.
"Ben sana ne iyilik ettim
ki, sen bana kötülük yapıyorsun."
ifadesi tam Deccal ifadesidir.
Bu bir teşevvüş-şaşkınlık-iyiyi/doğruyu ayırt edememe-ne
yaptığını bilememe halidir. Bu davranışlar belki de
isteyerek yapılmıyor, zira insanoğlu derin bir teşevvüşün
içindedir. Ne yaptığının farkında değildir, çünkü
Deccal ’i bir seviyede
bulunuyor. Her türlü şer işleriyle cennet hayatı yaşıyor;
esrar, eroin, döviz kaçakçılığı, gümrük kaçakçılığı, adam
öldürmek vs. gibi akla gelebilecek her türlü kötülük
yapılıyor. İnsanın değeri maddi kıymete göre tartılıyor.
"Kaç paralık adamsın"
deyimi ile insan değeri ölçülüyor, sarraflık yapılıyor.
Uygunsuz işlerle olan alakanızı keserseniz dürüst hareket
ederseniz, vicdanlı davranırsanız, dedikodu yapmazsanız,
iki küsü barıştırırsanız, iki yanlış işi doğrultursanız,
birine hizmet ederseniz, insanlara sevecenlik
gösterirseniz, Deccal sizi
cehennemine atar. Fesatlık yaparsanız,hain olursanız onun
cennetine gidersiniz. Ama bu, teşevvüş içerisinde bulunan
Deccal ’i bir cennettir.
Dünyanın şimdiki hali budur. Kötülüğe, şerre,
nefsaniyete prim veriliyor.
"Doğru
sözlü dokuz köyden kovuluyor."
Esasında bu, düşünen insan
için, teşevvüş alametinden başka bir şey değildir;
şaşkınlığın bir sonucudur. İnsanın kim olduğunu unutmuş
olması anlamına gelir.”
|
HAKİKATİN ÖRTÜLMESİ
“Nefsaniyetin,
şuursuzluk içinde körü körüne, alabildiğine yaşanması,
hakikatin örtülmesi, karanlık perdenin çekilmesi,
yoğunlaşması, "küfr"
demektir. Kafirler demek, küfr
içerisinde olanlar demektir. Kuran’da böyle geçer.
Kafir başka dinden olan manasına gelmez. Gerçekleri
örten anlamındaki kafir Kelimesi,
Deccal'in iki kaşının ortasındaki yazıdır.
Demek ki, kıyamet alametlerinden biri de budur. Yani,
“hakikatleri
örteceklerdir” manasına gelir. Her türlü
vicdan ikazının dinlenmemesi demektir. Küfrün en
büyüğü, en belirgin olanı, vicdan sesini
dinlememektir. Vicdan sesini duymazlıktan gelmek,
hakiki küfr'dür.
Küfr, insanın kendi
şuurundaki perdeden dolayı doğruyu ve gerçeği
görememesi, kendi kendini perdelemesi, örtmesi
demektir.
KIYAMET
DEVRİ TEŞEVVÜŞ (ŞAŞKINLIK) DEVRİDİR
Bilgi sahibi, olgun kişi bile, dünyanın bu teşevvüş
çağında nefsin esaretine düşerek, doğruyu
anlayamayacak hale gelmiştir. İrfan sahibi, yani açık
seçik bilgi sahibi, nefsi ile arkadaşlık etmek zorunda
bulunmaktadır. Böyle bir gerçeği de ifade etmek
gerekir. Denir ki, yiyecek ve içecek ancak onun
yanında bulunmaktadır. Yani, bir insan iman sahibi de
olsa, olgun olsa da bu teşevvüş çağının bir icabı
olarak, nefsinin esaretine düşecek, doğruyu
anlamayacak, doğru olanı da örtmek zorunda kalacaktır.
Çünkü devrin teşevvüşü bazen bunu gerektirir. Bu
bakımdan kendimizi fazlaca itham etmemeliyiz. Bütün
iyi niyetimize rağmen, elimizde olmadan bazı
sürçmeler, bazı takılmalar meydana gelebilir. Bu,
genel bir tesirin etkisinden başka da bir şey
değildir.
Deccal
devri tam anlamıyla sürüyor. İnsan nefsi ile olan
cihadını kaybetmek üzeredir.Merkez daima kendisidir.
Nefsi arzular, bedeni hazlar, şehvani lezzetler gibi
adi fiil ve zevklerin peşindedir. Bu ise,
Deccal'in verdiğini
almaktır. Deccal'in etkisi
altında kalmaktır.
Bilgiye dayanmayan, ama mubah (geçerli) sayılan
yollara fazlasıyla sapmak zararlı bir şeydir. Haram
değildir, yasak edilmemiştir, ama mubah edilmiştir.
Nefis terbiyesinde, yapıp yapmamakta, bir şeyi yerine
getirip getirmemekte vicdani ve ahlaki bir sakınca
olmamakla beraber, insanın kendisini hür hissetmemesi
gerekir. Yani vicdanen ve ahlaken o işi işlemenizde
bir sakınca yoktur, yasak değildir; yani mubahtır. Ama
mubahtır diye, normal olarak bir iki defa yapmanız
gereken o fiili siz alışkanlık haline getirip 50- 100
defa yaparsanız, sanki haram, yani yasak edilmiş bir
şeyi yapıyormuşçasına aynı sonucu verir. Şöyle bir
örnek verebiliriz: Kanınızı tahlil ettirdiniz ve şeker
hastalığınızın olmadığım öğrendiniz. Ve hastaneden
çıkar çıkmaz soluğu tatlıcıda aldınız; arka arkaya
birkaç porsiyon yediniz. Şekeriniz yok
ya; ertesi gün tekrar,
ertesi gün tekrar ve bir ay sonra karaciğerin iflası
sonucu sarılığa yakalandınız.
Buna benzer şekilde
vicdanen ve aklen,
yapmanızda bir sakınca olmayan bir şeyi bile çok
ölçülü yapmak gerekir. Bu, oto kontroldür. Ben hürüm;
istediğimi yaparım,kim karışır; kimseye zararım yok,
tarzındaki davranışlar ölçülü olmadığı taktirde,
insanı zarara sokabilir. Bu, bütün sistemin kontrol
altına, akli bir düzen içerisine alınması demektir.
Görülüyor ki, bilgiye dayanmayan, ama mubah sayılan
yollara fazlasıyla sapmak, insanı uykuya sokan boş
hayal ve ümitlere dalmak, geçici olan tatlara,
dünya’nın süslerine, şan ve şöhretine, putlarına
bağlanmak Deccal'in
cennetine girmek gibidir.”
GERÇEK
CENNET İNSAN UYANINCA YAŞANIR
“Deccal
cenneti, ıstıraplı uyanış teşevvüşü ile yer
yer cehenneme döner.Yani,
Ruhsal dünya, cenneti cehenneme; cehennemi de cennete
çevirebilir. Cennetin cehenneme çevrilmesi demek,
rüyadaki gibi eğlence cennetindeki bir insanın
ıstıraplı bir teşevvüşle (şaşkınlıkla) uyanmaya
başlaması demektir. İnsan, o cennette gördüğü her
şeyin birer serap, birer aldatmaca, hiç bir işe
yaramayan şeyler olduğunu; boş hayaller, boş ümitler
olduğunu fark etmeye başlıyor. Böylelikle cennet
cehenneme dönüyor.
Ruhsal dünya,
insanı, cennet hali olarak uyku içerisinde,
gerçeklerle ilgili olmayan bir tasavvur içerisinde,
bir imajinasyon içerisinde
tutarken, onu realiteyle karşılaştırmaya başladığı
vakit, cennet cehenneme dönüyor. İnsanlığın bugünkü
hali böyledir. Ama bu ümit vericidir, zira herkes
ıstırap içerisinde, hiç kimse cennet hali
yaşamıyor.Herkesin bir cehennemi var bugün!...
Asıl cennet, bu
cehennemin ötesindedir.
"Cennete giden yol
cehennemden
geçer."
Sözü bunu ifade eder. Cehennemi yaşamayan, onu
görmeyen cennete gidemez. Cehennem ıstırabı, nefsin
bağlarından kurtulmaktır, bu bağları atabilme gücüdür.
Cehennemin geneli de dünyadır; mizanıyla, terazisiyle,
ateşiyle, küreğiyle mükemmel kurulmuştur, insanlar
inim inim inlemektedirler.
Burada olanlar yukarıda da olur. Yani fiziki bedeni
terk ettikten sonra geçtiğimiz
spatyom
ya da
ahirette de, bu işler daha etkili olarak
mükemmelen devam eder."Burada
olanlar,orada
olanların suyunun
suyudur."derler;
"Yeryüzündeki ateş, cehennem ateşinin yedi kat
yıkanmışıdır."
derler. Bu ateş, bizim bildiğimiz ateş değildir. Bu
sözün altında çok büyük bir hakikat vardır. Bizim
yeryüzünde duyduğumuz ıstırap, acı, pişmanlık, tövbe
vs. belli bir dozdadır. Bedene bağlı şuurun savunma
mekanizmaları, bu acılan bir yerde keser, durdurur. Bu
ıstırabı fazla yaşamayız. Ağlarız, sızlarız, avunuruz
ve bir derece olsun onu unuturuz. Ama ruh alemine
geçildiği vakit fiziki
bağlar koptuğu için, koruyucu mekanizmalar da ortadan
kalkar. Ve varlık vicdanı ile baş başa kalır. Vicdan,
ruh alemine geçildiği
zaman da vardır. Hesap soracak olan da odur. Hiç bir
şekilde sorgu meleği denen başka
bir varlık aramamak gerekir. Ve orada çekilen vicdan
azabı, göğün ateş misali çok daha acılıdır, zira
belirttiğimiz gibi savunma mekanizmaları ortadan
kalkmıştır.
Deyim uygunsa, orada
kalkan olmadığı için yumruğu direkt yer insan. Burada
tesirle varlık arasında bazı barajlar vardır; tesirin
şiddeti azaltılır. Ama spatyomda
baraj kalkar. Tesir adeta
agrandize olur, büyür, yankılanır. Orada sessiz
ağlanır. “
NEFSİYLE SAVAŞAN UYANMA YOLUNDADIR
“Nefsine karşı baş kaldıran, nefsiyle savaşan, nefsini
uslu akıllı eden uyanma yolundadır. Hz.
Peygamber'in, "Ben
şeytanımı Müslüman ettim.' demesidir.
Şeytan nefsidir."Nefsimi
Müslüman ettim."
demek, “onu selim
kıldım, selamet yoluna götürdüm, akıllı kıldım”
demektir. Yani akla, şeytan varlığını Müslüman dinine
dahil etmek gelmemelidir. Nefsini uslu eden, sabır ve
metanetle vicdanına prim veren
Deccal'in cehennemindedir, yani orada zulüm
görürler. Bu devirde Deccal
vardır. Nefsinize baş kaldırmayıp onu
pohpohluyorsanız; nefis ile savaşmak yerine, onunla
sulh yapmışsanız; nefsinizi saldırgan halde, sapık
halde tutuyorsanız; vicdan yerine başka şeylerle
meşgul iseniz, cennet hali içerisindesiniz yani
Deccal’in cennetindesiniz.
O zaman zulüm görmezsiniz. Yani bu sefer de
Deccal zulmetmez de siz
kendi kendinize zulmedersiniz o ayrı…
Deccal'in bütün dünyayı dolaşıp durması,
nefsin bütün tekamül seviyelerinde insanı teşevvüşe
düşürmekte olması manasına gelir. Elbette ki, nefsinin
dizginleri elinde olanlar ile uyanıkların seviyesinde
bu teşevvüşler olmuyor. Nefs
denen Deccal, her kılığa
girerek gerçeği bilen, bilge kişiyi de sarsar. Bazı
vehimlere düşürür.
Şüphenin,
şekillerin, teşevvüşün putların hüküm ve tesirinin
kesilmesi Hakikat Ruhunun dünyayı sarmasıyla olur ki,
simgesi Hz. İsa'dır.
Hz. İsa’nın diğer bir
kozmik ismi de, “Hakikat
Ruhu'dur”. Vicdanı ve sevgiyi sembolize
eder.
Bunun İslam'da da
bir menkıbesi vardır. Hz.İsa,
ahir zamanda Şam'ın kuzeyindeki Beyaz Minare'ye iner
ve bir Türk mimari eseri olan o minarede ezan okur,
nida eder. Yani bütün insanları oradan davet
edecektir. Beyaz renk de önemlidir; kendisi de beyaz
giyinirdi. Beyaz,
Hakikat Ruhu'nu ifade eder. Minare şeklen
semayı, göğü gösterir. Hz.
İsa'nın oradan nida etmesi, Göklerin insanlara bir
nidası, bir çağrısı var demektir.Yani sembol
açıldığında, Bu doğrudan doğruya vicdandır.
Bizler için “Hakikat
Ruhu”, sevgi ve vicdandan ibarettir.
Yani, insanları sevmek ve vicdanımızın sesini
dinlemekle, “Hakikat
Ruhu'na” bağlanmış oluyoruz.
Demek ki, uyanış
devrinde bütün insanlık arasında artık
Deccal'in hükmü değil,
vicdanın ve insanlık sevgisinin yayıldığı
görülecektir. Şimdiki gibi, nefsin ve nefretin,
düşmanlığın ve kötülüğün, göz oyuculuğun ve gırtlak
sıkıcılığın değil; gerçekten insanlık sevgisinin ve
vicdanın hükümran olduğu görülecektir. Yani vicdan
sesi, rölatif değil, doğrudan doğruya Yukarı'dan
gelen, ulühiyete bağlı
yüksek tesirin insandaki tezahürüdür. Yani vicdan,
artık insana kalmış bir şey değildir; benim vicdanım,
senin vicdanın yok. Yukarı'nın tesiri doğrudan doğruya
vicdanlarda yansımaya başlıyor. Biz bireysel olarak
kendi içimizde bu uyanışı şimdi de yaşıyorsak,
kıyameti daha evvelden yaşar, çeker gideriz…Ya
da başkalarına yardım etmek için kalırız…”
MEHDİNİN ORTAYA
ÇIKIŞI
“Derler
ki,
"Kıyamet vakti gelince, Mehdi ortaya çıkacak, adaletle
hüküm sürecek, insanlığa aydınlık, bereket ve emniyet
getirecek."
Ve
her yüz senede bir, genellikle doğuda, Hindistan ve
İran taraflarında, Bağdat'ta vs.
nefsaniyeti azgınlık içerisinde olan biri
fırlar ve Mehdi'liğini ilan eder. Etrafına otuz kırk
bin kişi toparlar, birkaç kelle götürür, ondan sonra
da onun kellesini götürürler ve Mehdi'lik
biter.Şimdiye kadar yeryüzünde aşağı yukarı yedi-sekiz
tane Mehdi taslağı çıkmıştır.
Belki de bu, vaat
edilen bir varlıktır. Fiziki olarak da böyle bir
varlığın meydana gelmesi mümkündür. Yalnız, Mehdi
devri henüz gelmedi. Bütün bu devirleri biz yaşıyoruz;
daha yaşanacak devirler var. Mehdi devri gelmedi,
çünkü şuur uyanıklığı başlamadı, Ruhsal Alem ile olan
ilişkiler çoğalmadı, Onlar'ın
etkisiyle gerçekleşen olağanüstü olayların
ya da mucizelerin sayısı
artmadı. Çünkü teşevvüş-şaşkınlık kalkmadı, Yukarı'ya
emniyet doğmadı,doğruyla eğriyi
ayırma bilgisi gelmedi, aldanmalar hala devam
ediyor.
Eğer, bütün içsel
ve dışsal putların ortadan kalktığını, Rahman olan
Rabbe kulluk edildiğini, gönüllerde ve şuurlarda
sadece O'nun mevcut olduğunu görürseniz, Mehdi devri
çoktan gelmiş demektir. Demek ki, Mehdi için bir şahıs
beklemeye gerek yoktur. Bu bir devirdir ve hep
temsilen,
teşbihen birilerine
benzetilmiştir. Yukarıdaki hal insanlıkta teşekkül
ederse, sizin Mehdi'niz gelmiştir. Siz kendi
kendinizin Mehdi'si olursunuz. Hiç dışarıdan birisini
beklemeyin insanda Ruhsal Otorite'yi kabul hali
şuurlanıyorsa, o emniyet
hali teşekkül ediyorsa, doğruyu eğriyi
ayırma bilgisi gelirse,
Mehdi devri gelmiştir.
Doğruyu eğriden
ayırt edeceğimiz açık Bilgi nerde? O, daha gelmedi.
Ama gelecektir.”
GÜNEŞİN BATTIĞI YERDEN DOĞMASI
“Yazı
dizisi boyunca açıklamaya çalıştığımız sembolik
kıyamet alametlerinden başka, bir de Güneş’in battığı
yerden doğması meselesi vardır. Bu sembolik ifadeye
göre, o son zamanda Güneş battığı yerden doğacaktır.
Yani tersine bir iş olacaktır. Bu masalımsı anlatımla
insanlar, acaba Dünya tersine mi dönecek, her şey alt
üst mü olacak diye düşünüyorlar.
Dünya'nın alt üst olması
demek, insanın kendisinin alt üst olması demektir;
uyku halinin alt üst olması demektir. Ve uykunun tersi
uyanıklıktır. Dünya'nın alt üst olması denince, illa
ki, magma tabakasının volkanlardan dışarıya fırlaması
akla gelmemelidir. Bu, ‘küçük
kıyamet’
sahibi olarak insanın alt üst olması demektir. En iyi
alt üst oluş şekli de, insanın uyuduğu halden uyanık
hale geçmesidir. Yani tam
zıddı bir durum. Alt üst oluş,
nefsani halden vicdani, ahlaki, makul vicdana
geçiştir. Yani mevcut olan bütün eksik hallerin,
mükemmel, olgun, yetkin hale
geçmesi, siyahın beyaza dönüşmesidir. Güneş'in
battığı yerden doğması budur.
Bu sembol ayrıca, devrenin bitişini ifade eder.
Olumsuz yönden bir yorum söz konusudur. Tekamül Okulu
olarak Dünya'ya tekrar kabulün sona ermesi, tövbe
kapılarının kapanması demektir. Yani, insanlar
diyorlar ki, 'Biz pişmanız. Bunca zaman
enkarnasyonlarımızı boşa
geçirdik. Şimdi anladık, uyandık. Ne olur bize imkan
verin de, tekrar dönelim, işi tamamlayalım ve
eksiklerimiz gitsin" Fakat, hayır; o kapı kapanıyor.
Yani, Güneş'in battığı yerden doğuşu, bir devrin, bir
devrenin bitişi manasına da geliyor. Bunca ikaz, irşat
ve uyandırıcı olaydan sonra, insan bilgi edinememiş,
kendini tanıyamamış, Rabbe kulluk edememişse, artık
fırsat, imkan da kalmamıştır.
Gökyüzü vermeden
almaz. Verir, verir, verir ve siz cevap vermediğiniz
için de, işini bitirir. Bundan sonra iman oluşmaz,
zira verilen verilmiştir. Artık uyanıklık için Dünya
üzerindeki bütün faaliyet kaldırılır ve defter
dürülür.Yalnız bu, faaliyetin tümüyle kaldırıldığı
manasına gelmez. Sadece uyanıklık için bütün faaliyet
kaldırılır. Kıyamet, tümüyle varlığın,canlılığın
ortadan kalkması değildir. Sadece insan varlıklarının,
daha doğrusu bedene bağlanmış ruhi varlıkların
uyanarak Dünya hakikatini öğrenebilmeleri için
kendilerine tanınan bir fırsat ortadan kaldırılıyor.
Yani, Yukarısı inayetini kestiği için, okulu kapandığı
için hiç bir şey alınamıyor. Güneş'in battığı yerden
doğması olumsuz olarak bu manaya gelir.
Olumlu yönden ise, varlık
uyanınca, kendi iç dünyasını keşfeder, kendini tanır,
bilir. Öz nitelikleriyle gerçekleşir, tahakkuk
eder.Tahakkuk dedikleri olay meydana gelir. Semboller
çözülür, kendisindeki bilgi hazinesine kavuşur. Mana
örtüleri açılır ve
"kurtuluş"
dediğimiz bu hal ortaya çıkar. Artık bunun için,Yüksek
Hakikat'ten ayrı olmak, hasret çekmek sorunu kalmaz.
Kurtuluş budur. iman hali biter, çünkü artık mana
örtüleri açılmıştır.”
İMAN ve BİLGİ
“Bilgi taşıyan manalara inanmak imandır.
Bilinmeyen ve manası anlaşılmayan şeylere iman,
aldatıcı olabilir. Zihnimizdeki kavramlara,
konuştuğumuz sözlere dikkat etmek zorundayız.Uyanıklık
önce kavramlardan başlar. Ne konuşuyorum? Ne
anlıyorum.
"İmanım var."
derken manayı seziyorsunuz, ama bilgisine vakıf
değilsiniz, demektir. Dikkat edilirse, bütün kutsal
kitaplarda iman, daima ön planda tutulmuştur. Yani
deniyor ki, "Şurada okuduğunuz ayetlerdeki manaların
arkasında bilgi vardır, esaslar vardır. Siz, şimdiki
halde bu bilgileri elde edecek durumda değilsiniz.
Ama, manaların arkasında bilgi olduğuna inanınız,
inkar etmeyiniz, daha vakti gelmedi. Şimdilik manalara
inanınız." Bu, iman halidir. Ama bilgi geldiği zaman
iman haline artık gerek yoktur; İman gider, olduğu
gibi bilgiyle karşılaşırsınız. Üzerinden örtü
kalkınca, sizin imanınız bilgiye dönüştü. Bilgi
sizindir artık. Siz ve bilgi aynı oldunuz.
Aranızdaki perde kalktı. İman
ile Bilgi'yi birbirine karıştırmamak lazım. Bazıları,
bilgisinden dolayı fazlaca ileri gidebilir ve iman
sahipleri tarafından da öldürülür. Bu vakidir ve her
toplumda olmuştur. Demek ki, zamanı gelmeden, karşı
tarafın ne olduğunu anlamadan, mananın altındaki
bilgiyi çıkarıp söylememek gerekir çünkü bu tepki
insanlarda otomatik olarak vardır. Öldürmez de kınar;
aynı hesaba gelir. Şu var ki, bilgiyi bilinir hale
getirmek gerekir. Eskiler buna
"Hicap"
demişlerdir. Hicabı, yani bilginin örtüsünü kaldırmak,
imanı gidermek, doğrudan bilgiye ulaşmak lazımdır.
"Güneş'in doğduğu yerden batması"
ifadesinin olumsuz şekilde açıklanmasında. pişmanlık
ve tövbe kabul edilmez dedik. Günah ve hata da
bağışlanmaz. Neden? Çünkü doğrudan ‘Bilgi’
gelmiştir. Uyanmıştır, doğrudan Bilgi'ye sahip
olmuştur. Görülüyor ki, bu uyanış devresinde, yani
küçük kıyamette doğrudan bilgiye ulaştığınız için
sizin pişmanlığınız, tövbeniz kabul edilmemektedir.
Buradaki günah, hata
anlamındadır.Kendi kendinin şuurunda olan, teklik
içindedir. Günah ve bağışlanma ikiliktir.Uyanmış bir
insanda ne günah vardır,nede bağışlanma vardır; bilgi
vardır.Bu da gerçek kıyamet alametidir,bir uyanıştır.
Onca bilgiye rağmen
uyanma olmazsa, Ruh ilk haline, yani Dünya Tekamül
Okulu'nun önceki şartlarına döner.
Kozmik bir yolcu
olarak, öğrenci olarak, başta kayıt yaptırıp girdiniz
ve uyanıp oradan çıktınız. Yani bu iki hal aynıdır.
Cevher, ÖZ, yani ruh kendini bilir, karanlık şuur
devresinden çıkar. Artık dünyaya tekrar dönmek zorunda
değildir. Bu bizim için kıyametin ta kendisidir.
Tekrar dünyaya gelmeyecek şekilde bir şuur
uyanıklığına gelen insanın kıyameti tamamlanmıştır;
onun için kıyamet kopmuş ve bitmiştir.
Aynı şey büyük kıyamet için de
düşünülebilir, yani orada da benzeri şeyler
olacak.Dünya da belli bir devreyi tamamlayacak ve
sonunda bitip, yeni bir devre başlayacaktır.insan için
bütün mesele, nefsaniyet
içerisinde boğulmuş kalmış benliğini mücadele ederek,
çekip çıkarmaktır. Buna uyanış denir.
“İnsanlar uyumaktadır, ancak
ölünce uyanacaklardır."
Bu bir ayettir. Yani insanlar, nefislerinden
kurtulduktan sonra uyanırlar manasınadır. Hayat
bütünüyle bundan ibarettir. insanların yeryüzünde
yapmaya çalıştıkları iş, nefsin zulmünden, onun
tahakkümünden, boyunduruğundan kurtulmaktır.
Nefsin zulmünden kurtulan insan uyanmış insandır. Yani
‘Yeni Dünya’nın bilgilerini yaşamayı, uygulamayı hak
eden insandır.
|
|
|