Burada
kendi kararımla hiçbirşey yazmamam gerekiyor,
Sadece
bana yazmam için verileni yazabilirim.
Bana
kimin hükmettiğini görmüyorum,
Onu ne
duyuyor ne de biliyorum. Ama bu düşünceler,
Ve onları
zenginleştiren bu sözler onun, benim değil.
Benim
zihnimde oluşuyorlar,
Ama benim
tarafımdan değil. Kalemi tutuyorum, hepsi bu.
Beni sabah
bulduklarında soğuk ve sessizdim. ‘ölmüş’ dediler yatağımın
ağır ipeksi perdelerini kaldırıp, soğuk gri ışığın yüzüme
düşmesine izin verirlerken. ‘Ölmüş!’ dediler, ‘acıları,
endişeleri ve üzüntüleri geçti. Dinleniyor artık. Ama ardında
kalanların hatırına insanların nasıl öldüğünü bilmeleri iyi
değil’. Bu yüzden, nazik doktor gerçeği gizledi ve dünya ona
inandı. Ama kalbi atmadan, nefes almadan orada öylece
önlerinde yatan ben konuşmalarını duyuyordum ve bunu kendim
yaptığımı biliyordum. Hayatın kavgalarından yorulmuştum,
olanlardan dolayı üzgündüm ve olacaklardan korkuyordum.
İnsanlar arasındaki
yerime yakışır bir törenle beni yıkadılar. Tabutumun başına
üzüntü ve yas sembolleri yığmışlardı. Aşağıda duran başımın
yanında duran biri benim için övgü dolu sözler söylüyordu.
Bunlar maskaralıktan başka bir şey değildi. Bense bunları
duyuyor ve gerçeklerin şuurunda olarak derinlerimde bunu hak
etmediğimi biliyordum. Ne yazık! Donmuş dudaklarım o sahte
dalkavuklukları yüzüne haykıramıyordu!
Ardından görkemli bir
müziğin derinden gelen sesi duvarları ve yukarıdaki kemeri
titretti, hatta herkesin durup bana son kez bakabileceği bir
şekilde orada yatan ben bile bu müzikle titredim. Bana bakıp
duran ve hiç önemsemeyen onca insanın arasında beni seven
sadece birkaç kişi vardı, Onların gözyaşları donmuş kaşlarımı
öpmek için eğildikçe yüzüme düşüyordu ve onlara hissettirdiğim
acıdan dolayı yaydıkları güçlü merhamet duygusu ile hayata
dönmem ve onları rahatlatmam için duydukları nafile özlem bana
hızla çarpan bir acı hissi veriyordu.
Derken yüzümü örttüler ve
beni son istirahat yerime taşıdılar. Yol boyunca, orada
karanlıkta yatmama rağmen görmeyen gözlerim, sağır kulaklarım
ve suskun dudaklarımla terk ettiğim sevgili canlı dünyanın
sonsuz sevecenliğini gördüm, hayatın seslerinin, sadece
varolmaktan duyulan sevince duyulan şükrana karıştığını duydum
ve tekrar bunun bir parçası olmak için duyduğum vicdan
azabıyla dolu özlemimden, sadece kendi ruhumda yankılandığını
duyduğum ıstırap çığlığı yükseldi.
Yüksekte bir tepe üzerinde yığdıkları toprak tabutumun üzerine
gürültüyle düşmeye başladı. Beni koydukları yerde her şey
sessiz, soğuk ve nemliydi. İşeri bitince gittiler… ve artık
her şey sessizdi. Hayata duyduğum özlemin anlık sancısı
geçmişti, artık vazgeçmiştim.
Son kez uyuyup bir daha ebediyen
uyanmamak için gönüllü olarak ölmüştüm. Ama uyuyamıyordum ki!
Her duyum keskin bir biçimde uyanıktı.
Artık asla uyuyamayacağımı
anlamıştım, ölüm ebedi bir uyanıştı aslında!
Bu uyanış, en azından benim için mezardaydı. İsimsiz, söze
gelmeyen ve kocaman bir korku üzerime çökmüştü.
Etrafım başlangıçta yalnız ve karanlıktı. Ama giderek
karanlığa alıştım, belli bir ölçüde karanlığa sokulabiliyordum
artık ve yalnız olmadığıma dair bir şuur gelişmişti içimde.
Acaba orada yatan komşularım var mıydı benim? Onlar da benim
gibi uyanık mıydı? Öyleyse onları görebilir miydim ve bana
hangi formlarda görünürlerdi acaba? Hayalgücüm aniden beni
boğan karanlığı ürkütücü şekillerle doldurdu. Bulanık bir
şekilde hissediyordum ki ben ölümü istemeyenler gibi değildim,
onları tanıma zamanım gelmeden zorla dünyalarına girmiştim ve
sanki hala yaşıyormuşum gibi onlardan korkuyordum.
Çoğu zaman yanıma fazla
yaklaşmıyorlardı ama her şeyin gölge olduğu yerde gölgenin en
derinlerinden daha uzak değillerdi. Sessizce yatıp sürekli
kendimi düşünmekten başka yapacak bir şeyim yoktu, bazen
acıyarak ve bazen hor görerek ama genellikle öfkeyle kendimi
düşünüyordum çünkü orada olmaktan ve kendi kararım hakkında
düşünmekten dolayı çok yorgundum.
Bütün bu süre içinde doğa benden kendine ait olanı geri
istiyordu, benim formumdaki toprağı ona iade edilmeliydi. Onun
bana dönüşmesi ne korkunç ve iticiydi!
Yine de ona
bağımlıydım, ondan ayrılamıyordum. Bu korkunç kütlenin her bir
lifi, her bir dokusuyla yarı maddi ikinci bedenim, yani astral
bedenim iyiden iyiye karışmıştı ve şimdi bildiğim bir gerçek
şu ki ancak bedenin çürümesiyle ve elementlerine ayrışmasıyla
ayrılabiliyorlardı. Toprak, hava, su, her biri saftı ama yine
de çözüldükleri sırada mezarda ne kadar da isyankardılar. Ve
işte şeytani kurt! Asla durmaz, doymak bilmezdi, onun
işkencelerini ancak ölüler bilirdi, canlı etin ıstırabı ona
eğlenceydi… Yine de bütün bu korkunç kötülükler, onların
çıldırtan kirletmeleri ve verdikleri acılar, astral bedenimin
hissettikleri, yaşadıkları halde bütün yolları had safhada bir
şuurla dolu insanların hissettiklerinden daha keskindi. Ah bu
söze dökülemeyen sefillik, isteksizlik, bu berbat hapishanenin
korkusu…
Üzerimde meydana
gelen bu değişimlerin yavaş işleyişiyle birlikte şuurlu ikinci
bedenim yavaş yavaş özgürlük kazandı. Artık kendimi daha iyi
tanıyordum, önümde ölülerin evlerinden oluşan kalabalığın
manzarası vardı ve komşularımı tanıyordum. Ve tüm mezarların
korku dolu hapishaneler olmadıklarını görüyordum, hepsi
benimki gibi cehennem ortamı değildi. Bazılarında yüzü toprağa
dönük cesetler vardı, bunlarda hapsolmuş bir ruh yoktu.
Günahın kötü niyetini fark edemeyecek kadar kısa bir yaşam
sürebilmiş olan ruhlar ve kendi paylarına düşen zamanı sonuna
kadar gerektiği gibi yaşayıp iyi niyetle zarif eylemlerle
geçirenler de dünyaya ait bedenlerini terk etmişlerdi ve onlar
için ebedi uyanış, ışığın gerçekliklerinde huzur vericiydi.
Ama burada benimle aşağıda olanlar, benim gibi hayattaki
görevlerinde sabırsız davrananlardı. Dünyadaki hayat süresini
kendi elleriyle zorla kısaltan kendi kendinin katili olan
kişiler yalnız da değildi. Aşırı derece para kazanma,
hırslarını tatmin etme çabası içinde olanlarla şehvet düşkünü
olup dünyevi ihtirasları ve kötülükleri terk ederek zamanından
önce ölümü seçenler de aynı kadere tabi oluyorlardı. Bunlar
benim dahil olduğum gruptu.
Ah ne demokrasidir şu ölümle gelen! Kederli ölüler diyarında
maskeler yoktur, numaralar boşunadır orada. Herkes
diğerlerinin önünde çıplak, şeffaf durur, herkes diğerlerinin
küçük görmelerini hak ederek birbirlerinden uzak durur,
herkesteki kendini suçlama ve faydasız pişmanlık duygusu bir
diğerinin üzüntüsünü düşünmeyi engelliyor. Bilgisiz delilik,
geçmişe endişe duyan çaresizlik oraya acı çektirmeden giremez.
İnsan burada şuurlu olmalı ve umudunu yitirmemeli, hatta o
umut da bir tür cehennem olsa bile, aksi taktirde daha da
fazla acı çekmek mümkün. Peki ne kadar? Ah Dünya’nın Rabbi,
daha ne kadar sürecek? Ancak böyle bir umut belirdiğinde insan
biraz rahata erebilir, son belirene kadar, uzak ama kesin olan
sona,ve ancak bedene ait tüm bağlar kopunca kurtuluş
gerçekleşebilir. Bu umut herkeste en sonunda belirir ve yıllar
geçtikçe yavaş bir işleyişle farkına varılır.
Ve sonunda bir kez daha,
şekilsiz tozlar arkada kaldığında özgürleşen ruh yaşayan
insanların dünyasına döner. Ben de böylelikle göçtüm, geride
ıstırabı birbirinden keskin ve öğrenilmesi gereken dersleri
bırakarak. Ölüler kentinin dar hapishanelerinde bana kalan
yorgun zamanlardı, sanki güçlü bir büyü ruhumu bedenime ait
maddelere bağlıyordu, günlerim insan acılarının sesleri ve
görüntüleriyle doluydu ve tüm gecelerimde etrafımı sayısız
hayalet formları, vicdan azabı ve günah, utanç ve bir zamanlar
insanlara ait olan korkular ile insan ruhlarından nefret eden
bendesiz varlıklar sarmıştı. Bereketli çimenlerin üzerindeki
çiğler orada gözyaşları gibi görünüyordu, rüzgarın çıplak
dallardaki kederli iniltileri feryatlardı ve hızla geçen
bulutların arasından gelen ayın soğuk ışığı, biz ölülerin
dehşetli görüntüsüyle titriyor gibiydi.
Hayattayken sevdiklerime
bakma isteği bende giderek daha güçlü belirmeye başladı, ta ki
en sonunda irademin gücü beni mezarımda tutan bağları
koparmaya yetene kadar ve başka bir mezarın içine dalar gibi
onlara geri döndüm.
Onların çok
uzaklarda olmalarına rağmen düşüşü gördüm, yaptığım
düşüncesizce eylemlerin, lanetlemelerimin korkunç sonuçlarını
gördüm, yine de kıyaslamak gerekirse onlara hayattayken
duyduğum sevgi ve sempati sonsuz olanla atomun yan yana duruşu
gibiydi ama şimdi giderek büyüyordu. Ama işte cehennemim de
burada durmaya devam ediyordu. Onların tehlikelere maruz
kalışları ve acıları, kaygıları ve günaha teşvik edilişleri
benim için bildik şeylerdi, açılmış parşömenler gibi nettiler,
hatta onları bekleyen kaderleri bile okuyabiliyordum, onlara
görünmez olan ve ruhların kaybolduğu boşluklardan uzanan,
onları aşağı sürüklemeye, kaçmak için boşa uğraşlarını
güçlendirmeye çalışan merhametsiz elleri görebiliyor, yanılmaz
bir kesinlilikle yenilgilerini önceden okuyabiliyordum.
Ayrıca, sürekli olarak onlara nasıl yardım edileceğini, nasıl
kurtarılabileceklerini de bildiğim halde yine de bunu yapacak
gücüm yoktu. Maddi olmayan dudaklarımdan çıkan sözler onların
kulaklarına erişmiyor, gözlerimdeki acıyı görmüyorlardı, pasif
bir uyku halinde olan zihinlerine onları etkilesin diye
göndermeye çalıştığım düşünceler gereksiz hayaller değillerdi
ve etrafta dolaşıp duran kötü niyetli yaratıklar güçsüzlüğümle
alay ediyorlardı.
En nihayet son geldi.
Sonsuz İrade’nin mükemmel bilgeliğine karşı isyan etmekten
duyulan pişmanlık, Sonsuz Adaletin verdiği cezanın sona
erdirmesini sağlıyor, tüm dünyevi bağlardan kurtulmayı, huzuru
müjdeliyordu. |