“Ne
zaman bir kuantum sistemini gözlemlemeye kalksak, karşımıza
çok garip aynı zamanda da, can alıcı öneme sahip bir şeyin
çıktığını görürüz. Gözlemlenmemiş kuantum olayı gözlemlenmiş
olandan tamamıyla farklıdır. Bu
Schrödingerin kedisiyle ilgili olgunun ana
noktasıdır. Önceden dalga ve
parçacık halinde bulunan gözlemlenmemiş elektronlar, gözlem ya
da ölçüm anında dalga veya parçacık haline gelirler. Dar iki
yarıktan aynı anda geçmeyi gizemli bir şekilde başaran
görünmeyen foton ışınlan, birdenbire ya birinden ya da
ötekinden geçmeyi seçerler; karışmış kedilerin durumunu da
buna bağlayabiliriz. Kısacası, sonsuz ve çok olasılıklı
kuantum dalga fonksiyonu görüldüğü yada
kaydedildiği anda tek ve sabit bir gerçeklik olarak çözünür.
Schrödingerin kedisini, ona
baktığımızda ölü bulmadık, kimsenin anlayamadığı garip bir
şekilde, kedi biz ona baktığımız için öldü. Gözlem kediyi
öldürdü. Ya da gözlem kediyi
yaşattı…
Kuantumla
her günkü yaşam arasında şuurun önemli bir bağ oluşturduğu
şeklindeki düşüncenin başlangıç noktası önemlidir. Yeni bir
"Kuantum-kişi"
tanımlama projesi, kuantum
fiziğinin ve belki de özellikle kuantum mekaniğindeki şuur
modelinin kendimizi yani ruhlarımızı
"doğanın
hem içinde
hem dışında"
doğanın
işleyişinin gerçek yardımcıları olarak görmemizi sağlar.
Böyle bir uslamlama, biz şuurlu yaratıkların evrendeki her
şeyle nasıl ilişki içinde olduğunu anlatır. Fakat şuurun
kuantumla ilgili işlemler üzerindeki etkisi daha da ileriye
gider ve metafizik yorumlarla desteklenmesi gerekir. Şuurun
spiritüel açıdan kuantumla
ilgisini ele alacak olursak şunları söylemek mümkündür.
Maddenin organik düzeyini hazırlayan evren kimyacıları (ruh
varlıkları) diğer ruh varlıklarının tekamül ihtiyaçlarına göre
bu aracı yenileştirmek, eğitmek, yetenekli hale getirmek için
sürekli birbirlerine etki gönderirler ve
değişimi yaratırlar, uygularlar. İhtiyaç sahibi ruh
varlığı da değişen her olayda gücünü, bilgisini dener ve
özünde bilginin kullanabilirlik oranını
arttırır ; böylelikle hem insan olarak kendini hem de
maddeyi geliştirmeye devam eder.
Işık dalgaları gibi
hareketinden ötürü adına
"dalga"
denilen
süptil karakterde ya da
"parçacık"
adı
verilen daha katı karakterde olmak üzere iki önemli unsura
sahip olan elektron-parçacıkları, ayrı olmalarına karşın her
biri zaman ve mekan içinde
kendilerine özgü kesin bir yer kaplamaktadırlar.
Maddeyi oluşturan,
parçacıklardır ve Newton fiziğinde de parçacıklar temel unsur
olarak düşünülmüştür.
Dalga paketi
olarak bilinen bu Dalga/Parçacık ikilisinin adı, Kuantum
gizemidir.
Dalga paketi üzerinde yapılabilmesi en ümit edilecek şey;
paketin, pozisyon ve hızının belirsiz okunmasıdır. Yani hiçbir
şey, sabit ve ölçülebilir değildir:
belirsiz, hayaletimsi, kavrayış dışı... Önceden dalga
ve parçacık halinde bulunan gözlemlenmemiş elektronlar, gözlem
ya da ölçüm anında dalga veya parçacık haline nasıl gelirler?
Sorusunu sormak gerekir. Dar iki yarıktan aynı anda geçmeyi
gizemli bir şekilde başaran görünmeyen foton ışınları,
birdenbire ya birinden ya da ötekinden geçmeyi; gözlemleyenin
düşünce gücünden etkilenerek mi
seçerler? Daha açıkçası gözleyenin şuurunun başka bir deyişle
bakış açısının bu denli süptil bir
özellik taşıması mümkün müdür? Sorusuna bulunacak bilimsel
yanıtlar, metafizikle-bilim arasında gerçek köprülerin temeli
olacaktır. Metafizik binlerce yıldır, düşüncelerinizden
sorumlusunuz ya da olumlu/olumsuz düşünce gücünüzle
ihtiyacınız olan olayları çağıran sizsiniz diyordu. Şimdi
bilim de kendi kulvarında aynı şeyi
söylerse her şey değişmiş olmaz mı?
Dalga fonksiyonunun, fizik-dışı doğası nedeniyle şuur
tarafından çökertildiği sonucuna varanlar aslında kendilerini
ve kuantum fiziğini, zihinle maddeyi ayrı iki varlık olarak
gören eski Kartezyen görüşe bağlamış
kişilerdir.Oysa bir çökertmeden ziyade bir değişime
uğratma, transforme etme, metafor
yaratma anlayışı daha akışkan olabilir. Sabit anlayıştaki
kişiler şuuru fizik dünyanın dışında, tıpkı
"makinedeki hayalet"
örneği gibi fizik dünyaya yabancı bir şey olarak görürler.
Aynı zamanda,
"gerçeklik kavramının salt
zihinde olduğunu"
savunan
anti-realist görüşler ve
''birisi bakmadıkça dünya yoktur"
düşüncesi de yeterince doğru değildir.
Başlangıçta burada hangi şuurlu varlık vardı da ilk dalga
fonksiyonunun çökmesini sağladı?
sorusu ise bizi asıl gerçeğe götürecek
metafizik bir sorudur.
GERÇEK
BİZ ONA BAKTIĞIMIZ ZAMAN OLUŞUR
Neyi görmek istersek onu görürüz
meselesi, aslında varoluşun özüyle
ilgili bir meseledir. Bir manada
var edici gücün yüksek bakış açısı'dır da diyebiliriz ona.
Ya da o bakış açısının
tezahürleridir etrafımızda olup bitenler demek de mümkündür.
Ama elbette bu konuyu bizler için ele alırsak, daha
küçültülmüş bir modeliyle yaşantılarımızın bu bakışın bir
eseri oluğunu görürüz. Yani bakış
açımızın. Aslında bakış açısı gelişimiz ile ilgilidir. Bizim
görüş mesafemiz, gözlerimizin keskinliğine
bağlıdır. Gözlerimizin keskinliği ise yaşantılar
içindeki deneyimlerimizin çokluğuna, yoğunluğuna bağlıdır.
Manzaraya baktığımızda aşılması
zor dik dağlar görende biziz. Karlı zirvesiyle her an herkesi
yükselmeye çağıran mor dağları gören de
biz. Bardağı dolu gören de biz, boş gören de…
Her şey nasıl baktığımıza
bağlı…
Şöyle diyelim; bizim bir ana bakış açımız vardır
yaşama, ki o da bugün seçmiş
olduğumuz yaşamdır. Bunun üzerindeki gelişim ve değişimler
ancak deneyimlerden sonra alınacak derslerin alınması
sonucunda yeni bir yükseliş noktasına çıkış
sağlar. O nokta için hemen şu anda
yapacak fazla bir şeyimiz de
yoktur. Bir anda büyük bir hızla ihtiyacımız olan tüm
deneyimlerin bilgisini alamayız ki!
Yaşamak,
sindirmek, hazmetmek, özümsemek ve uygular hale getirmek
elbette zaman işidir. Ama bir de bugünkü bakış açımız içinde,
yani yeni bir sıçrayış noktasına henüz varmamışken, yinede
yapılması gerekenler açısı vardır ki zaten o yapılması
gerekenler; bizlerin yeni sıçrayış noktalarına gelmesi
konusunda çok mühim bir yer teşkil eder ve böylece daha yeni,
daha açık yaşam planları yapılabilir…
Nasıl
Yapabiliriz?
Zihinlerimizde saklamakta ısrar ettiğimiz nahoş anılar,
kuşkular, şüpheler, hırs, nefret ve
benzeri duygular, düşünceler bizim yaşamı o şekilde görmemize
neden olur.
Dünyaya, etrafımıza nefret ile bakarsak yada kızgınlık ve
öfke ile; onu iğrenç bir halde görmemiz pek
mümkündür.Tiksinerek yada iğrenerek
baktığımız müddetçe yaşam bir fazlalık, bir kabalık yada bir
sıkıntı gibi görünecektir.
Bu demek değildir ki,yaşam hep
çok güzel karelerle doludur.Yada bize kötü gelen,
inciten,midemizi bulandıran şeyler yoktur. Vardır!...
Ama seçim hakkımızda vardır. Kötülerini
değil iyilerini biriktirmek, çirkinlerini değil güzellerini
seyretmek hakkımızda vardır. Yani içimizde yıllar yılı
biriktireceğimiz düşünceleri pozitif tutma seçeneğimiz vardır.
Kuşku yada güvensizlik yerine evrenin uyumunu görme
seçeneğimiz vardır. Kötülüklerin
iyilikler için olduğunu anlama seçeneğimiz vardır. Ve en
önemlisi SEVMEK
seçeneğimiz vardır.
Var eden ’in her yaşam biçimine
duyduğu eşit sevgiyi hissetme,biriktirme
ve onu içimizde var edip herkese verme seçeneğimiz vardır.
O yüzden "neyi görmek isterseniz onu
görürsünüz"
denir.
İsterseniz evrenin muhteşem uyum ve ahengini görüp, O Yüce
Sevgi ile kendinizi yeniden inşa edersiniz...
Yada isterseniz gözlerinizdeki
karanlık perdeleri kaldırmadan, o karmaşa filmini izlemeye
devam edersiniz...
Her şey bizim evrene bakış açımızla
ilgili... Olup bitenlerden ne anladığımızla ilgili...
Çünkü O Yüce Sevgi her an bizim yanı başımızda
aslında.Ve bizleri hep koruyup,
gözetiyor... |