Yerimden sıçradım.
Şimşek çarpmışa dönmüştüm. Gözlerimi ovuşturdum ve dikkatle etrafıma
baktım. Ne gördüm dersiniz? Şaşılacak derecede küçük bir erkek çocuğu
gözlerini dikmiş, ciddi ciddi bana bakıyordu.
Gördüğünüz bu resmi sonradan yaptım. Onun çizebildiğim en iyi resmiydi.
Ama kesinlikle gerçeğinin yarısı kadar bile güzel olmadığını söylemeliyim.
Tabii ki bu benim suçum
değil. Altı yaşımdayken büyükler yüzünden resim kariyerime son vermek
zorunda kalmış, boa yılanını dıştan ve içten gösteren resimler dışında
hiçbir şey çizmeyi öğrenememiştim.
Nereden
geldiğini öğrenmem oldukça uzun sürdü. Bana bu kadar çok soru soran küçük
prens, benimkileri hiç duymuyordu. Neyse ki sorduğu soruların cevaplarını
biliyordum. Şu saçma dünyada oradan oraya dolaşmak işe
yaramıştı.
Örneğin,
uçağımı ilk gördüğünde “Şu nesne de nedir?” diye sormuştu. (Ne yazık ki
size uçağımı çizemeyeceğim, çünkü bana göre oldukça karmaşık bir şey
bu.)
“ O bir nesne
değil, benim uçağım. Gökyüzünde uçar.”
Ona
uçabildiğimi söylemekten de gurur duymuştum doğrusu. Bunun üzerine “ Ne?
Yani gökten mi düştün?” diye haykırdı.
“Evet dedim
alçakgönüllü bir tavırla.
“
Ah ne eğlenceli.” Sonra da
kahkahalarla gülmeye başladı küçük prens. Bu çok canımı sıkmıştı.
Talihsizliğimle alay edilmesinden pek hoşlanmam.
“ O halde sen
de gökyüzünden geliyorsun” dedi. “ Peki hangi
gezegenden?”
Bir şey
yakaladığımı anlamıştım ve hemen onu sorguya çektim.
“ Yani sen
başka bir gezegenden mi geldin?”
Ama soruma
cevap vermedi. Kibarca başını salladı. Bir yandan da bakışlarıyla uçağımı
inceliyordu.
“Bununla pek
fazla uzaktan geliyor olamazsın...”
Gözleri daldı.
Uzun bir süre sonra cebinden çizdiğim koyun resmini çıkararak bu yeni
hazinesini incelemeye koyuldu. Bu ‘ başka bir gezegen’ konusunda bana
kesin bir cevap vermemesinin merakımı nasıl artırdığını tahmin
edebilirsiniz. Tabii ki ben de daha fazlasını öğrenmeye çalıştım.
“
Nereden geliyorsun sen küçük dostum? Sözünü ettiğin bu ‘benim yaşadığım
yer’ neresi? Çizdiğim koyunu nereye götüreceksin?”
Geldiği gezegen
bir evden daha büyük değildi. Ama aslında bu beni pek de şaşırtmadı.
Dünya, Jüpiter, Mars ve Venüs gibi büyük gezegenlerin haricinde
isimsiz
yüzlerce gezegen olduğunu biliyordum. Bu gezegenlerin bazıları öyle
küçüktür ki, onları teleskopla bile fark etmek güçtür. Gökbilimciler
bunlardan birini keşfettiklerinde, ona isim yerine bir numara verirler.
Örneğin, ‘ Asteroid 325’ derler ona.
Küçük prensin geldiği
gezegenin Asteroid B-612 olduğunu zannediyorum. Böyle düşünmek için iyi
nedenlerim var. Bu asteroid yalnızca bir kez,
bir Türk gökbilimci tarafından 1909 yılında görüldü. Gökbilimci bu keşfini
bir Uluslararası Astronomi Kongresi’nde açıkladı. Ama tuhaf giysileri
yüzünden kimse ona inanmadı. Büyükler böyledir işte
Asteroid-B-612 hakkındaki bu açıklamaları sadece büyükler için
yapıyorum. Onlar şekillerden hoşlanırlar. Onlara yeni tanıştığınız bir
arkadaştan bahsetseniz, asla en önemli soruları
sormazlar. Size arkadaşınızın sesinin nasıl olduğunu, hangi oyunları
tercih ettiğini, ya da kelebek koleksiyonu yapıp yapmadığını hiçbir zaman
sormazlar. “ Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Babası kaç lira kazanıyor? “
gibi şeyler sorarlar. Ancak bunları bildiklerinde onu tanımaya
başladıklarını düşünürler.
Onlara “ Pembe
tuğlalardan yapılmış bir ev gördüm, pencerelerinin kenarında sardunyalar,
çatısında güvercinler vardı” diyecek olsanız, böyle bir evi hayal
edemezler. Onlara “ Yüz bin dolar değerinde bir ev gördüm “ demeniz
gerekir. O zaman “ Ah, ne kadar güzel bir ev ! “ diyeceklerdir.
İşte böyle. Bu
yüzden de onlara “ Küçük prens çok güzeldi, kahkaha atıyordu ve bir koyun
istemişti. İşte bunlar onun var olduğunun kanıtıdır “ deseniz, omuzlarını
silkecek ve size çocuk muamelesi yapacaklardır. Ama “ Onun geldiği gezegen
Asteroid B-612 “ derseniz,
size inanacaklar ve sorular sormaya başlayacaklardır. Onlar böyle işte. Bu
zayıflıklarından yararlanmak doğru olmaz. Çocukların yetişkinlere karşı
daima anlayışlı olmaları gerekir.
Ama yaşamı
gerçekten anlayan bizlerin, şekillere ihtiyacı yoktur. Hikayeme masal anlatır gibi başlayabilirdim. “ Bir
zamanlar bir küçük prens vardı, kendisinden pek de büyük olmayan bir
gezegende yaşardı ve bir arkadaşa ihtiyacı vardı “ diyebilirdim. Hayatı
gerçekten anlayan bizler, bunu daha gerçekçi bulurduk...
Her gezegende olduğu gibi, küçük prensin gezegeninde de
yararlı ve zararlı bitkiler vardı anlaşılan. Yararlı tohumları yararlı
bitkiler, zararlı tohumları ise zararlı bitkiler meydana getiriyordu. Ama
tohumlar görünmezdirler. Toprağın derinliklerinde uyurlar. Sonra bir gün
bir tanesi uyanmaya karar verir. Önce ürkek ürkek gerinir. Sonra yüzünü güneşe çevirmiş sevimli
bir filiz olarak çıkar ortaya. Bu haliyle tamamen zararsızdır. Eğer bu bir
turp filizi ya da gül fidanıysa, dilediği gibi
büyümesine izin verilir. Yok eğer yabani bir
bitkiyse, derhal sökülmelidir. İşte küçük prensin gezegeninde de böyle
zararlı tohumlar vardı. Bunlar baobap tohumlarıydı. Küçük
gezegenin her yerini istila etmişlerdi. Eğer bir baobap filizini zamanında
sökmezseniz, ondan bir daha asla kurtulamazsınız. Gezegenin her yerini
kaplar. Kökleri toprağın derinliklerine doğru ilerler. Eğer gezegeniniz
çok küçükse ve baobaplar da fazlaysa, o zaman gezegen patlayabilir.
“ Bu bir terbiye
meselesi “ demişti küçük prens daha sonraları. Sabahleyin kendi bakımınızı
yaptıktan sonra, sıra gezegenin bakımına gelir. Bunu büyük bir dikkatle
yapmalısınız. Küçük baobap filizleri gül
fidanlarından ayırt edilebilecek kadar büyüdüklerinde, onları
sökmelisiniz. Bu sıkıcı bir iştir, ama oldukça
kolaydır.”
Bir keresinde güneşin batışını tam kırk dört kez izlediğini
anlatmıştın bana. Sonra da şöyle demiştin: “ Bilirsin, insan çok mutsuz
olduğu zamanlarda güneşin batışını izlemeyi
sever.”
“ Peki sen mutsuz muydun? “ diye sormuş, ama yanıt
alamamıştım senden.
Beşinci gün,
küçük prensin yaşamıyla ilgili yeni bir sırrı daha keşfettim. Bu yine
çizdiğim koyun sayesinde olmuştu. Sanki bu konuyu uzun süre düşünüp
taşınmış gibi, aniden bana “ Koyunlar çalıları
yiyorlar, peki çiçekleri de yerler mi? “ diye
sordu.
“ Önlerine
gelen her şeyi yerler. “
“ Dikenli
çiçekleri de mi? “
“ Evet, dikenli
çiçekleri de.”
“ O halde dikenler...Dikenler ne işe yarar? “
Bunun cevabını
bilmiyordum. Uçağın motorunda sıkışıp kalmış bir cıvatayı sökmekle
meşguldüm. Uçağın bozulması canımı giderek daha fazla sıkmaya başlamıştı.
İçme suyum hızla azalıyordu ve ben durumun daha da kötüleşmesinden
korkmaya başlamıştım.
“ Dikenler diyordum...Ne işe yararlar? “ diye sordu yine. Küçük
prens, sorduğu sorunun cevabını almadıkça sormaktan vazgeçmiyordu. Bense
cıvatayı sökmekle meşguldüm ve aklıma gelen ilk şeyi söyleyiverdim: “
Dikenler hiçbir işe yaramaz. Çiçekler onları sırf kızgınlıktan
taşırlar.”
“ Ah, demek
öyle! “
Sonra kısa bir
sessizlik oldu ve ardından, biraz da kırgın bir sesle “ Sana inanmıyorum.
Çiçekler narin yaratıklardır. Saftırlar. Dikenlerinin korkunç olduğunu
düşünürler “ dedi. Cevap vermedim. O sırada kendi kendime şöyle diyordum:
“ Eğer bu cıvata yerinden çıkmamakta inat ederse, onu çekiçle
çıkaracağım.”
Ama
küçük
prens yine araya girdi : “Yani sen gerçekten çiçeklerin o dikenleri
kızgınlıktan taşıdıklarına mı inanıyorsun?”
“Hayır, hiçbir
şeye inanmıyorum ben. Öylesine söyledim. Şu anda önemli bir işim var.
“
Hayretler içinde
kalmıştı küçük prens.
“ Önemli bir iş
mi? “
Beni elimde
çekiç, parmaklarım motorun yağından simsiyah olmuş bir halde o çirkin
şeyin ( yani uçağımın ) üzerine eğilmiş gören küçük dostum: “İşte şimdi
tam da büyükler gibi konuştun “ dedi.
“ Milyonlarca yıldır çiçeklerin dikenleri var. Ve
milyonlarca yıldır koyunlar çiçekleri yiyorlar. Çiçeklerin hiçbir işlerine
yaramayan dikenleri neden büyüttüklerini anlamaya çalışmak gereksiz bir
şey mi? Çiçekler ve koyunlar arasındaki savaş önemsiz mi? O kırmızı
suratlı beyefendinin şemalarından daha ciddi ve daha önemli değil mi
bunlar? Ve evrende başka hiçbir gezegende yetişmediğini bildiğim bir
çiçeğim varsa ve küçük bir koyun onu bir sabah, ben fark etmeden, tek bir
ısırıkta yok ederse, bu önemsiz bir şey midir? “
Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Konuşmasını sürdürdü:
“ Eğer bir insan
milyonlarca yıldızın arasındaki tek bir gezegende yetişen bir çiçeği
severse, bu onu mutlu etmeye yetecektir. Çünkü yıldızlara baktığında ‘
Benim çiçeğim oralarda bir yerlerde ‘ diyebilir. Ama bu koyun çiçeğini
yerse, o zaman bütün yıldızlar aniden kararmış gibi gelir ona. Ve sen
bunun önemli olmadığını düşünüyorsun! “ Daha fazla konuşamamıştı, çünkü gözyaşlarına
boğulmuştu...
Akşam olmuştu.
Takımları bir kenara bırakmıştım. Herhalde çekicim, cıvatam, susuzluğum ve
ölümüm bana şu an olduğundan daha önemsiz gelemezdi. Milyonlarca yıldızın
arasında, bir gezegende, benim gezegenimde, rahatlatmam gereken bir küçük
prens vardı! On kollarıma aldım ve yavaşça salladım. “ Çiçeğin için hiçbir
tehlike yok. Koyununa bir ağızlık çizeceğim... Çiçeğin için bir çit
çizeceğim... Ben... Ben...” Ona nasıl ulaşacağımı, onu nasıl
rahatlatacağımı bilemiyordum. Bu gözyaşı seli öyle tuhaftı
ki...
Yoruldu ve
kumların üzerine oturdu. Ben de yanına oturdum. Kısa bir sessizlikten
sonra: “Yıldızlar çok güzel... Çünkü içlerinden birinde, şu an göremediğim
bir çiçek yaşıyor” dedi.
“Elbette” dedim.
Sessizce ay ışığının altındaki kum tepeciklerini
izledim.
“Çok de çok
güzel” dedi sonra.
Gerçekten güzeldi. Çölleri hep sevmişimdir. Bir kum
tepeciğinin üstüne oturursun. Hiçbir şey görmezsin. Hiçbir şey işitmezsin.
Sadece çölün o sessiz, gizemli
ışıltısını hissedersin.
“Çöl çok güzel”
dedi küçük prens, “çünkü bir yerlerinde bir kuyu
gizliyor.”
Bense çölün o
gizemli ışıltısının farkına varmış, şaşırmıştım. Küçük bir çocukken çok
eski bir evde otururduk. Burada bir hazinenin gizli olduğunu
anlatmışlardı belki de. Ama bu hikaye evimizi
büyülü bir ev yapmıştı. Benim evim, ruhunun
derinliklerinde bir sır saklıyordu...
“Evet,” dedim,
“ne bir evin, ne yıldızların, ne de çölün güzelliğinin nereden geldiği
bilinmez.”
“Benimle aynı
fikirde olmana çok sevindim” dedi küçük prens.
Uykuya dalınca, onu kollarıma aldım ve tekrar
yürümeye koyuldum. Çok duygulanmıştım. Sanki elimde çok narin bir hazine
taşıyordum. Hatta dünyadaki en narin şeydi bu sanki. Ay ışığında onun
solgun alnını, kapalı gözlerini ve rüzgarda
titreyen buklelerini seyrettim. Kendi kendime şöyle dedim: “Bu gördüklerim
sadece bir kılıftan ibaret. En önemli şeyi gözler
göremez.”
Ona bakarken dudakları aralandı ve uykusunda hafifçe
gülümsedi. “Burada uyuyan şu küçük prensin beni böylesine
duygulandırmasının nedeni, onun bir çiçeğe olan bağlılığı. Uyurken bile,
bu çiçeğe olan sevgisi tüm benliğini bir kandil gibi
aydınlatıyor.”
Şimdi daha da narindi
sanki. Kandilleri çok dikkatli korumalıyız. Şiddetli bir rüzgar onları söndürebilir.Böylece yürümeye devam ettim
ve gün ağarırken kuyuyu buldum.
“İnsanlar,” dedi küçük prens, “ne aradıklarını bilmeden hızlı trenlere
doluşuyorlar. Endişe ve telaşla, aynı yerde dönüp duruyorlar.” Bir an
durakladıktan sonra ekledi: “Çektikleri sıkıntıya değmez
bu.
Bulduğumuz kuyu Sahara Çölünün
bilinen kuyularından değildi. Sahara Çölü’ndeki
kuyular kumda açılmış çukurlardan ibarettir. Ama bizim bulduğumuz kuyu
kasabalardaki kuyulardandı. Oysa etrafta kasaba filan yoktu. Düş gördüğümü
sandım.
“Ne kadar garip”
dedim küçük prense, “her şey hazır durumda. Makara, kova, ip, hepsi
hazır.” Güldü. Makarayı çevirmeye koyuldu. Uzun süredir
çalışmamaktan paslanmış olan makara, inlemeye başladı.
“Duyuyor musun?” dedi
küçük prens. “Kuyuyu uyandırdık. O da şarkı söylemeye başladı...” Onun
yorulmasını istemiyordu. “Bana bırak” dedim.
“Senin için
fazla ağır.”
Kovayı ağır
ağır çektim ve kuyunun kenarına bıraktım.
Kovanın içindeki su hala titriyordu ve makaranın sesini hem kulaklarımda,
hem de titreyen suda duyabiliyordum. Güneşin titrek ışıltılarını
görebiliyordum.
“Bu sudan içmek
istiyorum” dedi küçük prens, “bana biraz su verir
misin?”
İşte şimdi onun
ne aradığını anlamıştım! Kovayı dudaklarına dayadım. İçerken gözleri
kapalıydı. Bir bayram şekeri kadar tatlıydı bu su. Diğer besinlerin
hepsinden farklıydı. Yıldızların altında yapılan bir yürüyüşten, makaranın
şarkısından ve kollarımın emeğinden dünyaya gelmişti. Kalbe faydalıydı.
Bir armağandı sanki. Küçük bir çocukken Noel’de aldığım hediyenin
güzelliği Noel ağacının ışıltısından, kutlamanın müziğinden, gülümseyen
yüzlerin sıcaklığından gelirdi.
“Senin yaşadığın yerdeki insanlar,” dedi küçük prens,
“bir bahçenin içinde binlerce
gül yetiştiriyorlar ve yine de aradıklarını
bulamıyorlar.”
“Doğru,
bulamıyorlar” dedim.
“Ve aslında
aradıkları şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda
bulabilirlerdi.”
“Evet, haklısın”
dedim.
“Ama
gözler göremez. İnsanın kalbiyle bakması gerekir.”
Sadece “Bugün
evime dönüyorum” diye fısıldadı. Sonra üzüntüyle ekledi: “Evim çok
uzakta... Oraya gitmek çok zor olacak...”
Beklenmedik bir
şey olacağını hissedebiliyordum. Onu bir çocuk gibi kollarımda sımsıkı
tutuyordum. Ama o sanki ellerimden bir uçuruma doğru kayıyordu ve ben bunu
engelleyemiyordum... Bakışları ciddiydi ve uzaklarda kaybolup gidiyordu.
“Bana verdiğin
koyun yanımda. Kutusu da yanımda. Ve ağızlığı
da...” dedi. Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüne. Uzun bir süre öylece
bekledim. Vücut ısısının giderek arttığını
hissediyordum.
“Küçük dostum
benim, sen korkmuşsun...” Elbette korkmuştu! Ama yavaşça güldü.
“Bu gece çok
daha fazla korkacağım” dedi.
Bir kez daha,
içimde onarılmaz bir acı duydum. Bu gülüşü bir kez daha duyamayacağımı
düşünmek bile istemiyordum. Buna dayanamazdım. Gülüşü, çölün ortasında bir
su kaynağı gibiydi benim için.
“Küçük prens,
gülüşünü tekrar duymak istiyorum” dedim.
Ama o bana :
“Bu gece, Dünyaya ineli tam bir yıl oluyor. Gezegenim, geçen yıl Dünyaya
indiğim yerin tam üstünde olacak bu gece.” dedi.
“Küçük prens,
lütfen bunun sadece kötü bir rüya olduğunu söyle bana” dedim, “şu yılan
hikayesinin gezegenine geri döneceğinin...” Ama
sorumu yanıtlamadı küçük prens. Onun yerine bana: “En önemli şeyi gözler
göremez” dedi.
“Evet,
biliyorum...”
“Su için de aynı
şey geçerli. Makaranın çıkardığı sesi hatırlıyor musun? İşte tam da bu
makara ve ip yüzünden, bana verdiğin bir yudum su müzik sesi gibi güzeldi.
Çok tatlıydı...”
“Evet,
biliyorum...”
“Geceleri
yıldızları izlersin. Benim yaşadığım yerde her
şey o kadar küçük ki, sana gezegenimi
gösterebilmem imkansız. Ama böylesi daha iyi.
Çünkü içlerinden birinde benim yaşadığımı bileceksin. Hepsini
seveceksin. Hepsi senin dostun olacak. Ve sana bir hediyem
var...”
Bir kez daha
güldü.
“Ah, küçük
prens! Benim sevgili küçük prensim. Gülüşünü duymak çok
güzel!”
“Aslında benim
hediyemdi bu... tıpkı su için olduğu
gibi.”
“Anlamıyorum...
“ Yıldızlar,
başka başka insanlara farklı şeyler ifade
ederler. Bazıları için sadece gökyüzünde titreyen ışıklardır. Yolcular
içinse, bir rehberdirler. Bilim adamları için fikir kaynağıdırlar. Şu
benim iş adamı içinse zenginlik. Ama herkes için sessizdirler. Sen
hariç...”
“ Ne demek
bu?”
“
Geceleri gökyüzüne baktığında, yıldızlardan birinde benim yaşadığımı ve
orada gülüyor olduğumu bileceksin. Bu yüzden sana sanki bütün yıldızlar
gülüyormuş gibi gelecek. Bütün dünyada yalnızca senin gülen yıldızların
olacak. “ Ve bunu
söyledikten sonra yine güldü.
“ Ve üzüntün geçtiğinde –çünkü zaman bütün acıları
iyileştirir- beni tanıdığına memnun olacaksın. Daima benim dostum olarak
kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Zaman zaman, sadece bunun için gidip pencereyi açacaksın...
Gökyüzüne bakarken güldüğünü gören arkadaşların buna çok şaşıracaklar. Sen
de onlara; “Ah, evet, yıldızlar beni hap güldürürler” diyeceksin. Onlar da
senin deli olduğunu düşünecekler. Görüyorsun, sana ne kadar kötü bir oyun
oynadım...” Ve bir kez daha
güldü.
“Aslında
ben sana bir sürü yıldız değil de, kahkaha atabilen bir sürü zil vermiş
gibi oldum.”
Yine güldü. Sonra ciddileşti. “Bu gece... biliyorsun... gelme...”
“Seni
bırakmayacağım.”
“Dışarıdan acı
çekiyormuşum gibi görünecek. Ölüyormuş gibi görüneceğim. Bunu görmeye
gelme. Hiçbir işe yaramaz bu...”
“Seni
bırakmayacağım” dedim Endişelenmişti.
“Sana böyle
söylememin nedeni, biraz da yılan yüzünden. Sana zarar vermemeli...
Yılanlar hain yaratıklardır. Zevk için insanı
sokabilirler.”
“Seni
bırakmayacağım” dedim.
Sonra birden
rahatladı. “Yılanlar sadece bir kez zehirleyebilirler, öyle değil mi?”
dedi. O gece yola çıktığını görmedim. Sessizce ayrılmıştı. Arkasından
koşup ona yetiştiğimde, hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü gördüm.
Bana:
“Ah!
Buradasın...” dedi. Ama sesi hala telaşlıydı.
“Gelmemeliydin.
Üzüleceksin. Öldüğümü sanacaksın, ama gerçekte ölmüş olmayacağım.”
Sustum.
“Anlaman
gerekiyor. Orası çok uzak. Bedenimi oraya
götüremem. Bunun için fazla ağır.” Hiçbir şey demedim...
“Boşalmış bir
deniz kabuğu gibi kalacağım...Bunda üzülecek bir
şey yok...” Cevap vermedim...
Bir parça cesareti kırılmıştı. Son bir gayretle;
“Biliyorsun, çok güzel olacak. Yıldızlara ben de bakacağım. Bütün
yıldızlar paslanmış makaraları olan birer kuyu olacak benim için. Hepsi
bana içecek su verecekler” dedi. Hiçbir şey
demedim.
“Çok eğlenceli
olacak. Senin beş yüz milyon tane küçücük zilin olacak; benimse beş yüz
milyon su kaynağım...”
Ve artık o da
hiçbir şey söyleyemedi, çünkü gözleri yaşlarla doldu. “İşte burası. Bırak
yalnız devam edeyim.”
Oturdu, çünkü
korkuyordu. Sonra; “Biliyorsun... Bir çiçeğim var... Ona karşı sorumluyum.
O öyle narin, öyle masum ki... Kendini koruyabilmesi için sadece dört
küçük dikeni var...”
Ben de oturdum.
Daha fazla ayakta duramamıştım. “İşte...” dedi, “Hepsi bu...” Biraz
tereddütten sonra ayağa kalktı. Ben hareket edemedim.
Ayak bileğinin
çevresinde sarı bir ışık vardı, başka hiçbir şey yoktu. Bir an hareketsiz
durdu. Hiç bağırmadı. Bir ağaç gibi, yavaşça düştü yere. Yer kum olduğu
için, düşerken en ufak bir ses bile çıkmamıştı.
O günden bu yana tam altı yıl geçti. Bu hikayeyi daha önce kimseye anlatmamıştım. Uçağımı
onarıp geri döndüğümde, çevremdekiler hayatta olduğum için çok
sevinmişlerdi. Bense üzgündüm ve onlara yorgun olduğumu söylemiştim.
Şimdi acımın bir kısmı
dinmiş durumda. Yani tamamen değil. Gezegenine geri döndüğünden eminim,
çünkü gün ağarırken bedenini hiçbir yerde bulamamıştım. O kadar da ağır
bir vücut değildi onunki. Şimdiyse, geceleri yıldızları dinliyorum. Sanki
beş yüz milyon tane küçük zil, oradan bana gülüyor.
Ama beni
kaygılandıran bir şey var. Koyununun ağzına bağlaması için çizdiğim
ağızlığın kayışlarını çizmeyi unutmuşum. Yani, onu hiç kullanamayacak. Bu
yüzden de gezegenine vardıktan sonra neler olduğunu çok merak ediyorum.
Belki de çizdiğim koyun çiçeği yemiştir...
Bazen kendi
kendime: “Kesinlikle yememiştir! Küçük prens çiçeği her gece camdan
korunağıyla kapatmış, koyunu da dikkatle izlemiştir” diyorum. Böyle
düşününce mutlu oluyorum. Ve bütün yıldızlar bana gülüyorlar. Ama sonra:
“Herkes zaman zaman dalgın olabilir. Ya küçük
prens bir gece camdan korunağı çiçeğin üstüne geçirmeyi unutursa ve koyun
da sessizce yerinden çıkarsa...” diye düşünüyorum. O zaman benim küçük
zillerim kahkaha yerine gözyaşlarına boğuluyorlar.
Bu gerçekten
büyük bir sır. Sizler gibi, benim gibi küçük prensi sevenler için, evrenin
kim bilir neresindeki bir koyunun bir çiçeği yemiş ya da yememiş olması
çok önemli bir şeydir. Gökyüzüne bakın. Kendinize “Acaba koyun
çiçeği yedi mi, yemedi mi?” diye sorun. Bakın her şey nasıl da değişiyor.
Ve bunun neden bu kadar önemli olduğunu büyükler asla
anlayamazlar...
Benim için bu,
dünyanın en güzel ve en hüzünlü manzara resmi. Bir önceki resme çok
benziyor ama unutmamanız için bir kez daha çiziyorum. Küçük prensin
Dünyaya indiği ve ayrıldığı yer işte burası.
Lütfen resme
çok dikkatli bakın ve onu hafızanıza iyice yerleştirin. Eğer bir gün
yolunuz Afrika’ya düşerse ve Sahara Çölü’nü
geçerseniz, işte tam bu noktaya geldiğinizde lütfen biraz durun. Eğer
küçük bir çocuk size doğru gelirse, size gülerse, altın sarısı bukleleri
varsa ve hiçbir sorunuzu yanıtlamıyorsa, onun kim olduğunu tahmin
edersiniz. Lütfen bana bu iyiliği yapın. Beni merakta bırakmayın. Onun
geri döndüğünü haber vermek için
bana hemen yazın...
Antoine de
Saint-Exupery |