Hani
eskiden kayık salıncaklar vardı çocukluğumuzda..
Var
mıdır 70 li yıllarda çocuk olup da çılgınca kahkalar atıp
düşlere kürek çekmeyeniniz sallanırken... Hızlandıkça dışardan
gelen sesler daha bir uzaklaşır sanki kulaklarınızdan...
Bulutları yakalarsınız, güneşe dokunursunuz, kuşlarla
yarışırsınız... Bazen de binersiniz bir gökkuşağının sırtına
kayıverisiniz aşağılara doğru...
Artık herşeyin sanal, herşeyin
durağan olduğu fizikte hareket kabiliyetimizi elimizden alan
teknoloji sanki çiviledi bizi yerimize... Sanki düşlerimize
bile başkaları karar veriyor ve biz de buna izin veriyoruz...
Bir tembelliktir çöktü üzerimize, ölü toprağı serildi sanki
kayboldu heyecanlarımız altında...
Hareket ettiğimizde ise hep
başkalarının yapamadıklarını görür olduk... Hatta o kadar
ileri gitti ki paranoyamız; bize pozitif yaklaşana daha bir
şüpheyle yaklaşır olduk, bizden ne beklentisi, ne çıkar
düşüncesi var diye... Çağın gereği bu dedik herkese güvenmemek
gerek dedik, aman çok dikkatli olmak gerek dedik, sakladık
kendimizi nicklere, sahte isimlere... Hiç ortada olmamayı da
yediremedik kendimize, gizlendik, gözetledik ve yorumladık
kendimizce... Çok korktuk nedense?
İlişkileri irdeledik
özgürlükleri gözetmeksizin... Yakıştırmalar yaptık sormadan,
soruşturmadan... Yanlış anlaşılma korkusuyla ifade edemez
olduk gerçek benliğimizi, korkusuzca ifade edene de kulp takar
olduk... Öyle ya bu zamanda bu kadar serbest ve pervasız
olmak... Mazallah neler yakıştırılmaz insana...
Salıncağımın
yeryüzüne yakın ucundayım, görünenler bunlar... Olduğu gibi
kabul etmeli elbette, değiştirmek kimin haddine... Hani iki
dünya dedim ya başlıkta, işte burası alt dünya...
Haydi
salıncağım şimdi uçur beni yukarılara yükselt bulutlardaki iç
dünyama..
Nasılda karıncalar gibi ayrıntılarla
takılıp uğraşıyoruz aşağıda... Sanki robotlar gibiyiz,
koşuyoruz sürüler halinde... Belli oluyor salıncağı
unutmayanlar beyaz noktacıklar halinde... Nasılda parlıyorlar
o simsiyah sürünün içinde.. Oysa ki herkesin bir salıncağı
var, var da o eskidenmiş şimdi binilirse o salıncağa herkes ne
der sonra... Kimse kimseden daha fazla donanımlı değil
aslında... Sadece iç dünya ile bağlantısını koparmış olanlar
var, kent kuytularında gizlenen... İç dünyalarını ortaya
döktüklerini sanarak kendi kendine açtıkları yaralarının
cerahatlarini kusuyorlar bencilce... Çünkü kendilerini
sevmiyorlar, çünkü kendilerini hep altedilmiş ve yenik
görüyorlar...
Sihirli bir flüt çalmaya
başlıyorum... Namelerin içinde ışıltılarla... Dökülüyor
yıldızlar taç oluyor başlara... Farkedene ne mutlu diyorum...
Yükseliyor daha bir sürü salıncak bu büyülü müzikle... Bir
bakıyorum ki yanımda nice salıncaklar, göz alabildiğince...
Kuruluyor evrensel orkestra...
Orada ne kadın var, ne erkek, ne
çocuk, ne yaşlı... Orada sadece çeşitli enstrümanların
katıldığı tek bir orkestra var ve çalınan hep aynı nota...
Şarkımız tek, aşkımız tek, hizmetimiz tek...
Ama alt dünyayı
değiştirmek mi kimin haddine...
Hepimiz inmek zorundayız salıncağın
öbür ucundaki dünyaya, uğraşmalıyız yaralarımızla,
çöplerimizle... Fakat sakınarak yanımızdakini kirletmekten,
bulaşıcı olmaktan....
En önemlisi salıncaktan inmeden,
yalpalamadan, yalpalatmaya çalışmadan hiç kimseyi, zamanı
geldiğinde almak Evrensel Orkestra'daki yerimizi...
Ve bakış açımız önemli... Neden mi ?
İşte bir soru, cevabı içinde gizli....
Hangi dünya gerçek ?
Çocuk saflığında, gençlik heyecanında,
orta yaş olgunluğunda ve yaşlılık bilgeliğinde olan iç
dünyamız mı?
Yoksa maskeler takıp rol yaptığımız
hatta bazen korkakça pusuya yatıp sadece can yakmak için
ortaya çıktığımız dış dünyamız mı?
Ben doğru cevabı bulmak için
salıncağımla yukarı çıkıyorum...
Gelen var
mı ?...
|