Felsefe

WWW.ASTROSET.COM

MESNEVİDE GELİŞİM ve DEĞİŞİM KAVRAMLARI

Yayına Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER

   Yakın ve uzak çevremize baktığımızda her şeyin zaman içinde değiştiğini, hele son yıllarda bu değişimin hızlanmış olduğunu fark etmemek olası değil. Günler, haftalar, aylar, yıllar hızla akıp gidiyor. Zaman akışına dayanmak zor. Toplumsal yaşamda değer yargıları, nesiller arası anlayış farkları ve hattâ bundan doğan sürtüşmeler, çatışmalar, ayrılıklar. Bu genel değişime ayak uyduramayanların rahatları kaçıyor, uyumsuz düşünüyorlar ve değişim olmamasını istiyorlar, yeniye yenileşmeye karşı çıkıyorlar, atâletin ve alışkanlıkların rahatlığı / rehâveti onları yerinde saydırıyor. Oysa değişimi ve gelişimi / yenileşmeyi durdurmak bir yana, varlıklar birbirinin gelişimine ve değişimine araç olmuş durumda. “İnsan insanın kurdudur.” demişler. “Kimsenin çerağı (lambası) sabaha kadar yanmaz” bile demişiz. “Yalancının mumu…” daha yaygın olarak bilinir. Yani bu değişim / gelişim akışı içinde statükoyu korumak “kabuklar içinde sabitleşip kalmak”  kolay kolay olası değildir. Durmak, bir bakıma gerilemek oluyor, çünkü evrensel tekâmül kervanı için durmak yok. Sâdece toplumsal ve dünyasal değil, evrensel tekâmül kervanı ağır ağır (Tedric Yasası) ama sürekli olarak merhaleden merhaleye hiç durmadan ilerliyor. Bu gidişe karşı koymak hiçbir varlığın harcı değil; karşı koymak şöyle dursun, atâlete düşmenin ve tembelleşmenin bedeli ağır oluyor: Belli bir performansı yeniden yakalamak için ıstıraplı eprövlerden (yaşam sınavı ve sınanmalarından) geçmek gerekiyor. Bu da yetmiyor, gelişim / değişim ve yenileşme performansını arttırmak, onu sürekli duruma getirmek gerekiyor…

  Bu yazımızın ana temasını oluşturan “gelişim”, “değişim” sözcükleri birbirini tamamlar gibi; Geliştikçe değişiyoruz, değiştikçe gelişiyoruz. Elbet burada değişimi (evrilmeyi) olumlu yönde alıyoruz. Elbetteki geçici bir süre için de olsa, yozlaşmaya / dejenerasyona doğru değişim de olur. Varlık zaman, mekân koşullarının gerektirdiği şuurlanma ve aydınlanma düzeyini tutturamazsa, deforme olması doğaldır ama bu deformasyonu ilâhi bir sinyal olarak kabul edip, bir üst düzeye yükselme amaçlı olarak idraklenme cehtini arttırması gerekir. Bu tavırlanma içine belli bir sürede giremez, çağlar boyu sürüp gelen anımsatma ve uyarılara da aldırış etmezse; söz konusu deformasyon, dejenerasyona dönüşür ve yenileşmek / değişmek sıkıntılı eprövleri gerektirir. Bu talihsizliğe uğramamak için, “Yeşermek tazelenmek ve yenilenmek gereklidir.” diyor M. Celaleddin: “Sen Cebrail’in atının toprağı olursan; yeşerir, tazelenir ve yenilenirsin.”  

  Burada “Cebrail” ile simgelenen Yukarı’nın rahman ve rahim olan şuurda uyandırıcı tesirine açık olmak, bu yardımı alabilecek temiz ve arındırılmış bir içsel zemine sâhip olmak önem kazanıyor. Cebrail, varlık katmanlarına bilgi aktaran haberci sistemdir. Cebrail Sistemi’nin haberleri ve irşâd edici tesiri; Peygambere vahy olarak indirildiği gibi, medyomlara ruhsal tebliği, medyomluk yeteneği olmayan biz sıradan bireylere de ilham, sezgi ve içe doğuşlar olarak gelmektedir (Şura 51, Meryem 19, Kasas 7, Taha 38). Bunun için gerekli ve yeterli koşul vicdan kanalımızın açık olmasıdır. Vicdan kanalımız bizleri  öz benliğimize, oradan ruhsal planımıza (asıl ailemize / dostlarımıza) ve oradan da sonsuz yüceliklere bağlayan göbek kordonumuzdur. Vicdan kanalının önündeki biricik engel de kendi nefsaniyetimizdir. Dolayısıyla nefsimizi, kendini tanıma uygulamaları kapsamında; edeplendirip, kontrol altına alıp, ne kadar inceltebilirsek vicdan kanalımız o kadar rahatlamış olur. Kaba nefs, atâlete ve alışkanlıklarla gelen rehâvete yatkındır; yenilikler, yenileşmek dolayısıyla değişip, gelişip, değer kazanmak onun için zahmet verici ve istenmeyen durumlardır. Bu nedenle “Nefsin istemediğini, yapma dediğini yapmakta yarar vardır.” denmiştir. Görülüyor ki, M. Celaleddin’in dediği gibi “yeşermek, tazelenmek, yenilenmek” için önce “nefs engeli” ni halletmek gerek. Bunda başarı giderek “Cebrail’in atının toprağı olmak” sembolizminde anlamını bulan ve içsel zeminin arındırılıp paklanması anlamına gelen makbul bir durumdur. Adem Peygamber’den bu yana, tüm dinsel ve inisiyatik öğretilerin amacı, tüm ibâdet şekillerinin hedefi ve özü bu olmuştur. Çünkü bu; gelişimin, değişimin ve giderek değer kazanmanın, evrensel gelişim kavramında iyi bir yolcu olmanın, Yukarı’nın Şuurda uyandırıcı (kıyam ettirici) rahman ve rahim etkisine uyumsuz düşmemenin çâresidir. Bu çalışmamızın ana teması olan “gelişim”  ve “değişim” kavramlarının MESNEVİ’de nasıl ele alındığına geçmeden önce, bu kavramların Kur’an ayetlerinde nasıl ifade bulduklarına bakalım:

Kur’an’da “Gelişim” ve “Değişim” Kavramları

  ALLAH bizden açıkça; gelişip, değişip, değer kazanmamızı istiyor, bizi cennetine dâvet ediyor ve evrenlere yönelik işlerini bizimle birlikte yürütmek istiyor. Bakın, birkaç Kur’an ayetinde ALLAH’ın bu buyrukları nasıl ifade bulmuş: ALLAH bizlerin “karanlıklardan aydınlığa çıkmamızı istemekle de kalmıyor, bize “destek veriyor”(Ahzâb 43). Dahası gelişmemizi ve cennetine girmemizi istiyor (Bakara 221). Kur’an, “Ey iman rahipleri, ALLAH’ın yardımcıları olun!” diyor (Saff 14). ALLAH’a yardımcı olmak ve  hatta giderek, O’na daha iyi yardımcılar olma liyakatimizi arttırmak (Muhammed 7), bir bakıma; gelişip değişip insanlaşmanın gereği olmaktadır. O’na bu anlamda yardım ettiğimiz oranda kendisinin de bize yardımcı olacağını da Hac 40’ta görüyoruz.

  Tezahürat ortamında gelişim ve değişimin sanki bir zorunluluk olduğunu, yani gelişmemek diye bir özgürlüğümüz olmadığını; bununla da kalmayıp, bu olgunun tedrîcen ama sürekli olduğunu yukarıda belirtmiştik. Şimdi biraz daha ayrıntılara girip, bunun nasıl olduğuna bakalım. Konunun nasılına yöneldiğimizde, bazı başka kavramları gözden geçirmemiz gerektiğini görüyoruz. Gelişim ve değişim bağlamında (Mesnevi’de) şu kavramların izini süreceğiz: Realiteler, gelişim araçları, yaşam sınavları, tedric, enkarnasyon, şuur, idrak ve nefs (aniyet)

Realiteler ve Gelişim

  Âlemlerden oluştuğunu bildiğimiz bir evrende; varlıkların “gelişim tırmanışı”; o evrenin son olanaklarıyla sınırlı olan ünite’ye gelene kadar sürer (1). Bu noktada buraya ulaşmış olan bir varlığın idraki, Ünite’den geçerek evrene yayılan “ışık huzmesi” nin içerdiği tüm gereklere uyum sağlamış demektir. Varlığın gelişimi ve bağlı olduğu ruha hizmeti bakımından bu makbul oluşum, evrensel yardımlaşmaya ve dayanışma temelinde, tedricen (yavaş yavaş ve bilgiyi hazmede hazmede) ortaya çıkar. Ünite’den süzülüp gelen ve evrene nüfuz etmiş olan Asli İlke’nin gereklerine uyum kapsamında belirli idrak düzeylerindeki varlıkların işbirliğini gerektiren sürekli iletişimin / etkileşimin doğal sonucudur bu güzel durum. Bu, evren kapsamlı ve evrenin Ünite’sine doğru varlıksal gelişim organizasyon ve kadrolaşmadan oluşan hiyerarşik ve skalatik bir yapılanma içinde evren boyunca Ünite’ye kadar tedricen sürüp gider. Bir evren bu varlıksal organizasyon ve kadrolardan oluşmuştur. idrak ve gelişim düzeylerine göre skalatik bir yapılanma içinde oluşmuş bu kadrolar evrendeki tüm oluş ve akışların yürütülmesinde, elbette ki evrende geçerli yüksek gereklere bağlı evren kapsamlı mekanizmalarda vazifelenmesi gereken organizasyon sistemlerinin zorunlu bir sonucudur. Evren kapsamlı “Kader Mekanizması” nın işlemesi de belirli kadrolar içinde kurulmuş organizasyon sistemlerinin etkinlikleriyle düzenlenir (2).

  Evrenin bu yapılanmasına (organizasyon sistemlerine) enkarne varlıkların hazırlık aşaması toplumsal (mâşeri) yaşamda başlar. Beşerî yaşamın bireyleri olan enkarne varlıklar belirli realite düzeylerindedirler. Böyle bir toplumsal yapılanma içinde, her biri farklı realiteye sâhip varlıklar, görünen / görünmeyen düzeyde sürekli iletişim ve etkileşim içinde gelişerek değişerek ve değer kazanarak bir üst realiteye “yükselme” gayreti içindedirler. Belirli bir realite basamağında (düzeyinde) bulunan bir kimse için bir üst realite sanki “perdelenmiş” durumdadır ama varlık idraklenme cehti içinde şuurlanarak (aydınlanan kişi için) söz konusu “perde” giderek şeffaflaşır. Bir maddesel gelişim ortamı olan dünyada realiteler hiyerarşisi (basamaklaşması) boyunca varlıklar, gelişerek, değişerek ve şuurlanarak, dünya üstü gelişim düzeyine (Yarı Süptil Arasat) (3) girme liyakatini kazanmaya çalışırlar.

  Bu çalışmamızın ana teması olan gelişim / değişim ve değer kazanma kapsamında irdelediğimiz hiyerarşik /skalatik yapılanma ve realiteler konusuna, ağırlıklı olarak Sadıkla Planı Tebliğleri’nde gördüğümüz ruhsal planlar açısından da baksak, durumun farklı olmadığını görüyoruz: Bir ruhsal plan, plan katmanlarından oluşmuştur ama bu yapı, kesin bir tabakalaşma şeklinde birbirinden ayrılmış ve kopuk değildir. Bir plan katmanında bulunan varlıklar idraklenme ve şuurlanma cehti içinde bir üst katmana ulaşmaya çalışır ama bir alt katmandan da tamamen kopmuş değildirler. Bu katmanlar, toplumsal yaşamdaki beşeri realite basamaklarına benzetilebilir. Bir üst plan katmanı bir alta göre bir bakıma “perdelenmiş” durumdadır. Bugünkü ruhçu kültürümüzün önemli bir kısmını oluşturan Sadıkla Planı bile kendi yapılanmasını söz konusu kademeleşme ile açıklamıştır. (bkz. Celse 55, Kademe 6, giriş kısmı).

Hiyerarşik Yapılanmadaki Kademeleşme

  Yukarıdan beri irdelemeye çalıştığımız hiyerarşik yapıdaki kademeleşmenin “perdeleme” olarak ele alınışı Mesnevi’de de görüyoruz:

 Hakkın nurunda 70.000 perde vardır. Onun ışığında, nur ve zulmet aydınlanır. Veli de, ondan yanan bir kandildir. Gerçi nur, o kandilden alınmıştır ama nurun içinde de kıyassız dereceler vardır. Her perde bir kavmin makamıdır. Orada cemaat ve imam saf saftır. Son  saftakiler gözlerinin zayıflığından, öndekilerin nuruna bakmaya dayanamaz. İkinci saf da  daha önceki safa, gözlerinin zayıflığından bakmaya dayanamaz. İlk saftakilerin yaşamı olan  aydınlık, şaşının can derdi ve felaketidir. Yavaş yavaş şaşılık gider; o, 700 perdeden bakmaya başlar.”

  Yukarıdan beri sözünü etmeye çalıştığımız skalatik yapılanmayı ve bu hiyerarşik yapılanma içinde; varlığın gelişim düzeyi arttıkça, perdelerin / perdelenmelerin engel olmaktan çıktığını görüyoruz. Söz konusu derecelenme (süptilden kabaya doğru ) ve gradüel yayılış Hakk’ın Nuru’nda da vardır. O’nun Rahman ve Rahim olan tesiri ki bunu, evrensel câzibe etkisi olan Sevgi Enerjisi olarak da alabiliriz, kaynağından maddenin derinliklerine doğru giderek kabalaşarak yayılır ve her şeye nüfuz etmiş durumdadır. Dizelerde kandile benzetilen veli (gerçek veli, “Rahmanın Evliyası”- Yunus 62) ışığını O’nun nurundan alır. Esasında Hakk’ın Nuru tüm tezahürat ortamına ve oradaki varlıklara sinmiş / nüfuz etmiş durumda olduğu için, herkes ve her şey o nurun hedefi durumundadır. Ama bireyin kandil olup ışıması, çevresini aydınlatmaya başlaması onun gelişmişlik / şuurlanmışlık durumuyla ilgilidir. Kişi idraklenme ve şuurlanma cehti içinde geliştikçe (beşeri zaaflardan ve kusurlardan arınıp “insanlaştıkça” ) Hakk’ın nurunun bünyeden daha çok geçirip, çevresini aydınlatmaya yani “kandil gibi ışımaya” başlar. Bu ışımayla, “nur ve zulmet” (iyi ve kötü) aydınlanıp ve iyice görünür duruma gelir. Aslında bu, ALLAH’ın bilgisinin iyi ile kötüyü belirleyici ya da iyiyi kötüden ayırt edici etkisidir. Bu şekilde, Hakk’ın Nuru ile birey giderek aydınlandıkça; kötüden daha etkili ve isâbetli bir şekilde sakınır ve korunur, iyiye yönelir duruma gelir. Bu makbul durum ve oluşum, bireyin idraklenme ve şuurlanma ile realite basamaklarında “yükselmesi”dir. Birey realite basamaklarında ve tekrar tekrar doğuşlar / bedenlenmeler silsilesi  içinde geliştikçe (bir “kandil” olarak ışıdıkça) Hakk’ın Nuru’nu daha çok alır ve yansıtır duruma gelir. Bu son cümlemiz, başka türlü bir söylemle şöyle de kurulabilir: Kişi gelişip şuurlandıkça, Hakk’ın Nuru’nu daha yüksek titreşimlerine uyum sağlar (rezone olur). Bu çalışmamızın ana teması olan; gelişmek, değişmek, evrilerek değer kazanmak da bundan başkası değildir.

  Yeniden Mesnevi’ye dönerek; ele aldığımız dizelere dikkatinizi çevirirsek, “nurun içinde kıyassız dereceler” olduğu gibi “derecelenme” dünya beşeriyetinde de vardır ve “Her perde bir kavmin makamı” dır. Yani kavimlerin (toplumların) ortalama bir realite düzeyleri vardır. Sanki tüm dünya beşeriyeti realite basamaklarına dağılmış durumdadır. Bu dağılımın teknolojik üstünlükle ve genel refah düzeyi ile ilgisi yoktur, ama beşeri varlıkların şuurluluk / gelişmişlik düzeyleriyle çok yakından ilgisi vardır. Yeni dünya beşeriyetinin gerçek derecelenmesi, realite basamaklarına dağılımı insanlaşma düzeylerine ve Hakk’ın Nuru’yla olan bağlarının / uyumlarının sağlamlığına bağlıdır. Bu bağ ve uyum durumu Kur’an’da “ALLAH’ın ipi”  ve “en sağlam kulp” olarak ifade bulmuştur (Bkz. Bakara 256, Ali İmran 103). ALLAH’a yakın olmak” da bundan başkası olmasa gerek ve ALLAH’a yakın olmanın güzelliği Ali İmran 14’te anlatılıyor: “…varılacak yerin en güzeli ALLAH’ın yanındadır.” 

  Mesnevi dizelerinde geçen “perde” simgesini, realite basamakları arasındaki “yükseklik” farkı (titreşim farkı, süptillik düzeyi) olarak alabiliriz. Her basamak sanki perdelerle birbirinden ayrılmış gibi… Dünyanın günümüzdeki genel görünümüne ve olup bitenlere baktığımızda, nüfus yoğunluğunun ortalarının altındaki basamaklarda fazla olduğunu ve bu yoğunluğun üst basamaklara doğru azaldığını görmek zor olmasa gerek. Çünkü yazımızın akışı içinde yer yer değindiğimiz gibi, realite basamaklarında yükselmek, gerçek / varlıksal anlamda değer kazanmak ve insanlaşmak, idraklenme cehti içinde şuurlanmayla olasıdır. Bu başarıyı elde etmek Hakk’ın Nuru ile aydınlanıp “kandil olmak”  bu zor gelişim koşullarında hiç de kolay değildir. Bundan dolayı o üst basamaklarda bulunanların sayısının (dünya nüfusuna oranla) çok az olması son derece doğaldır ve dünya düzeyinde büyük ölçüde “insanlaşmış” ve (yazımızın girişinde sözünü ettiğimiz) Yarı Süptil Arasat’a (Sevgi Planı’na) geçmeye aday düzeyine gelmiş olan o yüce varlıkların o basamaklarda bulunmaları onların en doğal hakkı ve yaşamlar boyu elde ettikleri öz bilgi birikimlerinin doğal sonucudur.

“Perdelenme” ve “Körlük”

  Yine incelemekte olduğumuz Mesnevi dizelerine dönerek diyebiliriz ki, o en üst basamaktakiler “ilk saftakiler” dir. Onların oradan beşeriyete (alt basamaktakilere) ve dünya ortamına bakışlarında “perde engeli” yoktur. Ama arka saftakilerin (aşağı basamaktakilerin) ön saflara doğru bakışlarında (o da akıllarına gelirse…) “perdeleme” ve “körlük” söz konusudur. Onlardan bazıları (biraz gelişmiş, orta basamaklara doğru ilerlemiş olanlar) başlarını kaldırıp baksalar da görecekleri şey, göz kamaştırıcı bir ışıktan başka bir şey olmayacaktır. Bu anlamda “körlük” Kur’an ayetlerinde de geçer. Bu gibiler aynı zamanda “sağırdırlar” çünkü uyarı ve anımsatmalara karşıda “kulakları tıkalıdır” (Bu konuda birkaç ayet; En’am 104, A’raf 179, Enbiya 44, Yunus 42+43, Yusuf 105). Söz konusu “körlük”  ve “sağırlık” derece derecedir (gelişmişlik düzeylerine göre) ve her realitedeki birey için geçerlidir.

  Bu “körlük” ün konusu olan şeye / eşyaya daha genel anlamda “gayb” demek de olasıdır. Göremediğimiz şey, vardır ama bizim için yoktur/gizlidir. Bu nedenle, varlıklar ne kadar gelişirse gelişsin , onlar için “gayb” denen bilinmeyenler hep olacaktır. Bilinmeyenlerin bilinir duruma gelmesi idraklenme ve şuurlanmayla olasıdır ve bunun da sonu yoktur. Tüm bilinmeyenleri bilen de; “alîm” ve “rahman” olan ALLAH’tır(4). Görünmeyenin görünür, gaybın (bir kısmının) bilinir olması hep bu “körlük” ün ve “şaşılığın” ortadan kalkmasıyla olasıdır.

  Dünya realite basamaklarının yukarılarında olanlar (Mesnevi söylemiyle “ön saflardakiler” ) aydınlanmış insanlardır, aydınlık içinde yaşarlar. Burada “aydınlık içinde yaşamak” tan, “yarı idrakli beşeri yaşam”ın üst düzeylerini kastediyoruz. Dünya ortamı, varlıklar için yarı idrakli gelişim uygulamalarının yapıldığı bir yerdir. Dünya bu durumuyla yarı idrakli hidrojen aleminin son duraklarından birisidir(5). Dünyadan (hidrojen âleminden) sonraki gelişim ortamı Sevgi Planı’dır (yarı süptil âlem, Arasat). Dolayısıyla dünya beşeriyetinin “ön saflarındakiler” dünya gelişim okulunu (dolayısıyla hidrojen âlemini) bitirmek üzere olan aydınlanmış varlıklardır. Böyle bir aydınlanmış yaşam şekli alt basamaktakiler (“arka saftakiler” için bir hedeftir ama ön saftakilerin aydınlığı (ışımaları) arka saftakiler için gözleri kör edici bir tehlikedir, karanlıklarda yaşamaya alışmış yarasa için gün ışığının; tehlike değilse bile rahatsız edici oluşu gibi…Bu durum, irdelemekte olduğumuz Mesnevi dizelerinin son kısmında şöyle ifade bulmuştu: “ilk saftakilerin yaşamı olan aydınlık, şaşının can derdi ve felâketidir. Yavaş yavaş şaşılık gider ve o, 700 perdeden bakmaya başlar.”  Aydınlanmış olan, dolayısıyla büyük ölçüde “insanlaşmış” beşerî varlıkların Kur’an öğretisindeki karşılıklarından birkaçı şöyledir ve bu kimseler ALLAH’ın sevdiği kullardır: “Sözü dinleyip de en iyisine uyanlar” (Zümer 18), “Söz ve ahitlerini asla değiştirmeyenler”  (Ahzab 23), “sahip olduklarından verenler ve sakınanlar” (Leyl 5), “Rabb’in nimetini söz ve fiilleriyle dile getirenler” (Duha 11), “Bilim ve hikmette derinleşmiş olanlar” (Maide 44), “Barışa ve hayra yönelik iş yapanlar” (Enbiya 94).

  Mesnevi dizelerindeki “şaşılar / şaşılık” tan maksat, illüzyonel düalitenin etkisinden kendini kurtaramamış basiretsizler olabilir. Bencilce bir câhillik içinde olanlar, kendi idrak ve bilgi çaplarını büyütememiş olanlar ile ahlâki, madde hırsını ve açgözlülüğün ipoteğine sokmuş zenginler (Kur’an söylemiyle “servet şımarıkları” Rum 38, Maide 104). Mevlana Celaleddin’in önerdiği “şaşılık” sembolizminde anlamını bulan durumda yaşayanlar, bir bakıma ALLAH’ın sevmedikleridir ve bu gibiler için Kur’an’da gördüğümüz söylemlerden birkaçı şöyledir: “Antlaşmalarından sonra yeminlerini bozanlar” (Tevbe 12) “Arzularını ve bireysel kabullerine ilâh edinmiş olanlar” (Casiye 23), “Bilgiden nasipsizler ve bâtıla sapanlar” (Yunus 89, Ankebut 48), Bilip durdukları halde gerçeği gizleyenler” (Bakara 120), “Bozguncular”  (Şuara 151, Maide 64), “Büyüklük taslayanlar” (Sebe 32, Mü’minun 66+70), “Doğru yolu göremeyen körler” (Yunus 43, Zühruf 40), “Dünya yaşamı tarafından aldatılmış olanlar” (En’am 70, A’raf 51, Maide 57) , “Mal ve evlat çokluğuyla övünenler”(Hadid 20, Tekasür 1+4) Bu gibilerden topluma yönetici olanların, seçimlerle de olsa işbaşına geldiklerinde ne gibi basiretsizliklerin sergilendiğini tarih boyunca gördük, günümüzde de üzülerek görüyoruz. M.Celaleddin, Mesnevi’sinin başka bir yerinde; bunlar gibi, insandan utanmaz ALLAH’tan korkmazlara şöyle sesleniyor: “Ey Hakkı inciten ve ey şeytana tapan!” Bu hitapta, “şeytana tapan” söyleminden, “nefsini ilahlaştırmış, nefsinin güdümünde ceset olarak yaşayanlar”ı (Mücadile 19+20) anlıyoruz. M.Celaleddin’in bu hitabında gördüğümüz “Hakkı inciten” söylemini tuhaf karşılayan ve “ALLAH’ı incitmek nasıl olur?” şeklinde düşünenler olabilir. Neden olmasın, ALLAH’ın bizden beklediklerinin tersine hareket ettiğimiz zaman, O’nu incitmiş (yani İlâhî İrâde Yasaları’na) ters düşmüş olmaz mıyız? Gerçi bunun sonucuyla karşılaşır ve bedelini (Sebep – Sonuç Yasası’na göre) öderiz ama “Hakk’ı inciltmek / üzmek” anlamına gelen bu durumla karşılaşmak sağduyu ve akıllılıkla ne kadar bağdaşır? Zeki varlıkları kendisine Halife olarak (Bakara 30) belirlemiş olan ALLAH bizleri cennetine çağırıyor (Bakara 221, Fecr Suresi), gelişmemizi istiyor (Ahzab 43, Bakara 13), şuurlanmamızı istiyor (Hadid 9) ve iyi olmamızı istiyor (Nahl 12+16). Tüm bunlar için devre boyunca (Adem Peygamber’le başlayarak) her topluma gönderdiği sayısız peygamberleriyle vahyini (beşeriyete yönelik hitabını) sürdürmedi mi? Gelişip, değişip, değer kazanıp insanlaşmamız için çevremizi gelişim olanaklarıyla (“nimetler”le) donatmadı mı? Bununla da kalmayıp, bu gelişim olanaklarından nasıl yararlanacağımızı; gerek peygamberler aracılığıyla , gerekse bireyleri bir birine araç / vesile ederek anlatmadı mı? Tüm bu ilâhi teveccühe ve yardıma karşın hâla “körlük” içinde olmanın elbet bir bedeli olacaktır ve hep de olmuştur. Yine biliyoruz ki, “ALLAH’ın zikrine (Kur’an’a) karşı kalpleri katılaşmış olanlar” (Zümer 22) için O’nun (Yasalarının/ Sünnetullah’ın) tavrı kesindir: “ALLAH’ın sözü mutlaka gerçekleşir”(Rum 60), “Bizleri sürekli izler” (Kaf 16+17) “Her şeyi pek iyi bilen ALLAH”(Hucurat 16) “Hesabı da çabuk görendir” (Maide 4, Ra’d 41, Ali İmran 19). Çıplak gerçek böyle olunca ve ALLAH’ın kelâmı bizler için önemliyse; ne yapmak, nasıl olmak ve nasıl yaşamak gerektiğinin takdirini sağduyu sahibi okurlarımıza bırakıyorum…

  Mesnevi dizelerinde izini sürdüğümüz değişim ve gelişim kavramlarında anlamını bulan olgunlaşmanın nasılını irdelerken, yazımızın buraya kadar ki bölümünde konunun realitelerle olan bağlantısını gördükten sonra bu dizelerde geçen öteki bağlantıları da görelim: Gelişip, değişil değer kazanırken beşerî realiteler boyunca ilerliyoruz ama bu ilerleyiş; bazı “gelişim araçları” nı kullanarak, yaşam sınavlarından sürekli geçerek yaşamlar boyu oluyor.

Gelişim Araçları ve Yaşam Sınavları

  Gelişim araçlarının başında elbette ki biyolojik bir yapı (organizma) olan bedenimiz geliyor. Evet, kendimizi bedenden ibaret  sanmamak. Dünyada gelişim ve bilgi uygulama aracı olarak geçici bir süre ve emâneten kullanıp bıraktığımız bu organik yapı  asıl kendimiz (“öz benliğimiz”) değildir. Bizler aslen, organizma / beden değil, bedene enkarne olmuş ruh varlıklarıyız. Bunu en güzel bir şekli de sözcüklere döken Yunus Emre olmuştur: “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.”

  Ruh varlığı olarak, bir ömür boyu egemenliğimiz / tesirliliğimiz altında tuttuğumuz bedenin (asıl kendimize göre) çok “kaba” olan maddesel durumundan yararlanarak, onun aracılığıyla dünya maddelerine tesir ediyoruz(6). Bedenimiz aracılığıyla, onu kullanarak bir ömür boyu pek çok olaya girip çıkıyor, yaşam sınavlarından (eprövlerden) geçiyor ve belli bir yaşam planı uygulaması yapıyoruz, yani gelişmeye / değişmeye çalışıyoruz. Burada asıl gelişen, asıl kendimiz (öz benliğimiz) yani görünmeyen ama görüneni de yaşatan ve yöneten fizik ötesi öz benliğimizdir. Bu gelişim süreci içinde, yaptığımız ve yapacağımız uygulamalardaki başarımız çok büyük ölçüde beden aracımıza yönelik kontrolümüze ve egemenliğimize bağlıdır.

  Beden maddesel bir yapı olduğu ve bedenli olmaktan dolayı nefs denen kaba bir yanımız olduğu için, maddenin cezbedici ve aldatıcı etkisine yatkınızdır. Dolayısıyla maddesel arzulardan(nefsi hevâ ve hevesinden), yapay ihtiyaçlardan ve beşerî koşullandırmalardan kendimizi ne kadar koruyabilirsek, yaşamda gerçek anlamda o kadar başarılı oluruz. Yaşam planımız bağlamında doğmadan önce verdiğimiz söze bağlı kalarak, yani “ahde vefasızlık etmemek “ ve yaşamda başarılı olmak da buna bağlıdır. ALLAH, Kur’an’da “Ahdinize vefasızlık etmeyin…” meâlinde uyarıda bulunuyor (Bkz. Tevbe 4, Bakara 63, Nahl 91, İsra 34+37+38, Fetih 10). Bu ahitleşme (ahde vefa ya da vefasızlık) elbette ki hem bedensel hem de (asıl kendimiz olan) yüksek ben (özbenliğimiz) için geçerlidir. Özbenlik olarak yaşam planımıza alarak uygulamaya söz verdiğimiz (Planımıza karşı) sözler ne kadar önemli ise, bedensel ben olarak dünyada yaşarken verdiğimiz sözlerde durmak, yani yalancı durumuna düşmemek o kadar önemlidir. Herkesin bizden emin olması, yakın ve uzak çevremizde güvenilir olmamız insanlaşmak açısından çok önemlidir. Hz. Muhammed gibi “emin” sıfatıyla anılmak kadar dürüst ve güvenilir olmak, erdemli ve bilge insanlara özgü, ALLAH’ın da sevdiği ve bizlerden beklediği bir tavırdır. “Kendilerindeki emânetlere ve ahretlerine sadık olanlar” (Mearic 32) ALLAH’ın sevdiklerindendir. Bu paylaştığımız son ayette gördüğümüz “emânetler” yığınına bedenimizde dâhildir. Evet, sahip olduğumuz her şey ALLAH’a aittir ve bu emânetlerin belki de en değerlisi bedenimizdir. Çünkü bedeni kullanarak dünyada gelişmek / değişmek, beşeri zaaflardan / kusurlardan kurtularak insanlaşmak ve bir üst gelişim düzeyine geçmek durumundayız. Bundan dolayı, dünyada bedenlenirken emâneten aldığımız bedene sâdece fizyolojik ve psikolojik açıdan değil, içsel gelişim açısından da (yani idraklenip şuurlanmak bakımından da) iyi bakmak durumundayız. Bunun için Mesnevi de şöyle bir öğüt var: “Kendinden geçerek dolaşırsan, eve gelince ev sahibi olursun.”

  Bu dizede “kendinden geçmek”; benliklerden, genel anlamda nefsâniyetten geçmek olabilir. “Olabilir” diyorum çünkü bu değerlendirmemizin en doğru yorum olduğu iddiasında değiliz; bu sâdece bir öneridir ve her türlü eleştiriye açıktır. Görüş bildirme, katkıda bulunma lûtfunda bulunacak okurlarımıza şimdiden teşekkürler. Dizede geçen “ev sahibi olmak” söyleminden de bedensel bene egemen olmayı anlıyoruz. Şimdi bizler, beşeriyetin genel görünümü olarak bedenlerimizin tam sahibi değil; büyük ölçüde bedenlerimizin güdümünde olan enkarde varlıklarız. Bilge Gurdjieff bu trajikomik durumu “süvari ve at” benzetmesiyle öğretisine almıştır.(7) Beden aracımızın tam sâhibi olmak demek, bu gelişim aracının üzerinde tam egemenlik kurmak ve maddesel cazibeye karşı muhalefet gücü kazanmış olmak demektir. Bu durumda ve esâsen ruh varlığı olduğumuz, bedenin de efendisi  (“evin asıl sahibi”) olduğumuz bilinci içinde yaşamak;  (kendisinden geçerek dolaşmak); “Güzel düşünüp güzel davrananlara” (En’am 84), “iyiliğe çağıran, doğruluğu öneren ve kötülükten men edenler” e (Ali İmran 104) özgü bir yaşam sürmek olmaktadır.

Yatay ve Düşey Tesirleri Bedende Dengelemek

  Dünyada, enkarne ( bedenli) varlıklar olarak yaşamanın biraz daha teknik ayrıntısını Önder Plan’ın bilgilerinde buluyoruz. (Bkz. Dipnot 1’deki eser sayfalar 78,92 ve devamı): Her organizmaya “yukarıdan , yanlardan (yataydan) ve aşağıdan” birçok tâli tesir gelir ki, bu tesirlerin içinde hem organizmanın (enkarne varlığın) vazifesini ve yaşam planı uygulamasını kolaylaştırıcı pozitif tesirler vardır, hem de onun güçlenmesini, görgü ve deneyim birikiminin artması için sarsıcı, zorlayıcı, bozucu ve hatta yıkıcı negatif tesirler vardır ve bunlar o organizmanın sınav, deneyim ve gözlem organizmalarının oluşumuna  fırsat ve olanak sağlar. Tüm bu tâli tesirler, o organizmanın yetişmesi, gelişmesi ve değişmesi (yenilenmesi) için ve otomatik olarak çalışan kendi öz benliğinden ve onun aracılığıyla da vazifeli varlıklardan gelir.

  Beden organizmasının arınması, yetişmesi, gelişmesi ve hizmetinde olduğu evren varlığına daha iyi hizmet sunabilmesi, içsel / kişisel gelişim dediğimiz olgunun esasını oluşturur. Tüm dinsel ve seçkin inisiyatik öğretilerin temel amacı bu olagelmiştir. Araç-gereç ne kadar kaliteli ve işe yarar olursa usta o kadar güzel şey üretir, sanatını en iyi şekilde gerçekleştirir ve ustalığını sergiler. “At” ne kadar bakımlı ve tımarlı olursa süvari becerilerini o kadar güzel sergiler. Bu benzetmelerde “usta”  ve “süvari” ruh varlığına karşılık sözcüklerdir. Mevlana Celaleddin’de beden denen organizmayı “binek” olarak ifâdeye koymuştur: “Bu beden binektir; neye alıştıysa, o onun için daha doğrudur.”  Süvarinin, atı ile bir şeyler yaptığı gibi, (yani, hedefine ulaşmaya çalıştığı gibi), ruh varlığı da maddesel ortamlardan edindiği bedensel (tekrar tekrar doğuşlar süreci boyunca)  kendi gelişimini sürdürür. Mesnevi’den aldığımız bu dizede, söz konusu “bineğin” belirgin bir özelliğine de değinilmiş, alışkanlıklar. Bu yazımızın esas konusu değil ama; alışkanlıkların beden (organizma) üzerindeki etkisine ve gelişim ve değişimle olan bağlantısına birkaç cümle ile değinmekte yarar var:

Alışkanlıklar ve Gelişim

  Sâdece hayvan bedenleri değil, beşeri bedenler için de yeni alışkanlıklar edinmek, alışkanlıkları değiştirmek önce zor gelir ama bir kez bir alışkanlık edinilince, onun rahatlığı ve rehaveti içinde kendimizi iyi hisseder ve onu değiştirmek istemeyiz. İşte bu durumda, nefs sahibi olmamızdan kaynaklanan beşeri zaaflarımızdan biridir: Alışkanlıklarımıza düşkünlük. Dolayısıyla alışkanlıklardan, alışkanlıkların rehavetinden kurtulma/ özgürleşme yönündeki tavrımız ve uygulamalarımız, nefse karşı koyma gücü ve gelişim açısından önemlidir. Alışkanlık, bir bağımlılığa dönüşmeden / kökleşmeden ufak tefek değişikliklerle onu kontrol altında tutmakta yarar vardır. Bir alışkanlığın bünyede kökleşmesine göz yumarsak, kısa zamanda o bizim “doğrumuz” bir bakıma realitemiz durumuna gelir ve daha başkalarını; bizimkilerden iyi de olsa, görmez duruma geliriz, en doğrusunun o olduğunu inatla ya da çeşitli tevillerle savunuruz. Bu söylediklerimiz, daha çok olumsuz alışkanlıklar içindir. Beden denen organizmanın mâdem ki böyle bir özelliği var, bundan yararlanarak ona iyi alışkanlıklar kazandırmanın fırsatını kollamalıyız. Ama unutmamak gerekir ki, iyinin de iyisi vardır. En iyisi, hiçbir alışkanlığa sahip olmamak, alışkanlıklardan da arınmış olmak gerek. Bu makbul durum da, öz benliğimizin bedende olabildiğince çok tezâhür etmesiyle olasıdır: “Beden içinde ruh hayatı sürmek…” yani bedenlisiniz ama, ruh varlığı olarak (asıl bedeniniz olarak) %100’e yakın bir şekilde beden organizmamıza (“bineğinize”) egemensiniz. Bu güzel durumun beşeriyet boyutundaki görünümü (Hz. İsa öğretisinde) “Melekûtun yere inmesi” olarak ifâdeye konmuştur. “Alışkanlıklar ve gelişim / değişim” konusunu belki başka bir çalışmamıza bırakarak, asıl konumuzu bıraktığımız yerden sürdürüyoruz.

  Gurdjieff’in “süvarinin atı”na, Mevlana Celaleddin’in “binek”e benzettiği beden organizmamız, bu maddesel ortamda en önemli gelişim aracımız olup, yeniden bedenlenme olanağına sâhip olmak da bizler için büyük bir nimettir. Bu nimeti (gelişim aracı bedeni) içsel gelişim yönünde, realitemize göre en iyi şekilde değerlendirmek, aklımızın erdiği kadar onu “doğru yol” da (sırat-ı müstakim) tutmak en akıllıca iş olsa gerek. Çünkü dünyada bunun için varız; her şey buna vesile / fırsat ve araç. Dünyada gelişim, değişim ve değer kazanmanın “nasılını” irdeliyorduk. Gelişip, değişip, değer kazanarak insanlaşmak; tedricen (yavaş, yavaş, ağır ağır ) ve yaşam sınavlarından geçerek oluyor. Yaşam sınavlarından (eprövlerden) geçerek idraklenip şuurlanma konusuna da biraz bakalım.

  Her şeyin ve varlıkların birbirinin gelişim aracı olduğu gibi; yaşam da, bütünüyle bir gelişim aracıdır. Yaşıyor olmak gelişim açısından önemli bir fırsattır, idraklenerek ve şuurlanarak ortaya çıkan gelişim, ALLAH’ın yaşam ve tekrar tekrar doğuşlar olanağıyla varlıklara sunduğu bir nimettir. İdraklenme cehti içinde, her şeyi birer araç bilerek, doğru yolda kalma titizliği içinde değerler üretip barışa hizmet etmek ibâdet hâlinde yaşamak demektir. İbâdet hâlinde olmayı bir yaşam şekline dönüştürmek; “kendilerini Rabb’e adayanlarla, bilim ve hikmetle derinleşmiş olanlar”ın (Kur’an Maide 44) tavrıdır. Çünkü Rabb bizlerin böyle olmamızı istiyor. Konumuz olan; gelişip, değişip, değer kazanmanın gereği de budur. “Nasıl gelişiyoruz?”  sorusunun yanıtı da bu tür yaşamda gizlidir: Yaşam sınavlarından geçe geçe, deneyim ve görgü birikimimizi arttırarak gelişmeye çalışıyoruz. Günümüzdeki gibi, sorunlar yumağı olmuş bir yaşam; beşeri çıkarlar ve açgözlülükleri doyurmak yönünde kullanılmaz ama içsel gelişim ve her şeye karşın doğru / dürüst olma yönünde kullanılırsa, bu tutum ve anlayış,şuurlanmak ve insanlaşmak için büyük ve önemli bir fırsattır. Yaşam sınavlarının içerdiği zorlukları (ıstıraplı eprövleri) gelişim fırsatına dönüştürmek, “iman edip sâlih amellerde bulunanların” (Kur’an, İnşikak 25) tavrı ve tutumudur. O zaman, tırmandıkça dikleşen yaşam yolu sıkıntılı olmaktan çıkar, çünkü birey gerçek anlamda güçleniyor demektir. Tırmandıkça dikleşen yaşam yolunun hakkını vermek, bu anlamda güçlenmeyle olasıdır. Çözmeye çalıştıkça düğümlenen yaşam sorunları, bu anlamda güçlenmiş olanlar için dert olmaktan çıkmıştır. Onlar güçlükleri, yaşam sınavları olarak gelen acıları şükürle karşılar ve doğru bildikleri değerlerle / ilkelerle çözerler ya da çözme gayreti sergilerler. Beşeri değerlere dayalı güçlülük ve mutluluk gelip geçici güçlüklerdir. Mal, mülk, servet birikimi görünüşe göre ve beşeri değerlere göre illizyonel bir güçtür. Bu güç içsel gelişim, paylaşım ve genel anlamda hayra yönelik olarak kullanılmazsa / tüketilmezse, bireyin negatif karmasını arttıran ve hebâ edilmiş bir gelişim aracı durumuna düşmüş olur. Bu nedenle “mal ve evlat çokluğuyla övünenler” (Hadid 20, Tekasür 1+4)  ile “mal ve para ile şımarıp, herkesi küçük görenler” (Hümeze 2+3) Kur’an’da kınanmıştır.

  Kur’an’ın dikkat çektiği bu kimseler birer emânet araç olan dünyasal değerlerle özdeşleşmiş ve bir bakıma maddeleşmiş bireylerdir. Kendini bilmezlere özgü bu tâlihsizliğin Mesnevi’de şöyle ifâde bulduğunu görüyoruz: “Dünyaya âşık olan; duvardaki güneş ışığının nereden geldiğini araştırmayıp, duvara âşık olan gibidir.”

  Görüldüğü gibi, araç ile özdeşleştiğimiz zaman, hele hele onu putlaştırdığımız zaman, asıl amacı göremiyorsunuz; daha da kötüsü, asıl amaçtan / hedeften uzaklaşmış oluyorsunuz, doğru yoldan çıkıp, yan bir yola sapmış oluyorsunuz… Eğer bu şekilde yaşam sürdürülürse, ALLAH’ın lûtfettiği ve gelişim aracından başka bir şey olmayan yaşam heba edilmiş olur. ALLAH’ın beşeriyete hitap şekillerinden biri olan Kur’an’ın genelinden anladığımız kadarıyla ; günde kaç rekat namaz kılındığından çok, hayatı ibâdet hâlinde yaşayıp yaşamadığın önemlidir. Günümüzde Müselman kimlikli olup, şirke sapmış olanların sayısı az değildir; cuma günleri camiler dolup taşıyor ama ALLAH’da diyor ki, “Eğer şirke saparsan, ibadetin kesinlikle boşa çıkar…” –Zümer 65. “Riya” anlamına da gelen şirk, İlahi İrade’nin yerine ya da yanına beşerî irâdenin konmasıdır. Bu çarpık zihniyetle, ne yazıktır ki, (saygı kisvesiyle) Hak elçisi Peygamber şirk aracı yapılmıştır. Günümüz İslam coğrafyasında yaygın olan (Kur’an’daki “indirilmiş İslam” yerine ) “uydurulmuş İslam” din adı altında örtülü şirk ürünleriyle doludur.

  Yukarıda değindiğimiz “servetle şımarmışlığın” (Kur’an söylemidir Bkz. Nisa 61, Hûd 82+83, Zühruf 23, Maide 104, Vakıa 45, Nahl 71, Zariyat 19, En’am 141) hepsinin değilse bile , büyük bir kısmının, gururdan / kibirden yanlarına varılmaz ve bunlar aynı zamanda, Müselman kimlikli bireylerdir. Bunlardan politikacı (sözde “devlet adamı”) olanlar Cuma namazı çıkışlarında cami avlusunda kameralar karşısında beyanatta verirler. Bu kibirlilerin ibadetlerinin de geçersiz olduğunu yine Kur’an’dan öğreniyoruz. Esasen bu “sapmışlar” (Kur’an söylemidir) ALLAH’ın dinini kendi kirli siyasetlerine araç etmiş dinden nasipsizlerdir. Bu gibiler için ALLAH, Kur’an’da “Kibire saparak bana ibadetten uzaklaşanlar, aşağılanmış olarak cehenneme gideceklerdir” (Mü’min 60).

  Son birkaç paragrafta, gelişim ve değişimin önemli araçlarından birinin yaşam olduğunu ancak bunun içsel (yani var oluş nedenine) yönelik bir yarar sağlaması için hayatın ibâdet hâlinde yaşanması gerektiğini belirtmeye çalıştık. Yaşamda başarının ve bir ömrü en iyi şekilde değerlendirmenin; her şeyin ve olduğu gibi dünyanın, gelişim ve değişim yönünden değerlendirilmesi ve terk edilmesi gereken birer emanet olduğunu bundan dolayı hiçbir şeyle özdeşleşmemek gerektiğini vurguladık. Ayrıca, sâhip olduğumuz her şeyin, karşılaştığımız her olayın ve durumun birer sınama aracı olduğunu da örnekleriyle göstermeye çalıştık. İnsan, varlıkla da sınanır, yoklukla da amma varlıkla (zenginlikle) sınanmak herhalde ötekisinden daha zor olsa gerek. Çünkü beşer, nefs sahibi ve “yarı idrakli”(8) olduğu için şımarmaya, gurura/ kibire kapılmaya,nankörlük edip azmaya daha yatkındır. Bunlar kendini bilmez ve aymaz beşer için Kur’an’ın kullandığı söylemlerdir: “Servetle şımarmak”, “gurur / kibir”, “nankörlük” ve “azmak”(9)“Sınanıyorum” duyarlılığı içinde yaşamanın alt yapısında “ALLAH tarafından sürekli izleniyoruz” anlayışı ve bilgisi vardır. Bu gerçekten böyledir ve kadim Mısır’da “Horusun gözü” şeklinde gösterilmiştir(şekil 4). Kur’an’da da beşerin “başı boş”  olmadığı birçok ayetle belirtilmiştir. (Yunus 20, Bakara 115, Hadid 4, Müzemmil 1, Müdessir 11, Kaf 16+17). Aslında yaratılmışların sürekli gözetim altında olmaları ve özelde de ALLAH’ın bize “şah damarımızdan yakın” olması ilahi bir teveccühten başka bir şey değildir. Yetişmeye, kazasız belasız büyümeye muhtaç bir çocuğun ana + baba gözetiminde olması ne kadar güzel bir şey ve ne büyük bir yardımdır o yavru için… Kişinin, kendisinin ve tüm yaratılmışların böyle bir ilâhi gözetim altında olduğuna inanması, (daha da iyisi) bilmesi, onun yaşam sınavlarında başarılı olma, doğru yol üzerinde bulunma maddenin cezbedici etkisinden ve beşeri koşullandırmalardan sakınma / korunma olasılığını dolayısıyla gelişme, şuurlanma ve insanlaşma konusunda başarıyı arttırır.

  Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz sınanma ve yaşam sınav kapsamında aldığımız etkilere verdiğimiz tepki önemlidir. Bu tepkimizin vicdâni ya da nefsâni ağırlığı olduğu bizim genel realite düzeyimiz  ve gelişmişlik durumumuz hakkında ipuçları taşır. Mesnevi’de buna çeşitli benzetmelerle değinilmiştir. Birkaç örnek görelim:

“Birisi eşek bulur, palan bulamaz; palanı bulunca da eşek, kurdun nasibi olur.

Testi olsa, su bulamaz; su bulunca da testi kırılır.” 

  Burada eşek sâhibinin palan bulamaması ya da bunu yitirmesi bir “etki” dir. Bir şekilde palan bulduktan sonra, eşeğinden olması şok içerikli bir “etki”dir. Benzer şekilde; su bulamamak, testinin kırılması… Burada önemli olan; ne eşektir ne de palan. Önemli olan ve yukarısı tarafından dikkatle izlenen bireyin tepkisi ve içine girip çıktığı ya da çıkmakta zorlandığı hâlettir. Dolayısıyla olayın (etkinin) kendisinden ve ne / kim olduğundan çok, bizim içimizde olup bitenlerdir. Bu şekilde yaşam sınavlarını (eprövleri) ve sınanmaları kapsamında “halden hâle girmek” deneyim ve görgü birikimi(10) açısından çok önemlidir. Kur’an’da bu durum,  “Biz sizi halden hâle sokarız…” mealinde ifade bulmuştur (İnşikak 19). Gece uyurken rüya durumunda bile halden hâle gireriz. Gelişim, ağır ağır (tedrîcen) ama süreklidir; uyanıklıkta, uykuda, bir ömür boyunca ve ölüm ötesinde. Varlık için gelişmek, ruh için tekâmül etmek varlıklar ve evrensel bir etkinlik ve eylemdir. Allah bizim gelişmemizi istiyor, İlâhi Murad bu yönde (Bkz. Bakara 221 ve Fecr Suresi).

  Sömürgen kapitalizmin maddeci zihniyetinin tutsaklığından yakalarını kurtarabilmiş, vicdâni özgür ve sağduyu sâhibi bazı bilim insanları da; aldığımız etkiden çok, bu etkiye verdiğimiz tepkinin ve bu etki nedeniyle içimizde neler olduğunun önemine değiniyorlar. Görüp algılayabildiğimizden çok fazla olan yaşam sahnesinde aldığımız etkiler nedeniyle ne tür duyguların iç zeminimizde kıpırdandığı önemlidir. Dolayısıyla olaylarla / şahıslarla gelen her etki bizi kendi içimize yöneltmelidir. Bu yönelişle sadece kendimizin bir yanının (bir sahte benliğimizi) tanımakla kalmayız, özeleştiri yapma fırsatı da yakalarız. Bununla da kalmaz karşımızdakiyle empati(11) kurma şansını yakalarız. Görüldüğü gibi yaşamın kendisinden çok, bizim onu (bir enkarnasyon olanağını) nasıl değerlendirdiğimiz; kısaca, nasıl yaşadığımızdır önemli olan. Esâsen bedenli / maddesel yaşam, olduğu gibi illüzyonel bir ortamdır. Gerçek ve illüzyonel olmayan yaşam, ölüm ile geçtiğimiz var oluş ortamıdır. ”Gelişmek”   demek, bir bakıma; iyi ile kötünün birbirine karışmış, apaçık kötülerin yanında “sahte iyiler” in de bulunduğu bu illüzyonel dünya ortamında bunları birbirinden ayırt edebilecek fehim ve ferâset becerisi kazanmak ve bunu sürekli kılmak demektir. Tüm ibâdet şekilleri ve inisiyatik öğretiler ile, olduğu gibi yaşamın kendisi bireyi illüzyonel dualiteden kurtarmak içindir. Yaşamlar boyu yapmaya çalıştığımız da, özet olarak bundan başkası değildir. “İyi”  ve “kötü”nün sürekli sınanması ve bunların âlemler boyu sürüp giden didişmeleri Yin-Yang simgesi ile bilinir. Bu evren kapsamlı gerçek, bir Mesnevi dizesinde şöyle şiirleştirilmiştir:

  “Bu riyâzetler, bu yalvarmalar kötü ile iyinin ve güzelin ayrılması içindir. İyi ile kötünün imtihan edilmesi, Samed ( yüce ve sürekli) olan Tanrı’ın hikmeti gereğidir.”

  Yukarıda, “iyi” ile “kötü”, zaman – mekân koşullarıyla icaplara karışmış durumdadır ve bu şekilde yaşam sınavları (eprövler) daha da zorlaşmıştır demiştik. Bu karışıklık dolayısıyla aldatıcılığı Mesnevi dizelerinde M.Celalleddin şöyle ifâdeye koymuştur:

                        “ Nice şeker tadında olan tatlı şeyler vardır ki onların içinde zehir gizlidir.

                        Birisi, irfânıyla onu kokusundan tanır. Diğeri dudağı ve dişiyle anlar. Acı

                        ve tatlı, bu gözden gizlidir. Ama onu, gönül gözü açıkça görür.”

  Görüldüğü gibi aldatıcı ve bir sınav aracı olan dualitenin fark edilmesi ve aslında “varlığın birliği” ve çokluktaki tekliğin/ birliğin var olduğu hakikati gelişimle görülecek, anlaşılacak ve yaşanacak bir durumdur. Bir ve tek olan varlık, çokluk ve çeşitlilik halinde tezahür etmiştir. Bu çokluk, çeşitlilik içinde “iyi” olan ile “kötü” olanın, ayırt edilmesi 8sap ile samanın ayrılması gibi), “iyi” nin yeğlenmesi, “kötü” ile mücadele edilmesi , bu duyarlılığın ve becerinin kazanılması, yukarıdan beri ne olduğunu irdelemeye çalıştığımız gelişim ile kazanılacak ve zâten bu şekilde kazanılmakta olan bir güçtür. Söz konusu gelişim, ağır ağır ve derece derece (gradüel) olduğundan; “kimisi bunu irfanıyla korkusundan” anlar, kimisi de “dudağıyla ve dişiyle…” Ama her halde bunlarında üstünde ve ilerisinde olan gönül gözü ile bunun ayırdına varmaktır. Değişik realite düzeylerindeki / basamaklarındaki (bkz. Şekil 2) bireylerin algılamaları “iyi” , “kötü” anlayışları farklı farklıdır.

  Maddeyle, maddesel birikimiyle koşullanmış bir kimse için yaşamın amacı servet ve iktidardır. Bu kimse bu hedefe ulaşmak adına; gam, keder her şeye katlanır. Bu kapsamda aslında yapmakta olduğu, olmaması gerekeni (“kötü”yü) deneyimleye, deneyimleye, olması gerekenin ne olduğunu anlamaktadır. Elbette ki servet sâhibi olmanın kendisi “kötü” değildir, o birikimle özdeşleşmek, onu paylaşmamak, hayır yönünde (“iyi” ye yönelik) kullanmamak ve hepsinden kötüsü “şımarmak”  ve “azmak”tır. Bu son iki durum Kur’an’ın kullandığı sözcüklerdir (12). Temelinde nefsin hegemonyası ve açgözlülük olan bu başarısızlık “servetin kudret aracı yapılması” nı da genellikle beraberinde getirir ki, bu talihsizlik; oldukça sıkıntılı sınavlarla telafi edilebilecek negatif bir karmik yüktür. Çok büyük servetlerin sahibi olup da, varlıkla sınanmayı başarılı bir gelişim hamlesine dönüştürmeye örnek olarak Süleyman Peygamber gösterilir. Bir sınav aracı olan zenginliği, ALLAH’ın önerdiği yönde kullanmanın başarısıdır. Süleyman Peygamber’inki bakın Mevlana Celaleddin Süleyman Peygamber’in bu başarısını nasıl katmış ölümsüz eseri Mesnevi’ye:

                        “(Süleyman Peygamber) saltanatının gam ve keder olduğunu görünce,

                        cihan padişahlarına acıdı; şefaatçı olup, ‘Rabbim, bana verdiğin bu

                        saltanatı başkasına lâyık görme…’ dedi.”

  Servetle ve ona bağlı olarak, onu baskı / tahakküm aracı şeklinde kullanma güdüsünü kontrol etmek çok zordur, başarılması zor bir yaşam sınavıdır. Bu başarısızlığın, kara bir leke olarak tarihe geçmiş örneğini de Emevi kralı Muaviye ile Halife Osman işbirliği oluşturur (13). Yazımızın akılı içinde, yukarılarda bir yerde, “Varlıkla da sınanıp kişi yoklukla da…” demiştik. Besbelli ki varlıkla (zenginlikle / servetle) sınanmak herhalde daha zor olsa gerek. Çünkü ego sâhibi beşeri varlıklar olarak bu birikim; gurur / kibir, açgözlülüğün doyurulması ve bununla başkalarını tahakküm altına almaya daha yatkınız. Mevlana Celalleddin de yoklukla ve varlıkla sınanmanın ayırdığını şöyle şiirleştirilmiş Mesnevi’de;

“Yokluğa sarhoş olurum, varlığa değil; çünkü yokluk sevgisi daha vefalıdır.”

  Gerek varlık ya da yoklukla sınanmada, gerekse daha yukarıdaki paragraflarımızda gözden geçirdiğimiz durumlarda varlık sınanırken, aslında asıl sınanan varlığın iradesidir. İrademizi ve seçme özgürlüğümüzü şu ya da bu yönde kullanmakta da özgürüz ama bu özgürlüğümüzü kullanma şeklimiz bizim yaşam sınavlarındaki başarımızı belirliyor (14). İrâde özgürlüğümüzü istediğimiz gibi kullanma hakkımız var ama bu hakkımızı kullanma şeklimiz, Sebep - Sonuç Yasası’na göre, başarı ya da başarısızlık olarak bize geri dönüyor. Dolayısıyla irâdemiz (şuurlanmamıza ve nefis terbiyemize paralel olarak) gelişip güçlendikle, yani %100 değilse bile, %100’e yakın bir şekilde kendi öz irademizle düşünür ve hareket eder duruma geldiğimiz oranda yaşam sınavlarımızdaki başarı oranımız da artar. İrademiz günlük yaşamın amacı bizim idraklenerek şuurlanmamız ve gelişmemizdir. Görülüyor ki, başta sorduğumuz, “Nasıl gelişiyoruz?” sorumuzun yanıtının bir kısmı da irademizin durumu ve onu nasıl / ne yönde kullandığımızla ilgilidir. Mesnevi dizelerinden birinde yüce Mevlana Celaleddin bu durumu şöyle ifâdeye koymuş:

“Sınav koşulu irâdedir; irâden yok ise, iktidarsızsın. İstekler, uyumuş köpekler gibidir ve onlarda hayır ve şer gizlidir.”

  Yukarıdaki dizelerde de gördüğümüz gibi gerçek anlamda (varlıksal olarak) güçsüzlük (“iktidar”) irade gücünün ortaya çıkmasıyla belirginleşen bir niteliktir. Bu da nefsin (sufizmdeki simgesi “köpek”tir) ehlileştirilmesiyle ve isteklerden / arzulardan arınma ile gelen ve de erdemli bilge kişilere özgü bir güçtür. İrade gücünün ortaya çıkmasının, enkarne varlıkta belirginleşmesinin önündeki en büyük engel eğitilmediği zaman, yaşam sınavlarında başarı bir yana, varlığın basına ne dertler açtığının şairâne bir ifadesini de şu dizelerde görüyoruz:

                        “Sakın karga gibi nefsin ardında koşma; çünkü bahçeye değil,

                        mezarlığa götürür. Gideceksen, gönül ankâsının ardından gönül

                        Kaf Dağı’na ve gönül Mescid-i Aksâsı’na git.”

  Görüldüğü gibi, kendi iradesinin nefsinin ellerine bırakmış birinin, başka türlü bir söylemle, nefsin isteklerinin / arzularının (hevâ-hevslerinin) bedende egemen olmasının hazin sonucu, ölülerin bulunduğu mekânlarda dolaşmak oluyor. Dizelerde gördüğümüz mezarlık, elbette ki, literal anlamıyla ele alınıp bir kalemde kötülenecek, sürekli uzak durulacak mekan değildir. Burada, “mezarlık” sözcüğünü “ölülerin” (ölü yaşaların) bulunduğu yer olarak ele almak, dizenin girişiyle daha anlamlı bir bütünlük ortaya koyar. Çünkü “ölü” olarak yaşamak, kendinden habersiz bir şekilde “sâdece beden olduğunun”  bilinciyle yaşamaktır. Bunun tersi ise (yine ezoterik ve inisiyatik anlamda) “diri” yaşamaktır. “Diri yaşamak” ise, kendini tanıma kapsamında idraklenme ve şuurlanma cehtini sürekli kılma ve iradeyi nefsin elinden kurtarma gayreti içinde yaşamaktır. Esâsen tüm ibadet şekillerinin amacı ile dinsel ve inisiyatik öğretilerin ana hedefi budur. Eğer yapılan ibâdetler buna hizmet etmiyorsa, akıntıya karşı kürek çekiliyor demektir. Bütün mesele, gönlü (kalbi / vicdanı) “nefs kiri”nden temizlemektir. Çünkü kalbin “temizlenerek” gönüle dönüşmesi, nefsin terbiyesi / edeplendirilmesi ile olasıdır. Nefs, bireyin özgür iradesine iteatkâr duruma geldiği oranda kalp, gönüle dönüşmüştür/dönüşür.


(1)    İlâhî Nizam ve  Kâinat, Bedri RUHSELMAN (Sayfalar 239+240)

(2)    “Kader Mekanizması” için bkz. Dipnot 1’deki kaynak eser sayfalar 306,230,235,252,277

(3)    Yarı Süptil Arasat (Sevgi Planı / “Cennet”) konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Dipnot 1’deki kaynak eser sayfalar 313,315,317.

(4)    ALLAH’ın “rahman” (nimetleri tüm yaratanlara veren) ve “alîm” (her şeyi bilen) isim sıfalarının geçtiği bazı ayetler; İnsan 30, Tahrim 2, Zümer 3, Fatır 38, Enbiya 12, Bakara 163, Fatiha 1+3, Haşr 22, Rahman 1.

(5)    “Yarı İdrakli Gelişim”   için bkz. dipnot 1’deki kaynak eser sayfalar 261,211,50,58.

(6)    Dipnot 1’deki kaynak eser sayfa 186.

(7)    İnsanın Gerçeği Kendini Bilmek, Ruh ve Madde Yayınları

(8)    Dipnot 1 ‘ deki kaynak eser sayfalar 50+58 (Ayrıca Bkz. Sayfalar 210+211)

(9)    Bu kavramlar için bkz. Kur’an; Alak 6+8, Yunus 23, Fecr 15+16, Kamer 47, Kasas 83, Bakara 286, Rum 58.

(10)  Dipnot 1 ‘ deki kaynak eser sayfalar 109,127,128,129,132,157,165,186.

(11)  “Empati” konusunda bkz. ŞİDDETSİZ İLETİŞİM, Prof. Dr. Marshal B. Rosenberg sayfa, 20,29,30,109,110,112,114,121,122,123.

POZİTİF PSİKOLOJİ  , Prof. Dr. Nevzat TARHAN, sayfalar 178,155,142,135,125,115.

(12)  “Servetle şımarmak” ve “azmak / azgınlık” sözcükleri için bkz. Kur’an ayetleri; Rum38, İsra 16+26, Sebe 34, Hud82+83, Zühruf 23, Nisa 61, Alak 6+8, Yunus 23, Hümeze 2+3.

(13)  Ayrıntılı bilgi için bkz. EBU ZER, Yaşar N.Öztürk (3. Baskı), sayfalar 32,36,44,45,54 ve devamı.

(14)  “İrade” ve “seçme özgürlü” konularında bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları. 

Yayın Tarihi: 29.Mayıs.2015

 

© Astroset 2003-2015