Yakın ve
uzak çevremize baktığımızda her şeyin zaman içinde değiştiğini,
hele son yıllarda bu değişimin hızlanmış olduğunu fark
etmemek olası değil. Günler, haftalar, aylar, yıllar hızla
akıp gidiyor. Zaman akışına dayanmak zor. Toplumsal yaşamda
değer yargıları, nesiller arası anlayış farkları ve hattâ
bundan doğan sürtüşmeler, çatışmalar, ayrılıklar. Bu
genel değişime ayak uyduramayanların rahatları kaçıyor,
uyumsuz düşünüyorlar ve değişim olmamasını istiyorlar,
yeniye yenileşmeye karşı çıkıyorlar, atâletin ve alışkanlıkların
rahatlığı / rehâveti onları yerinde saydırıyor. Oysa değişimi
ve gelişimi / yenileşmeyi durdurmak bir yana, varlıklar
birbirinin gelişimine ve değişimine araç olmuş durumda. “İnsan
insanın kurdudur.”
demişler. “Kimsenin
çerağı (lambası) sabaha kadar yanmaz” bile demişiz.
“Yalancının
mumu…” daha yaygın olarak bilinir. Yani bu değişim
/ gelişim akışı içinde statükoyu korumak “kabuklar
içinde sabitleşip kalmak” kolay
kolay olası değildir. Durmak, bir bakıma gerilemek oluyor,
çünkü evrensel tekâmül kervanı için durmak yok. Sâdece
toplumsal ve dünyasal değil, evrensel tekâmül kervanı ağır
ağır (Tedric Yasası) ama sürekli olarak merhaleden merhaleye
hiç durmadan ilerliyor. Bu gidişe karşı koymak hiçbir varlığın
harcı değil; karşı koymak şöyle dursun, atâlete düşmenin
ve tembelleşmenin bedeli ağır oluyor: Belli bir performansı
yeniden yakalamak için ıstıraplı eprövlerden (yaşam sınavı
ve sınanmalarından) geçmek gerekiyor. Bu da yetmiyor, gelişim
/ değişim ve yenileşme performansını arttırmak, onu sürekli
duruma getirmek gerekiyor…
Bu yazımızın
ana temasını oluşturan “gelişim”, “değişim”
sözcükleri birbirini tamamlar gibi; Geliştikçe değişiyoruz,
değiştikçe gelişiyoruz. Elbet burada değişimi
(evrilmeyi) olumlu yönde alıyoruz. Elbetteki geçici bir süre
için de olsa, yozlaşmaya / dejenerasyona doğru değişim de
olur. Varlık zaman, mekân koşullarının gerektirdiği şuurlanma
ve aydınlanma düzeyini tutturamazsa, deforme olması doğaldır
ama bu deformasyonu ilâhi bir sinyal olarak kabul edip, bir üst
düzeye yükselme amaçlı olarak idraklenme cehtini arttırması
gerekir. Bu tavırlanma içine belli bir sürede giremez, çağlar
boyu sürüp gelen anımsatma ve uyarılara da aldırış
etmezse; söz konusu deformasyon, dejenerasyona dönüşür ve
yenileşmek / değişmek sıkıntılı eprövleri gerektirir. Bu
talihsizliğe uğramamak için, “Yeşermek tazelenmek ve yenilenmek gereklidir.” diyor M.
Celaleddin: “Sen Cebrail’in atının toprağı olursan; yeşerir, tazelenir ve
yenilenirsin.”
Burada “Cebrail”
ile simgelenen Yukarı’nın rahman ve rahim olan şuurda uyandırıcı
tesirine açık olmak,
bu yardımı alabilecek temiz ve arındırılmış bir içsel
zemine sâhip olmak önem kazanıyor. Cebrail, varlık katmanlarına
bilgi aktaran haberci sistemdir. Cebrail Sistemi’nin haberleri ve irşâd edici
tesiri; Peygambere vahy olarak indirildiği gibi, medyomlara
ruhsal tebliği, medyomluk yeteneği olmayan biz sıradan
bireylere de ilham, sezgi ve içe doğuşlar olarak gelmektedir (Şura 51, Meryem 19, Kasas 7, Taha 38). Bunun için
gerekli ve yeterli koşul vicdan kanalımızın açık olmasıdır. Vicdan kanalımız bizleri
öz
benliğimize, oradan ruhsal planımıza (asıl ailemize /
dostlarımıza) ve oradan da sonsuz yüceliklere bağlayan göbek
kordonumuzdur. Vicdan kanalının önündeki biricik engel de kendi
nefsaniyetimizdir. Dolayısıyla nefsimizi, kendini tanıma
uygulamaları kapsamında; edeplendirip, kontrol altına alıp,
ne kadar inceltebilirsek vicdan kanalımız o kadar rahatlamış
olur. Kaba nefs, atâlete ve alışkanlıklarla gelen rehâvete
yatkındır; yenilikler, yenileşmek dolayısıyla değişip,
gelişip, değer kazanmak onun için zahmet verici ve istenmeyen
durumlardır. Bu nedenle “Nefsin
istemediğini, yapma dediğini yapmakta yarar vardır.”
denmiştir. Görülüyor ki, M. Celaleddin’in dediği gibi “yeşermek,
tazelenmek, yenilenmek” için önce “nefs
engeli” ni halletmek gerek. Bunda başarı giderek “Cebrail’in
atının toprağı olmak” sembolizminde anlamını
bulan ve içsel zeminin arındırılıp paklanması anlamına
gelen makbul bir durumdur. Adem Peygamber’den bu yana, tüm dinsel ve inisiyatik öğretilerin
amacı, tüm ibâdet şekillerinin hedefi ve özü bu olmuştur.
Çünkü bu; gelişimin, değişimin ve giderek değer kazanmanın,
evrensel gelişim kavramında iyi bir yolcu olmanın, Yukarı’nın
Şuurda uyandırıcı (kıyam ettirici) rahman ve rahim etkisine
uyumsuz düşmemenin çâresidir. Bu çalışmamızın ana teması
olan “gelişim” ve
“değişim”
kavramlarının MESNEVİ’de nasıl ele alındığına
geçmeden önce, bu kavramların Kur’an ayetlerinde nasıl
ifade bulduklarına bakalım:
Kur’an’da
“Gelişim” ve “Değişim” Kavramları
ALLAH
bizden açıkça; gelişip, değişip, değer kazanmamızı
istiyor, bizi cennetine dâvet ediyor ve evrenlere yönelik işlerini
bizimle birlikte yürütmek istiyor. Bakın, birkaç Kur’an
ayetinde ALLAH’ın bu buyrukları nasıl ifade bulmuş: ALLAH
bizlerin “karanlıklardan
aydınlığa çıkmamızı” istemekle
de kalmıyor, bize “destek veriyor”(Ahzâb 43). Dahası gelişmemizi ve
cennetine girmemizi istiyor (Bakara 221). Kur’an, “Ey
iman rahipleri, ALLAH’ın yardımcıları olun!”
diyor (Saff 14). ALLAH’a yardımcı olmak ve hatta
giderek, O’na daha iyi yardımcılar olma liyakatimizi arttırmak
(Muhammed 7), bir bakıma; gelişip değişip insanlaşmanın
gereği olmaktadır. O’na bu anlamda yardım ettiğimiz oranda
kendisinin de bize yardımcı olacağını da Hac 40’ta görüyoruz.
Tezahürat
ortamında gelişim ve değişimin sanki bir zorunluluk olduğunu,
yani gelişmemek diye bir özgürlüğümüz olmadığını;
bununla da kalmayıp, bu olgunun tedrîcen ama sürekli olduğunu
yukarıda belirtmiştik. Şimdi biraz daha ayrıntılara girip,
bunun nasıl olduğuna bakalım. Konunun nasılına yöneldiğimizde, bazı başka kavramları gözden geçirmemiz
gerektiğini görüyoruz. Gelişim ve değişim bağlamında
(Mesnevi’de) şu kavramların izini süreceğiz: Realiteler,
gelişim araçları, yaşam sınavları, tedric, enkarnasyon, şuur,
idrak ve nefs (aniyet)
Realiteler ve Gelişim
Âlemlerden
oluştuğunu bildiğimiz bir evrende; varlıkların “gelişim
tırmanışı”; o evrenin son olanaklarıyla sınırlı
olan ünite’ye gelene kadar sürer (1).
Bu noktada buraya ulaşmış olan bir varlığın idraki, Ünite’den
geçerek evrene yayılan “ışık
huzmesi” nin içerdiği tüm gereklere uyum sağlamış
demektir. Varlığın gelişimi ve bağlı olduğu ruha hizmeti
bakımından bu makbul oluşum, evrensel yardımlaşmaya ve
dayanışma temelinde, tedricen (yavaş yavaş ve bilgiyi
hazmede hazmede) ortaya çıkar. Ünite’den süzülüp gelen
ve evrene nüfuz etmiş olan Asli İlke’nin gereklerine uyum
kapsamında belirli idrak düzeylerindeki varlıkların işbirliğini
gerektiren sürekli iletişimin / etkileşimin doğal sonucudur
bu güzel durum. Bu, evren kapsamlı ve evrenin Ünite’sine doğru
varlıksal gelişim organizasyon ve kadrolaşmadan oluşan
hiyerarşik ve skalatik bir yapılanma içinde evren boyunca Ünite’ye
kadar tedricen sürüp gider. Bir evren bu varlıksal
organizasyon ve kadrolardan oluşmuştur. idrak ve gelişim düzeylerine
göre skalatik bir yapılanma içinde oluşmuş bu kadrolar
evrendeki tüm oluş ve akışların yürütülmesinde, elbette
ki evrende geçerli yüksek gereklere bağlı evren kapsamlı
mekanizmalarda vazifelenmesi gereken organizasyon sistemlerinin
zorunlu bir sonucudur. Evren kapsamlı “Kader
Mekanizması” nın işlemesi de belirli kadrolar içinde
kurulmuş organizasyon sistemlerinin etkinlikleriyle düzenlenir
(2).
Evrenin
bu yapılanmasına (organizasyon sistemlerine) enkarne varlıkların
hazırlık aşaması toplumsal (mâşeri) yaşamda başlar. Beşerî
yaşamın bireyleri olan enkarne varlıklar belirli realite düzeylerindedirler.
Böyle bir toplumsal yapılanma içinde, her biri farklı
realiteye sâhip varlıklar, görünen / görünmeyen düzeyde sürekli
iletişim ve etkileşim içinde gelişerek değişerek ve değer
kazanarak bir üst realiteye “yükselme” gayreti içindedirler.
Belirli bir realite basamağında (düzeyinde) bulunan bir kimse
için bir üst realite sanki “perdelenmiş”
durumdadır ama varlık idraklenme cehti içinde şuurlanarak
(aydınlanan kişi için) söz konusu “perde”
giderek şeffaflaşır. Bir maddesel gelişim ortamı olan dünyada
realiteler hiyerarşisi (basamaklaşması) boyunca varlıklar,
gelişerek, değişerek ve şuurlanarak, dünya üstü gelişim
düzeyine (Yarı Süptil Arasat) (3)
girme liyakatini kazanmaya çalışırlar.
Bu çalışmamızın
ana teması olan gelişim / değişim ve değer kazanma kapsamında
irdelediğimiz hiyerarşik /skalatik yapılanma ve realiteler
konusuna, ağırlıklı olarak Sadıkla Planı Tebliğleri’nde
gördüğümüz ruhsal planlar açısından da baksak, durumun
farklı olmadığını görüyoruz: Bir ruhsal plan, plan
katmanlarından oluşmuştur ama bu yapı, kesin bir tabakalaşma
şeklinde birbirinden ayrılmış ve kopuk değildir. Bir plan
katmanında bulunan varlıklar idraklenme ve şuurlanma cehti içinde
bir üst katmana ulaşmaya çalışır ama bir alt katmandan da
tamamen kopmuş değildirler. Bu katmanlar, toplumsal yaşamdaki
beşeri realite basamaklarına benzetilebilir. Bir üst plan
katmanı bir alta göre bir bakıma “perdelenmiş”
durumdadır. Bugünkü ruhçu kültürümüzün önemli bir kısmını
oluşturan Sadıkla Planı bile kendi yapılanmasını söz
konusu kademeleşme ile açıklamıştır. (bkz. Celse 55,
Kademe 6, giriş kısmı).
Hiyerarşik
Yapılanmadaki Kademeleşme
Yukarıdan
beri irdelemeye çalıştığımız hiyerarşik yapıdaki
kademeleşmenin “perdeleme” olarak ele
alınışı Mesnevi’de de görüyoruz:
“Hakkın nurunda 70.000 perde vardır. Onun
ışığında, nur ve zulmet aydınlanır.
Veli de, ondan yanan bir
kandildir. Gerçi nur, o kandilden alınmıştır ama nurun içinde
de kıyassız dereceler vardır. Her
perde bir kavmin makamıdır. Orada
cemaat ve imam saf saftır. Son
saftakiler gözlerinin zayıflığından, öndekilerin
nuruna bakmaya dayanamaz. İkinci
saf da daha önceki
safa, gözlerinin zayıflığından bakmaya dayanamaz. İlk
saftakilerin yaşamı olan aydınlık,
şaşının can derdi ve felaketidir. Yavaş
yavaş şaşılık gider; o, 700 perdeden bakmaya başlar.”
Yukarıdan
beri sözünü etmeye çalıştığımız skalatik yapılanmayı
ve bu hiyerarşik yapılanma içinde; varlığın gelişim düzeyi
arttıkça, perdelerin / perdelenmelerin engel olmaktan çıktığını
görüyoruz. Söz konusu derecelenme (süptilden kabaya doğru )
ve gradüel yayılış Hakk’ın Nuru’nda da vardır. O’nun
Rahman ve Rahim olan tesiri ki bunu, evrensel câzibe etkisi
olan Sevgi Enerjisi olarak da alabiliriz, kaynağından maddenin
derinliklerine doğru giderek kabalaşarak yayılır ve her şeye
nüfuz etmiş durumdadır. Dizelerde kandile benzetilen veli
(gerçek veli, “Rahmanın
Evliyası”- Yunus 62) ışığını O’nun nurundan
alır. Esasında Hakk’ın Nuru tüm tezahürat ortamına ve
oradaki varlıklara sinmiş / nüfuz etmiş durumda olduğu için,
herkes ve her şey o nurun hedefi durumundadır. Ama bireyin
kandil olup ışıması, çevresini aydınlatmaya başlaması
onun gelişmişlik / şuurlanmışlık durumuyla ilgilidir. Kişi
idraklenme ve şuurlanma cehti içinde geliştikçe (beşeri
zaaflardan ve kusurlardan arınıp “insanlaştıkça”
) Hakk’ın nurunun bünyeden daha çok geçirip, çevresini
aydınlatmaya yani “kandil gibi ışımaya”
başlar. Bu ışımayla, “nur
ve zulmet” (iyi ve kötü) aydınlanıp ve iyice görünür
duruma gelir. Aslında bu, ALLAH’ın bilgisinin iyi ile kötüyü
belirleyici ya da iyiyi kötüden ayırt edici etkisidir. Bu şekilde,
Hakk’ın Nuru ile birey giderek aydınlandıkça; kötüden
daha etkili ve isâbetli bir şekilde sakınır ve korunur,
iyiye yönelir duruma gelir. Bu makbul durum ve oluşum, bireyin
idraklenme ve şuurlanma ile realite basamaklarında “yükselmesi”dir.
Birey realite basamaklarında ve tekrar tekrar doğuşlar /
bedenlenmeler silsilesi içinde
geliştikçe (bir “kandil”
olarak ışıdıkça) Hakk’ın Nuru’nu daha çok alır ve
yansıtır duruma gelir. Bu son cümlemiz, başka türlü bir söylemle
şöyle de kurulabilir: Kişi gelişip şuurlandıkça, Hakk’ın
Nuru’nu daha yüksek titreşimlerine uyum sağlar (rezone
olur). Bu çalışmamızın ana teması olan; gelişmek, değişmek,
evrilerek değer kazanmak da bundan başkası değildir.
Yeniden Mesnevi’ye dönerek; ele aldığımız
dizelere dikkatinizi çevirirsek, “nurun
içinde kıyassız dereceler” olduğu gibi “derecelenme” dünya beşeriyetinde de vardır ve “Her
perde bir kavmin makamı” dır. Yani kavimlerin
(toplumların) ortalama bir realite düzeyleri vardır. Sanki tüm
dünya beşeriyeti realite basamaklarına dağılmış durumdadır.
Bu dağılımın teknolojik üstünlükle ve genel refah düzeyi
ile ilgisi yoktur, ama beşeri varlıkların şuurluluk / gelişmişlik
düzeyleriyle çok yakından ilgisi vardır. Yeni dünya beşeriyetinin
gerçek derecelenmesi, realite basamaklarına dağılımı
insanlaşma düzeylerine ve Hakk’ın Nuru’yla olan bağlarının
/ uyumlarının sağlamlığına bağlıdır. Bu bağ ve uyum
durumu Kur’an’da “ALLAH’ın
ipi” ve “en sağlam kulp”
olarak ifade bulmuştur (Bkz. Bakara 256, Ali İmran 103). ALLAH’a yakın olmak”
da bundan başkası olmasa gerek ve ALLAH’a yakın olmanın güzelliği
Ali İmran 14’te anlatılıyor: “…varılacak yerin en güzeli ALLAH’ın yanındadır.”
Mesnevi
dizelerinde geçen “perde”
simgesini, realite basamakları arasındaki “yükseklik”
farkı (titreşim farkı, süptillik düzeyi) olarak alabiliriz.
Her basamak sanki perdelerle birbirinden ayrılmış gibi… Dünyanın
günümüzdeki genel görünümüne ve olup bitenlere baktığımızda,
nüfus yoğunluğunun ortalarının altındaki basamaklarda
fazla olduğunu ve bu yoğunluğun üst basamaklara doğru azaldığını
görmek zor olmasa gerek. Çünkü yazımızın akışı içinde
yer yer değindiğimiz gibi, realite basamaklarında yükselmek,
gerçek / varlıksal anlamda değer kazanmak ve insanlaşmak,
idraklenme cehti içinde şuurlanmayla olasıdır. Bu başarıyı
elde etmek Hakk’ın Nuru ile aydınlanıp “kandil
olmak” bu
zor gelişim koşullarında hiç de kolay değildir. Bundan
dolayı o üst basamaklarda bulunanların sayısının (dünya nüfusuna
oranla) çok az olması son derece doğaldır ve dünya düzeyinde
büyük ölçüde “insanlaşmış” ve (yazımızın girişinde sözünü ettiğimiz)
Yarı Süptil Arasat’a (Sevgi Planı’na) geçmeye aday düzeyine
gelmiş olan o yüce varlıkların o basamaklarda bulunmaları
onların en doğal hakkı ve yaşamlar boyu elde ettikleri öz
bilgi birikimlerinin doğal sonucudur.
“Perdelenme” ve “Körlük”
Yine
incelemekte olduğumuz Mesnevi dizelerine dönerek diyebiliriz
ki, o en üst basamaktakiler “ilk
saftakiler” dir. Onların oradan beşeriyete (alt
basamaktakilere) ve dünya ortamına bakışlarında “perde
engeli” yoktur. Ama arka saftakilerin (aşağı
basamaktakilerin) ön saflara doğru bakışlarında (o da akıllarına
gelirse…) “perdeleme”
ve “körlük” söz
konusudur. Onlardan bazıları (biraz gelişmiş, orta
basamaklara doğru ilerlemiş olanlar) başlarını kaldırıp
baksalar da görecekleri şey, göz kamaştırıcı bir ışıktan
başka bir şey olmayacaktır. Bu anlamda “körlük”
Kur’an ayetlerinde de geçer. Bu gibiler aynı zamanda “sağırdırlar”
çünkü uyarı ve anımsatmalara karşıda “kulakları
tıkalıdır” (Bu konuda birkaç ayet; En’am 104,
A’raf 179, Enbiya 44, Yunus 42+43, Yusuf 105). Söz konusu “körlük” ve “sağırlık”
derece derecedir (gelişmişlik düzeylerine göre) ve her
realitedeki birey için geçerlidir.
Bu “körlük” ün konusu
olan şeye / eşyaya daha genel anlamda “gayb”
demek de olasıdır. Göremediğimiz şey, vardır ama bizim için
yoktur/gizlidir. Bu nedenle, varlıklar ne kadar gelişirse gelişsin
, onlar için “gayb”
denen bilinmeyenler hep olacaktır. Bilinmeyenlerin bilinir
duruma gelmesi idraklenme ve şuurlanmayla olasıdır ve bunun
da sonu yoktur. Tüm bilinmeyenleri bilen de; “alîm”
ve “rahman” olan ALLAH’tır(4). Görünmeyenin görünür, gaybın (bir kısmının) bilinir olması hep
bu “körlük”
ün ve “şaşılığın” ortadan kalkmasıyla olasıdır.
Dünya
realite basamaklarının yukarılarında olanlar (Mesnevi söylemiyle
“ön saflardakiler” )
aydınlanmış insanlardır, aydınlık içinde yaşarlar.
Burada “aydınlık içinde yaşamak”
tan, “yarı idrakli beşeri yaşam”ın üst düzeylerini
kastediyoruz. Dünya ortamı, varlıklar için yarı idrakli
gelişim uygulamalarının yapıldığı bir yerdir. Dünya bu
durumuyla yarı idrakli hidrojen aleminin son duraklarından
birisidir(5).
Dünyadan (hidrojen âleminden) sonraki gelişim ortamı Sevgi
Planı’dır (yarı süptil âlem, Arasat). Dolayısıyla dünya
beşeriyetinin “ön saflarındakiler”
dünya gelişim
okulunu (dolayısıyla hidrojen âlemini) bitirmek üzere olan
aydınlanmış varlıklardır. Böyle bir aydınlanmış yaşam
şekli alt basamaktakiler (“arka saftakiler” için
bir hedeftir ama ön saftakilerin aydınlığı (ışımaları)
arka saftakiler için gözleri kör edici bir tehlikedir, karanlıklarda
yaşamaya alışmış yarasa için gün ışığının; tehlike
değilse bile rahatsız edici oluşu gibi…Bu durum,
irdelemekte olduğumuz Mesnevi dizelerinin son kısmında şöyle
ifade bulmuştu: “ilk
saftakilerin yaşamı olan aydınlık, şaşının can derdi ve
felâketidir. Yavaş yavaş şaşılık gider ve o, 700 perdeden
bakmaya başlar.” Aydınlanmış
olan, dolayısıyla büyük ölçüde “insanlaşmış”
beşerî varlıkların Kur’an öğretisindeki karşılıklarından
birkaçı şöyledir ve bu kimseler ALLAH’ın sevdiği kullardır:
“Sözü
dinleyip de en iyisine uyanlar” (Zümer 18), “Söz ve ahitlerini asla değiştirmeyenler” (Ahzab
23), “sahip olduklarından verenler
ve sakınanlar” (Leyl 5), “Rabb’in
nimetini söz ve fiilleriyle dile getirenler” (Duha
11), “Bilim
ve hikmette derinleşmiş olanlar” (Maide 44), “Barışa
ve hayra yönelik iş yapanlar” (Enbiya 94).
Mesnevi
dizelerindeki “şaşılar
/ şaşılık” tan maksat, illüzyonel düalitenin
etkisinden kendini kurtaramamış basiretsizler olabilir.
Bencilce bir câhillik içinde olanlar, kendi idrak ve bilgi çaplarını
büyütememiş olanlar ile ahlâki, madde hırsını ve açgözlülüğün
ipoteğine sokmuş zenginler (Kur’an söylemiyle “servet şımarıkları”
Rum 38, Maide 104). Mevlana Celaleddin’in önerdiği “şaşılık”
sembolizminde anlamını bulan durumda yaşayanlar, bir bakıma
ALLAH’ın sevmedikleridir ve bu gibiler için Kur’an’da gördüğümüz
söylemlerden birkaçı şöyledir: “Antlaşmalarından
sonra yeminlerini bozanlar” (Tevbe 12) “Arzularını ve bireysel
kabullerine ilâh edinmiş olanlar” (Casiye 23), “Bilgiden
nasipsizler ve bâtıla sapanlar” (Yunus 89, Ankebut
48), Bilip durdukları halde gerçeği gizleyenler” (Bakara 120), “Bozguncular”
(Şuara 151, Maide 64), “Büyüklük taslayanlar”
(Sebe 32, Mü’minun 66+70), “Doğru
yolu göremeyen körler” (Yunus 43, Zühruf 40), “Dünya yaşamı tarafından aldatılmış olanlar” (En’am
70, A’raf 51, Maide 57) , “Mal ve evlat çokluğuyla övünenler”(Hadid 20, Tekasür
1+4) Bu gibilerden topluma yönetici olanların, seçimlerle de
olsa işbaşına geldiklerinde ne gibi basiretsizliklerin
sergilendiğini tarih boyunca gördük, günümüzde de üzülerek
görüyoruz. M.Celaleddin, Mesnevi’sinin başka bir yerinde;
bunlar gibi, insandan utanmaz ALLAH’tan korkmazlara şöyle
sesleniyor: “Ey
Hakkı inciten ve ey şeytana tapan!” Bu hitapta, “şeytana tapan” söyleminden,
“nefsini
ilahlaştırmış, nefsinin güdümünde ceset olarak yaşayanlar”ı
(Mücadile 19+20) anlıyoruz. M.Celaleddin’in bu hitabında gördüğümüz
“Hakkı inciten” söylemini
tuhaf karşılayan ve “ALLAH’ı incitmek nasıl olur?” şeklinde düşünenler
olabilir. Neden olmasın, ALLAH’ın bizden beklediklerinin
tersine hareket ettiğimiz zaman, O’nu incitmiş (yani İlâhî
İrâde Yasaları’na) ters düşmüş olmaz mıyız? Gerçi
bunun sonucuyla karşılaşır ve bedelini (Sebep – Sonuç
Yasası’na göre) öderiz ama “Hakk’ı
inciltmek / üzmek” anlamına gelen bu durumla karşılaşmak
sağduyu ve akıllılıkla ne kadar bağdaşır? Zeki varlıkları
kendisine Halife olarak (Bakara 30) belirlemiş olan ALLAH
bizleri cennetine çağırıyor (Bakara 221, Fecr Suresi), gelişmemizi
istiyor (Ahzab 43, Bakara 13), şuurlanmamızı istiyor (Hadid
9) ve iyi olmamızı istiyor (Nahl 12+16). Tüm bunlar için
devre boyunca (Adem Peygamber’le başlayarak) her topluma gönderdiği
sayısız peygamberleriyle vahyini (beşeriyete yönelik hitabını)
sürdürmedi mi? Gelişip, değişip, değer kazanıp insanlaşmamız
için çevremizi gelişim olanaklarıyla (“nimetler”le)
donatmadı mı? Bununla da kalmayıp, bu gelişim olanaklarından
nasıl yararlanacağımızı; gerek peygamberler aracılığıyla
, gerekse bireyleri bir birine araç / vesile ederek anlatmadı
mı? Tüm bu ilâhi teveccühe ve yardıma karşın hâla “körlük” içinde olmanın elbet bir bedeli olacaktır ve
hep de olmuştur. Yine biliyoruz ki, “ALLAH’ın
zikrine (Kur’an’a) karşı kalpleri katılaşmış
olanlar” (Zümer 22) için O’nun (Yasalarının/ Sünnetullah’ın)
tavrı kesindir: “ALLAH’ın sözü mutlaka gerçekleşir”(Rum 60), “Bizleri
sürekli izler” (Kaf 16+17) “Her
şeyi pek iyi bilen ALLAH”(Hucurat 16) “Hesabı
da çabuk görendir” (Maide 4, Ra’d 41, Ali İmran
19). Çıplak gerçek böyle olunca ve ALLAH’ın kelâmı
bizler için önemliyse; ne yapmak, nasıl olmak ve nasıl yaşamak
gerektiğinin takdirini sağduyu sahibi okurlarımıza bırakıyorum…
Mesnevi
dizelerinde izini sürdüğümüz değişim ve gelişim
kavramlarında anlamını bulan olgunlaşmanın nasılını
irdelerken, yazımızın buraya kadar ki bölümünde konunun
realitelerle olan bağlantısını gördükten sonra bu
dizelerde geçen öteki bağlantıları da görelim: Gelişip,
değişil değer kazanırken beşerî realiteler boyunca
ilerliyoruz ama bu ilerleyiş; bazı “gelişim
araçları” nı kullanarak, yaşam sınavlarından sürekli
geçerek yaşamlar boyu oluyor.
Gelişim
Araçları ve Yaşam Sınavları
Gelişim
araçlarının başında elbette ki biyolojik bir yapı
(organizma) olan bedenimiz geliyor. Evet, kendimizi bedenden
ibaret sanmamak. Dünyada
gelişim ve bilgi uygulama aracı olarak geçici bir süre ve emâneten
kullanıp bıraktığımız bu organik yapı
asıl kendimiz (“öz benliğimiz”) değildir. Bizler
aslen, organizma / beden değil, bedene enkarne olmuş ruh varlıklarıyız.
Bunu en güzel bir şekli de sözcüklere döken Yunus Emre olmuştur:
“Ete
kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.”
Ruh
varlığı olarak, bir ömür boyu egemenliğimiz / tesirliliğimiz
altında tuttuğumuz bedenin (asıl kendimize göre) çok “kaba”
olan maddesel durumundan yararlanarak, onun aracılığıyla dünya
maddelerine tesir ediyoruz(6). Bedenimiz aracılığıyla, onu kullanarak bir ömür boyu pek çok
olaya girip çıkıyor, yaşam sınavlarından (eprövlerden) geçiyor
ve belli bir yaşam planı uygulaması yapıyoruz, yani gelişmeye
/ değişmeye çalışıyoruz. Burada asıl gelişen, asıl
kendimiz (öz benliğimiz) yani görünmeyen ama görüneni de
yaşatan ve yöneten fizik ötesi öz benliğimizdir. Bu gelişim
süreci içinde, yaptığımız ve yapacağımız
uygulamalardaki başarımız çok büyük ölçüde beden aracımıza
yönelik kontrolümüze ve egemenliğimize bağlıdır.
Beden
maddesel bir yapı olduğu ve bedenli olmaktan dolayı nefs
denen kaba bir yanımız olduğu için, maddenin cezbedici ve
aldatıcı etkisine yatkınızdır. Dolayısıyla maddesel
arzulardan(nefsi hevâ ve hevesinden), yapay ihtiyaçlardan ve
beşerî koşullandırmalardan kendimizi ne kadar
koruyabilirsek, yaşamda gerçek anlamda o kadar başarılı
oluruz. Yaşam planımız bağlamında doğmadan önce verdiğimiz
söze bağlı kalarak, yani “ahde
vefasızlık etmemek “ ve yaşamda başarılı olmak da buna bağlıdır.
ALLAH, Kur’an’da “Ahdinize vefasızlık etmeyin…” meâlinde uyarıda
bulunuyor (Bkz. Tevbe 4, Bakara 63, Nahl 91, İsra 34+37+38,
Fetih 10). Bu ahitleşme (ahde vefa ya da vefasızlık) elbette
ki hem bedensel hem de (asıl kendimiz olan) yüksek ben (özbenliğimiz)
için geçerlidir. Özbenlik olarak yaşam planımıza alarak
uygulamaya söz verdiğimiz (Planımıza karşı) sözler ne
kadar önemli ise, bedensel ben olarak dünyada yaşarken verdiğimiz
sözlerde durmak, yani yalancı durumuna düşmemek o kadar önemlidir.
Herkesin bizden emin olması, yakın ve uzak çevremizde güvenilir
olmamız insanlaşmak açısından çok önemlidir. Hz. Muhammed
gibi “emin”
sıfatıyla anılmak kadar dürüst ve güvenilir olmak, erdemli
ve bilge insanlara özgü, ALLAH’ın da sevdiği ve bizlerden
beklediği bir tavırdır. “Kendilerindeki
emânetlere ve ahretlerine sadık olanlar” (Mearic 32)
ALLAH’ın sevdiklerindendir. Bu paylaştığımız son ayette
gördüğümüz “emânetler” yığınına
bedenimizde dâhildir. Evet, sahip olduğumuz her şey ALLAH’a
aittir ve bu emânetlerin belki de en değerlisi bedenimizdir.
Çünkü bedeni kullanarak dünyada gelişmek / değişmek, beşeri
zaaflardan / kusurlardan kurtularak insanlaşmak ve bir üst
gelişim düzeyine geçmek durumundayız. Bundan dolayı, dünyada
bedenlenirken emâneten aldığımız bedene sâdece fizyolojik
ve psikolojik açıdan değil, içsel gelişim açısından da
(yani idraklenip şuurlanmak bakımından da) iyi bakmak
durumundayız. Bunun için Mesnevi de şöyle bir öğüt var: “Kendinden geçerek dolaşırsan,
eve gelince ev sahibi olursun.”
Bu
dizede “kendinden
geçmek”; benliklerden, genel anlamda nefsâniyetten
geçmek olabilir. “Olabilir”
diyorum çünkü bu değerlendirmemizin en doğru yorum olduğu
iddiasında değiliz; bu sâdece bir öneridir ve her türlü
eleştiriye açıktır. Görüş bildirme, katkıda bulunma lûtfunda
bulunacak okurlarımıza şimdiden teşekkürler. Dizede geçen “ev
sahibi olmak” söyleminden de bedensel bene egemen
olmayı anlıyoruz. Şimdi bizler, beşeriyetin genel görünümü
olarak bedenlerimizin tam sahibi değil; büyük ölçüde
bedenlerimizin güdümünde olan enkarde varlıklarız. Bilge
Gurdjieff bu trajikomik durumu “süvari
ve at” benzetmesiyle öğretisine almıştır.(7)
Beden aracımızın tam sâhibi olmak demek, bu gelişim aracının üzerinde
tam egemenlik kurmak ve maddesel cazibeye karşı muhalefet gücü
kazanmış olmak demektir. Bu durumda ve esâsen ruh varlığı
olduğumuz, bedenin de efendisi
(“evin
asıl sahibi”) olduğumuz bilinci içinde yaşamak;
(kendisinden geçerek dolaşmak); “Güzel düşünüp güzel
davrananlara” (En’am 84), “iyiliğe
çağıran, doğruluğu öneren ve kötülükten men edenler”
e (Ali İmran 104) özgü bir yaşam sürmek olmaktadır.
Yatay ve Düşey Tesirleri Bedende Dengelemek
Dünyada, enkarne ( bedenli) varlıklar olarak
yaşamanın biraz daha teknik ayrıntısını Önder Plan’ın
bilgilerinde buluyoruz. (Bkz. Dipnot 1’deki eser sayfalar
78,92 ve devamı): Her organizmaya “yukarıdan
, yanlardan (yataydan) ve aşağıdan” birçok tâli
tesir gelir ki, bu tesirlerin içinde hem organizmanın (enkarne
varlığın) vazifesini ve yaşam planı uygulamasını kolaylaştırıcı
pozitif tesirler vardır, hem de onun güçlenmesini, görgü ve
deneyim birikiminin artması için sarsıcı, zorlayıcı,
bozucu ve hatta yıkıcı negatif tesirler vardır ve bunlar o
organizmanın sınav, deneyim ve gözlem organizmalarının oluşumuna
fırsat ve olanak sağlar. Tüm bu tâli tesirler, o
organizmanın yetişmesi, gelişmesi ve değişmesi
(yenilenmesi) için ve otomatik olarak çalışan kendi öz
benliğinden ve onun aracılığıyla da vazifeli varlıklardan
gelir.
Beden
organizmasının arınması, yetişmesi, gelişmesi ve
hizmetinde olduğu evren varlığına daha iyi hizmet
sunabilmesi, içsel / kişisel gelişim dediğimiz olgunun esasını
oluşturur. Tüm dinsel ve seçkin inisiyatik öğretilerin
temel amacı bu olagelmiştir. Araç-gereç ne kadar kaliteli ve
işe yarar olursa usta o kadar güzel şey üretir, sanatını
en iyi şekilde gerçekleştirir ve ustalığını sergiler. “At” ne kadar bakımlı ve tımarlı olursa süvari
becerilerini o kadar güzel sergiler. Bu benzetmelerde “usta”
ve “süvari”
ruh varlığına karşılık sözcüklerdir. Mevlana
Celaleddin’de beden denen organizmayı “binek”
olarak ifâdeye koymuştur: “Bu
beden binektir; neye alıştıysa, o onun için daha doğrudur.”
Süvarinin,
atı ile bir şeyler yaptığı gibi, (yani, hedefine ulaşmaya
çalıştığı gibi), ruh varlığı da maddesel ortamlardan
edindiği bedensel (tekrar tekrar doğuşlar süreci boyunca) kendi
gelişimini sürdürür. Mesnevi’den aldığımız bu dizede,
söz konusu “bineğin” belirgin
bir özelliğine de değinilmiş, alışkanlıklar. Bu yazımızın
esas konusu değil ama; alışkanlıkların beden (organizma) üzerindeki
etkisine ve gelişim ve değişimle olan bağlantısına birkaç
cümle ile değinmekte yarar var:
Alışkanlıklar ve Gelişim
Sâdece
hayvan bedenleri değil, beşeri bedenler için de yeni alışkanlıklar
edinmek, alışkanlıkları değiştirmek önce zor gelir ama
bir kez bir alışkanlık edinilince, onun rahatlığı ve
rehaveti içinde kendimizi iyi hisseder ve onu değiştirmek
istemeyiz. İşte bu durumda, nefs sahibi olmamızdan
kaynaklanan beşeri zaaflarımızdan biridir: Alışkanlıklarımıza
düşkünlük. Dolayısıyla alışkanlıklardan, alışkanlıkların
rehavetinden kurtulma/ özgürleşme yönündeki tavrımız ve
uygulamalarımız, nefse karşı koyma gücü ve gelişim açısından
önemlidir. Alışkanlık, bir bağımlılığa dönüşmeden / kökleşmeden
ufak tefek değişikliklerle onu kontrol altında tutmakta yarar
vardır. Bir alışkanlığın bünyede kökleşmesine göz
yumarsak, kısa zamanda o bizim “doğrumuz” bir bakıma
realitemiz durumuna gelir ve daha başkalarını; bizimkilerden
iyi de olsa, görmez duruma geliriz, en doğrusunun o olduğunu
inatla ya da çeşitli tevillerle savunuruz. Bu söylediklerimiz,
daha çok olumsuz alışkanlıklar içindir. Beden denen
organizmanın mâdem ki böyle bir özelliği var, bundan
yararlanarak ona iyi alışkanlıklar kazandırmanın fırsatını
kollamalıyız. Ama unutmamak gerekir ki, iyinin de iyisi vardır.
En iyisi, hiçbir alışkanlığa sahip olmamak, alışkanlıklardan
da arınmış olmak gerek. Bu makbul durum da, öz benliğimizin
bedende olabildiğince çok tezâhür etmesiyle olasıdır: “Beden içinde ruh hayatı sürmek…”
yani bedenlisiniz ama, ruh varlığı olarak (asıl
bedeniniz olarak) %100’e yakın bir şekilde beden organizmamıza
(“bineğinize”)
egemensiniz. Bu güzel durumun beşeriyet boyutundaki görünümü
(Hz. İsa öğretisinde) “Melekûtun yere inmesi” olarak ifâdeye konmuştur. “Alışkanlıklar
ve gelişim / değişim” konusunu belki başka bir çalışmamıza
bırakarak, asıl konumuzu bıraktığımız yerden sürdürüyoruz.
Gurdjieff’in
“süvarinin
atı”na, Mevlana Celaleddin’in “binek”e
benzettiği beden organizmamız, bu maddesel ortamda en önemli
gelişim aracımız olup, yeniden bedenlenme olanağına sâhip
olmak da bizler için büyük bir nimettir. Bu nimeti (gelişim
aracı bedeni) içsel gelişim yönünde, realitemize göre en
iyi şekilde değerlendirmek, aklımızın erdiği kadar onu “doğru
yol” da (sırat-ı müstakim) tutmak en akıllıca iş
olsa gerek. Çünkü dünyada bunun için varız; her şey buna
vesile / fırsat ve araç. Dünyada gelişim, değişim ve değer
kazanmanın “nasılını”
irdeliyorduk. Gelişip, değişip, değer kazanarak insanlaşmak;
tedricen (yavaş, yavaş, ağır ağır ) ve yaşam sınavlarından
geçerek oluyor. Yaşam sınavlarından (eprövlerden) geçerek
idraklenip şuurlanma konusuna da biraz bakalım.
Her şeyin
ve varlıkların birbirinin gelişim aracı olduğu gibi; yaşam
da, bütünüyle bir gelişim aracıdır. Yaşıyor olmak gelişim
açısından önemli bir fırsattır, idraklenerek ve şuurlanarak
ortaya çıkan gelişim, ALLAH’ın yaşam ve tekrar tekrar doğuşlar
olanağıyla varlıklara sunduğu bir nimettir. İdraklenme
cehti içinde, her şeyi birer araç bilerek, doğru yolda kalma
titizliği içinde değerler üretip barışa hizmet etmek ibâdet
hâlinde yaşamak demektir. İbâdet hâlinde olmayı bir yaşam
şekline dönüştürmek; “kendilerini
Rabb’e adayanlarla, bilim ve hikmetle derinleşmiş olanlar”ın
(Kur’an Maide 44) tavrıdır.
Çünkü Rabb bizlerin böyle olmamızı istiyor. Konumuz olan;
gelişip, değişip, değer kazanmanın gereği de budur. “Nasıl
gelişiyoruz?” sorusunun
yanıtı da bu tür yaşamda gizlidir: Yaşam sınavlarından geçe
geçe, deneyim ve görgü birikimimizi arttırarak gelişmeye çalışıyoruz.
Günümüzdeki gibi, sorunlar yumağı olmuş bir yaşam; beşeri
çıkarlar ve açgözlülükleri doyurmak yönünde kullanılmaz
ama içsel gelişim ve her şeye karşın doğru / dürüst olma
yönünde kullanılırsa, bu tutum ve anlayış,şuurlanmak ve
insanlaşmak için büyük ve önemli bir fırsattır. Yaşam sınavlarının
içerdiği zorlukları (ıstıraplı eprövleri) gelişim fırsatına
dönüştürmek, “iman edip sâlih amellerde bulunanların” (Kur’an, İnşikak
25) tavrı ve tutumudur. O zaman, tırmandıkça dikleşen yaşam
yolu sıkıntılı olmaktan çıkar, çünkü birey gerçek
anlamda güçleniyor demektir. Tırmandıkça dikleşen yaşam
yolunun hakkını vermek, bu anlamda güçlenmeyle olasıdır.
Çözmeye çalıştıkça düğümlenen yaşam sorunları, bu
anlamda güçlenmiş olanlar için dert olmaktan çıkmıştır.
Onlar güçlükleri, yaşam sınavları olarak gelen acıları
şükürle karşılar ve doğru bildikleri değerlerle /
ilkelerle çözerler ya da çözme gayreti sergilerler. Beşeri
değerlere dayalı güçlülük ve mutluluk gelip geçici güçlüklerdir.
Mal, mülk, servet birikimi görünüşe göre ve beşeri değerlere
göre illizyonel bir güçtür. Bu güç içsel gelişim, paylaşım
ve genel anlamda hayra yönelik olarak kullanılmazsa / tüketilmezse,
bireyin negatif karmasını arttıran ve hebâ edilmiş bir gelişim
aracı durumuna düşmüş olur. Bu nedenle “mal ve evlat çokluğuyla övünenler” (Hadid 20, Tekasür
1+4) ile
“mal
ve para ile şımarıp, herkesi küçük görenler” (Hümeze
2+3) Kur’an’da kınanmıştır.
Kur’an’ın dikkat çektiği bu kimseler birer emânet araç olan dünyasal
değerlerle özdeşleşmiş ve bir bakıma maddeleşmiş
bireylerdir. Kendini bilmezlere özgü bu tâlihsizliğin
Mesnevi’de şöyle ifâde bulduğunu görüyoruz: “Dünyaya
âşık olan; duvardaki güneş ışığının nereden geldiğini araştırmayıp, duvara âşık olan
gibidir.”
Görüldüğü gibi, araç ile özdeşleştiğimiz zaman, hele hele onu
putlaştırdığımız zaman, asıl amacı göremiyorsunuz; daha
da kötüsü, asıl amaçtan / hedeften uzaklaşmış
oluyorsunuz, doğru yoldan çıkıp, yan bir yola sapmış
oluyorsunuz… Eğer bu şekilde yaşam sürdürülürse,
ALLAH’ın lûtfettiği ve gelişim aracından başka bir şey
olmayan yaşam heba edilmiş olur. ALLAH’ın beşeriyete hitap
şekillerinden biri olan Kur’an’ın genelinden anladığımız
kadarıyla ; günde kaç rekat namaz kılındığından çok,
hayatı ibâdet hâlinde yaşayıp yaşamadığın önemlidir. Günümüzde
Müselman kimlikli olup, şirke sapmış olanların sayısı az
değildir; cuma günleri camiler dolup taşıyor ama ALLAH’da
diyor ki, “Eğer
şirke saparsan, ibadetin kesinlikle boşa çıkar…” –Zümer
65. “Riya”
anlamına da gelen şirk, İlahi İrade’nin yerine ya da yanına
beşerî irâdenin konmasıdır. Bu çarpık zihniyetle, ne yazıktır
ki, (saygı kisvesiyle) Hak elçisi Peygamber şirk aracı yapılmıştır.
Günümüz İslam coğrafyasında yaygın olan (Kur’an’daki “indirilmiş İslam” yerine ) “uydurulmuş İslam”
din adı altında örtülü şirk ürünleriyle doludur.
Yukarıda değindiğimiz “servetle
şımarmışlığın” (Kur’an söylemidir Bkz. Nisa
61, Hûd 82+83, Zühruf 23, Maide 104, Vakıa 45, Nahl 71,
Zariyat 19, En’am 141) hepsinin değilse bile , büyük bir kısmının,
gururdan / kibirden yanlarına varılmaz ve bunlar aynı
zamanda, Müselman kimlikli bireylerdir. Bunlardan politikacı
(sözde “devlet
adamı”) olanlar Cuma namazı çıkışlarında cami
avlusunda kameralar karşısında beyanatta verirler. Bu
kibirlilerin ibadetlerinin de geçersiz olduğunu yine
Kur’an’dan öğreniyoruz. Esasen bu “sapmışlar” (Kur’an söylemidir) ALLAH’ın dinini
kendi kirli siyasetlerine araç etmiş dinden nasipsizlerdir. Bu
gibiler için ALLAH, Kur’an’da “Kibire saparak bana ibadetten uzaklaşanlar, aşağılanmış olarak
cehenneme gideceklerdir” (Mü’min 60).
Son
birkaç paragrafta, gelişim ve değişimin önemli araçlarından
birinin yaşam olduğunu ancak bunun içsel (yani var oluş
nedenine) yönelik bir yarar sağlaması için hayatın ibâdet
hâlinde yaşanması gerektiğini belirtmeye çalıştık. Yaşamda
başarının ve bir ömrü en iyi şekilde değerlendirmenin;
her şeyin ve olduğu gibi dünyanın, gelişim ve değişim yönünden
değerlendirilmesi ve terk edilmesi gereken birer emanet olduğunu
bundan dolayı hiçbir şeyle özdeşleşmemek gerektiğini
vurguladık. Ayrıca, sâhip olduğumuz her şeyin, karşılaştığımız
her olayın ve durumun birer sınama aracı olduğunu da örnekleriyle
göstermeye çalıştık. İnsan, varlıkla da sınanır,
yoklukla da amma varlıkla (zenginlikle) sınanmak herhalde ötekisinden
daha zor olsa gerek. Çünkü beşer, nefs sahibi ve “yarı
idrakli”(8) olduğu
için şımarmaya, gurura/ kibire kapılmaya,nankörlük edip
azmaya daha yatkındır. Bunlar kendini bilmez ve aymaz beşer için
Kur’an’ın kullandığı söylemlerdir: “Servetle
şımarmak”, “gurur / kibir”, “nankörlük” ve
“azmak”(9)“Sınanıyorum” duyarlılığı içinde yaşamanın alt yapısında
“ALLAH
tarafından sürekli izleniyoruz” anlayışı
ve bilgisi vardır. Bu gerçekten böyledir ve kadim Mısır’da
“Horusun
gözü” şeklinde gösterilmiştir(şekil 4).
Kur’an’da da beşerin “başı boş” olmadığı
birçok ayetle belirtilmiştir. (Yunus 20, Bakara 115, Hadid 4,
Müzemmil 1, Müdessir 11, Kaf 16+17). Aslında yaratılmışların
sürekli gözetim altında olmaları ve özelde de ALLAH’ın
bize “şah
damarımızdan yakın” olması ilahi bir teveccühten
başka bir şey değildir. Yetişmeye, kazasız belasız büyümeye
muhtaç bir çocuğun ana + baba gözetiminde olması ne kadar güzel
bir şey ve ne büyük bir yardımdır o yavru için… Kişinin,
kendisinin ve tüm yaratılmışların böyle bir ilâhi gözetim
altında olduğuna inanması, (daha da iyisi) bilmesi, onun yaşam
sınavlarında başarılı olma, doğru yol üzerinde bulunma
maddenin cezbedici etkisinden ve beşeri koşullandırmalardan
sakınma / korunma olasılığını dolayısıyla gelişme, şuurlanma
ve insanlaşma konusunda başarıyı arttırır.
Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz sınanma ve yaşam sınav kapsamında
aldığımız etkilere verdiğimiz tepki önemlidir. Bu
tepkimizin vicdâni ya da nefsâni ağırlığı olduğu bizim
genel realite düzeyimiz ve
gelişmişlik durumumuz hakkında ipuçları taşır.
Mesnevi’de buna çeşitli benzetmelerle değinilmiştir. Birkaç
örnek görelim:
“Birisi
eşek bulur, palan bulamaz; palanı bulunca da eşek, kurdun
nasibi olur.
Testi olsa, su bulamaz; su bulunca da testi kırılır.”
Burada eşek sâhibinin palan bulamaması ya da bunu yitirmesi bir “etki”
dir. Bir şekilde palan bulduktan sonra, eşeğinden olması şok
içerikli bir “etki”dir.
Benzer şekilde; su bulamamak, testinin kırılması… Burada
önemli olan; ne eşektir ne de palan. Önemli olan ve yukarısı
tarafından dikkatle izlenen bireyin tepkisi ve içine girip çıktığı
ya da çıkmakta zorlandığı hâlettir. Dolayısıyla olayın
(etkinin) kendisinden ve ne / kim olduğundan çok, bizim içimizde
olup bitenlerdir. Bu şekilde yaşam sınavlarını (eprövleri)
ve sınanmaları kapsamında “halden
hâle girmek” deneyim ve görgü birikimi(10)
açısından
çok önemlidir. Kur’an’da bu durum, “Biz sizi halden hâle
sokarız…” mealinde ifade bulmuştur (İnşikak 19).
Gece uyurken rüya durumunda bile halden hâle gireriz. Gelişim,
ağır ağır (tedrîcen) ama süreklidir; uyanıklıkta,
uykuda, bir ömür boyunca ve ölüm ötesinde. Varlık için
gelişmek, ruh için tekâmül etmek varlıklar ve evrensel bir
etkinlik ve eylemdir. Allah bizim gelişmemizi istiyor, İlâhi
Murad bu yönde (Bkz. Bakara 221 ve Fecr Suresi).
Sömürgen kapitalizmin maddeci zihniyetinin tutsaklığından yakalarını
kurtarabilmiş, vicdâni özgür ve sağduyu sâhibi bazı bilim
insanları da; aldığımız etkiden çok, bu etkiye verdiğimiz
tepkinin ve bu etki nedeniyle içimizde neler olduğunun önemine
değiniyorlar. Görüp algılayabildiğimizden çok fazla olan
yaşam sahnesinde aldığımız etkiler nedeniyle ne tür
duyguların iç zeminimizde kıpırdandığı önemlidir. Dolayısıyla
olaylarla / şahıslarla gelen her etki bizi kendi içimize yöneltmelidir.
Bu yönelişle sadece kendimizin bir yanının (bir sahte benliğimizi)
tanımakla kalmayız, özeleştiri yapma fırsatı da yakalarız.
Bununla da kalmaz karşımızdakiyle empati(11)
kurma şansını
yakalarız. Görüldüğü gibi yaşamın kendisinden çok,
bizim onu (bir enkarnasyon olanağını) nasıl değerlendirdiğimiz;
kısaca, nasıl yaşadığımızdır önemli olan. Esâsen
bedenli / maddesel yaşam, olduğu gibi illüzyonel bir ortamdır.
Gerçek ve illüzyonel olmayan yaşam, ölüm ile geçtiğimiz
var oluş ortamıdır. ”Gelişmek”
demek,
bir bakıma; iyi ile kötünün birbirine karışmış, apaçık
kötülerin yanında “sahte
iyiler” in de bulunduğu bu illüzyonel dünya ortamında
bunları birbirinden ayırt edebilecek fehim ve ferâset
becerisi kazanmak ve bunu sürekli kılmak demektir. Tüm ibâdet
şekilleri ve inisiyatik öğretiler ile, olduğu gibi yaşamın
kendisi bireyi illüzyonel dualiteden kurtarmak içindir. Yaşamlar
boyu yapmaya çalıştığımız da, özet olarak bundan başkası
değildir. “İyi” ve “kötü”nün
sürekli sınanması ve bunların âlemler boyu sürüp giden
didişmeleri Yin-Yang simgesi ile bilinir. Bu evren kapsamlı
gerçek, bir Mesnevi dizesinde şöyle şiirleştirilmiştir:
“Bu riyâzetler, bu yalvarmalar kötü ile iyinin ve güzelin
ayrılması içindir.
İyi ile kötünün imtihan
edilmesi, Samed ( yüce ve sürekli) olan Tanrı’ın hikmeti gereğidir.”
Yukarıda,
“iyi”
ile “kötü”, zaman – mekân koşullarıyla icaplara karışmış
durumdadır ve bu şekilde yaşam sınavları (eprövler) daha
da zorlaşmıştır demiştik. Bu karışıklık dolayısıyla
aldatıcılığı Mesnevi dizelerinde M.Celalleddin şöyle ifâdeye
koymuştur:
“
Nice şeker tadında olan tatlı şeyler vardır ki onların içinde
zehir gizlidir.
Birisi, irfânıyla onu kokusundan tanır. Diğeri dudağı
ve dişiyle anlar. Acı
ve tatlı, bu gözden gizlidir. Ama onu, gönül gözü açıkça
görür.”
Görüldüğü
gibi aldatıcı ve bir sınav aracı olan dualitenin fark
edilmesi ve aslında “varlığın birliği” ve
çokluktaki tekliğin/ birliğin var olduğu hakikati gelişimle
görülecek, anlaşılacak ve yaşanacak bir durumdur. Bir ve
tek olan varlık, çokluk ve çeşitlilik halinde tezahür etmiştir.
Bu çokluk, çeşitlilik içinde “iyi”
olan ile “kötü” olanın, ayırt edilmesi 8sap ile samanın ayrılması
gibi), “iyi”
nin yeğlenmesi, “kötü” ile mücadele edilmesi , bu duyarlılığın ve
becerinin kazanılması, yukarıdan beri ne olduğunu irdelemeye
çalıştığımız gelişim ile kazanılacak ve zâten bu şekilde
kazanılmakta olan bir güçtür. Söz konusu gelişim, ağır ağır
ve derece derece (gradüel) olduğundan; “kimisi bunu irfanıyla
korkusundan” anlar, kimisi de “dudağıyla
ve dişiyle…” Ama her halde bunlarında üstünde ve
ilerisinde olan gönül gözü ile bunun ayırdına varmaktır.
Değişik realite düzeylerindeki / basamaklarındaki (bkz. Şekil
2) bireylerin algılamaları “iyi”
, “kötü” anlayışları
farklı farklıdır.
Maddeyle,
maddesel birikimiyle koşullanmış bir kimse için yaşamın
amacı servet ve iktidardır. Bu kimse bu hedefe ulaşmak adına;
gam, keder her şeye katlanır. Bu kapsamda aslında yapmakta
olduğu, olmaması gerekeni (“kötü”yü)
deneyimleye, deneyimleye, olması gerekenin ne olduğunu
anlamaktadır. Elbette ki servet sâhibi olmanın kendisi “kötü” değildir, o birikimle özdeşleşmek, onu paylaşmamak,
hayır yönünde (“iyi” ye yönelik) kullanmamak ve hepsinden kötüsü “şımarmak”
ve “azmak”tır. Bu son
iki durum Kur’an’ın kullandığı sözcüklerdir (12). Temelinde nefsin hegemonyası ve açgözlülük olan bu başarısızlık
“servetin
kudret aracı yapılması” nı da genellikle
beraberinde getirir ki, bu talihsizlik; oldukça sıkıntılı sınavlarla
telafi edilebilecek negatif bir karmik yüktür. Çok büyük
servetlerin sahibi olup da, varlıkla sınanmayı başarılı
bir gelişim hamlesine dönüştürmeye örnek olarak Süleyman
Peygamber gösterilir. Bir sınav aracı olan zenginliği,
ALLAH’ın önerdiği yönde kullanmanın başarısıdır. Süleyman
Peygamber’inki bakın Mevlana Celaleddin Süleyman
Peygamber’in bu başarısını nasıl katmış ölümsüz
eseri Mesnevi’ye:
“(Süleyman
Peygamber) saltanatının gam ve keder olduğunu görünce,
cihan padişahlarına acıdı; şefaatçı olup,
‘Rabbim, bana verdiğin bu
saltanatı başkasına lâyık görme…’ dedi.”
Servetle
ve ona bağlı olarak, onu baskı / tahakküm aracı şeklinde
kullanma güdüsünü kontrol etmek çok zordur, başarılması
zor bir yaşam sınavıdır. Bu başarısızlığın, kara bir
leke olarak tarihe geçmiş örneğini de Emevi kralı Muaviye
ile Halife Osman işbirliği oluşturur (13).
Yazımızın akılı içinde, yukarılarda bir yerde, “Varlıkla
da sınanıp kişi yoklukla da…” demiştik. Besbelli
ki varlıkla (zenginlikle / servetle) sınanmak herhalde daha
zor olsa gerek. Çünkü ego sâhibi beşeri varlıklar olarak
bu birikim; gurur / kibir, açgözlülüğün doyurulması ve
bununla başkalarını tahakküm altına almaya daha yatkınız.
Mevlana Celalleddin de yoklukla ve varlıkla sınanmanın ayırdığını
şöyle şiirleştirilmiş Mesnevi’de;
“Yokluğa
sarhoş olurum, varlığa değil; çünkü yokluk sevgisi daha
vefalıdır.”
Gerek
varlık ya da yoklukla sınanmada, gerekse daha yukarıdaki
paragraflarımızda gözden geçirdiğimiz durumlarda varlık sınanırken,
aslında asıl sınanan varlığın iradesidir. İrademizi ve seçme
özgürlüğümüzü şu ya da bu yönde kullanmakta da özgürüz
ama bu özgürlüğümüzü kullanma şeklimiz bizim yaşam sınavlarındaki
başarımızı belirliyor (14). İrâde özgürlüğümüzü istediğimiz gibi kullanma hakkımız var
ama bu hakkımızı kullanma şeklimiz, Sebep - Sonuç Yasası’na
göre, başarı ya da başarısızlık olarak bize geri dönüyor.
Dolayısıyla irâdemiz (şuurlanmamıza ve nefis terbiyemize
paralel olarak) gelişip güçlendikle, yani %100 değilse bile,
%100’e yakın bir şekilde kendi öz irademizle düşünür ve
hareket eder duruma geldiğimiz oranda yaşam sınavlarımızdaki
başarı oranımız da artar. İrademiz günlük yaşamın amacı
bizim idraklenerek şuurlanmamız ve gelişmemizdir. Görülüyor
ki, başta sorduğumuz, “Nasıl
gelişiyoruz?” sorumuzun yanıtının bir kısmı da
irademizin durumu ve onu nasıl / ne yönde kullandığımızla
ilgilidir. Mesnevi dizelerinden birinde yüce Mevlana Celaleddin
bu durumu şöyle ifâdeye koymuş:
“Sınav
koşulu irâdedir; irâden yok ise, iktidarsızsın. İstekler,
uyumuş köpekler gibidir ve onlarda hayır ve şer gizlidir.”
Yukarıdaki
dizelerde de gördüğümüz gibi gerçek anlamda (varlıksal
olarak) güçsüzlük (“iktidar”)
irade gücünün ortaya çıkmasıyla belirginleşen bir
niteliktir. Bu da nefsin (sufizmdeki simgesi “köpek”tir) ehlileştirilmesiyle ve isteklerden /
arzulardan arınma ile gelen ve de erdemli bilge kişilere özgü
bir güçtür. İrade gücünün ortaya çıkmasının, enkarne
varlıkta belirginleşmesinin önündeki en büyük engel eğitilmediği
zaman, yaşam sınavlarında başarı bir yana, varlığın basına
ne dertler açtığının şairâne bir ifadesini de şu
dizelerde görüyoruz:
“Sakın
karga gibi nefsin ardında koşma; çünkü bahçeye değil,
mezarlığa götürür. Gideceksen, gönül ankâsının
ardından gönül
Kaf Dağı’na ve gönül Mescid-i Aksâsı’na git.”
Görüldüğü
gibi, kendi iradesinin nefsinin ellerine bırakmış birinin, başka
türlü bir söylemle, nefsin isteklerinin / arzularının (hevâ-hevslerinin)
bedende egemen olmasının hazin sonucu, ölülerin bulunduğu
mekânlarda dolaşmak oluyor. Dizelerde gördüğümüz mezarlık,
elbette ki, literal anlamıyla ele alınıp bir kalemde kötülenecek,
sürekli uzak durulacak mekan değildir. Burada, “mezarlık” sözcüğünü
“ölülerin”
(ölü yaşaların) bulunduğu yer olarak ele almak,
dizenin girişiyle daha anlamlı bir bütünlük ortaya koyar.
Çünkü “ölü”
olarak yaşamak, kendinden habersiz bir şekilde “sâdece
beden olduğunun” bilinciyle
yaşamaktır. Bunun tersi ise (yine ezoterik ve inisiyatik
anlamda) “diri”
yaşamaktır. “Diri
yaşamak” ise, kendini tanıma kapsamında idraklenme
ve şuurlanma cehtini sürekli kılma ve iradeyi nefsin elinden
kurtarma gayreti içinde yaşamaktır. Esâsen tüm ibadet şekillerinin
amacı ile dinsel ve inisiyatik öğretilerin ana hedefi budur.
Eğer yapılan ibâdetler buna hizmet etmiyorsa, akıntıya karşı
kürek çekiliyor demektir. Bütün mesele, gönlü (kalbi /
vicdanı) “nefs kiri”nden
temizlemektir. Çünkü kalbin “temizlenerek”
gönüle dönüşmesi, nefsin terbiyesi /
edeplendirilmesi ile olasıdır. Nefs, bireyin özgür iradesine
iteatkâr duruma geldiği oranda kalp, gönüle dönüşmüştür/dönüşür.
|