Gökkuşağının farklı renkleri
Acı ve ıstırabın bin bir
yüzü, bin bir çeşidi vardır ve bu bin bir yüzün içinden
geçmeden de bir yere varmanın yolu yoktur... Mevlana'nın,
Yunus Emre'nin yolu da aynı yoldur... daha nicelerinin de...
çünkü başka yol yoktur... doğdun mu bir kez indin mi buralara,
acıya temas etmemek, içinden geçmemek, ta ki ne kadar fazlan
var ise onu terk edinceye kadar içinde dönenmemek mümkün
değildir.... terk etmenin bir biçimidir bu... evet acılar
içinde, evet perperişan... bu süreç hep böyledir... fazla
olanı bırakmak istemeyince, hep böyle acı verir... Acısız
olmaz mıydı? Olurdu... Eğer terk etmemiz gerekenleri sevgiyle
kabullenip, bir bir bıraksaydık kendiliğinden uçup giderdi,
acı da vermezdi... ama bunu yapacak noktada değiliz ki... Terk etmek
gerektikçe tutunmak en ağır ıstıraptır... yoksa bize ıstırap
eden yoktur... tutunmak eylemi acı verir... o her şeyi bu
kadar ağır ağdalı yapar... süreyi uzatır... Acı verenin,
tutunmaya çalışmak olduğunu anlamak gerekiyor... olaylar
değil... tutunmaya çalışmak acı verir... bırakman gerekenlere,
terk etmen gerekenlere yapışıp, tutunmaya çalışmaktır asıl
acılı olan... yaşam değil...
Bin bir karmaşa arasında acısı, sevinci ile yaşanan günlük
yaşam içinde insan, bazen durup şu soruyu sorar kendine;
“Ben
bu kadar ACI çekmeyi hak ettim mi? Oysa ne kadar iyi bir
insanım, kime ne zararım var ki? Etliye de sütlüye de
bulaşmam”
bu tip soru ve yanıtlar insanın yaşam serüveninde karşılaştığı
olaylar, acılar, zorluklar karşısında belki de bir savunma
mekanizması olarak anlamlı olabilir; bir süre nefes
aldırabilir ama bu tip, tek yönlü ve kendine yönelik soruların
yanıtları her zaman sandığımız gibi değildir çünkü böyle bir
yanıt ayrımcı bir yanıttır ve insanın kendisini, içine doğduğu
dünyadaki diğer insanlardan çok farklıymış, tek ve özelmiş
hatta kusursuzmuş gibi algılamasına neden olur. Elbette insan
özel ve tek. Fakat bu aynı zamanda bütünün bir parçası
olduğumuz gerçeğini ortadan kaldırmıyor ki!
Hem özel, tek ve farklıyız; hem de hepimiz aynı bütünün bir
parçasıyız. Yani aynıyız. Hem aynı, hem de farklı olmak
paradoksmuş gibi görünen bu iki kavramı net olarak anlamak
için gökkuşağını gözlerimizin önüne getirebiliriz veya tıpkı
bir tablonun farklı renkleri olmak, hem de tek bir tabloyu
meydana getiren bütünlük içinde olmak gibi bir şeyi
düşünebiliriz.
Gökkuşağının farklı renklerinin bir arada olduğunda sunduğu o
muhteşem armoni gibi bizim farklılığımız ve benzerliğimiz de
dışarıdan bakıldığında hem bütün hem ayrı gözükebilir. Bir
gökkuşağının içinden renklerini ayırabilir misiniz? Yandaki
resmi inceleyin, mümkün değil, en çok birkaç renk ön plana
çıkıyor oysa iç içe geçmiş yedi rengin armonisi söz konusu bir
gök kuşağın tayfında. İşte
tıpkı gökkuşağındaki renkler gibi bütünlüğün anlamı içinde bir
fonksiyonumuz olduğu gerçeği; aynı zamanda tek başına da özel
bir anlam içerdiğimizi kendinde saklı tutuyor. Ancak bu saklı
anlam ile şuurluluk arasında sıkı bir bağlantı var, saklı
anlam gökkuşağını oluşturan diğer renkler ve biçimlerle
birlikte var olduğumuz, tek başımıza varolamayacağımız şuuru
uyandığı zaman ortaya çıkıyor. Yoksa bütün bunları bilmeden,
anlamadan yarı uyur yarı uyanık yaşıyoruz bu güzel yaşamı ve
bize yazık oluyor. Bilsek de
bilmesek de biz hem etrafımızda bulunan her şeyle, aynı
bütünün parçaları olmak nedeniyle görünmeyen bir iletişim
içindeyiz, durmadan bir radar gibi bir alıcı-verici gibi
gönderiyor alıyor, dönüştürüyor ve yeniden yeni bir alıp-verme
sirkülasyonu içine giriyoruz. Aynı zamanda da her şey bizimle
hiç durmadan iletişim kuruyor, ileti yolluyor, bilgi alıyor,
bilgi veriyor; devamlı yeni enerji, bilgi yani yeni alan
dengeleri kuruluyor. Hem doğrudan ilişkide bulunduklarımızla,
hem de hiçbir ilişkimizin bulunmadığını düşündüğümüz şeylerle
sürekli etkileşim içindeyiz. Üstelik bu etkileşim tekdüze ve
belirgin olmayıp sürekli değişiyor. Çünkü yaşayan, değişen ve
değiştiren bir bütünlüğün parçasıyız. Bu durum,
bilgi ve enerji transferine ve dönüşümüne neden oluyor. Tıpkı
ağaçların çevrelerindeki atmosferi benzer bir metotla
yenilemeleri gibi biz de bazen yükseliriz. Hem duygu ve
düşüncelerimiz yükselir, hem de kendimizi çok daha dinç ve
zinde hissederiz. Bazen de enerjimiz tükenir, düşünemeyecek,
kıpırdayamayacak hale geliriz. Önemli olan bu halleri takip
edebilmek, farkında olmak ve dönüşümü bilerek, isteyerek,
şuurlu bir biçimde gerçekleştirmektir. Ama dönüşümü bilinçli
yapmanın bir yolu daha vardır ki, o da evrendeki Feda
Yasasından haberdar olmak ve bilerek isteyerek gerekli dönüşüm
için bir şeyleri feda edebilecek gücü kendinde barındırdığını
anlayarak eylemde bulunmak!... Örneğin; fedakar bir anne
çocuklarının eğitimi için yıllarca ek bir işte çalışabilir, ya
da günün yorgunluğuna aldırmadan gece de dikiş dikebilir,
örnekleri çoğaltmak ve yaymak mümkündür. Kendini yeniliğin ve
iyiliğin doğması için feda eden bir kişi bile çok kıymetlidir,
sevgi dolu insanların; aileleri, toplumları, meslekleri ya da
ülkeleri için yaptıkları fedaları da kendi çevrelerine ışık
tutmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde bu şekilde çalışacak
güçte insan vardır. Çalışmaktadır ve kendi çevrelerinde küçük
mumlar yakmaktadırlar bazı enerjileri temizlemek için,
birilerinin kendini o enerjiye feda etmesi gerekir yani o
acıya… Ama bu çok kıymetli bir iştir çünkü feda eden varlığın
inanç enerjisi ile yeni ve temiz alanlara ulaşılır elbette
evrenin yardımları da vardır bu işte. Yoksa varlık tükenir. Evrenin desteği hep vardır o varlıkta, o da gücünü evrenden
alır ve ortaya yıkanmış, temizlenmiş, borcu bitmiş yeni
alanlar, yeni sayfalar çıkar. Dönüşüm böyle bir şeydir.
Dönüşümü gerçekleştirmek ve kullandığımız enerjiyi,
evrimimizin hızlanması için sabitleyebilmek yani mümkün
olduğunca yüksek seviyede tutmak, günlük olayların
girdaplarına çok fazla katılmamak, gelişimimiz ve iç huzurumuz
için o kadar önemli ki! Şimdi enerjiyi sabitleyebilmek yani
yüksek seviyeli enerji kullanmak için şuurlu şekilde bilerek
ve isteyerek neler yapabileceğimize kısaca göz gezdirelim;
-
Mümkün olduğunca zihinsel,
mental olarak berrak kalabilmek ve konsantrasyon dağınıklığına
mahal vermemek
-
Gerek çevresel etkiler,
gerekse kendi duygusal hallerimizin, endişe ve kaygıların
yarattığı durumlar karşısında dik kalabilmek enerji düzeyimizi
koruyan, evrenin yüksek enerjileri ile kurduğumuz
bağlantıları, ayarlarımızı muhafaza eden şeylerdir. Bu da bir
nevi evrensel ilkelerin uygulama alanıdır. Evrensel ilkeler
ışığında, yüksek enerji seviyesinde kalarak, bu kuralları
uygulayıp hayata geçirmek evren armonisine katılmak anlamına
gelir. Ayrıca 3 önemli temel prensip vardır ki, bu
temel prensiplere ne kadar yaklaşırsak o kadar iyi
uygulayıcılar oluruz. *
Tam güven * Tam
teslimiyet * Hayatın akışı içerisinde olabildiğiniz en iyi
durumda olduğunuzu bilerek yaşamak....
|