Henüz altı yaşımdayken babamın işi için Fas'a gitmiş ve altı
sene orada yaşamıştık. O ülkede şimdi de aklıma gelen pek çok
deneyim yaşamıştım ama özellikle unutamadığım bir tanesi
babamın yerel bir pazarda oturup pazarlık edişidir. Akıcı
Arapçası ve pazarlık etmeyi sevmesi ona baştan avantaj
sağlıyordu çünkü çoğu Amerikalının satıcının ilk söylediği
ücret her ne ise onu hemen ödemeye hazır oluşundan ve pazarlık
etmekle vakit geçirmeye olan isteksizliklerinden dolayı
genelde saf oldukları düşünülür, hatta aptal yerine
konulurlar. Bizim için ticaret, malları alıp satma işi
ekonomik bir eylem olurken, Fas'lı içinse sosyal bir
eylemdi. Pazarlık etmekte de amaç aslında iyi malı ucuza almak
değil, bir ilişki kurma ve başka bir insanı tanıma çabasıydı.
Bu kıvrak zeka gerektiren bir oyundu ama doğru oynandığında
her iki taraf da kazanır, paranın ve mal alışverişinin de
ötesinde zenginleşirdi.
Babam bu pazarlık oyunu
için çarşıya gittiğinde ben genellikle onunla gitmezdim, çünkü
küçücük bir alışveriş bile bir saati ya da daha fazlasını
bulur, naneli çaylar gelir ve babam satıcıyla kilim, tepsi,
çay seti veya babamın o anki fantezilerine her ne yakalandıysa
onu almanın çok dışında pek çok şey hakkında sohbet ederdi.
Sohbet Arapça yapıldığından ve ben de bu dili bilmediğimden
bitmesi için sabırsızlanırdım. Ama bazen, eğer babamın
tanıdığı biriyse satıcı beni alır, ikramlarda bulunur ve
büyükler işine devam ederken bana da bakacak ilgimi çekecek
bir şeyler bulurdu.
Geçen gün birinin
kendi “Gerçek Benliğinden”
bahsettiğini duyduğumda bunu hatırladım. Gerçek Benlik derken
kastedilen, (o her nasıl bir şey ise) o kişinin ruhsal yanıydı
ve ima ettiğine göre kişiliği de sahte benliğiydi. Bunun
şaşırtıcı bir biçimde zihnime aniden getirdiği şey ise şu
oldu; pazarlıkta hiçbir şeyin gerçek fiyatı olmadığıydı.
Fiyat, o anki ilişkiyle ortaya çıkıyordu.
İlk önce bu düşünceyi bana
neden o adamın “Gerçek Benlik” hakkındaki yorumunun
çağrıştırdığını merak ettim. Dolayısıyla pazarlık etmek
hakkında düşünmeye başladım. Bizim toplumumuzda bir dükkana
gidip bir şeyin fiyatını sorduğumuzda bize bir fiyat etiketi
gösterirler. Örneğin bir kitabı elime alırım ve kapağında
fiyatı yazılıdır; 7.99 Dolar veya 14.99 Dolar ya da her ne
kadar ise. Değer, adeta bu ürünün somut bir parçası gibi sabit
bir şekilde belirlenmiştir. (her ne kadar ona üreticinin
önerdiği perakende fiyatı dense de)
Ama ne zaman bir ürün için
pazarlık etsek bu ürünün gerçek bir fiyat etiketi olmuyor.
Belki içeriğine bağlı olarak ilave edilmiş gerçek bir değeri
olabilir, örneğin onu üretmek için harcanan zaman ve enerji
gibi. Ama ürünün parasal bir değeri yoktur. Bu değer bizim
pazarlıklarımızdan ortaya çıkıyor ve ürünün kendisiyle alakası
olmayan bir dizi etkene bağlı olabiliyor. Cömert biri
olabilirim ve bu yüzden de o ürünü size vermeyi isteyebilirim
ya da korku duyabilir, açgözlü olabilirim ve sizden
alabileceğim maksimum parayı almaya bakabilirim. Sizse kendi
ihtiyaçlarınızı, duygularınızı ve anlayışlarınızı masaya
getirirsiniz. Bütün bu karışımdan en sonunda bir fiyat ortaya
çıkar. Artık her ne kadar içinde bulunduğumuz ana ve bu
alışverişe ait bir değer olsa da bu ürünün değerini
biliyoruzdur. Eğer bu pazarlığı dün yapmış olsaydık veya yarın
yapacak olsak farklı bir fiyat ortaya çıkardı.
Dolayısıyla bu ürünün gerçek fiyatı yoktur. “İlişki
ekonomisi” adı verilebilecek olan
pazarlık eyleminde, karşılıklı etkileşime giren tüm
faktörlerden ortaya bir fiyat çıkar. Ama bu göründüğü kadar
keyfi bir durum değildir. Ürünün bir maliyeti olduğu gibi
yapıldığı maddelerin ve sarfedilen el emeğinin, zamanın ve
üretimi için harcanan enerjinin de bir değeri vardır. Satıcı
masaya belirli masrafları ve kaynakları getirirdi,
karşılanması gereken ihtiyaçları vardı. Benzer şekilde babamın
da dibi olmayan bir cüzdanı yoktu. Kendini geçindirecek kadar
bir ekonomik geliri vardı ama bu kesinlikle sınırsız değildi.
Pazarlama ilişkisi kesin sınırlar içerisinde yer alıyordu. Bu
sınırların ötesine geçmek, mantıksız bir oranda yüksek ya da
düşük bir fiyat önermek ilişkiye ve pazarlama eylemine saygı
göstermemek demekti.
Dolayısıyla her ne kadar
bir “gerçek fiyat” olmasa da, bu girişimle oluşturulan bazı
gerçekler vardı. Babam, satıcı ve ürün, her biri kendi
bireysel koşullarını ve kimliklerini bu ortama getiriyorlardı.
Örneğin babamın Arapça konuşması ve pazarlık etmeyi, toplumsal
gelenekleri gözlemlemeyi sevmesi satıcının ona karşı daha
olumlu bir şekilde yönelmesini sağlayan gerçeklerdi ve bu da
pazarlığın en baştan daha düşük bir fiyattan açılmasını
sağlıyordu.
Bunu düşünürken fark ettim
ki ben “Gerçek Benlik” duyusuna sahip değilim ama bahsedildiği
gibi “sahte benlik” sahibi de değilim. Benliğimin farklı
düzeylerinin olduğu duyusuna sahibim ama bunların hepsi de
bana “gerçek” görünüyor ve hepsi de ilişkiler sırasında geniş
bir kapsam içerisindeki başka güçlerle ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla bunların hepsi birer “pazarlık” benliği ya da daha
basitleştirecek olursak, ben bir pazarlık benliğiyim.
Bu imajı seviyorum ve bu da
hiçbir değere, kimliğe ya da anlama sahip olmadığımı
göstermediği gibi kimliğimin katılımcı, ortak-yaratıcı,
ortak-enkarnasyon fonksiyonunun bir parçası olduğum anlamına
geliyor. Evren benim için bir fiyat belirlemedi, ben o fiyatı
kozmosla olan diyaloğumla belirlemekte özgürüm.
“Gerçek benlik” derken aslında söylenmek isteneni anlamıyor
değilim. Hepimiz, kaderin kaprislerinden ve talihlerinden
ibaret olmayan ve günden güne değişmeyen bir yanımız olduğunu
hissederiz ve bu da bir tutarlılık ve uyum kaynağı, süreklilik
ve bütünsellik anlamına geliyor. Ama pazarlama mecazında bu
bana “kaynak benliğim”
adını verdiğim kavramı temsil ediyor, bunlar günlük hayattaki
karşılıklı ilişkilerimize getirdiğimiz kaynaklar, tıpkı
babamın satıcının pazar tezgahına belirli bazı ekonomik
kaynakları getirmesi gibi. Bunlar benim de çekip alabileceğim
ruh, bilgelik, enerji ve kutsallık kaynakları. Dünya kendi
gerçeklerini ve kendi kaynaklarını beraberinde getirmektedir.
Bu kaynaklar da değişmez
değildir. Eğer ekonomik durumumuz kötü olsaydı babam çarşıdan
hiç alışveriş yapmazdı ya da limitleri çok sınırlı bir
pazarlık yaklaşımı olurdu; eğer çok para sahibi insanlar
olsaydık daha zengin kaynaklarla pazarlığa otururdu. Ama sahip
olduğu kaynaklar pazarlama eylemini etkilemiyordu.
İlişkilerini şekillendiriyorlardı ama işin özü bu değildi.
Özünde babamın ve satıcının sosyal bir girişimin katılımcıları
olarak birbirlerine duydukları saygı vardı. Sonuçta hiçbir
satış olmasa bile yine de birbirlerine sempati duyuyor ve
birbirleriyle iyi vakit geçiriyorlardı. Bu eylemin kendisi
değerliydi ve bunun bir parçası da her bir katılımcının ona
getirdiği gerçekti.
“Gerçek Benlik” hakkında,
insanların onu kullanışıyla ilgili olarak benim canımı sıkan,
benliğin diğer tüm katmanlarının ve deneyimlerinin yanlış
olduğuydu. Bu her birimizin dünyadan ve başkalarından bağımsız
olarak kim olduğumuzu tanımlayan nihai bir “fiyat etiketi”
taşıdığımızı söylemek gibiydi, tıpkı fabrikayı terk ederken
ruh için belirlenmiş bir “üreticinin önerdiği perakende
fiyatından” bahsetmek ve diğer tüm olası kimliklerin yanlış
olduğunu söylemek gibi. Diğer kimlikler belki değerimizi
indirgiyor gibi görünebilir ama bunların doğru ya da yanlış
oluşları dünyanın neyi sunmaya istekli olduğuna ve bizim neyi
kabul etmek istediğimize bağlıdır.
Benim için, “Gerçek
Benliğimiz”, dünyayla, hepimiz için en büyük olası değerin ve
sonucun hayata ve ilişkilere olan katılımımızla ortaya
çıkabileceği şekilde birleşebilme kapasitemizdir. Bu ise ebedi
ve değişmez olan yanımız değil nasıl pazarlık edileceğini
bilen yanımızdır.
|