Doğal Yaşam

WWW.ASTROSET.COM

 

Su ve Tuz Dengesi

Canlılık içeren ve yeni canlar inşa eden en önemli şey: Rezonans!  Bedenimizdeki Su ve Tuz dengesinin mucizeler yarattığını biliyor muydunuz?

  Merhaba. Benim adım Peter Ferreira ve biyofizikçi olarak “Institute of Biophysical Research” (Biyofiziksel Araştırmalar Enstitüsü) adlı bir Amerikan Araştırma Enstitüsünün yöneticisiyim. Biyofizikçi olarak bitkiler, hayvanlar veya insanlardaki canlılığı araştırıyoruz. İlk etapta bizi ilgilendiren şey madde değil, saf enerjidir. Su, uzun zamandır artık H2O olarak, tuz da NaCl olarak tanımlanmamaktadır. Gerçekten bunların arkasında daha fazla şeyler vardır.

  Su ve tuzu seçmemizin nedeni bedenimizin önemli oranda su ve tuzdan oluşmasıdır. Öncelikle biyofiziğe kısa bir giriş yapmak istiyorum. Konunun sadece su ve tuz olmadığını, bilgi (enformasyon) ve şuurluluk olduğunu çok hızlı bir şekilde anlayacaksınız. Bütün düşünceleriniz ve bunların kaynağı, su ve tuza bağlıdır. Burada daha sağlıklı olmak için değil, daha şuurlu olmak için belirli bir suyu içmeniz veya tuzu yemeniz söz konusudur, çünkü şuurlu olursanız, otomatik olarak daha sağlıklı olursunuz.

  Biyofizik, fiziğin bölümlerindendir. Fiziğe tam olarak baktığımızda, fiziğin doğa bilimi olmadığını görürüz, çünkü fizik ilk etapta mekanikle ilgilidir, tekerleğin mekaniği, daire üzerindeki tekerlek, ve daireye aynı sonuca ulaşmak için sonsuz tekrarlanabilirlik için ihtiyaç duyarız. Eğer tek ve aynı deneyi 100 defa yaparsak ve aynı sonuca ulaşırsak, o zaman bilimsel olarak “Bu objektiftir, bu bilimsel olarak ispatlanabilir” deriz. Bu ölü şeylerde çok iyi fonksiyon görmektedir, peki ya canlılarda? Doğada daire olan hiçbir şey tanımıyoruz, her şey spiraldir, yani aynı noktaya tekrar geri geliriz, fakat yine de bambaşka bir düzlemde.

  Ortalama olarak 40.000 farklı hastalık tanıyoruz, bunlar için 58.000 farklı alopatik ilacımız var ve bütün bu 40.000 farklı hastalıkla uğraşan yaklaşık 1.200 farklı tıp alanı var. Biyofizikte “Hastalık” kelimesini biz enerjideki bir açıklık, eksiklik olarak tanımlıyoruz. Burada eksik bir şeyler vardır ve eğer bunun nedenlerine inersek, o zaman semptomlar kendiliklerinden ortadan kalkacaklardır. Çünkü eğer sadece semptomları tedavi edersek, muhtemelen alopatik ilaçlarla, o zaman semptomu bastırmış ve sonuç olarak bir şeyleri bloke etmiş oluruz. Hastalıklarla mücadele etmek yerine, onları tanımalıyız, çünkü hastalık çok iyi bir arkadaş olabilir, çünkü hastalık bize bir şeyler söylemeye çalışır, bizi farklı bir yöne sevk etmek için bizi değiştirir. Eğer bunu sadece bloke eder ve bastırırsak, çünkü bu daha rahat bir yoldur, o zaman bu aynen arabanızla tatile gidersiniz ve bir süre sonra kırmızı uyarı lambanız yanar, çünkü motorda yağ kalmamıştır, bu sizi rahatsız ettiği için de lambanızın üzerine sakız yapıştırıp kapatmanıza benzer ve en geç birkaç kilometre sonra motoru sararsınız ve bütün arabayı bozarsınız. Bedenimizi de bu şekilde görmeliyiz. Son yıllarda çok fazla kimyasal olarak yönlendirildik. Endüstrileştik ve kimyasallaştık. Yemek yerken neye dikkat ediyorsunuz? Vitaminlere, minerallere, diğer elementlere, içinde ne kadar enzim olduğuna, hangi albümin yapılarının ve benzerlerinin olduğuna ve sonuçta bunlar sadece kimyanın konusudur.

Yaşamsal Gıda

  “Yaşamsal gıda” kelimeleriyle başlayalım. “Yaşamsal gıda” demek, yaşam aracı demektir, yaşamın kendisini ortaya koymaz, onun sağlayıcısıdır. Fakat eğer biz aracı olunacak bir şey kalmayacak şekilde işlemlerle bütünlüğünü bozarsak, o zaman yaşamsal gıdadan da söz edemeyiz, o zaman buna “ölümcül gıda” demeliyiz. Bu bizim maddeci düşüncemizden dolayıdır, çünkü her şeyi maddeyle ilişkilendiririz, yani kimya ile. Kimyanın maddeyi saptamasına, fiziğin ise, değiştirmesine rağmen.

  Burada söz konusu olan enerjidir ve enerji, bilgiden (enformasyon) başka bir şey değildir ve biz fiziksel açıdan biliyoruz ki, enerji asla yok edilemez. Eğer enerji, yaşamla özdeşleştirilirse, o zaman bu yaşamın yok edilemeyeceği anlamına gelmektedir. Burada yaşamın amacını da düşünmeye başlamak zorundayız. Prensipte hepimiz kendimizi gerçekleştirmek, şuurumuzu genişletmek için buradayız. Burada gerçek doğa bilimine, yani matematiğe geliyoruz. Bunun adı neden “Matematik”tir. “Ma” madde, “te” tanrısal, “mati” ruhsallık. Bu mükemmel bir üçgen ortaya koymaktadır. Bu matematik, henüz bilim tanrısal öğretiden ayrılmadığı zaman ortaya çıkmıştır (oluşmuştur). Eğer enerjiyi hayat ile özdeşleştirirsek, ki öyledir; o zaman bu, hayatı da yok edemeyeceğimiz anlamına gelir. Bu üçlü birlik, oluşuma kadar geri gitmektedir ve matematiğin bu üçlü birliği polarize olmak, maddeleşmek için yakaladığı yer, hepimizin bildiği gibi her şeyin başlangıcı olduğu yerdir. Ve yaşamın amacı, bu birliğe geri dönmektir.

  Bu yol için enerjiye ihtiyacımız vardır. Herkesin bedeninde 100 Watt’lık bir lambayı yakacak kadar çok akım, elektrik vardır. Biz bu elektrikle ilgilenmekteyiz. 1984 yılında İsviçreli Atom Fizikçisi Dr. Carlos Rieball, matematiksel olarak hesaplanabilen Naturhoustaute'yi (doğal sabite oranını) keşfederek Nobel Ödülü almıştır ki, biz bununla enerji ve madde arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak hesaplayabilmekteyiz. Yani herhangi bir şeyin maddeleşebilmesi için ne kadar enerjiye ihtiyacı vardır? Madde titreşen enerjiden başka bir şey değildir. Bu enerji kendisini o kadar çok yavaşlatmıştır ki, maddeleşmiştir. Ancak eğer en derindeki çekirdeğe atoma ulaşabilseydik, o zaman dokunulacak hiçbir şeyin olmadığını, her bir hareketin mevcut olduğunu saptardık.

  Her şey her an hareket halindedir, bu mantıkla enerji kendini hareket ettirmektir. Bunun için doğal bir oran vardır, bu yaklaşık olarak 1:1 Milyardır. Buradaki 1 Milyar ölçülebilir enerjinin sadece tek bir birimi, maddeyi maddeleştirebilmek için bulunur. Şimdi bu ne demektir? Bu insanların aslında sadece gerçeğin bir milyarda biri ile uğraştığı anlamına gelmektedir, yani sadece dokunabildiğimizle. Bizler kalite yerine sadece miktarla uğraşıyoruz. Bu şekilde her şeyde canlılığa dikkat etmeyi unutuyoruz. Örneğin henüz yeni bir yavru dünyaya getirmiş ineğin sütünü ele alalım. Sütü alalım ve pastörize edelim ki dayanıklı olsun ve 2 saat sonra bu pastorize edilmiş sütü yavru ineğe içirelim. Bunu yapmadan önce tabii ki sütü biyokimyagerlere inceletelim. Bu pastorize işlemi ile hiçbir şey kaybetmediğimizi saptarız, aynı miktarda kalsiyum ve aynı miktarda albümin vardır içinde ve bu nedenle de ambalaj üzerine her zaman bu yazılır. Şimdi eğer bu inek yavrusu bundan içerse, o zaman bu yavru ilginç bir şekilde 21 gün içinde ölmüş olacaktır. Bu nasıl olur? Her şey içinde, kimyasal-analitik olarak hiçbir şey değişmedi. Peki değişen ne? Sütü pastorize ederek, canlılığını aldık, sütteki molekül yapısını bozduk, sütün geometrisini bozduk. Maddesel olarak baktığımızda sütte her ne kadar hiçbir şey eksik olmasa da, bizim `’yaşamsal gıda `’dediğimiz ayırıcı özellik eksiktir, artık o `yaşamsal gıda` değildir. Kendimize ne kadar yaşamsal gıda aldığımızı sormamız gerekir ve eğer miktara dikkat etmektense kaliteye dikkat ederseniz, organizmanın ne kadar az gıdaya ihtiyacı olduğunu saptarsınız. Amerika`da `junk-food sendromu` vardır, burada insanlar bir masaya oturmak için bile kendilerine zaman ayırmazlar, ya arabada oturarak ya da bir Mc Donalds’dan diğerine giderek yemek yerler ve bu şekilde günden güne şişmanladıkça şişmanlarlar. Her iki saatte bir aynı açlık duygusu oluşur, çünkü beden alması gerekeni almamıştır.

  Eğer biz canlılık almazsak, evrim almazsak, o zaman beynimiz haberci maddeler salgılar. Bu haberci maddeler, bizim gıda almamız gerektiğini bize hatırlatırlar. Aldığımız gıdada canlılık eksikse, o zaman en geç besin değişiminden sonra yine acıkırsınız. Şimdi enerji bile almadınız, tam tersine enerji çaldınız. Çünkü ölü gıdayı hazmetmeniz için ölçülebilir enerjiye ihtiyacınız vardır. Bir de bunları hazmetmeniz için şöyle bir uzanmalısınız, aynı aslanlar gibi, çünkü ayağa kalkmak için artık enerjiniz kalmamıştır. Sadece bir elma yeseydiniz, o zaman ayık olurdunuz, canlı olurdunuz.

  Beden neye ihtiyacı varsa, onu öz olarak ortaya çıkarıp alır. Elmayı sadece canlılığa ulaşmak için kullanır. Eğer içinde canlılık yoksa, o zaman elmaya ihtiyacımız yoktur. 70′li yılların sonunda İngiltere’de mikrodalga ile ilgili olarak ev kedilerinde tanınmış Oxford incelemesi yapılmıştır. Lütfen evinizde bunu kendi kedinize yapmayınız. Burada mikrodalganın besinlere etkisi test edilmiştir. Gıdalar mikrodalgalarla kimyasal-analitik olarak ne derecede değişmekteydiler. Kimyasal-analitik olarak hiçbir şeyin değişmediği saptandı ve bu daha sonraları mikrodalganın güçlü bir şekilde propagandasına yol açtı. Hatta mikrodalga işleminden sonra vitamin içeriği, yemeğinizi pişirdiğinizdekinden daha çoktur. Fakat vitamindeki enformasyon içeriği hala korunuyor mu, bunun içinde hala canlılık var mı? Bunu kritik olarak bir defa incelemeliyiz. Burada kediler haftalarca sadece mikrodalgadan geçmiş gıdalarla beslendiler, bu deneme kapalı ortamlarda yapıldı. Çünkü; yanlış değerlendirmemeliyiz ki, biz önemli ölçüde gıdayı solar frekanslarından alırız, yani güneşten her gün dalga boylarıyla enerji, evet canlılık alırız. Katı besinler bu gıda zincirinin en sonunda bulunurlar. Bizler her zaman yemek yemenin en önemli şey olduğunu düşünürüz, oysa en önemsizidir. Bu deneyde hayvanların güneşten gıda almalarına izin verilmedi ve normal katı gıdalarını yemeden kısa süre önce bunlar olağan mikrodalgadan geçiriliyordu, aynı şekilde hayvanların içtikleri su da mikrodalgadan geçiriliyordu. Kediler istedikleri yemeği yiyebiliyordu, her şey serbestti. 2-3 hafta sonra bile kedilerin doğallıklarını kaybettikleri saptandı. İlk etapta homoseksüel davranışlar ortaya koydular ve 4-5 hafta sonra da öldüler. 8000 kedi, kimyasal-analitik olarak gıdalarda her şey mevcut olmasına rağmen öldü, hem de sürekli olarak yemelerine rağmen açlıktan öldüler.

  Şimdi Kızılderilileri bir hatırlayalım; onlar bize 350 yıl öncesinin bir atasözünde, dolu tabaklarımız olacağını, ama yine de yiyecek bir şeyimizin olmayacağı günleri yaşayacağımızı söylemişlerdi. Onların beyaz adamla savaşmasına gerek yoktu. Onlar zaten kendi kendilerini yok edeceklerdi.

  Şimdi herkes kendi kendine sormalıdır, ne kadar gıda alıyorum? Bir gıdanın kalitesi nerede sağlanmıştır?  

  Burada çok önemli bir gıdadan bahsedeceğiz. Su `dan. Su kimyacıların severek tanımladıkları gibi sadece H2O değildir. Bunun ispatı için matematiğin bir kolu olan geometriye ihtiyacımız vardır. Adı, Geo:Dünya, Metri:Ölçü, Dünya ölçüsünden geliyor. Bunun arkasında tanrısal bir dünya ölçüsü vardır. Biz bunlara, kendilerini her zaman tekrar aynı mükemmel geometri ile yapılandıran, platonik yapılar diyoruz. İkisi de aynı olan hiçbir dağ kristalinin mevcut olmadığını biliyoruz, fakat hepsi tamamen aynı yapıya, yani aynı altı köşeli geometriye sahiptir. Eğer böyle bir kristali fiziksel olarak incelersek, o zaman içlerinde elektrik olduğunu, yani gerçekten ölçülebilen elektrik olduğunu saptarız, biz bunu Pizoelektrik olarak tanımlıyoruz. Elektrik, enerjidir. Şimdi enerjiyi bir tarafta enformasyon (bilgi), diğer tarafta canlılık olarak tanıdık.

  “Enformasyon” kelimesini bir düşünün: bir şeyi tekrar kendi asli formuna döndürmek/getirmek, bir geometriyi tekrar yapılandırmak. Hiç bilgisayarınızın ana parçasının ne olduğunu düşündünüz mü? Bilgisayarınızdaki bu çok küçük mikro chipi ? Bir kuvars kristali. Bu kristalin geometrisi, enformasyonlarınızın orada hafızalandırılmasını sağlar. Bu kristaller sadece silikon üzerine basınç ile üretilir, bunlar doğal dağ kristalleri değildir. Ancak sonuçta burada söz konusu olan sadece geometridir, buradaki durumda kuvarstaki altı köşeli yapı ve sudaki davranışı da hiç farklı değildir. Mısırlıların piramitlerde sadece geometrik yapı ile inisiyasyon amacı için kendini kullandıran enerji alanları kurduklarını biliyoruz. Şimdi küçük bir deney yapalım: Burada küçük bir bakır piramit bulunuyor, aslında bunu doğru yönlere, yani kuzey ve güneye yöneltmeliydik, ancak açı derecesini Keops piramidine uygun yaptık, geometrik açıdan Keops piramidi ile aynı. Şimdi bir parça et alalım ve bunu ortadan ikiye ayıralım. Bir yarısını piramidin altına koyalım, diğer yarısını da sadece yaklaşık 20 cm yanına koyalım. Birkaç gün sonra piramidin yanındaki etin çürüdüğünü, piramidin altındaki etin ise sadece kuruduğunu saptarsınız. Bu nasıl mümkün olabilir? Burada sadece 8 bakır çubuk olmasına rağmen, nasıl oluyor da başka enerji yasaları geçerli olabiliyor.Bu “Geometri” dir.

  Kör bir traş bıçağını piramidin altına koysak ve yaklaşık 60 saat bekletsek tekrar keskinleşir. Bu, büyü değildir, bu elektromanyetik alanların yönlendirilmesidir. Bunlar geometri ile oluşur ve bu şekilde dünyadaki her şey ot sapına kadar geometriye göre kurulmuştur, yani platonik yapılardan ve platonik yapıların kendilerini sınıflandırmalarına göre hiçlikten enerji alanları kendilerini yapılandırırlar.

Kristalde Şuur Var!

  “Christos” kelimesini biliyorsunuz, “Şuur” demektir ve kristalde bu da vardır. Christ/Krist: Şuur, all: All (her şey), Allbewußtsein (Tam Şuurluluk). Bu insanlarda da böyledir, sağlıklı ve güzel oldukları sürece neden böyle göründükleri, nasıl göründükleri gibi hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar, ancak daha burunları akmaya başladığında hemen kendileri ile ilgili bilgi almaya başlarlar, başkalarıyla konuşurlar, sebebini öğrenmeye çalışırlar, vs. Bunu neden yapıyorlar? Çünkü bu bir basınç yapmıştır. Peki kristaller nasıl büyürler? Basınç geometrinin oluşmasını sağlar. Sıradan bir karbon alın ve yeteri kadar basınç uygulayın, o zaman mükemmel bir geometrisi olan mükemmel bir elmasa sahip olursunuz. İnsanlarda da aynı şekildedir, çünkü eğer gönüllü olarak yoldan gidilmezse, acı formunda bir basınç, hastalık formunda bir basınç alırlar, ki bu daha sonra sizin sonunda şuurunuzu genişletmeye başlamanızı sağlar. Bunun için yaşamsal gıdaya ihtiyacınız vardır. Sadece tabaktaki veya camdaki gıdaya değil, burada daha fazlası var, çünkü her konuşulan kelime süptil maddesel düzlemde bir gıdadır. Konuştuğunuz her kelimeyi önceden düşünmüş olmalısınız. Bu düşünceniz bir dalga boyu üretir. Her şey her zaman sadece bu dalga boylarıdır. Fizikte ve aynı zamanda biyofiziksel mantıkta, eğer farklı kaynaktan iki aynı dalga boyu girişim yaparsa, birdenbire yeni enerji alanları oluştuğunu biliyoruz. Biz bu şekilde sadece yaşam (enerji) elde etmez, aynı zamanda yeni enerji formları da inşa ederiz. Kimyada biz bunu molekül evliliği olarak tanımlarız. Ve biz insanlarda da bu evliliktir (düğündür). İnsanların düğününde ne oluyor, aşık olduğunuz zamanı bir düşünün. Birdenbire o insanı, çok kısa bir süre önce tanımanıza rağmen, tanıdığınızı düşünürsünüz. Bunu yalnızca bir duygu nedeniyle yaparsınız ve bu duygu sevgidir ve sevgi enerjidir, bu aynı elektromanyetik bir içtepidir, bu sizi mıknatıs gibi çeker. Gençler bunu birbirlerinin gözlerine derin derin baktıklarında, bir güven hissettiklerinde yapıyorlar. Sonra ne oluyor? Karıncalanmalar başlıyor, bedeninizdeki elektrik aktifleşiyor. Bunu kendinize açıklayamazsınız ve karıncalanmaları olan insanlara ne söylersiniz? Kimyaları uyuyor, o benimle aynı dalga boyunda. O gerçekten de sizinle aynı dalga boyundadır. Ve eğer o sizinle aynı dalga boyundaysa, eğer bu karşılanırsa, o zaman canlılık içeren ve yeni canlar inşa eden en önemli şey ortaya çıkar: Rezonans!

Rezonansla Düzen Sağlanır

  Rezonans etkiyle tekrar düzen durumları sağlayabiliriz, orada geometri oluşur, orada enformasyon oluşur. Nerede bu sevgi sağlanamazsa, orada dizonans oluşur ve dizonans oluşan bu kişiler kendi içlerinde mahvolurlar. Bu kişiler kendilerini iyi besleyebilirler, ama buna rağmen güçleri ve enerjileri yoktur ve muhtemelen bu kişiler o anda artık yaşamın mantığını da görmezler. Bu elektriğe, bu akıma dikkat edin!

  Her su molekülünün, her H2O molekülünün birbirinden farklı olması ve her zaman tekrar aynı tam mükemmel geometriyi ortaya koymaları ilginç değil mi? Çünkü bir su molekülü 104,7 derecelik bir açıyla mükemmel bir Tetraeder’den (dört kenarlı) başka bir şey değildir. Eğer bu şekildeki 4 Tetraeder’i birleştirirsek, o zaman bir piramit elde ederiz.

  Mısırlıların muhtemelen bunu piramitleri inşa ederken düşünmüş olabilecekleri ve tam da 4 su Tetraederinin bir piramidi temsil etmesi ve bugüne kadar ki tüm matematiksel, fiziksel, astronomik ve astrolojik bilgilerimizi bu geometrik yapılardan yaratmamız ilginç değil mi? Bütün bunlar orada derin bir sır olarak durmaktadır. Şimdi bizim zamanımızda tekrar bütünsel düşünce ile bu eski bilgiye ulaşıldı, bu yeni bir bilgi değildir. Eğer şuurumuzu tekrar genişletirsek, o zaman biz bu bağlantıları tekrar anlayacağız, yani bu yaşamsal gıdayı, yaşamı oluşturmayı. Bu nedenle bu kadar çok kimyasal düşünmemeliyiz.

  Mesela elinize bir kitap versem, örneğin Almanya Tarihi hakkında ve bu kitabı okuldaki bilim adamlarına incelemeleri için versek, ne de olsa madde çok önemli! Sonuçlardan ne elde ederdik? Bir süre sonra bu kitabın en derin kimyasal analizini bilirdik, DIN normunu bilirdik, ağırlığını bilirdik, tutkal hakkındaki her şeyi bilirdik, bu tutkalın oluştuğu kimyasal bağlantıları bilirdik, baskısını, bunun kimyasallarını, hatta araştırmacı bir biyolog belki de bu kağıtların hangi ağaçtan geldiğini bile ortaya çıkarabilirdi; ancak bir şeyi bilemezdiniz: Almanya’nın Tarihi hakkında hiçbir şey bilmezdiniz, oysa bu kitabı alma nedeniniz buydu. Eğer içinde hiçbir şey yoksa, maddenin değeri ne kadardır? Hepinizin bir televizyonu var, neden televizyon seyrediyorsunuz? Tabii ki bunu enformasyon içerdiğinden yapıyorsunuz. Eğitim nedenlerinden olsun, eğlence nedenlerinden olsun, bilgilenmek istiyorsunuz, tek neden bilgiye dayanmaktadır. Bilginin her formu şuurunuzun genişlemesine neden olur. Şimdi bu dolabınızın üzerinde duran kutuya, televizyona mı bağlıdır, yoksa bu televizyondan yayılan dalga boylarına mı ? Çünkü eğer ben çatınıza tırmansam ve anteninizi sadece 2 cm oynatsam, ekranınız karıncalanır ve bu kutu değersiz olur. Burada söz konusu olan gerçekten de uzaydan uydular vasıtasıyla atmosfere ve oradan oturma odanıza giren bu dalga boylarıdır. Bunlar bir cihazla işleyebileceğiniz şekilde değiştirilirler. Bu nedenle hiçbir zaman vasıta olan aracıyı değil, bilakis buna bağlı olan saf enerjiyi, dalga boyunu, bu elektriksel frekans örneğini düşünün. Eğer bunlar mevcut değilse, o zaman madde size yardım edemez. Bunlar sadece taşıyıcı malzemelerdir, bilgi taşıyıcıları. Bu şekilde yaşamsal gıda da sadece bilgi taşıyıcıdır.

  Buna benzer başka bir basit örnek daha verebiliriz: Bir fobiniz olduğunu düşünün. Akşamları sokağa çıkamayacak kadar karanlıktan korkuyorsunuz. Ne yapıyorsunuz? Kendinize bir psikolog buluyorsunuz ve eğer terapiye başlarsanız, o size daha önce sahip olmadığınız bilgiler veriyor, şuurunuzu genişletiyor. Hatta büyük bir ihtimalle sizi çocukluğunuza geri götürüyor ve daha önce bilmediklerinizi bilmenizi sağlıyor. Bağlantıların bilinçli olarak şuurunuza yukarı gelmesine izin verdiğinizde, artık fobiniz kalmıyor. Ve şimdi psikologunuzun ölümcül bir kazaya kurban gittiğini ve sizin aslında bir sonraki hasta olduğunuzu düşünün. Ve şimdi bilim adamlarının ölen psikologu evinizin içine taşıdıklarını düşünün, çünkü eksik bir tarafı yok, bütün kemikleri orada ve diğer her şeyi. Tabii ki siz onun ölü olduğunu söyleyeceksiniz, ama bilim adamları da size ölü ya da diri, ne fark eder, biz size bilimsel olarak onun aynı kemiklere, aynı organlara sahip olduğunu kanıtlayabiliriz, derler. O zaman kendinize onun size nasıl yardım edebileceğini sorarsınız. Bir psikologa mı ihtiyacınız vardı, yoksa psikologun bilgisine mi? Çünkü artık ölü olduğundan bilgiye ulaşamıyorsunuz. Bunun aynısı gıda maddelerimiz için de geçerlidir. Çünkü sizin ihtiyacınız olan aslında bilgidir, bilgiyi taşıyan değil. Tam tersine şimdi psikolog size yük olmaya başlar, çünkü şimdi kokmaya ve çürümeye başlamıştır ve siz kendinizi ondan kurtarmak istersiniz ve bu ölü psikologun bağırsaklarınızda bulunan ölü gıda olduğunu düşünün. Eğer siz canlı gıda yerine ölü gıdayı kendinize alırsanız, size yük olmaya başlar, kendi kendinizden enerji çalarsınız.

  Örneğin bir elmayı ele aldığınızda da bunu görüyoruz; elmayı önce kimyasal analitik ve biyolojik inceleyelim, o zaman bunun doğal bir yapısı olduğunu görürüz, şimdi de sadece 15 saniye mikrodalgaya sokalım, incelediğimizde tüm vitamin ve diğer minerallerin henüz mevcut olduğunu görürüz, fakat şimdi anorganik karakter ortaya koyar. Daha önce elmada bulunanlar nötr iken, şimdi asit oluşturucudurlar, sadece 15 saniye bir elmayı 180 derece ters yüz etmeye yetmiştir ve biyofiziksel açıdan frekans örnekleri artık yoktur. Daha önce elmayı elma yapan, elektromanyetik içtepi, canlılık artık elmada mevcut değildir.

  Ve şimdi suya geliyoruz, çünkü her molekül bir Tetraeder’dir. Bu geometridir ve geometri molekülde mevcut olduğundan, suyun çok belirli frekans örneği vardır. Bir su molekülü çift kutupludur, aynı planetimiz Dünyanın Kuzey ve Güney kutbu gibi. Bu şekilde her bir su molekülünün de bir elektromanyetik kuşakla çevrelenmiş bir eksi ve bir artı kutbu vardır. Planetimiz Dünyada, su planetinde yaklaşık %70 su vardır ve ilginçtir ki yetişkin bir bedende de %70 su vardır. Her bir hücrede de %70 su bulunması ilginç değil midir? Astronotların uzaydan çektikleri Dünya fotoğraflarının mikroskopla çekilen hücre fotoğraflarıyla benzer olması da ilginç değil midir? Makro kozmosda mikro kozmos.

  Su iki kutuplu olduğundan belirli yerçekimi ve kaldırma kuvvetlerine tabidir. Suda gravitasyon, yerçekimi gücü vardır. Bunu çok kolay benimseyebilirsiniz, su yukarıdan aşağıya doğru akar. Çok az kişi suyun kimyasal materyal olarak yukarıdan aşağıya akarken, tekrar aşağıdan yukarıya aktığını ve hatta saf ışık enerjisi olarak aktığını bilir. Eğer biz böyle bir suyu laboratuvar şartları altında incelersek, o zaman daha 18 molekül ve diğer 15 iyon bağlantısını saptarız. 33 farklı bağlantı yapılanması, sadece saf H2O olmasına rağmen.

Biyofotonlar Nedir?

  Bunun dışında bir milyar biyofotondan fazlası. Biyofotonlar nedir? Işık kuantları, saf ışık enerjisi. Bunu artık bugün dijital teknikte biyofoton emisyon ölçümleriyle ispatlayabiliyoruz. Prof. Popp (Pope)’un getirdiği ispat şöyledir, maddenin tüm formları donmuş ışık veya yavaşlamış enerjiden başka bir şey değildir. Sadece maddeden daha çok, enerji formları üzerinde düşünmeliyiz. Sonuç olarak maddeyi enerji oluşturur, tersi değil. Şayet maddenin herhangi bir formu kendini değiştirirse, (örn. bir organ, o zaman aslında organı düşünmemelisiniz, bilakis aslında organınız kendini değiştirmeden önce,) önce kendisini değiştirmek zorunda olan enerjiyi düşünmelisiniz. Bu şekilde çaresi olmayan hiçbir hastalık yoktur. Doktor, okul bilgileriyle ve tecrübeleriyle daha fazla yardım edecek durumda olmadığını prensipte söyleyebilir. Ancak hiçbirimiz, temelde bir hastalığın çaresi olmadığını söyleyemeyiz. Eğer biz bir problem ortaya çıktığında enerjiyi tekrar asli durumuna geri dönüştürebilirsek, o zaman buna otomatik olarak madde de uyacaktır ve bu işlemektedir, hem de bedeninizi oluşturan elementlerle, su ve tuz ile. Her banyo kültürünün temelinde su ve tuz vardır. Bütün bunlar hiç de yeni değildir.

  Birçok kür misafiri, Bad Reichenhall’a “Sole” (su ve Himalayalar’dan getirilen, içinde 27 ayrı elementin olduğu söylenen tuzun karışımı) içmek için gidiyor ve tıbbi olarak da kanıtlanmış olarak kullanıyor. Buna rağmen maalesef tıbbi mantıkla hala semptom tedavisi yoluna gidiyoruz. Ancak şimdi bir fikir değişimi var. Bütün bunlar şuur durumunuza bağlıdır.

  Yaşadığınız hayat daha önce oynamış bir filmden başka bir şey değildir. Siz bu filmin prodüktörüsünüz, rejisörüsünüz. Eğer bu filmde artık hoşunuza gitmeyen bir şey varsa, bu filmi kimin çevirdiğini düşünün, bu kişi sizsiniz, başkalarına kızamazsınız. O zaman filmi tekrar yazmanın, yeni bir film çevirmenin zamanı gelmiştir. Bu sizden başlar ve bunun için geliştirilmiş şuura ihtiyacınız var. Buna ilk etapta bu su ile, geometri ile, platonik yapılarla ulaşırsınız. Suyun içinde zaten enerjiyi sağlayan Tetraeder vardır. Bedende suyumuzun günlük olarak aşağı ve yukarı aktığı, içinde gizli canlı güç olan yaklaşık 90.000 km sıvı bant vardır. Prof. Carol, doğru olarak bakılması (beslenmesi) şartıyla prensipte insan hücresinin ölümsüz olduğunu kanıtlamış ve bunun için Nobel ödülü almıştır. Fakat buna rağmen biliyoruz ki, yaşlanma sürecine tabiyiz ve yaşlanıyoruz. Bu neden oluyor? Neden bu hücreler ölüyor ve yenilenmeleri gerektiği gibi yenilenmiyor? Bu hücreden mi kaynaklanıyor, yoksa hücreyi çevreleyen hücre suyundan mı kaynaklanıyor? Aslında canlılık için önemli olanın hücre suyu olduğunu çok hızlı anlayacağız.

  Prof. Carol, kalbimizin aslında kendi motoruyla çalışan bir pompa olmadığını kanıtlamıştır. Okulda kalbimizin en önemli organımız olduğunu öğrendik. 24 saat, bir yaşam boyu sürekli aşağı ve yukarı kan pompalaması gerektiğini. Tam olarak gözlendiğinde kalbin aslında kendi motoru olmadığını, bu nedenle de kalbi bir pompa olarak görmemizin yanlış olduğunu anlarız. Aslında kalp tam olarak gözlendiğinde bir tribündür. Bu tribün canlı bir güç tarafından, yani bedeninizdeki sıvılar tarafından işletilir. Bu her hücre suyunda, (ta kanımıza kadar) kendi hareketi saklıdır. Bu işletilen tribün bir ritim sağlar, kalp atışını, bu kalp atışı, beyin akımımızın da bağımlı olduğu elektriği üretir.

Schumann-Rezonans Frekansı

  Beyin akımımızın tekrar dünya planetindeki atmosfer değeri ile karşılaştırılabilir olması ilginçtir. Atmosferimizin bir rezonans değeri vardır, bu Schumann-Rezonans frekansıdır, 8 Hertz’lik bir direnç değeridir. Ve prensipte beynin de aynı değeri ortaya koyması ilginç değil midir? Eğer inanmıyorsanız, bir doktora beyin akımınızı EEG cihazıyla ölçtürün. Doğa ile aynı frekanstadır, yani 8-10 Hertz. Eğer bu ritmin dengesi bozulursa, eğer siz bu ahengi terk ederseniz, o zaman suda bulunan önemli yasaları da terk etmiş olursunuz, gravitasyon ve levitasyon artık aynı oranda bulunmaz. Su, sarmal şekilde hareket eder, hiçbir zaman lineer değildir. Banyoda bir bakın, su girdap formunda hareket eder. Spiral oluşturan suyun hareketinin, genetik kalıtım bilgilerini içeren vücudumuzdaki DNA ile tam olarak aynı olması ilginç değil midir? Tam olarak nasıl aşağıya doğru akıyorsa, yukarıya doğru da akıyor, bunu çift helezon olarak adlandırıyoruz ve yerde ayaklarınızın üzerinde durmanızı sağlayan da budur, yerçekimi gücü. Diğer taraftan da her gün yukarı çıkmak istiyorsunuz, bir şeylere ulaşmak istiyorsunuz, sabahları ayağa kalkıyorsunuz, bu levitasyon gücüdür, şuurunuzu genişletmek için, içinizdeki su kristalini bilgilendirmek için bu sizi her zaman tekrar yeniye, yukarıya çeker ve eğer bu denge bozulursa, içinizde bir canlılık kalmaz, o zaman bu sizi kelimenin tam anlamıyla yere çeker ve muhtemelen kendinizi yatağa atarsınız, çünkü hasta olmuşsunuzdur.

  Bedenimizin zeki fonksiyonu, molekül hareketini canlandırmamız gerektiğini hatırlatır. Bunu örneğin grip olduğunuzda anlayabilirsiniz. Hiç kendinize neden 37 derecelik bir beden sıcaklığınızın olduğunu sordunuz mu? Neden tam olarak 37? Sıcaklık nedir? Sıcaklık, moleküllerin hareket enerjisinden başka bir şey değildir. Neden bunun arkasında hep 37 derece sıcaklığımızın olmasını sağlayan aynı enerji bulunur? Eğer bizdeki denge bozulursa, neden sıcaklık birdenbire yükselir ve neden moleküller daha hızlı hareket ederler? Moleküller, tekrar yapı oluşturmak için düzen durumunu tekrar yapılandırmak için uğraşırlar. Çünkü nerede yapı varsa, orada yapı çerçevesi vardır, nerede yapı çerçevesi varsa, orada geometri vardır, nerede geometri varsa, orada bilgi vardır. Ondan sonra artık bakteriler, mikroplar ve virüsler çoğalamazlar. Tazelenmeye, iyileşmeye başlarız ve birdenbire tekrar gücümüzü buluruz, tekrar ayağa kalkmak isteriz.

  Bu su hakkında düşünmelisiniz. Beyin suyunuz çok yüksek derecede kristal yapılanmadır, saf küçük kristaller, biz buna Molekül-Cluster adını veriyoruz. Birbirine bağlanmış olarak ve bu şekilde geometri olduğu için belirli bilgileri iletebilen bu yapıyı suda da buluyoruz. Bu sürekli olarak değişir. Düşünceleriniz nereden geliyor? Kimyasallarla suyun basitçe etkilenebileceğini biliyor musunuz? Bu suyu içtiğinizde düşünceleriniz değiştirilebilir. Klorun materyal düşünce yapılarının taşınmasını sağladığını biliyor muydunuz? Amerika’da yapıldığı gibi klorlu su içtiğinizi düşünün, orada yüzeyi %100 örten klorlu su içilir ve buna eğer flüor katarsanız, çünkü bunun dişler için iyi geldiği söylenir, ve ben size flüorun frekans örneğini ölçsem, o zaman size bu flüorun artık hiçbir isteğinizin kalmayacağı kadar beyin fonksiyonlarınız üzerinde uyumsuzluk yarattığını kanıtlayabilirim. İsteksiz olursunuz. Düşünün bunu iki jenerasyon boyunca bütün halka yaptılar. O zaman ne elde ederim? İsteksiz materyalistlerle dolu bir halk, bunlar o zaman her şeyi ben nasıl istersem, öyle yapacaklardır. Buna su ile ulaşılabilir. Bu yüzden neden böyle düşündüğünüz önemlidir ve suyun sizin için ne kadar önemli olabileceği önemlidir. 37 derecelik bir vücut sıcaklığında beyin suyunuz buzlanmış bir durum alır. Bu jöleye benzer yüksek dereceli strüktürel bir yapıdır. Bu yapıya mikro dalga uygulandığında, beyninizin kan bariyerinden aslında normal koşullarda kanınızda bulunup da ayrıştırılamayan hayvansal albümin geçtiğinde ve beyninize girdiğinde birden kristaller yapılarını değiştirmeye başlar ve sıvalaşır, beyninizin suyu sıvılaşacaktır. Nedenini iyi incelemeliyiz, nedeni daima geometride gizlidir. Örneğin suyun çeşitli hallerini ele alalım, gaz olarak buhar şeklinde, sıvı olarak su şeklinde ve katı olarak buz şeklinde görüyoruz.

  Eğer suyu ısıtırsak ve su buharı elde edersek, o zaman su havada süptil bir formda olur. Peki biz ne soluyoruz? Tabii ki sadece oksijen değil. Tam olarak bakıldığında biz suyun en süptil formunu soluyoruz, bu nedenle bunu solumazsak sadece 3-4 dakika yaşayabiliriz. Aylarca yemek yemeyebiliriz, bu bize bir şey yapmaz, hatta 3-4 gün suyu içmezsek de dayanabiliriz, ama sadece birkaç dakika soluk almamamız ölmemiz için yeterlidir. Bu kristalleri, örneğin kar tanelerini soluyoruz. Suyun katı hali olan kar tanelerinin bir elektron mikroskobuyla fotoğrafı çekilmiştir. Burada çok küçük Tetraederlerin mükemmel bir düzeni mevcuttur. İki aynı kar tanesinin hiçbir zaman birbirine benzememesi çok ilginçtir. Bu, bu maddeyi zaten oluşturan ışık kuantlarının düzenine dayanmaktadır. Kendini kristalize edebilmesi için her su molekülünde bir milyardan fazla biyofoton çalışır ve bunlar kendilerini sürekli olarak tekrar düzenlerler. Bu şekilde her su molekülü diğerinden farlıdır, her su molekülünün kendi kimliği vardır, aynı sizler gibi. Eğer kimyacılarımızı uzaya çıkarsak ve onların dünyaya bakmasını sağlasak, hepimizi aynı tutarlardı, sonuçta hepimiz insanız, ama siz onlara “Hayır, ben değil, ben şuradakinden farklıyım” diye bağırırdınız. İşte kimyasal açıdan suya bu şekilde bakıyoruz, sadece H2O olarak, buna rağmen hiçbir zaman aynı olan iki kar tanesi yoktur. Şimdi bir deney yapalım ve kar tanesini doğal şartlarda eritelim ve bundan tekrar su yapalım, sonra da tekrar donduralım, tekrar tam olarak aynı kar tanesini elde ederiz. Bu nasıl mümkün oluyor? Çünkü kim olduğunu hatırlayabiliyor. Suyun hafızası vardır, su bir bilgi taşıyıcısıdır. Maddeleşmeye sebep olan enerjinin formunu değiştirmediğimiz zaman, madde de değişmeyecektir. Çünkü o kim olduğunu biliyor. Bu olay sizin organizmanız için de geçerlidir. Bilim adamları suyun doğal bir homoöpatik olduğunu ve bizim su vasıtasıyla bizde eksik olan dalga boylarını alabileceğimizi kanıtlamışlardır. Bu şekilde kaybettiğimiz her şeyi dengeleyebiliriz. İtalya’dan Enza Enstitüsü’nden Bayan Dr Cicollo, son yirmi yıl içinde tüm dünyadaki şifalı suları incelemiş ve şifalı suların diğer normal sulardan kimyasal yapıları aynı olsa da biyofizikzel açıdan farklı olduklarını tespit etmiştir. Yıllardır şifalı suları için Lourdes’a 6 milyon, Fatima’ya 2 milyon insan, Medjegorye’ye, Sandamniano’ya ve benzeri yerlere gitmektedir. Bunun arkasında sadece dinsel değil de başka sebepler olamaz mı? Eskiden bu mucizeler açıklanamıyordu ve bu suların arkasında sevgili Tanrı’nın olduğu düşünülerek kutsal sular olarak anılıyordu. Aslında bu böyledir de, bunun arkasında sevgili Tanrı, doğa, bütünlük yatmaktadır. Onun vasıtasıyla bu olgun, canlı kaynak suyu bize ulaşmaktadır. Şimdi bu mucize suları inceleyebiliyoruz ve bu karakteristikleri gösteren sular gerçekten de kutsal kaynaklardır. Bir Japon bilim adamı olan Dr. Masaru Emoto, suyu kelimelerle değiştirebilecek durumda olduğumuzu fotoğraf çekerek 10.000 deneyle kanıtlamıştır. Burada kelimelerin gücünü düşünün, çünkü her kelime önceden düşünülmüştür. Bu elektriktir, bu dalga boylarıdır. Bunlarla düzen, entropi, yani kaos yaratabilirsiniz. Her hangi birine aşırı derecede canlılık duygusu ve bağlantıları anlayacağı için yaşama gücü veya uyuyamayacak kadar korku verebilirsiniz. Sadece konuşulan kelimelerle. Bu sıvı kristal yapıdaki strüktürün birdenbire tamamen değişmeye başlaması ilginç değil midir? Bunu Masaru Emoto mükemmel bir şekilde kanıtlamıştır. Sıvı nötr suyu alıp kelimelerle yani bilgiyle yükleyerek -4 derecede dondurmuş ve elektron mikroskobuyla fotoğraflarını çekmiştir. “Beni hasta ediyorsun” mesajı ile yüklediği suyun görüntüsünün aynı kanserli hücre yapısını ortaya koyduğunu tespit etmiştir.

  Burada gıdalarınıza ne kadar dikkat etseniz de çevrenizdeki insanların size yüklediği negatiflikler sizin strüktürünüzü bozabilir ve hasta edebilir. Kristalleriniz parçalanır. Fakat yine de bedenlerimiz kendini mükemmel bir şekilde yenileyebilir, bedenimiz aynı bir akü gibi algılanmalıdır. Ancak bedenimiz şarj edilmelidir, insan bedeninin bu doğal regülasyon işlemine homoöstaz diyoruz. Dünyada hiçbir doktor, mevcut olan 58.000 alopatik ilaçlardan hiçbiri tedavi edemez. Biliyor musunuz sizi kim tedavi eder? Kendiniz! Ve iyi bir doktor bunu size iyileşmeniz için ihtiyacınız olan bilgiyi tekrar vererek ve bu şekilde size destek olarak bu homoöstazı tekrar oluşturmanıza yardım ederek yapar. Bu nedenle “bağışıklık sistemi” kelimesi yanlıştır.

Bağışıklık Sistemi Entegrasyon Sistemidir

  Tam olarak bakıldığında bizim bağışıklık sistemimiz yoktur, bizim entegrasyon sistemimiz vardır. Gerekli enerjiye sahip olduğumuz sürece bedenimiz zararlı maddelerle gerektiği gibi başa çıkabilir ve eğer çevremizde her zaman bize karşı negatif insanlar bulunuyorsa, buna rağmen aktivitelerimizle ve pozitifliğimizle kendimizi koruyabiliriz. Ama eğer siz her gün negatifliğin içinde bulunursanız ve kendinizi korumazsanız, o zaman bu sizi en sonunda yapısı bozuk hücre formu olan kansere kadar götürebilir. Normal durumda hasta ve zayıf insanların sağlıklı olanlara oranla daha çok hasta ve zayıf çocukları olduğunu biliyoruz. Bedenimizdeki her bir hücrede de bu durum aynıdır. Tüm bu hücreler, hücre suyunuzun canlılığıyla bir geometriye, bir strüktüre bağlıdırlar. Sizin için her şeyden önemlisi, hücre suyunuzun her alanındaki bu kristalleri tekrar yapılandırmak olmalıdır. Şimdi yeni bir deney yapabiliriz, bozuk, hasta bir suyu alalım ve sıvılaştırarak tek bir kelime olan “Sevgi” kelimesiyle yeni bir bilgi verelim. Bunu tekrar -5 derecede donduralım ve elektron mikroskobuyla fotoğrafını çekelim. Birdenbire bu mükemmel kristali, mükemmel geometriyi elde ederiz. Bu deneyi tersten ve yüzden 10.000 defa yapabiliriz, bilimsel ve objektif olarak suyun düşünceyle ne kadar etkilenebileceğini yine kanıtlamış oluruz.

  Bedeninizin %70′i sudan oluştuğundan bu sizin için önemlidir. Kalitenin yanı sıra miktara da dikkat etmelisiniz, çünkü çok az su içiyorsunuz. Mükemmel organize olmuş bir beden oluşturmak için günlük en azından 2 litre su içmelisiniz. Eğer insanlar çok kahve, çok limonata ve benzeri içtiklerini düşünüyorlarsa, o zaman bu çözüm değil, çünkü çamaşırlarınızı kahveyle yıkayamazsınız. Su mükemmel bir çözelti maddesidir ve her şeyi kendine bağlayabilecek durumdadır. Bu nedenle su içmek gerçekten çok önemlidir. Vücudumuz çok iyi bir şekilde kendi kendini iyileştirebilir. Çoğu kişi de bunu oruç kürleri vasıtasıyla, bunları bıçaksız ameliyat olarak da adlandırabiliriz, yaparlar. Vücudunuzun tekrar temizlenmesini sağlayın. Sanayi tarzda gıdaların işlenmesiyle vücudunuza almış olduğunuz inorganik maddelerden kurtulun.

  Bunun için de bunları çözen bir şeye ihtiyacınız var. Ve bu da su; su bunu başarır. Ve artık biyofiziksel olarak da kanıtlayabildiğimiz gibi, su yüksek derecede strüktürlü bir yapıya sahip. Ve bu strüktürlerden dolayı vücudumuzdaki benzer titreşimleri içererek bir çok hastalıkları, Alzheimer rahatsızlığına kadar, ve beyinlerimizin kıvrımlarına yerleşmiş olan hafif ve ağır metal tortularını bile sökebilir.

  İsrail’de bir doktora gittiğinizde, orada bir gelenek vardır, hangi rahatsızlıktan dolayı gitmiş olursanız olun, sizi önce tekrar bekleme odasına yollayıp, yarım saat içinde içmek üzere size 2 Litre su verilir. Ve siz bu suyu içtikten sonra hala şikayetleriniz varsa bundan sonra sizi muayeneye kabul ediyorlar. Birden beliren hastalıkların % 80′ini sadece su içerek iyileştirilebileceğini görmüşler ve bunun sadece suyun kalitesine bağlı olmadığı da tespit edilmiş. Bunun için su çözelti maddesi olarak biriken tüm atıkları dışarı taşımak için kullanılıyor.

  Örneğin burnunuz aktığında neler oluyor? Vücudunuzda daha önceleri birikmiş olan zararlı maddelerin nötralize edilerek dışarı atılabilmesi için salgılar oluşuyor ve burnunuzdan dışarı çıkıyor. Aynı olay cildiniz için de geçerli olduğundan, vücudunuza girmiş olan zararlı tüm maddeler cildiniz vasıtasıyla da ifraz edilir.

  Bütün problem aslında içeride, oraya girmemesi gereken maddeleri su yine dışarı taşıma kapasitesine sahip. Burada suyun miktarı kadar kalitesi de tabii ki önemli.

  Artık bildiğimiz gibi su, 80 metrelik bir boru sisteminden geçtiğinde, canlılığını kaybediyor. Bu da borunun kötü olmasından dolayı değil de borudaki basınçdan oluşuyor. Suyun evlerimize kadar taşınabilmesi için gerekli olan basınç, suyun kendi hareketliliğini bozuyor. Suda çift helix şeklinde spiral hareket mevcut, bu da suyun kristalinin oluşmasını sağlıyor. Suyun spiral hareketine zarar verildiğinde, kristal yapısı da bozuluyor ve kristal şekil olmayan yerde geometri de mevcut değildir ve böylece enformasyon da oluşamaz ve neticede canlılık da yok olur. Ve neticede bu şekilde sadece 80 metre boru hattı ile suyun canlılığını almış oluyoruz. Şimdi ayrıca kimyasal-analitik olarak açıklamamız gereken şeyler var.

  Yasaları koyanlar, su kimyasal olarak temiz oldukça belli değerler çerçevesinde bulunmasını şart koşuyorlar. Ve bu sınır değerleri de istedikleri gibi zaman zaman aşağıya veya yukarıya çekebiliyorlar. Halen tarım sektöründe 300 çeşitten fazla inorganik kimyasal yapıya sahip tarım ilacı kullanıldığını ve bunların neredeyse 280′i kanserojen olduğunu biliyor muydunuz ? Kanser nedir ? Kanser kaos’tur. Kaos’u düzeltin, entropinin oluşmasını, yani tekrar düzenin oluşmasını sağlayın.Ve tüm bu inorganik bileşimler, bu pestisidler tam tersinin oluşmasını sağlıyorlar.

  Tarımda kullanılan ilaçlar yer altı sularına karıştığından tekrar bize çeşmelerimize geliyor. İlginç olan, 1992′ye kadar yasayı koyanlar bu 300 tarım ilacından sadece 63′ünün analiz edilme zorunluluğunu getirmiştir. 280 ilacın kanserojen olarak bilinmesine rağmen sadece 63′ünün ölçülmesi sanki bunların yokmuş gibi varsayılması ilginç değil mi, kalanların isimleri bile bilinmiyor ve bunlar için hiç bir sınır değer konulmamış. Ve zamanla bu ölçülen 63 ilacın değerleri yükseldikçe, tolerans değerleri de yükseltilmiş. Suyun kalitesini düzelteceğine içindeki maddelerin tolerans değerleri ile oynanmakta. Aksi taktirde bu suyu size satmamaları gerekir.1992′den beri de zaten bu 300 tarım ilacından sadece 18′i ölçülmekte. Ve böylece aslında neler içtiğinizi düşünebilirsiniz.

  Örneğin bunların içinden birini çıkaralım: Nitrat mesela kanserojendir. Sadece kimyasal olarak bir zehir olmasından dolayı değil sebebi çok daha başka. Nitrat, bir kimyasal yapı olarak belli bir dalga boyuna sahip, dolayısıyla bir elektromanyetik kuvvete. Vücudunuza Nitrat girdiğinde rezonans yerine disonans oluşur, çünkü vücudumuz Nitrat içermediği için bu madde ile rezonansa geçemiyor. Oluşan disonans bedende kaos oluşturuyor ve birden, bazı hücre grupları dejenere olmaya başlıyor, çünkü sürekli bir elektromanyetik içtepiye maruz kalıyorlar. Aslında bedenimiz kendini tekrar rejenere edebilir fakat her gün aynı içtepilere maruz kaldığında, artık Nitrat’ın miktarının da önemi kalmıyor, tekrar eski yapısını koruyamıyor.

  Örneğin suya bir taş atıyorsunuz, bir dalganın, dalga boyunun oluşmasına sebep oluyorsunuz. Suya sadece içine taşı atarak bir enformasyon vermiş oluyorsunuz böylece. Aynı anda taşı derhal çıkarsanız bile oradaki dalgayı yaratmış oluyorsunuz. Konu oradaki kimyasal yapıyı değil de negativiteyi yaratan disonans dalga boyunu nasıl çıkarabilirsiniz ? Bizim de artık biyofiziksel olarak kanıtlayabileceğimiz gibi bu işlemi yapmak için `suyu canlandırma cihazları’ mevcut. En iyi içebileceğiniz su, doğal temiz kaynak suları, artezyen suları, agratopejik artezyen kaynakları. Agratopejler, yeraltından kendi güçleriyle yukarı çıkan yer altı artezyen sularıdır, çünkü suyun da kendine has bir olgunluk derecesi vardır. Su, yağmur olarak yere indiğinde bunu “juvinil” su olarak adlandırırız. Bu suda solar frekanslar ölçülebiliyor fakat jeomanyetik frekansların da oluşabilmesi için su yerin çok altına inmesi gerekiyor, “toprağın kanı” haline gelmesi gerekiyor.

  Yeraltında tamamen olgunlaşan ve tüm jeomanyetik frekans desenlerini içine alan “toprağın kanı”, kendi başına 1000′lerce metre derinliklerden girdap şeklinde yukarı çıkabilecek güce ve enerjiye sahip oluyor.

  Siz şişeden mineral suyu içtiğinizde bunu vücudunuz alamaz, işleyemez, çünkü mineral suyundaki mineraller inorganik yapıya sahipler. Bunlar zararlı değiller fakat hücreler için kullanılabilir değiller. Böylece kanınıza kadar giren kalsiyumun hücrelerinizde özümsenemediği için hiçbir faydası olamaz. Burada konu Kalite’ye geliyor.

  Su, kristal gibi basınç ile elementlerin koloidal oluşmasını sağlayamadığından elementler inorganik kalıyor ve bu yüzden vücudunuz da bunları alamıyor. Bazıları, bunların bir kısımları belki alınabilir diye düşünse de bu kesinlikle mümkün değil.

  Bunu kahvaltıda tabağınıza bir çubuk demir koymuş gibi de düşünebilirsiniz. Sudaki mineralleri alabilirseniz, çubuktaki demirleri de yiyebilirsiniz. Bu da mümkün olmadığı için suyun hangi mineralleri içerdiği de önemli değil. Önemli olan, suda hangi frekans desenleri mevcut, bu mineraller halen iyonize durumda mı ve etrafları su kılıfı ile çevrili mi ? Çünkü biz bu suyun strüktürünü bozduğumuzda, içindeki iyonize ve suya elektromanyetik dalga boyları veren elementlerin başka elementlerle birleşmesini sağlamış oluruz. Bu da genellikle boru basıncı veya suya katılan karbon diyoksitlerle yapılır, böylece suyun doğal oksijeni alınıp, nitrojen katılır, halbuki bizim amacımız bedenden nitrojeni uzaklaştırıp oksijen verebilmek olmalıdır. Böylece oluşan “”molekül evliliklerinde”, örneğin pozitif yüklü kalsiyum ile negatif yüklü hidrojenkarbonatlar birleşirler. Aslında, bunlar su canlı olduğu sürece, yani bir strüktüre sahip olduğu sürece, aralarında su bir duvar gibi olduğu için iyonal yapılarından dolayı birleşemezler ve bedene zararlı hale gelemezler. Kalsiyum ve hidrojen karbonat örneğinde yeni oluşum kalsiyum bikarbonattır, yani kısacası kireç oluşur. Ve siz de bunu evinizin borularından dışarı atabilmek için en pahalı cihazları kullanırsınız. Bunu yaparken kendi bedeninizdeki kireçlenen borularınızı /damarlarınızı hiç düşünmezsiniz. Yaşlandıkça damarlarımız ve beynimizdeki sinir iletişim bağları dahil kireçleniyor ve doğal olarak enformasyonu iletmek için köprü kurulamadığından unutkanlık başlıyor. Burada oluşan kireçleri çözebilmek için canlılığa, enformasyona veya strüktüre ihtiyacınız var. Suyun geometrisine ihtiyacınız var. O zaman, oluşan molekül birleşimlerini de kırabilirsiniz.

  Biz, araştırmalarımız çerçevesinde, segmanter diyagnostik ve organometri ile, İmedes diye adlandırdığımız, enerjetik seviyede ölçüm yapabilen bilimsel bir cihaz sayesinde, organizmadaki patolojik rahatsızlıkların bile sadece su ile rejenere edilebileceğini kanıtlayabiliyoruz. Uzun yıllar boyunca teşhis amaçlı takip altında bulundurduğumuz hastalar var.

  Bizler, doktor değil de sadece biyofizikçi olduğumuzdan bizim kendi kendimizi rejenere ettiğimizi, doğanın iyileştirdiğini biliyoruz. Örneğin bir hastamızı segmanter diyagnostik ile değerlendirdik, bunun için vücuduna 1,2 V doğru akım vererek direnç değerlerini değerlendirdik ve böylece bir organın elemansel titreşim karakterinin hücre bazına kadar nasıl değiştiğini inceledik. Vücudunuzdaki organlar maddeden oluştukları ve çeşitli element bileşimleri içerdikleri için, her bir organın ayrı titreşim karakteri vardır. Örneğin bir akciğerin doğal durumdaki titreşimi yaklaşık 40 Hrtz civarındadır.

  Her gün içki alıyor ve ciğerlerinizi yıpratıyorsanız, zorlanmadan dolayı neredeyse 58 Hertz’e kadar yüksek titreşecektir. Bu da, eğer ciğerin enerji seviyesini 40′tan 58 Hertz’e yükseltirsek, organın maddesel yapısının da değişmesi söz konusudur ve bu da organda bir dejenerasyona sebep olacaktır.

  Bu olay da aynı kanserde olduğu gibi birden oluşmayacak, yıllarca organın maruz kaldıklarının sonucu olarak ortaya çıkacaktır. En başında enerji seviyesinin değiştiğini unutmayalım. Mesela bir hastamızın beyninin sağında bir tümör mevcut. Tümör, organ seviyesinde kırmızımsı olarak görülmektedir. Bunu enerjetik seviyede ölçtüğümüzde, ki bu ölçümü kanser organ üzerinde görülmeden çok önce yaptığımızda hastayı uyarabiliriz, beyninde tümör olan hastaya vücudunda eksik olan frekansları içeren bir su içirdiğimizde (zarar görmüş olan yerler: epifiz, hipofiz, merkezi sinir sitemi vs.) çok farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz, sadece 17 dak. sonra değişiklik oluyor.

  Fakat bu kadar kolay olamayacağını siz de tahmin edebilirsiniz, bütün bir ömür boyunca yanlış yaşayıp mucize suyu içerek iyileşebileceğinizi sanmayın. Bu hasta tabi ki tekrar eski yapısına düşecektir, çünkü artık organ seviyesinde destrüktürasyon başlamıştır. Beden kendini bu negatif duruma o kadar alıştırmıştır ki 2-3 saat içinde eski patolojik tabloya geri döner. Fakat bunun bize gösterdiği, suyun içinde öyle bir enerji mevcut ki, eksik olan tekrar yerine getirilebiliyor ve rejenerasyon gerçekleşebiliyor. Bu hastaya belki her gün 2′şer Litre bu sudan içirsek ve birkaç yıl devam etsek, bedendeki her strüktürü değiştirebiliriz. Bu yüzden tedavi edilemez hiçbir hastalık yoktur. Her şekli değiştirebilirsiniz. Bedenlerimiz morfojenik bir alandan oluşuyor.

Bedenlerimizin morfojenik alanları var

  Bizlerin bu bedenlerin şekillerini oluşturan neticede enerjidir. Örn. bir hastanın ayağını kestiğimizde ayak parmağını algılayabiliyor, çünkü enerjetik seviyede o enerji mevcut, buna da fantom ağrıları deniyor. Bu kişinin aurası, yani enerji seviyesi ölçülebilir durumda.

  Çalışmalarımız kapsamında hastalarını su ve tuz ile iyileştiren 65 doktor, 150 `ye yakın icazetsiz pratik hekim ve çeşitli klinikler mevcut. Bunların sayıları günden güne çoğalıyor.

  İnsanların sadece çok basit araçlarla en ağır hastalıklardan bile nasıl iyileştirilebileceğini görmenizi istiyoruz, bunun mümkün olduğunu bilmenizi istiyoruz. Bu sadece bu yılın moda tıbbı değil, bunlar en doğal maddeler, suyunuzu doğadan almaya çalışın, has su içmeye çalışın. Günlük ihtiyacınız olan 2 Lt. için. Güzel bir kaynak bulup, kimyasal analizini yaptırma gayretine girin, çünkü zararlı kimyasal madde olmayan yerde, stürktür mevcut olduğu için mikrop da oluşamaz. Böylece bu suyun canlılık içerdiğine dair elinizde bir garanti olur. Alabalıkların yaşadıkları akarsular kesin temiz olur, çünkü alabalıklar çok hassas balıklardır, suyun içinde gravitasyon ve levitasyon dengesi bozulduğunda suyun kalitesi bozulur ve alabalıklar bunu derhal algılar. Bu balıklar suyun içinde başka güçlerin de mevcut olduğunun farkındalar, levitasyon gücünü kullanarak suyun içinde durabiliyorlar ve suyun içsel gücü olan saf ışık enerjisini kullanarak akım yönünün tersine yüzebiliyor.

  Bu kaynaklardan beslenen sulardan faydalanmalıyız. Bu tip sular sadece geçen hafta yağmur yağarak orada birikmiş değil yıllarca 100-200-300 yaşında olabiliyor ve radyometrik ölçümlerle bunu tespit edebiliyoruz. Bazı fosil sular vardır ki bunlar toprağın kanı olarak 6, 7, veya 8000 yıl yeraltında beklemiş ve oluşmuşlardır. Bu suları bulup kullanmalıyız ve bunu sadece bencil olarak sağlığınız için değil de şuurlanmanız için, bilinçli bir insan olmak için yapın. Sağlığınıza kavuşmanız bunun yan etkisi olarak yaşamınıza girecektir.

  Yaşamınızda bilinçli tüketin, sadece reklamı yapıldığı için ve aslında ihtiyacınız olmadığı bir şeyi almayın. Reklamlar da zaten ihtiyacınız olmayan ürünler için yapılır, yoksa siz hiç havuç reklamı gördünüz mü? Onu zaten alacaksınız. Bu yüzden daha güzel, daha sağlıklı, daha mutlu olabilmeniz için sizin aslında pek de ihtiyacınız olmayan şeyleri satın almanızın teşviki için reklamlar yapılır ve siz böylece ticari anlamda bağımlı kalırsınız. Aksi taktirde, örneğin ihtiyacınız olan her şeyi kendi kaynaklarınızdan karşılıyor olabilseniz ve daha az çalışmanız gerekse, vaktiniz kalacak ve siz kendinizi geliştirmek için eylemde bulunacaksınız ve bilinçleneceksiniz Ve bütün bunların gerçekleşmemesi için sürekli çalışmanız gereklidir, ki böylece kendinize vakit kalmasın ve aslında nelerin olup bittiğinin farkına varmayasınız diye. Ve 65 yaşında emekli olana kadar çalışır ve pillerinizi tüketirsiniz. Burada sadece sistemin suçu yok, biz değil miyiz kimyasal temizliği, daha ucuz ürünleri vs. talep eden? Biz değil miyiz, kantitatif düşünen? Sanayi sadece taleplerimize cevap veriyor.Bizler daha bilinçli olmaya başlamalıyız, satın alma fanatizminden vazgeçmeliyiz, kendimize karşı daha radikal olmalıyız, radikal kelimesi Latince’den radikus : kök `ten geliyor. Köklerimize geri dönmeliyiz, yaşamlarımızın amacını görmeliyiz ve bunu doğal canlı su ile başarabiliriz. Artezyen suyu bulduysanız muhakkak cam şişelere koyun. Bu sulara ulaşamayanlar Suyu canlandırıcı cihazlar kullanabilirler. Bu cihazlar, borulardaki basınçtan dolayı bozulan suyun yapısını tamir ediyorlar. Böylece, kristalline yapısı olmayan, yani strüktür ve böylece enformasyonu içermeyen suyu fiziksel bir yöntem ile tekrar canlandırabiliriz, enerji verebiliriz.

  Bunun için değişik yöntemler mevcut, örn. levitasyon (Hachening’e göre anafor yapma), kristalizasyon, manyetizm, canlandırma. Prensipte tüm yöntemler suya tekrar bir frekans desenini yüklemeye çalışıyorlar. Laboratuar şartları altında bunu yüzey gerilimi ile tespit etmemiz mümkün. Çeşme suyunun yüzey gerilimi daima 73 Dune’dur. İyi bir kaynak suyun gerilimi 58, 60, 62 Dune olabilir.. Bizim kanımızın değeri 42 ve 44 Dune civarındadır. Gıdaları özümlememiz için bu değerin kan değerimize en yakın olması daha uygun. Ve bizim için en uygun olan taze sıkılmış meyve suyudur. Taze meyve suyunun strüktürel yapısı o kadar uygun ki, yüzey gerilimi aynı kanımızın değeri gibidir.

  Bunu tuzlu su ile, buna `sole’ diyoruz, de yapabiliriz. Doğal bir Sole’den bir bardak doğal suya 1 çay kaşığı ilave ettiğinizde izotonik bir çözelti elde edersiniz. Bu çözeltinin değeri de aynı kanımızın değerindedir, çünkü mükemmel bir strüktüre sahiptir. Kaynak/Artezyen suyu da bu değere çok yakın. Su, suyu canlandırma cihazlarından çok hızlı geçtiğinden çok kalıcı bir şekilde onarılamıyor. Bunun için su ile temas etmesi gerekmeden, sadece fiziksel bir metotla frekans değişimi sağlanıyor. Fakat bu cihazlar pek de ucuz sayılmaz. Bu cihazlarla suyun kimyasal yapısı değişmez, örn. suyunuzda nitratlar varsa, onlar arındırılmaz. Suyunuzdaki kimyasalları çıkarmak için ters osmozlu cihazlar kullanmalısınız, zararlı elementler bunların zarlarından ölçülerinden dolayı geçemez ve süzülürler. Kimyasallarınızı arıtan cihazların sonucunda kimyasallardan arınmış fakat cansız su elde edersiniz.

  Suyu canlandırma cihazları da çok pahalı olduğundan bunun yerine bir avuç kuvars kristalini temiz kaynak suyuna koyarak cam sürahi içinde bekletirseniz, kuvars kristalin hexagonal yapısından dolayı, geometrisi mevcut olduğu için pizoelektrik içerdiğinden suyu canlandıracaktır. Kristalin pizoelektriği suyun tetraeder-strüktürünü tekrar yerine getirebiliyor. Bunun için herhangi bir kristali kullanabilirsiniz, gül kuvarsı, ametist vs. önemli olan hexagonal şekilli olması. Bu kristallerin birini bir cam sürahiye koyup ertesi gün içtiğinizde, gerçekten canlı su elde etmiş oluyorsunuz. Kesinlikle plastik kavanoz kullanmayın, çünkü dizonans titreşimler yüklersiniz. Camın yapısı kuvars tozu içerdiğinden zaten bir hexagonal şekle sahip ve içine konulanı etkileyecektir. Ertesi gün suyunuzu içtiğinizde koyduğunuz kuvars kristali şeklini hiç değiştirmemesine rağmen, siz de tadındaki yumuşaklığı fark edeceksiniz.

  Biz, size bilimsel olarak kristallerle suyun canlandırılmasında suyu canlandırma cihazlarıyla kıyaslandığında yüzey gerilim değerleri aynı veya daha iyi olduğunu kanıtlayabiliriz. Bu cihazların çoğu kuvars kristali içeriyor.

  Bizler artık her şeyi daha çok kendi içimizden gelerek yapmaya başlamalıyız. Çocuklarınızın okula götürmesi için sevecenlikle hazırladığınız bir tost ekmeğinde, 5 yıldızlı bir otelin menüsünden çok daha fazla enerji olduğu söyleniyor.Eskiden yemekler neden kutsanırdı? Tabi ki onlarla rezonansa girmek için. Bunun dindarlıkla hiç ilgisi yok. Bu doğayla tekrar bir olmak için, ahenkte olmak için. Bazı çiftçiler ayın ritmleriyle işlerini yaparlar. Biz bunu su ile denedik. Örn. dolunay ve yeni ayda aynı yerden su alıp kimyasal analizini yaptırdık. Sonuçta bu suların sanki farklı kaynaklardan elde edilmiş gibi bir sonuca vardık, çünkü dolunayda alınan suda çok daha fazla oksijen ve daha az nitrojen mevcuttu. Bunun sonucunda da suda farklı basınç durumlarının ve böylece de farklı mineral yapı oluştuğu görüldü.

  Daha derinlere indiğimizde suyun doğal bir homeopatik olduğunu görüyoruz. Peki homeopati nedir? Örn. D 23′e kadar (23 katı) sulandırarak, aslında orijinal maddeden suda hiçbir şey kalmamasına rağmen iyileştirebilmektir.

  Fakat bizim için önemli olan madde değil, bizi ilgilendiren onun enerji içeriği . Homeopatik bir ilaç ne kadar çok sulandırılırsa daha etkili oluyor. Çünkü onu yavaşlatan madde enerjisinden arındırıp enerjilerinin rahat akışını sağladığımız için. Buradan yola çıkarak şimdi tuz’a geçiyoruz, sözüm ona `beyaz altından – beyaz zehire’. Mutfağınızda bulundurduğunuz tuz, tuz değil, sadece NaCl. Bildiğimiz tuzun ana ögesi ne kadar çok NaCl olsa da aslında doğal tuz kimyasal olarak çok daha fazla elementten oluşuyor. Bunlarda bilinen yaklaşık 84 element, ve NaCl de bunun sadece 2 tanesini oluşturuyor. Doğa, aslında doğal olan her şeyde tamamın olmasını sağlıyor. Buna bakarak insan bedeni de sadece su ve tuzdan oluşuyor, ve bu tuz da aynı doğadaki tuz gibi bu 84 elementten oluşmakta. Ve öğrendiklerimize göre, önemli olan elementin kendisi değil, onun içerdiği enerji, enformasyonu, dalga boyu veya frekans deseni. Doğal tuzda fizik bedenimizde de bulunması gereken tüm elementler mevcut. Ve vücudumuzda herhangi bir element eksik olduğunda da bunun tuzda mevcut olduğunu biliriz. Bu da %100 rezonans demektir. 1897 yılında, bay Schüßler (Schüßler tuzları’nın kurucusu) insan bedenlerinin yakıldığında geriye kalanın tuz olduğunu tespit etmiştir. Modern bir çöp yakma tesisine gittiğinizde depoların beyaz tuz artıklarıyla dolu olduğunu görürsünüz.. Maddeyi de oluşturan budur. Böylece tuz da bir platonik şekil oluşturuyor. Suyun tetraeder şekli, kuvars’ın heksagonal şekli, tuzun da küp şekli var, 5 platonik şekillerden biri. Bu küp’ün içinde, kristal kafesinin içinde tüm frekans desenleri mevcut. Bedeninizde tuz olmasaydı hiçbir düşünceyi düşünemeyeceğinizi biliyor muydunuz? Eskiden yemeklere tuz, yemeklerin tuzlanması için değil, düşünme yetisine sahip olabilmek için konulurdu. Kiliselerdeki takdis edilmiş su, belli bir titreşim karakterini aktarmak için kullanılıyor. Veya çocukların vaftiz edilmeleri örneği: çocuğa kendi içindekilerini hayatında güçlendirerek çıkarabilmesi, tanıyabilmesi için vaftiz suyu ile titreşimler verilmekte. Eskiden tuz hakları, tuz savaşları, tuz yolları diye terimler mevcuttu. Tuz’un atom yapısı moleküler değil, elektriksel olarak görünüyor. Tuz’u suya koyduğumuzda ve çözüldüğünde, sole, yani bunların oluşumunun 3 .boyutu ortaya çıkıyor. Ve böylece iletkenlik meydana geliyor. Ve suyu buharlaştırdığımızda tekrar tuzu elde ediyoruz. Bu karşılıklı tesirden dolayı tuzun nötr gücü var, böylece bedende tuz ile her şeyi dengeleyebiliriz; bedenin içinde, dışında, tüm titreşim oranları tamamen nötralize edilebilir. Belki eski geleneklerden tanırsınız, yeni evlilerin evlerinin dört köşesi de tuzlanırdı, bunu da kötü ruhları kovmak veya uzak tutmak için diye açıklanırdı, o zamanın kötü ruhları bugünün negatif enerjileridir. Artık bugün sadece tuzun kristalin yapısından dolayı radyasyon durumlarını nötralize etmek mümkün olduğunu biliyoruz. Örn. atom çöpü olan radyasyon artıkları tuz depolarında saklanıyor. Bu da tuz’un sırrı, bu sır da onun geometrik şeklinde saklı. Tuz’un içinde fizik bedeni de oluşturan her tür titreşim oranının mevcut olduğu çok eskilerden beri bilmektedir. Örn. bir başbakan, Cumhurbaşkanı Polonya’ya gezi’ye gittiğinde kendisine bir ekmek ve tuz verilir, dostluğun simgesi olarak bir misafir hediyesidir bu. Ve o kişiyle de dost olunur. Masada tuz’unuzu paylaştığınız kişiyle dost olursunuz, çünkü onunla aynı frekansta titreşirsiniz. Bütün bu mitolojiler bizi düşünmeye sevk etmeli. Tuz kelimesi Latince’den `salare’den gelmekte, bu da İngilizce’de salary olarak mevcut. Eskiden Romalı bir asker beyaz altını maaş olarak paraya tercih ederdi.

  Haçlı seferler Kudüs’ü dinsizlerden kurtarmak için değil, Ölü deniz’de tuz haklarını elde edebilmek için yapılmıştır. Bu beyaz altının anlamını ve önemini doğru anlamak için tarihi doğru anlamalıyız. Sal kelimesi Latince’de `sol’ kelimesinden geliyor, bu da Sole, yani su ve tuz’un oluşturduğu karışımın adı, yine aynı zamanda Latince’de ve İtalyanca’da Sol : güneş demektir. Böylece `sole’ sıvı güneş ışığı, biyofotonlar, ışık kuvantları, anlamındadır. Bir çok insanda, bedenlerinde sodyum klorür fazlalığı olmasına rağmen, tuz eksikliği olduğunda, aslında damarlarında ışık olmadığı anlaşılmalıdır, bedenlerinde bütünselliği kaybetmişlerdir.

  Dünyadaki tuzlar nereden geliyor ? Milyonlarca yıllar önce, 250 milyon yıla kadar mevcut ana deniz güneşin de etkisiyle kurumuştur. Kuruma esnasında 84 elementin elektromanyetik güçleri tuzun kristal kafesleri arasına bağlanmıştır. Enteresan olan da, bu ana denizin içindeki tuz konsantrasyonu aynı bizim fiziksel bedenlerimizde olduğu gibi oluşu, bu da % 0,97. Ve yine enteresan olan, tuzun içerdiği elementlerin aynıları bedenlerimizde de mevcut. Aynı güneş ışığında olduğu gibi, kristalin `sole’ karışımını belli bir ışınım oranına maruz bırakınca, birkaç hafta içinde `hiç yoktan’, aslında `her şeyden’ amino asitlerin oluşmaya başladığını görüyoruz. Canlılığı oluşturan albümin yapıtaşları, yani organik yaşam oluşmaya başlıyor. Neden ? Sole’nin içinde `hiç bir şey’ değil de `her şey’ olduğu için !

  Şimdi Kimya’dan Fizik’e geçelim : örn. dışarıdan vitamin aldığımızda, mesela askorbikasit (C vitamini), ve biyokimyasal olarak kan değerimizi ölçtürdüğümüzde, kanımızda C vitamininin oranı yüksek çıkacaktır. Fakat bu yeni madde görevini yerine getirebiliyor mu ? Her vitamin de bir enformasyon, yani bilgi taşıyıcıdır. Konu bilgiyi taşıyan madde değil, konu enformasyonun, yani bilginin içeriği.

Vitamin nedir ?

  Çoğu kişi vitamini, bedenin kendisi üretemediği bir madde olduğunu sanıyor ve bu yüzden dışarıdan alınması gerektiğini düşünüyor. Burada yine düşüncede bir bağımlılık oluşturuyoruz. Bir vitamin, çeşitli elementlerin moleküler bağlantısından başka bir şey değildir. Örn. C vitamininde belli bir geometri oluşturup, moleküler yapıyı oluşturan karbon elementidir en etken olan. Ve enteresan olan, bizim vitamin diye adlandırdığımız tüm elementler aslında bedenlerimizde mevcut. Bunu da ispat edebiliyoruz. Ve bedeninizin C vitaminini kendi üretemediğine de inanmayın.

  Dünyada 10.000 lerce insan artık katı madde almaksızın, sadece su ile besleniyorlar. Şimdi sadece hayvanların C vitaminini üretebileceklerini sanıyorsanız, onları da bizim beslendiğimiz gibi konserve ve işlenmiş gıdalarla beslerseniz, onlar da bu yetilerini kaybedecekler. Biz de beslenmemizi tekrar eskisi gibi, olması gereken gibi uygulasak, yani meyve ve hububatlar, meyva sularının özlerinden, strüktürlerinden, ihtiyacımız olan tüm enerjileri alabilir ve biyokimyasal anlamda vitamin dengemizi kendimiz sağlayabiliriz.

  Örn. B12 vitamini önemli bir sinir vitaminidir, genel söylentilere göre bedenimiz bu vitamini kendi üretemez, fakat 3 yıla kadar depolayabilir. Ve bedendeki stok tükendiğinde sinir hastalığı oluşabilir. Bu yüzden vejetaryenlere et yemedikleri için, ve B12 vitamininin sadece hayvansal gıdalarda olduğu varsayıldığı için, daha çok süt ürünleri yemeleri tavsiye edilir. Vejetaryen ve `veganer’ (hayvansal hiçbir ürünü de yemeyenler) ve normal beslenenler arasında yapılan bir karşılaştırma çalışmasında en yüksek B12 değeri `veganer’ grubunda tespit edilmiştir. Bağırsak florası hayvansal albümin tarafından işgal altında değilse, kendi B12 vit. oluşturabiliyor. Vitamin aldığımızda da doğal vitaminler aldığımız söylenip sakinleştiriliyoruz. Peki, doğal özü çıkarılmış ürünler nedir? Örn. C vit., askorbik asidi doğal ortamından çıkardığımızda, mesela bir meyveden, bize enformasyonunu, yani enerjisini hala verebilecek mi diye düşünmeliyiz.

  1999 yılında Berlin Teknik Üniversitesinin 5-yıllık bir araştırma çalışması tamamlanmış ve her gün askorbik asit alan kişilerin bağırsak duvarlarında deliklerin oluştuğu görülmüştür. Askorbik asit bütünselliğinden ayrıştırılarak elde edildiğinden agresif hale gelmiş ve bunun yanı sıra da biyofiziksel olarak hiçbir enformasyon taşıyamadığı görülmüştür. Bu da, örneğin birisiyle konuşmak istiyorum, fakat bütün bedenine ne gerek var, sadece kafasını kullanalım, ağzı nasıl olsa orada diye düşünmeye benzer. İşte böyle bütünselliği bozuyoruz.

  Aynı olay doğal tuzu kullandığımızda gerçekleşiyor. Biyofiziksel olarak baktığınızda tüm enformasyonu alabiliyor, ve biyokimyasal olarak da tüm bedenimizi dengede tutan elektrolit dengemizi koruyor. Herhalde okul zamanlarınızdan yaptığınız bir deneyi hatırlarsınız. Sadece suda iletkenlik mevcut değil, fakat suya biraz tuz ilave ettiğinizde deney lambanız yanar. Aynı şekilde sizin içinizdeki lambalar da yanar, sizin de iletkenliğiniz gerçekleşir. Bedende herhangi bir yerde gevşek kontaktınız oluştuğunda, bir yerleriniz ağrımaya başlar ve bir süre sonra kronikleşir. Bu durumda eski iletkenliğinize kavuşabilmeniz için doğanın tuzuna ve suyuna ihtiyacınız var, rafine edilmiş ürünlere değil. Ufak bir deney yapmanızı tavsiye ederim: dilinizin ucuna biraz tuz serpin ve ne kadar dayanabileceğinize bakın, yaklaşık 30 san. sonra dilinize sanki delik delinirmiş gibi hissedeceksiniz, hatta ağzınızı yıkadıktan çok sonra bile hala diliniz uyuşuk olacak, NaCl bu kadar yakıcıdır. Artık tıp bile tuzsuz beslenmemizi öneriyor. Ve gerçekten de bu söz konusu tuzdan mümkün olduğunca az almalıyız. Yine de bedenimizin tuz ihtiyacı olduğu için günde 0,2 g tuz almalıyız. Fakat diğer rafine gıdalardan dolayı zaten istemeyerek 12 gr. A kadar günde tuz almış oluyoruz. Tuzun bedendeki fonksiyonu, bedenimizin fiziksel anlamda bir arada tutulabilmesi, osmoz işleminin çalışmasını sağlamasıdır. Aksi taktirde 100 litre su bile içseniz, bedeninizde tuz olmayınca yine de susuzluktan ölürsünüz, çünkü tuzun sayesinde aldığınız su hücrelerinize bağlanabiliyor, hücreleriniz elektriğine kavuşuyor ve düşündüklerinizi uygulamaya imkan buluyorsunuz. Ve bedeninizdeki tuz oranı da sizin düşünme kapasiteniz ve şuur derecenizle eşdeğerdir.

  Tuz olarak tanımladığımız NaCl’nin bedenimiz üzerinde yüksek agresiviteli bir etkisi vardır. Deri ve genelde böbrekler, bu NaCl’yi tekrar ayrıştırmamızı sağlarlar. Ancak yaşımız ve bünyemize göre sadece belirli bir miktarını ayrıştırabiliriz, günde yaklaşık 5-7 gramını, daha fazlasını değil. İlginç olanıysa, bizim günde sadece endüstriyel gıdalardan, yani konservelenmiş gıdalar olan hazır gıdalardan 12-20 gram NaCl aldığımızdır ki, henüz bunun içinde kendimizin kattığı tuz yoktur. Bu şekilde bedenimize ayrıştırabileceğimizden çok daha fazla NaCl almış oluruz. Bedende ayrıştırılamayan kalan NaCl’den bedenimiz kendisini bir şekilde korumalıdır, yani bu agresiviteden. Örneğin bir deney yapalım; 2 adet akvaryum alalım ve birinin içine doğal deniz suyu koyalım ve balığın yaşaması için gereken ortamı sağlayalım, diğer akvaryuma tuzlu, yani NaCl’li su koyalım ve aynı şekilde balığın yaşaması için gereken ortamı sağlayalım. Şimdi eğer balıkları içine koyarsanız, deniz suyunda olan balığın normal yüzdüğünü, diğerinin ise 2-5 dakika sonra zehirlenerek öldüğünü görürsünüz. Bu balıklar bedeninizdeki hücrelerdir ve siz böyle bir ortamda yaşayabileceğinizi düşünüyorsunuz. İşte bu nedenle bedeniniz sizi kendisinden korumaya çalışmaktadır. Bedeniniz, ayrıştırılmamış olan tuzu bir şekilde nötralize etmek zorundadır ve bunu “değerli ” hücre suyunuzla yapmaktadır. Hücrenizin canlılığını sağlayan şey, bedeninizdeki NaCl’yi izole etmek için, nötralize etmek için şimdi kurban edilmek zorundadır ve her defasında 23 katı miktarla. Ayrıştırılamayan her gram NaCl yüksek değerli, yüksek yapılı hücre suyunuzun 23 katına bağlanmak zorundadır ve bununla birlikte hücreleriniz ölürler, bu şekilde bedeniniz kurur. Ve sonrasında aynı ilkbaharda bodrumunuzdan çıkardığınız elmaya benzersiniz, kırışıktır ama hala elmadır, işte bu da bizim yaşlanma sürecimizdir. Bazı insanlar ileri yaşlarda genelde sadece %58 sıvı ihtiva ederler. Tam bu durumda çok su içmek gereklidir, günde en az 2 litre, ancak yaşlılıkta insanın artık susuzluk hissetmez, çünkü susuzluk hissi artık yoktur, çünkü bedende çok az tuz vardır, ancak bu durumda osmose sağlayan tuzdan söz etmekteyiz. Ve eğer tuz alırsanız, o zaman doğal bir susuzluk hissiniz olur. Ancak biz “Tuz”dan bahsediyoruz, NaCl’den değil! Beden, ancak belirli bir dereceye kadar hücre suyunu nötralize etmek için kurban edebilir, çünkü daha fazlası ödem oluşumuna sebep olur. Bunlar, hazır gıdalarla almış olduğunuz diğer anorganik cüruflar için mükemmel bir çöplük olarak hizmet eden su dokularıdır. Ve birdenbire ağırlaştıkça ağırlaşırsınız. Şimdi beden kendisini tekrar korumak zorundadır.

  Koruma için bedenin bir sonraki adımı rekristalizasyondur. Kristallerin basınç ile büyüdüklerini öğrenmiştik. Ve bunlar dağlarda büyürler. Bedenimizin dağları da kemiklerimizdir. NaCl rekristalizasyona başladığında kristaller buralarda büyümeye başlar. Ancak bunun için NaCl daha hayvansal albümine ihtiyaç duyar. Ancak bedeninize aldığınız tüm elementlerin öncelikle ayrıştırılmaları gerekmektedir. Ve bu da albüminde amino asitler demektir, bunların teker teker kombinasyonları ile, bunun için 347 trilyon kombinasyon mümkün, bedensel albümin oluşabilir, diğer adı ile kas dokusu. Fakat bu amino asitlerin tümü örn. hayvansal albüminde bulunmayan Lysin veya Triptosan gibi, katılamadığında gerekli olan 347 trilyon kombinasyon imkanları oluşamaz. Ve böylece almış olduğunuz albüminin hiçbir değeri olmaz, bedeninizde küçük kristaller olarak kalır. Bunu, karanlık zemin mikroskopisi yapan doktorunuzda kendi kanınızla yaptırabilir ve böylece bu yöntemle ışık yandan gelerek kanınızın üç boyutlu halini, yani canlılığını görebilirsiniz.

  Böyle bir deneyden önce bir bardak süt içerseniz, sindirilemeyen albüminin nasıl da nereye gideceğini bilemediğini görürsünüz. Albümin vücuttan dışarı çıkabilmesi için asit ürik geliştiriyor. Vücut, bu asit ürik’in sadece bir kısmını atabiliyor, bir kısmı da bedende NaCl ile birlikte kemiklerin üzerinde kristal tortular oluşturuyor, kemiklerin kalınlaşmasına sebep oluyor. Mafsalların üzerinde oluşan bu kristallenmeden dolayı sürtünme oluşuyor. Sürtünme de iltihaplara sebep oluyor.İltihaplar şişmelere sebep oluyor ve sinirlerin üzerinde oluşan baskıdan dolayı ağrılarınız başlıyor. Doktora gittiğinizde de size romatizma, artrit, artroz, gut teşhisi konulacaktır. Kemiklerinizin üzerinde birikmiş olan bu “çöpler” den dolayı ölmek istemiyorsanız, onlardan kurtulabilmeniz için rafine işlemiyle ayrıştırılmış olan antagonistlere ihtiyacınız var. Size tavsiyemiz:kendinizi rafine edilmiş İnorganik olarak moleküler bir yapı oluşan ürünlerden ve insanlardan koruyunuz. Sonuçta, damarlarınızdaki tuz sayesinde bedeninizde ölçülebilir enerji, ölçülebilir elektrik oluşuyor. Örn. hastaneye götürülmek üzere ambulansa alınan bir kazazedeye tuz infüzyonu verilir, kana destek olmak üzere değil, elektrik devresini tamamlamak için. Devre kapanamadığı taktirde, ışıklarınız sönecektir. Bunun için de NaCl’ye değil, gerçek tuza ihtiyacınız var. Bu tuzun içindeki tüm anatagonistlere, yani diğer tüm elementlere ihtiyacımız var. Aynı çamaşır makinasının kireçlenmesinde kullandığınız Kalgon tuzu gibi, bedeninizde de moleküler bağlantıları çözüp atmanız lazım. İnorganik olarak oluşan moleküler bağlantılar tekrar düzene maruz kalarak parçalanıp, çevreleri su ile kaplanarak, hidratize olarak, iyonlar halinde dışarı atılabilmekte.

  Çamaşır makineniniz de kullandığınız Kalgon hapları da tuz haplarıdır, kendinize de böyle bir “tuz tableti” verin, vücudunuzda oluşan inorganik moleküler bağlantılar tuzun sayesinde kırılsın ve suyun sayesinde de vücudunuzdan atılabilsin.

  Tuzun çözelti etkisi elektriksel yapısından kaynaklanıyor, bu özelliği de endüstride kullanılmakta. Dünyadaki tuz üretiminin %93-94′ü direkt olarak endüstriye gidiyor. Onsuz ne plastik, soda, yumuşatıcılar, deterjanlar,ne de yağlar, üretemezdik. Kimyasal ayrıştırma işlemleri için en temiz NaCl gerekli. Bu işlemler için doğal tuzun içindeki diğer elementler kimyasal reaksiyonları etkileyeceğinden önce rafine işlemleri ile çıkarılarak sadece NaCl’in geri kalması sağlanıyor. Bu işlemler için ayrıştırılan tuz’dan endüstride kullanılmayan %6′lık kısımda gıda sektörüne aktarılıyor. Bu yüzden de eskiden uğruna savaşlar verilen tuz, diğer adıyla beyaz altın, artık çok ucuza her yerden elde edilebiliyor. Ama elinize geçen tuz artık gerçek tuz değil, elinizde bir artık mahsul tutuyorsunuz, bu da yoğun agresivitesinden ve fiyatından dolayı gıda sektöründe gıdaları uzun süreli muhafaza etme işleminde, konserve işleminde kullanılıyor ve tüm hazır gıdaların uzun ömürlülükleri bu şekilde sağlanıyor. Kalan bir kısım da yemek tuzu olarak, içine bir de ayrıca mineraller eklenerek, örneğin iyot, sofralarımıza geliyor. Fakat vücudunuzda fazla nitrat bulunduğunda bu iyot sindirilemez, bunun için önce fazla nitratı dışarı atabilmeniz gerekir. Almanya’da artık endirekt olarak iyot ilave ediliyor; her fırıncı, her kasap bu tuzu kullanmak zorunda. Fakat bu iyotlama işleminden sonra hastalıkların oranı %28 arttığı da gözlenmiştir. Kalp çarpıntıları, kalp ritm bozuklukları, yorgunluk, konsantrasyon eksiklikleri, uzun süre iyileşmeyen yaralar, kronik akne gibi rahatsızlıklarda artışlar mevcut. İyot alımı ile bedeninize yüksek agresivitesi olan bir metal almış oluyorsunuz. Buna ilaveten tuzlarınıza bir de fluor ilave edilidiğinde, irade gücünüz tamamen zayıflıyor. Tuza, kimyasal isimleri çok fazla yer tutacağından üzerinde hiçbir zaman yazılmayan ve zaman zaman harfler ve rakamlarla kısaltılan (E-530, E-533, E 550 gibi) maddeler de ilave ediliyor. Örn.sofra tuzunun iyi serpilebilmesi için alüminyumhidroksit ilave ediliyor. Ve bu tuzu çocukluğunuzdan itibaren yiyorsanız, Alzheimer hastalığına yakalanmama şansınız da çok düşüyor. Beyninizde sinir iletişim hatlarında içtepiler iletilemedikçe, adınızı bile hatırlayamazsınız. Ve siz tekrar gerçek doğal tuz almaya başladığınızda, bedeninize ihtiyacı olanı, eksik olanı sağlayarak kendinizi şifalandırırsınız. Fiziksel veya manevi şekilde biriktirdiğiniz her şey önce tekrar ortaya çıkar, bundan dolayı önce ağrınız olan yerinizde iltihaplanma oluşur ve ardından iyileşme gerçekleşir. Doktorunuzun dediğinin aksine yüksek tansiyonda veya düşük tansiyonda da doğal tuz ile yapmış olduğunuz %26′lık `sole’ yi içtiğinizde denge sağlanacaktır. İçtiğiniz tuz/su karışımından dolayı morfogenetik alanınız tamamen rejenere olur ve organlarınız eski enerjilerine kavuşur. Buna benzer uygulamayı yıllarca hamam kürleri ve terapileri ile gerçekleştirmekteyiz. `Sole’ ile bir küre başladığınızda bedeninizin bataryalarına sıvı güneş ışığı vermiş oluyorsunuz. Bir inceleme çalışması çerçevesinde şifalı bir maden ocağına gittik.

  Berchtesgaden’de (Almanya’da) böyle bir maden ocağı mevcut, buna tıpta Spelyoterapi diyoruz. Buraya çeşitli alerjileri, astımları olan hastalar iyileşmeye gönderiliyor. Böyle bir tuz madeninde tuzların iyonal etkilerinden dolayı tertemiz bir hava mevcut, havada hiçbir toz zerreciği yok. Bunun yanı sıra şifayı gerçekleştiren başka etkenler de mevcut. Örn. Velicka’da yerin 226 m altında bir tuz madeninin içinde gerçek bir hastane kurulu. Buraya yılda yaklaşık 3000 hasta gelmekte ve %97′si iyileşip çıkmaktalar.

  Bu kadar derinlerde yerin altında milyonlarca tonluk tuzun altında muazzam jeomanyetik frekans desenleri yayınlanıyor . Bunlar da hastaların bedenleri üzerinde rezonans yaparak etki yapıyor. Biz deney olarak farklı hastalıklara sahip kişileri madene götürdük. Örn. ciğerlerinde rahatsızlığı olan bir hastanın 2,5 saat sonra ciğer değerleri tamamen normale dönmüş ve 2 saat boyunca da bu şekilde kalmıştır. Örn. bu hastalıklı ciğerin frekansı rahatsızlığından dolayı 58 olmuş ve aslında 40 olmalı. Böyle bir durumda bu hastayı günlerce bu madene gönderdiğimizde eninde sonunda maddesi de enerjisine uyum sağlayarak değişecektir ve iyileşecektir. Her şey sadece zamana bağlı.

  Fakat herkesin böyle bir madene gitme imkanı olmadığından bu uygulamayı evde `sole’ ile gerçekleştirebiliriz. Bunun için gerçek doğal kristal tuza ihtiyacımız var, buna da jeolojik olarak `Hallith’ diyoruz. Hallith kelimesi de : hall = titreşim, lith=ışık’tan kaynaklanmaktadır. Daha önce de anlatıldığı gibi istediğiniz kadar Ca-tableti yutabilirsiniz, fakat sadece 1 havuç yemiş kadar kalsiyumu bedeninize almamış olursunuz. Demek ki konu miktar değil, hücrelerin alabilme kapasitesiyle ilgili. Hücrelerimizin belli açıklık ölçüleri var, biz buna tıpta semipermiyabilite diyoruz. Ve bu yüzden hücrelere 1/100.000 gr’dan daha küçük olan her şey girebilir, daha büyük olanlar dışarıda kalmak zorunda. Bu yüzden sebze ve meyvelerin içindeki mineraller iyonal olarak bir geometriye sahip olduklarından organik yapılarıyla hücrelerimize girebilir ve asimile edilebilirler. Fakat yapılarını bozduğumuz minerallerin hücrelere girebilme şansları asla olamaz.Bu da mineral ihtiyacımız için kahvaltı tabağımıza çelik bir çiviyi koymaya benzer. Elementlerin bu şekilde hücrelerin içine girebilme durumlarına koloidal durum denir.  

  Doğadaki kristal tuzu endüstriyel bir şekilde çıkarma imkanımız yok, çünkü bu kristaller yıllarca basınç altında oluşarak madenlerde damarlar içinde gelişiyor ve bunun için doğada çok bulunan kaya tuzundan 100 kg çıkardığınızda doğal sadece 1 kg kristal tuz elde edebiliyorsunuz. Fiyatının da yüksek olması buna bağlı.

  Himalaya’dan gelen böyle yüksek basınç altında oluşmuş olan bir kristal tuza biyofotonemisyon ölçümleri yapıldığında, bu da onun ışık enerjisinin ölçülmesi anlamına geliyor, başka kristal tuzlarla karşılaştırmada bu tuzun mükemmel kristal yapısından dolayı 100 misli fazla enerji olduğu ortaya çıkıyor. Bu tuzu doğal su ile karıştırdığınızda, kısa bir süre içinde % 26′lık `sole’ dediğimiz bir karışım oluşacaktır, Bu karışımın çok yüksek dezenfektan etkisi olduğundan uzun süre saklanabilir.

  Bu `sole’den her gün 1 çay kaşığı dolusu alıp bir bardak doğal su ile birlikte içen 123 hasta üzerinde yapılan kan ve idrar testlerinin sonucu aslında ayrıştırılamayan hayvansal albüminin bile tekrar idrarla dışarıya atılabildiği görülmüştür. Kanınızda tuzdan dolayı oluşan düzen şekilleri bu kadar güçlü ! Kanınız aslında deniz suyu-benzeri bir sıvıdan başka bir şey değil.

  Bu `sole’den her gün bir çay kaşığı doğal su ile karışık içtiğinizde 6 dakika içinde elektrolit dengenizi düzeltmiş oluyorsunuz. Burada enteresan olan bedenimizin asit-baz dengesini tuzun sağlıyor olması. Normal koşullarda bedenimizde %70 baz ve % 30 asit olmalı, fakat gıdalarımızın endüstriyelleşmesinden dolayı bu denge %80 asit – % 20 baz’a doğru kaymış durumda. Uzun vadede fazla ekşimeden dolayı, hücrelerimizin strüktürleri de bozulmaya başlıyor. Kanserli hastaların %90′ında kronik ekşime olduğunu ve bu hastaların %98′inin kanlarında hayvansal albümin olduğunu biliyor muydunuz ? Kanserin de beslenmesi gerekiyor ve sizin ihtiyacınız olmayanlarla besleniyor.Prensipte bu ana sebeplerden kurtulmaya çalışmalısınız, doğal asit-baz dengenizi korumaya çalışın. Bunun için de doğal tuz gerekli.

  Bedenimizde kan dolaşımı sistemimiz olduğu gibi bir de kapalı tuz devir daimi mevcut. Gıda aldığınızda kanınızdaki tüm tuzlar uyarılır ve sindirme işlemi için yardımcı olurlar.

  Yemeği ağzınıza aldığınız anda kanınızdan tuz midenizin hücrelerine doğru yönlendirilir, orada ayrıştırılır, yani iyonize olur, klor iyonu bedeninizdeki suya gider onun sadece hidrojenini alır ve hidroklorürü oluşturur. Bu hidroklorür sayesinde biraz önce yediğiniz yemekler parçalanır, fakat hazmedilemez. Bu işlem tuzdan ayrıştırılan sodyumun karbondioksit ile sodyum bikarbonat oluşmasıyla gerçekleşir. Daha önce yediğinizi asitlerle parçaladıktan sonra bu bazlı bileşim hazmettirmeye yarıyor.. Bütün bu işlem bittikten sonra tuz tekrar kanınıza geri dönüyor ve böylece sizin asit-baz dengenizin korunmasını sağlıyor.

  Midenizde zaman zaman ekşime hissettiğinizde bir bikarbonat hapı aldığınızda, aslında hidroklorür üretimini teşvik etmiş olduğunuzun farkında değilsiniz. Bedeninize kendi muhteviyatında ne varsa onu vermelisiniz, böylece kendi kendini nötralize edebilecektir. Bu `sole’ sayesinde bedeninizden atıkların çıkması sağlanacaktır. Örneğin et yediğinizde, bedeninizde çürümek zorunda. Çürüme işleminden sonra atıkları çok hızlı bir şekilde atamayınca kanda yine fazla ekşime oluşuyor. Bu da bağırsaklarda çürüme işlemine sebep oluyor. Böyle bir durumda `sole’ içme kürü uyguladığınızda birkaç gün ishal olacak ve bedeniniz kendi kendini rejenere edecek. Sadece bir çay kaşığı `sole’ ile 6 dakika içinde bedeninizde bulunan 650 çeşit mikrop, bakteri, virüs ve mantar çeşitlerini nötralize edebileceğinizi biliyor muydunuz ? Bu da doğal olarak, bedeninizde tekrar strüktür, geometri, koruyucu duvarlar oluştuğu için böyle gerçekleşecektir.

  Eğer herhangi bir cilt hastalığınız varsa, doktorunuz size denize girmenizi önerecektir, çünkü burada ihtiyacınız olan titreşim desenleri mevcut, bedeniniz tekrar bu enerjiler ile dolacaktır. Özellikle cilt sorunlarında bedeninizin içinde bir şeyler olduğunu düşünmelisiniz, çünkü cildimiz en büyük boşaltım organımız. Bu yüzden yüzünüzdeki her sivilcede içerideki düzensizliği görmeye çalışın. Çoğunlukla kanımız temiz olmadığında dışarıya sivilce, siğil, ben, mantar olarak yansır. Kanınızı temizlediğinizde, ona tekrar strüktür, geometri kazandırdığınızda, ister `sole’/su karışımı içerek, ister sadece `sole’ cilde sürerek bunu yerine getirebilirsiniz. Zaten mantar da sadece strüktür, yani geometri olmayan ortamlarda büyüyebilir ve çoğalabilir.

  Mesela deokristallerini kullandığınızda, koltuk altınızdaki cildinizin alanını nötralize etmiş oluyorsunuz. Diğer deodorantları kullandığınızda terlemeniz engellenmeye çalışılıyor, fakat terlememiz gerekli. Sadece neden kötü koktuğumuzu düşünelim. Fazla ekşimeye maruz kaldığımızdan burada bakteriler oluşabiliyor, bunlar da kokulara sebep oluyor. Bu küçük deokristaller ile bu alanı nötralize edebilirsiniz ve böylece bakteriler için meydan oluşmaz.

  Bu nötralize işlemini solunum yolu hastalıklarında `sole’ile buğu yaparak da uygulayabilirsiniz. Tuzlu suyun buharını teneffüs ettiğinizden 25 dakika sonra balgamınızla birlikte belki 10 yıl önce içmiş olduğunuz antibiyotikler bile çıkacaktır.

  Bu doğal tuzu yemeklerinizde de kullanmalısınız, çünkü bedeninizde ne kadar zararlı madde varsa, bu tuzun etkisiyle nötralize olacak ve zamanla atılabilecektir. Profesyonel sporcular da elektrolit dengelerini sağlayabilmek için bu tuzu yalıyorlar ve böylece kas tutukluğuna sebep olan magnezyum eksikliği meydana gelmemiş oluyor. Genelde bağımlılık durumlarında beden kendi eksik olan ihtiyacını başka bir şey ile karşılamaya çalışıyor. Örneğin şeker de aynı rafine edilmiş tuz gibi çok agresiftir. Mesela şekere düşkün olan çocuklara bir süre `sole’/su karışımı her gün verildiğinde, şeker arzuları azalacaktır ve dengeye gireceklerdir.

  Biz bunu eroin bağımlılarında uyguluyoruz ve %60′ında başarılı olmuş durumdayız, çünkü bedenlerindeki dengeden dolayı artık eroine ihtiyaç duymuyorlar.

  Cilt hastalıklarında bütün vücudu %1′lik 37 derecelik bir tuzlu suya soktuğumuzda, bu suyun içinde banyo yaptırdığımızda, vücut sudan ihtiyacı olduğu her şeyi alabiliyor ve sanki 4 gün boyunca oruç tutmuş gibi zararlı toksinlerini cilt vasıtasıyla atabiliyor.

  Bize 12 yaşında tüm cildi yaralarla kaplı, nörodermitis teşhisli bir hastayı getirdiler. Ailesi tüm başvurulabilecek yerlere başvurmuştu ve hastalığın iyileşmez olduğu düşüncelerle sonunda bize gelmişlerdi. Biz kızın tüm kortizon ve antibiyotiklerini kestik ve 3 ay boyunca su-tuz kürleri uyguladık. Bu sürenin sonunda kızın tüm yaraları geçti ve iz bile kalmamıştı.

  %1lik kürleri gözlerimize de uygulayabiliriz, her gün 4-5 dakika boyunca 2 defa tuzlu suyla göz banyoları yaparsak, gözlerimiz daha parlak, bakışlarımız daha berrak olacaktır.

  Aynı şekilde su-tuz karışımını dişlerindeki asitlerden oluşan taşları temizlemek için de uygulayabilirsiniz, her gün dişlerinizi bu suyla fırçalayıp istikrarlı bir şekilde devam ederseniz taşların gittiği gibi dişlerinizin de beyazladığını görebilirsiniz. Yüzünüze krem yerine, nemlendirici olarak da tuz-su karışımını sürebilir, cildinizin nem dengesini sağlayabilirsiniz. Bedeninizde herhangi bir dokunun strüktürel yapısı değişmeye başlamışsa, orada kanser oluşacaktır. Bunun için yine üst nanometrekerde bulunan belli bir dalga boyuna ihtiyacınız var.

  Bunu da dışarıdan tuz kristal lambaları ile yapabilirsiniz. Havada dengeli bir iyon potansiyeline ihtiyacımız var, mesela havadaki negatif iyonlar pozitiflere göre 2/3 oranındaysa aynı deniz iklimi gibi bir ortam yaratmış oluruz. Tuzun titreşim frekansı aynı bizim bedenimin frekansı gibi olduğundan bu da tuz kristal lambalarında kullanılmakta. Örneğin bizim beynimizin elektriğini ölçtüğümüzde 8 Hertz civarındadır, aynı frekansı bu lambalarda vermekte. Televizyon seyrederken 100 – 160 Hrtz. civarında frekanslara maruz kalıyorsunuz.Bu yüzden neden bir süre sonra sinirli olduğunuz belli: bedeniniz 20 misli frekansa maruz kalıyor Lütfen buradaki konuyu sadece su ve tuz olarak ele almayalım, esas konumuz enformasyon ve bilinç. Böyle baktığınızda bedeninizin mükemmel bir araç ve şuurunuzun da efendi olduğunu göreceksiniz. Sizin her şeyi elde edebilmeniz sadece kendi sınırsızlığınıza bağlı. Bunun için de önce her şeyi bilmeniz ve anlamanız gerekiyor.

  Kararlarınız içgüdülerinize, duygularınıza göre belirleyin, sadece mantığınıza göre değil. Bu şekilde doğru yolda ilerlersiniz. Zaman zaman da sorunlarınız olduğunda, unutmayın ki her dezavantaj kendinde çok daha büyük bir avantajın çekirdeğini barındırmaktadır. Bunu sadece görmelisiniz. İyi veya Kötü diye hiçbir şey yok. Her şey sebep ve sonuçtan oluşuyor. Şu an oynayan film kendi çevirdiğiniz filminiz ve onu her istediğinizde değiştirebilirsiniz. Bu sizin bilinçlilik, şuurluluk durumunuza bağlı. Ve yardıma ihtiyaç duyduğunuzda sizinle aynı frekansta olan insanlara gidin, onlardan yardım isteyin. İdealistlere destek olun. Doğayla uyumlu olun, çünkü doğa yalan söylemez.  

 http://www.f2r.net/

Yayın Tarihi: 15 Ekim 2013

 

© Astroset 2003-2013