Kadim Bilgelik

 

WWW.ASTROSET.COM

 

MU ve ATLANTİS HALKI

Selman GERÇEKSEVER

  

  Güneş sisteminde bir organ durumunda olan dünyamız yaklaşık 70.000 yıl önce belli başlı iki büyük kıtadan oluşuyordu; kabaca bugünkü Pasifik Okyanusu’nun bulunduğu yerde Mu ve Atlantik Okyanusu’nun bulunduğu yerde Atlantis.
  Bu iki büyük kıta arasını dolduran irili ufaklı kara parçaları ve bazı küçük kıtalar da vardı elbette. Günümüze değin aradan geçen on binlerce yıllık süreçte; yataydan ve düşeyden aldığı tesirler altında bozulan ve yeniden kurulan denge durumlarından sonra, kendi gelişim ve değişimini yaşayarak bugünkü şeklini aldı(249).(
*)
  70.000 yıl önceki Mu ve Atlantis Kıtalarında günümüz medeniyetinden daha ileri düzeyde bulunuyordu. Bu insanlar adı geçen kıtaların sulara gömülüşünden çok daha önce; atom enerjisi de dâhil, bugünkü dünyada son 100 yılda keşfedilen; radyoaktif elementler, radyo, televizyon vb. cihazları keşfetmiş ve onları yaygın olarak kullanıyorlardı.  Bu ileri teknolojik düzeyin yanı sıra, bugünkü dünyada da olduğu gibi, basit ve hattâ vahşi denebilecek durumda yaşayan varlıklar da bulunmaktaydı(250). Ancak, o vahşiler bile günümüz dünyasında bulunan vahşilere göre daha az vahşi durumdaydılar.
  O zamanlardaki dünyanın kendilerine sağlayabileceği gelişimin zirvesine ulaşan Mu ve Atlantis halkı ellerindeki olanakları kullanmada aşırıya giderek ve hattâ bunları zorlayarak; lükse, zenginliğe, konfora, hodkâmlığa, hattâ madde perestliğe saptılar. Bu da yetmedi, hidrojen atomunun kaba bileşimleri içine gömülerek, dünyanın doğal koşullarını sıra dışı yollardan bozmaya yönelik uygulamalara girişmeye başladılar. İşin daha da kötüsü, tüm mutluluklarını hidrojen atomunun kaba bileşimlerinde bulacakları sanısına kapıldılar ve bu konuda deneyler yapmaya başlamaktan kendilerini alamadılar. O zamanki beşeriyet düzeyindeki bu yozlaşmaya paralel olarak enkarne varlıkların vücutlarındaki hücrelerde de yozlaşma ortaya çıktı ve nedenini anlayamadıkları kanser bunlardan biriydi. İnsanlar arasındaki kanser vak’alarının çoğalması, yukarıda söz konusu edilen nedene bağlı olarak hücreler düzeyinde ortaya çıkan yozlaşmaydı(251).   

Hücrelerde Kanserleşme

  O varlıkların vücutlarını oluşturan organlara enkarne hücreler bu maddesel alanların kendilerine sağladığı olanaklarla gelişti. Organ ortamlarında gelişen hücre varlıkları; zamanla, daha ileri gidebilmek için muhtaç oldukları şeyleri, içine enkarne oldukları organ ortamında bulamaz duruma gelirler. Oysa, varlıkların gelişim hamleleri hücre düzeyinde de olsa durmaz ve ileri atılmak ister. Organ hücreleri söz konusu kısıtlılık/kısırlaşma ve gelişim olanakları açısından yetersizlik durumu ortaya çıkınca, huzursuzluklarına ve teşevvüşlerine paralel olarak, “yozlaşma” denebilecek sıra dışı eylemlere girişirler. İşte Mu Kıtası’nın batacağı zamanlar yaklaşırken, “kanserleşmiş” madde ortamları, yâni hücre varlıklarının durumu da böyle olmuştu: Beden organizması içinde bulunan hücre varlıklarının maddesel gelişim ortamları daha ileri gidebilmelerine yol vermez duruma gelmişti(251).(Deri hücresi örneği için bkz. syf. 251, alt yarı) Böyle bir hücrenin durumu; bir gelişim aşamasını bitirip, bir üst aşamaya geçmek için çırpınan ama bulunduğu koşullar içinde buna olarak bulamayan bir varlığın “boğazlanıyormuşçasına” kıvranışlarından başka bir şey değildir(252).
  Beden başka varlıkların gelişimine zemin hazırlamak konusunda yüklenmiş olduğu otomatik yardımını sürdürmüştür/ sürdürmektedir. Beden bu vazifesini yapmakla, kader mekanizması kapsamında olmak üzere, daha kapsamlı liyakat düzeylerine ve üst gelişim aşamasına geçebilmenin olanaklarından yararlanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla ne hücre için bir zulme uğramışlık, ne de beden için bir mâduriyet söz konusudur. Belli bir gelişim düzeyinin; her bireyinin, öteki bireyler için çalışarak kendi gelişiminde ilerlemekte olduğunu biliyoruz. Gelişimde hizmet esastır ve bu bağlamda, kendinden çok başkalarının iyiliğini düşünmek önemlidir. En küçüğünden en büyüğüne kadar herkes; birbirine dayanarak, iletişim ve etkileşim içinde ileriye doğru sürekli hamleler yapmakta ve “yükselmektedir”. Bu “yükselişte” durmak/duraklamak olabilir ama gerilemek söz konusu değildir. Dahası, bu gidişte, hareketlerin ve deneyimlenen durumların hiçbirinde hiçbir varlık için; zulüm, ceza, ödül/armağan, felâket söz konusu değildir; her şey yüksel kader ilkesinin gereklerinin tezahürü(yâni kader mekanizması) kapsamında sürüp gitmektedir(252).  

Varlıksal Gelişim Dürtüsüyle 

  Bu ek bilgilerden sonra, Mu ve Atlantis konusunda kaldığımız yere yeniden dönerek diyoruz ki; varlıklar bulundukları madde vasatları içinde, gelişimlerinin son aşamasına yaklaşmış ve orada gelişebilecekleri kadar gelişmişlerdi ve bu durum, oradaki enkarne varlıkların bedenlerini oluşturan tek hücrelilerden başlayarak bitkilere ve hayvanlara kadar her kademedeki varlıklar için böyleydi. Bu nedenle onların kanserleşmeyle ilgi rahatsızlıkları artmış ve yaygınlaşmıştı(253). İçten içe kaynaklanan varlıksal gelişim dürtüsüyle, dünyanın maddesel gelişim olanaklarının ötelerine taşan yüksek gelişim gereksinimlerini karşılayabilmek için, etkinliklerini dünya maddesi dışı koşullara/ olanaklara yöneltmeleri gerekirken, o zamanki Atlantis ve Mu sâkinleri bunu yapmadı. Söz konusu gereksinimlerini ve huzuru içinde bulundukları hidrojen atomu dünyası koşullarında aramaya kalkıştılar. Oysa aradıkları şey dünyanın maddesel olanaklarının ötesindeydi çünkü dünyanın onlara sunabileceği bir şey kalmamıştı. Ama onlar ellerindeki maddesel olanakları zorlama bağlamında ve hırsı içinde dünya maddesine daha çok gömülerek kendilerini sanki onunla avuturcasına çırpınıp durdular. Bu durum onların  bir tür yozlaşması ve geçtiğimiz paragraflarda anlatılan, vücut hücrelerindeki kanserleşme gibi bir şeydi. Bu da, her devrimin, her gelişim sıçramasının öncesinde görülen doğal bir durumdu. (Bu konuda varlıklı olmasına karşın hâla milyonları tasavvur etmekten kendini alamayan zengin örneği için bkz. syf. 253).

  Dünya maddesinin son olanaklarını da kullanarak devrelerini bitirmiş o kadîm dönemlerin insanları tüm çılgınca çabalarına karşın, aradıkları doyumu ve huzuru maddede bulamadılar. Bu durum onları giderek daha da şaşırttı, daha çok huzursuzlaştırdı, derin teşevvüşlere soktu, iyice yozlaştırdı ve soysuzlaştırdı(254). Bir bakıma, maddeyle aşırı düzeyde haşır neşir olmalarından dolayı saki özbenliklerinden “koptular”. Özbenliklerinden habersizlik ve “kopukluk” içinde; ne olduğunu bilemedikleri ve dolayısıyla karşılayamadıkları gerçek gelişim ihtiyaçlarının açlığı içinde yanlış yollara saptılar ve dünya maddesi içinde saplanıp kaldılar. Bu durumun sonunda, temelinde yetersizlik duygusu olan gurur ve sonuçsuz iddiakârlıkların neden olduğu yılgınlık(frustration) ve hayal kırıklığı da ortaya çıkmıştı. Sonunda insanlar ne yapacaklarını bilmeksizin oraya buraya saldıran huzursuz varlıklar hâline geldi(254).

Devrim Nitelikli Değişimin Eşiğinde

  Aslında tüm bu durumlar devrim nitelikli bir değişimin eşiğine gelmiş olmanın göstergesidir. O zamanki enkarne varlıklar daha yüksek gelişim ihtiyaçlarını duymuş ve bu ihtiyaçlar içinde sanki kıvranır duruma gelmişlerdi ki bu da belli bir liyakat düzeyine ulaşmış olmanın  belirtisiydi. Bu liyakatin ölçümü ve takdiri elbette kader mekanizmasına âittir. Yeni bir devrime lâyık duruma gelmek, yüksek kader ilkesinin gereklerinin evrendeki tezâhürü olan kader mekanizmasına(**) belli bir ölçüde uyulmanmış olmanın göstergesidir. Böyle bir liyakatin karşılığı, bu durumdaki varlıkları layık oldukları mekânara ulaşmalarını sağlayacak dünya kapsamlı bir dünya devrimidir.
  İşte şimdi dünyamız böyle bir devrimin eşiğinde bulunmaktadır. Bu nedenle insanların bu anlamdaki “çırpınışları” da kanser hücresine enkarne varlık hakkında(geçtiğimiz paragraflarda) belirttiğimiz gibi, anlamsın/yersiz değildir (254). Yâni varlık, evrensel gelişim yolunda, belli bir gelişim ve liyakat düzeyine ulaşmış, daha yüksek gelişim düzeyinin ihtiyacını duyumsar duyarlılığa gelmiştir. İlâhî adâletin ve düzenin gereği olarak, evrende geçerli kader mekanizması karşısında; hiçbir liyakat gözden kaçmaz, ileri gelişim hamlelerine yönelik ve Aslî İlke’nin gereklerine uygun hiçbir talep geri çevrilmez, hiçbir çırpınış ve idraklenme cehti boşa gitmez(255). Bu idraklenme cehtinin ve kazanılan liyakatin ödülü olarak, aslî zaman ölçüleriyle makânlaştırılmış madde ortamlarında gelişimini sürdürür. Aslî İlke’ye bağlı yüksek kader ilkesinin gereklerinin evrendeki tezâzhürü olan kader mekanizmasının birleştirici etkisi altında aslî zamanın madde ile bir araya gelmelerinden mekân oluştuğunu biliyoruz(
***).
  Bu şekilde Aslî zaman ölçüsüyle “mekânlaştırılmış tezâhürat ortamları”nda gelişim ve hizmet sürüp gider. Bu aynı zamanda tecelli etmiş mukadderattır. Varlıkların ileri gelişim ihtiyaçlarını ve yüksek âlemleri içeren bu mukadderat onların varlıksal ve evrensel beklentisidir. Henüz bu duruma gelmemiş olanlar ise, doğal olarak; kendi gelişim ihtiyaçlarına yetecek ortamlarda gelişimlerini sürdüreceklerdir. Esâsen, gelişmişlik düzeyleri bakımından büyük farklarla ayrılmış olan varlıkların ayrı ortamda bulunması uygun değildir. Bu nedenle, varlıkların yeni gelişim ihtiyaçlarını karşılayacak yeni mekânların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu zorunluluktan dolayı da maddesel formlarda(uzaysal objelerde) devrim nitelikli büyük değişimlerin ortaya çıkması doğaldır. Dünyamızın 70.000 yıl önceki Mu ve Atlantis dönemlerinde bu devrim kaçınılmaz oldu.

Mu ve Atlantis’te Tektonik Olaylar

  Dünyanın her devresinde olduğu gibi bu devrim; önce dengesinin bozulması, sonra yeni bir denge durumuna gelmesi şeklinde ortaya çıktı. Bu denge bozuluşunun başlangıç belirtilerinden olarak, Mu Kıtası’nı orasında burasında; şiddetli yer sarsıntıları, toprak yarılmaları ve volkan püskürmeleri görüldü. Bu doğal âfetler zaman içinde gittikçe şiddetlenerek 80-100 yıl kadar sürdü. Bu tektonik olaylar o zamanki beşerî varlıkların gelişim düzeyleri ve mukadderatlarıyla da ilgiliydi. Bu şekilde, bu enkarne varlıkların liyakatlerine ve gelişim düzeylerine uygun mekânlar hazırlanmış oluyordu(256). Yâni yeni bir devreye geçişin arefesinde artık bir arada yaşamaları mümkün olmayan iki sınıf beşer iyice belirginleşmiş ve farklı mekânlarda gelişimlerini sürdürme zorunluluğu iyice belirginleşmiş oluyordu. Bu iki gruptan, henüz yeni bir devreye geçişe liyakat kazanmış olanların bulunduğu grup devre kapandıktan sonra da dünyada kalmayı sürdürecekler ve belli bir liyakat düzeyine gelinceye kadar genel gelişimleriyle ilgili kusurlarını/ noksanlarını telâfi edecekler. Sonunda geçiş günü gelip çattığında, (70.000 yıl önceki dünyada); toprak çatladı, deniz karaya hücûm etti, kara sulara gömüldü ve elbette insanlar ve öteki canlılar kütleler hâlinde öldü. Bu karmaşa üç gün sürdü ve sâdece Mu değil, Atlantis de suların altında kayboldu. Dünyanın çehresi tamâmiyle değişerek, zaman içinde bazı kara parçalarının hareketlerinden sonra dünya bugünkü görünümünü aldı(256). Dünyanın bu devriminden sonra, ortalık ilkelleşti/vahşileşti. 70.000 yıl önceki dünyanın bu doğal devrimiyle yeni bir devre başlamış oldu. Yaşamda kalanlar üzerinde bu büyük değişikliğin iki büyük şok etkisi görüldü:
  Bunlardan biri, korkunç olaylar nedeniyle çoğu delirme şiddetinde çılgınlaşmalar. İkincisi, büyük vazifeli varlıkların Aslî İlke’ye bağlı yüksek kader ilkesinin gereklerinin tezâhürü olan evrensel kader mekanizmasına göre hazırladıkları gelişim planının zorunluluğu. Dünyanın bu yeni ortamı; insan altı beden gelişimlerini tamamlayıp, ilk insanlığın gelişim kademesine geçmek üzere bekleyen varlıklar için çok uygundu. Bu varlıklar basitlikleri, ilkellikleri görgüsüzlükleri ve deneyimsizlikleriyle dünya yaşamının beşer kademesine ilk adımlarını atmış varlıklardı. Bunlar, ilk insanlık karakteri olan vahşet devrinin ilk aşamalarından geçerek, o devrenin tüm görgü ve deneyimlerini geçirmek durumunda olan varlıklardı(257).  

“Nuh Tufanı“ ve “Kıyamet” Simgeleri

  İşte yukarıda belirttiğimiz o gezegensel devrim nitelikli değişimden sonra; sağ kalanların, kaçınılmaz olarak, üzerlerine yüklenecek olan analık ve babalık vazifelerini hakkı ile yapabilmeleri için onların ilk kademelerdeki basit beşerî varlıklar hâlinde enkarne olmaları gerekmekteydi. Dünya bu basit ve ilkel dönemden başlayarak çok uzun bir gelişim yolunda çeşitli gelişim aşamalarından geçerek 70.000 yıl sonra bugünkü “medenî” düzeye ulaşabildi. Mu ve Atlantis Kıtaları’nın batışı, bugün elimizde bulunan dinsel öğretide “Nuh Tufanı” ve “kıyâmet” simgeleriyle verilmiştir. Nuh Tufanı’nın gerçek anlamı, dünyada bir devrenin tamâmen kapanıp, yeni bir beşerî devrenin açılmış olmasıdır(258). Kıyamet simgesi tufan simgesinden daha kapalı olup, daha çok dünyanın âkıbetiyle ilgilidir. Dünyanın son günü olan kıyamette insanların da âkıbetleri belli olacak; liyakatleri uygun olanlar “yüksek mekânlar”a geçecek ama henüz bu duruma gelmemiş olanlar ıstıraplı koşullar içinde gelişimlerini sürdüreceklerdir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, dinsel öğretide kıyâmet ve tufan belli belirsiz sembolizm ve beşerî anlayışa uygun betimlemelerle anlatılmıştır. Dinsel öğretinin tümünden amaç, beşerî varlıkları “nefsâniyet düşkünlüğü”nden kurtarmak ve vazife sezgisine ulaştırmaktır. Bunun için korkutma  ve ödüllendirme/müjdeleme de dâhil, her araçtan ve örnekten yararlanılmıştır.
  Dünya gezegeni kadîm geçmişinde, dinsel öğretiden nasiplenecek duruma gelmiş olan varlıklar daha önceki dönemlerin ilkel varlıklarına göre çok gelişmiş durumdaydılar. Bununla birlikte onlar henüz bugünkü anlayış ve basiret düzeyinde değildiler. Ayrıca onların öz benliklerinde(henüz yakınlığı dolayısıyla) geçmiş kıyamet ve tufanla ilgili izlenimler tamâmen silinmiş değildi. Onlar olup bitenleri bilgi ve idrak açısından çok, duygusal olarak ele alıyorlardı. Duyguların da belirginlerinden birisi korkudur. Hatta günümüzün aklı selim ve sağduyulu bireylerinde bile bulunan korku duygusu kadîm zamanların enkarnelerinde vicdanlara tam anlamıyla egemen durumdaydı. Dinsel öğreti de bu durumdan bolca yararlanmıştır. Varlıklar duyumsadıkları korkularının etkisiyle vazife sezgisine yönelik pek çok hazırlık yapabilmiştir. Bu şekilde, yıllar içindeki gelişimiyle, bugünkü vazife sezgisi bilgisine erişebilmişlerdir. Bu nedenle korku realitesi içinde yaşayan o zamanki dünya sâkinlerine Nuh Tufanı ve kıyamet simgeleri ceza çektirme ve ödül/müjde karşılığı simgeler olarak gösterilmiştir. Genel dinsel öğretide böyle bir yol izlenmesinden amaç, dünya beşeriyetine; gelişme uyumu içine girmelerinin ve birtakım beşerî vazifelerin olduğunun idrakinin verilmesiydi. Gerekliliğini ve zorunluluğunu henüz idrak edebilecek durumda olmayan dünya insanına, gelişme uyumu içinde yaşama sezgisi ve vazife sorumluluğunun sezgisi kabaca verilmeye çalışılmıştır. Nasıl olsa zamanı gelince(belli bir idrak düzeyine ulaşılınca) kıyametin ve tufanın gerçekten ne olduğu anlaşılacaktır ve öyle de olmuştur. Peygamberler ve büyük inisiyeler, vahy kanalıyla gelen dinsel öğreti kapsamında korku ve ödül/müjde (“havuç” ve “sopa”) motiflerini kullanarak dünya insanlarını(beşerî varlıkları); özveriye, elciliğe(digerkâmlığa), doğruluğa ve iyiliğe(kısaca, insânî değerlere) yöneltmeye çalışarak vazife sezgisi hazırlığına alıştırmışlardır. Bu güzel alışkanlıkları birer huy ve yaşam şekli hâline getiren bireyler vazife sezgisi düzeyine çıkabilmişlerdir(259). Kısacası, kıyamet ve tufan simgeleri(ödüle ve cezaya karşılık olarak) dünya insanına vazife duygusu ve sezgisi kazandırmak bakımından çok yararlı olmuştur. Günümüz dünyasında artık korku ve duygu motifleri, yerlerini; bilgi, mantık ve idrake bırakmıştır. Bundan dolayı, geçmişte dinsel öğretide kullanılan simgeler ve simgeler göstererek(alegori ile) yapılan açıklamalar bugünkü idrak düzeyi için beklenen sonuçları vermemektedir.
  Dinsel öğreti devrinin Muhammed Peygamber ile kapanmış olması bundandır. Bu günkü dünya beşeriyeti hidrojen âlemnin son olgunluk noktasına ulaşmış ve “çıkış kapısı”nın eşine gelmiş oldukları için, hakikatlerin açıkça ortaya konması zamanı da gelmiştir(260). Hidrojen âlemi ötesine açılan “kapı” ancak idrak ve bilgi olgunluğu ile geçilecek bir kapıdır. Ruhların tekâmüllerinde hidrojen aşaması, ilk madde aşamasıyla ilgili, “karanlık” ve ebediyet kadar uzun bir dönemdir. Bu âlem bizler için ne kadar sonsuz görünse de, gerçekte; madde cevherinin sonsuz gelişim aşamalarını içeren evrenin sâdece hidrojen atomu olanaklarıyla sınırlı belirli ve küçük bir kısmından ibârettir(hidrojen âlemi) ve kader mekanizmasının birleştirici etkisi altında zaman ve maddeden oluşan mekânlar burada toplanmıştır.
KAYNAK: İlahi Nizam ve Kainat

(*) Numaralar kaynak eserin syf. numarasıdır.

(**) “kader mekanizması” için bkz. kaynak eser sayfalar 230 ve devamı

(***) “aslî zaman” için bkz. sayfalar 212,216,217,222,226234,236.

 

Yayın Tarihi:17.Ocak.2019

 

© Astroset 2003-2019