Güneş sisteminde bir organ durumunda olan dünyamız
yaklaşık 70.000 yıl önce belli başlı iki büyük kıtadan
oluşuyordu; kabaca bugünkü Pasifik Okyanusu’nun bulunduğu
yerde Mu ve Atlantik Okyanusu’nun bulunduğu yerde Atlantis.
Bu iki büyük kıta arasını dolduran irili ufaklı kara parçaları
ve bazı küçük kıtalar da vardı elbette. Günümüze değin
aradan geçen on binlerce yıllık süreçte; yataydan ve düşeyden
aldığı tesirler altında bozulan ve yeniden kurulan denge
durumlarından sonra, kendi gelişim ve değişimini yaşayarak
bugünkü şeklini aldı(249).(*) 70.000 yıl önceki Mu ve
Atlantis Kıtalarında günümüz medeniyetinden daha ileri düzeyde
bulunuyordu. Bu insanlar adı geçen kıtaların sulara gömülüşünden
çok daha önce; atom enerjisi de dâhil, bugünkü dünyada
son 100 yılda keşfedilen; radyoaktif elementler, radyo,
televizyon vb. cihazları keşfetmiş ve onları yaygın
olarak kullanıyorlardı.
Bu ileri teknolojik düzeyin yanı sıra, bugünkü dünyada
da olduğu gibi, basit ve hattâ vahşi denebilecek durumda yaşayan
varlıklar da bulunmaktaydı(250). Ancak, o vahşiler bile günümüz
dünyasında bulunan vahşilere göre daha az vahşi durumdaydılar.
O zamanlardaki dünyanın kendilerine sağlayabileceği
gelişimin zirvesine ulaşan Mu ve Atlantis halkı ellerindeki
olanakları kullanmada aşırıya giderek ve hattâ bunları
zorlayarak; lükse, zenginliğe, konfora, hodkâmlığa, hattâ
madde perestliğe saptılar. Bu da yetmedi, hidrojen atomunun
kaba bileşimleri içine gömülerek, dünyanın doğal koşullarını
sıra dışı yollardan bozmaya yönelik uygulamalara girişmeye
başladılar. İşin daha da kötüsü, tüm mutluluklarını
hidrojen atomunun kaba bileşimlerinde bulacakları sanısına
kapıldılar ve bu konuda deneyler yapmaya başlamaktan
kendilerini alamadılar. O zamanki beşeriyet düzeyindeki bu
yozlaşmaya paralel olarak enkarne varlıkların vücutlarındaki
hücrelerde de yozlaşma ortaya çıktı ve nedenini anlayamadıkları
kanser bunlardan biriydi. İnsanlar arasındaki kanser
vak’alarının çoğalması, yukarıda söz konusu edilen
nedene bağlı olarak hücreler düzeyinde ortaya çıkan
yozlaşmaydı(251).
Hücrelerde
Kanserleşme
O varlıkların vücutlarını oluşturan
organlara enkarne hücreler bu maddesel alanların kendilerine
sağladığı olanaklarla gelişti. Organ ortamlarında gelişen
hücre varlıkları; zamanla, daha ileri gidebilmek için
muhtaç oldukları şeyleri, içine enkarne oldukları organ
ortamında bulamaz duruma gelirler. Oysa, varlıkların gelişim
hamleleri hücre düzeyinde de olsa durmaz ve ileri atılmak
ister. Organ hücreleri söz konusu kısıtlılık/kısırlaşma
ve gelişim olanakları açısından yetersizlik durumu ortaya
çıkınca, huzursuzluklarına ve teşevvüşlerine paralel
olarak, “yozlaşma”
denebilecek sıra dışı eylemlere girişirler. İşte Mu Kıtası’nın
batacağı zamanlar yaklaşırken, “kanserleşmiş”
madde ortamları, yâni hücre varlıklarının durumu da böyle
olmuştu: Beden organizması içinde bulunan hücre varlıklarının
maddesel gelişim ortamları daha ileri gidebilmelerine yol
vermez duruma gelmişti(251).(Deri hücresi örneği için
bkz. syf. 251, alt yarı) Böyle bir hücrenin durumu; bir
gelişim aşamasını bitirip, bir üst aşamaya geçmek için
çırpınan ama bulunduğu koşullar içinde buna olarak
bulamayan bir varlığın “boğazlanıyormuşçasına” kıvranışlarından başka bir şey
değildir(252).
Beden başka varlıkların gelişimine zemin
hazırlamak konusunda yüklenmiş olduğu otomatik yardımını
sürdürmüştür/ sürdürmektedir. Beden bu vazifesini
yapmakla, kader mekanizması kapsamında olmak üzere, daha
kapsamlı liyakat düzeylerine ve üst gelişim aşamasına geçebilmenin
olanaklarından yararlanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla ne
hücre için bir zulme uğramışlık, ne de beden için bir mâduriyet
söz konusudur. Belli bir gelişim düzeyinin; her bireyinin,
öteki bireyler için çalışarak kendi gelişiminde
ilerlemekte olduğunu biliyoruz. Gelişimde hizmet esastır ve
bu bağlamda, kendinden çok başkalarının iyiliğini düşünmek
önemlidir. En küçüğünden en büyüğüne kadar herkes;
birbirine dayanarak, iletişim ve etkileşim içinde ileriye
doğru sürekli hamleler yapmakta ve “yükselmektedir”. Bu “yükselişte”
durmak/duraklamak olabilir ama gerilemek söz konusu değildir.
Dahası, bu gidişte, hareketlerin ve deneyimlenen durumların
hiçbirinde hiçbir varlık için; zulüm, ceza, ödül/armağan,
felâket söz konusu değildir; her şey yüksel kader
ilkesinin gereklerinin tezahürü(yâni kader mekanizması)
kapsamında sürüp gitmektedir(252).
Varlıksal Gelişim Dürtüsüyle
Bu ek bilgilerden sonra, Mu ve Atlantis
konusunda kaldığımız yere yeniden dönerek diyoruz ki;
varlıklar bulundukları madde vasatları içinde, gelişimlerinin
son aşamasına yaklaşmış ve orada gelişebilecekleri kadar
gelişmişlerdi ve bu durum, oradaki enkarne varlıkların
bedenlerini oluşturan tek hücrelilerden başlayarak
bitkilere ve hayvanlara kadar her kademedeki varlıklar için
böyleydi. Bu nedenle onların kanserleşmeyle ilgi rahatsızlıkları
artmış ve yaygınlaşmıştı(253). İçten içe kaynaklanan
varlıksal gelişim dürtüsüyle, dünyanın maddesel gelişim
olanaklarının ötelerine taşan yüksek gelişim
gereksinimlerini karşılayabilmek için, etkinliklerini dünya
maddesi dışı koşullara/ olanaklara yöneltmeleri
gerekirken, o zamanki Atlantis ve Mu sâkinleri bunu yapmadı.
Söz konusu gereksinimlerini ve huzuru içinde bulundukları
hidrojen atomu dünyası koşullarında aramaya kalkıştılar.
Oysa aradıkları şey dünyanın maddesel olanaklarının ötesindeydi
çünkü dünyanın onlara sunabileceği bir şey kalmamıştı.
Ama onlar ellerindeki maddesel olanakları zorlama bağlamında
ve hırsı içinde dünya maddesine daha çok gömülerek
kendilerini sanki onunla avuturcasına çırpınıp durdular.
Bu durum onların bir
tür yozlaşması ve geçtiğimiz paragraflarda anlatılan, vücut
hücrelerindeki kanserleşme gibi bir şeydi. Bu da, her
devrimin, her gelişim sıçramasının öncesinde görülen
doğal bir durumdu. (Bu konuda varlıklı olmasına karşın hâla
milyonları tasavvur etmekten kendini alamayan zengin örneği
için bkz. syf. 253).
Dünya maddesinin son olanaklarını da
kullanarak devrelerini bitirmiş o kadîm dönemlerin insanları
tüm çılgınca çabalarına karşın, aradıkları doyumu ve
huzuru maddede bulamadılar. Bu durum onları giderek daha da
şaşırttı, daha çok huzursuzlaştırdı, derin teşevvüşlere
soktu, iyice yozlaştırdı ve soysuzlaştırdı(254). Bir bakıma,
maddeyle aşırı düzeyde haşır neşir olmalarından dolayı
saki özbenliklerinden “koptular”.
Özbenliklerinden habersizlik ve “kopukluk”
içinde; ne olduğunu bilemedikleri ve dolayısıyla karşılayamadıkları
gerçek gelişim ihtiyaçlarının açlığı içinde yanlış
yollara saptılar ve dünya maddesi içinde saplanıp kaldılar.
Bu durumun sonunda, temelinde yetersizlik duygusu olan gurur
ve sonuçsuz iddiakârlıkların neden olduğu yılgınlık(frustration)
ve hayal kırıklığı da ortaya çıkmıştı. Sonunda
insanlar ne yapacaklarını bilmeksizin oraya buraya saldıran
huzursuz varlıklar hâline geldi(254).
Devrim
Nitelikli Değişimin Eşiğinde
Aslında tüm bu durumlar devrim nitelikli bir
değişimin eşiğine gelmiş olmanın göstergesidir. O
zamanki enkarne varlıklar daha yüksek gelişim ihtiyaçlarını
duymuş ve bu ihtiyaçlar içinde sanki kıvranır duruma
gelmişlerdi ki bu da belli bir liyakat düzeyine ulaşmış
olmanın belirtisiydi.
Bu liyakatin ölçümü ve takdiri elbette kader mekanizmasına
âittir. Yeni bir devrime lâyık duruma gelmek, yüksek kader
ilkesinin gereklerinin evrendeki tezâhürü olan kader
mekanizmasına(**) belli bir ölçüde uyulmanmış olmanın göstergesidir.
Böyle bir liyakatin karşılığı, bu durumdaki varlıkları
layık oldukları mekânara ulaşmalarını sağlayacak dünya
kapsamlı bir dünya devrimidir.
İşte şimdi dünyamız böyle bir devrimin eşiğinde
bulunmaktadır. Bu nedenle insanların bu anlamdaki “çırpınışları”
da kanser hücresine enkarne varlık hakkında(geçtiğimiz
paragraflarda) belirttiğimiz gibi, anlamsın/yersiz değildir
(254).
Yâni varlık, evrensel gelişim yolunda, belli bir gelişim
ve liyakat düzeyine ulaşmış, daha yüksek gelişim düzeyinin
ihtiyacını duyumsar duyarlılığa gelmiştir. İlâhî adâletin
ve düzenin gereği olarak, evrende geçerli kader mekanizması
karşısında; hiçbir liyakat gözden kaçmaz, ileri gelişim
hamlelerine yönelik ve Aslî İlke’nin gereklerine uygun hiçbir
talep geri çevrilmez, hiçbir çırpınış ve idraklenme
cehti boşa gitmez(255). Bu idraklenme cehtinin ve kazanılan
liyakatin ödülü olarak, aslî zaman ölçüleriyle makânlaştırılmış
madde ortamlarında gelişimini sürdürür. Aslî İlke’ye
bağlı yüksek kader ilkesinin gereklerinin evrendeki tezâzhürü
olan kader mekanizmasının birleştirici etkisi altında aslî
zamanın madde ile bir araya gelmelerinden mekân oluştuğunu
biliyoruz(***). Bu şekilde Aslî zaman ölçüsüyle “mekânlaştırılmış
tezâhürat ortamları”nda gelişim ve hizmet sürüp
gider. Bu aynı zamanda tecelli etmiş mukadderattır. Varlıkların
ileri gelişim ihtiyaçlarını ve yüksek âlemleri içeren
bu mukadderat onların varlıksal ve evrensel beklentisidir.
Henüz bu duruma gelmemiş olanlar ise, doğal olarak; kendi
gelişim ihtiyaçlarına yetecek ortamlarda gelişimlerini sürdüreceklerdir.
Esâsen, gelişmişlik düzeyleri bakımından büyük
farklarla ayrılmış olan varlıkların ayrı ortamda
bulunması uygun değildir. Bu nedenle, varlıkların yeni
gelişim ihtiyaçlarını karşılayacak yeni mekânların
ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu zorunluluktan dolayı
da maddesel formlarda(uzaysal objelerde) devrim nitelikli büyük
değişimlerin ortaya çıkması doğaldır. Dünyamızın
70.000 yıl önceki Mu ve Atlantis dönemlerinde bu devrim kaçınılmaz
oldu.
Mu ve Atlantis’te Tektonik Olaylar
Dünyanın her devresinde olduğu gibi bu
devrim; önce dengesinin bozulması, sonra yeni bir denge
durumuna gelmesi şeklinde ortaya çıktı. Bu denge bozuluşunun
başlangıç belirtilerinden olarak, Mu Kıtası’nı orasında
burasında; şiddetli yer sarsıntıları, toprak yarılmaları
ve volkan püskürmeleri görüldü. Bu doğal âfetler zaman
içinde gittikçe şiddetlenerek 80-100 yıl kadar sürdü. Bu
tektonik olaylar o zamanki beşerî varlıkların gelişim düzeyleri
ve mukadderatlarıyla da ilgiliydi. Bu şekilde, bu enkarne
varlıkların liyakatlerine ve gelişim düzeylerine uygun mekânlar hazırlanmış
oluyordu(256). Yâni yeni bir devreye geçişin arefesinde artık
bir arada yaşamaları mümkün olmayan iki sınıf beşer
iyice belirginleşmiş ve farklı mekânlarda gelişimlerini sürdürme
zorunluluğu iyice belirginleşmiş oluyordu. Bu iki gruptan,
henüz yeni bir devreye geçişe liyakat kazanmış olanların
bulunduğu grup devre kapandıktan sonra da dünyada kalmayı
sürdürecekler ve belli bir liyakat düzeyine gelinceye kadar
genel gelişimleriyle ilgili kusurlarını/ noksanlarını telâfi
edecekler. Sonunda geçiş günü gelip çattığında,
(70.000 yıl önceki dünyada); toprak çatladı, deniz karaya
hücûm etti, kara sulara gömüldü ve elbette insanlar ve öteki
canlılar kütleler hâlinde öldü. Bu karmaşa üç gün sürdü
ve sâdece Mu değil, Atlantis de suların altında kayboldu.
Dünyanın çehresi tamâmiyle değişerek, zaman içinde bazı
kara parçalarının hareketlerinden sonra dünya bugünkü görünümünü
aldı(256). Dünyanın bu devriminden sonra, ortalık ilkelleşti/vahşileşti.
70.000 yıl önceki dünyanın bu doğal devrimiyle yeni bir
devre başlamış oldu. Yaşamda kalanlar üzerinde bu büyük değişikliğin
iki büyük şok etkisi görüldü: Bunlardan biri, korkunç
olaylar nedeniyle çoğu delirme şiddetinde çılgınlaşmalar.
İkincisi, büyük vazifeli varlıkların Aslî İlke’ye bağlı
yüksek kader ilkesinin gereklerinin tezâhürü olan evrensel
kader mekanizmasına göre hazırladıkları gelişim planının
zorunluluğu. Dünyanın bu yeni ortamı; insan altı beden
gelişimlerini tamamlayıp, ilk insanlığın gelişim
kademesine geçmek üzere bekleyen varlıklar için çok
uygundu. Bu varlıklar basitlikleri, ilkellikleri görgüsüzlükleri
ve deneyimsizlikleriyle dünya yaşamının beşer kademesine
ilk adımlarını atmış varlıklardı. Bunlar, ilk insanlık
karakteri olan vahşet devrinin ilk aşamalarından geçerek,
o devrenin tüm görgü ve deneyimlerini geçirmek durumunda
olan varlıklardı(257).
“Nuh Tufanı“ ve “Kıyamet”
Simgeleri
İşte yukarıda belirttiğimiz o gezegensel
devrim nitelikli değişimden sonra; sağ kalanların, kaçınılmaz
olarak, üzerlerine yüklenecek olan analık ve babalık vazifelerini hakkı ile
yapabilmeleri için onların ilk kademelerdeki basit beşerî
varlıklar hâlinde enkarne olmaları gerekmekteydi. Dünya bu
basit ve ilkel dönemden başlayarak çok uzun bir gelişim
yolunda çeşitli gelişim aşamalarından geçerek 70.000 yıl
sonra bugünkü “medenî” düzeye ulaşabildi.
Mu ve Atlantis Kıtaları’nın batışı, bugün elimizde
bulunan dinsel öğretide “Nuh Tufanı” ve “kıyâmet”
simgeleriyle verilmiştir. Nuh Tufanı’nın gerçek anlamı,
dünyada bir devrenin tamâmen kapanıp, yeni bir beşerî
devrenin açılmış olmasıdır(258). Kıyamet simgesi tufan
simgesinden daha kapalı olup, daha çok dünyanın âkıbetiyle
ilgilidir. Dünyanın son günü olan kıyamette insanların
da âkıbetleri belli olacak; liyakatleri uygun olanlar “yüksek
mekânlar”a geçecek ama henüz bu duruma gelmemiş
olanlar ıstıraplı koşullar içinde gelişimlerini sürdüreceklerdir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, dinsel öğretide kıyâmet
ve tufan belli belirsiz sembolizm ve beşerî anlayışa uygun
betimlemelerle anlatılmıştır. Dinsel öğretinin tümünden
amaç, beşerî varlıkları “nefsâniyet düşkünlüğü”nden kurtarmak ve vazife
sezgisine ulaştırmaktır. Bunun için korkutma
ve ödüllendirme/müjdeleme de dâhil, her araçtan ve
örnekten yararlanılmıştır. Dünya gezegeni kadîm geçmişinde,
dinsel öğretiden nasiplenecek duruma gelmiş olan varlıklar
daha önceki dönemlerin ilkel varlıklarına göre çok gelişmiş
durumdaydılar. Bununla birlikte onlar henüz bugünkü anlayış
ve basiret düzeyinde değildiler. Ayrıca onların öz
benliklerinde(henüz yakınlığı dolayısıyla) geçmiş kıyamet
ve tufanla ilgili izlenimler tamâmen silinmiş değildi.
Onlar olup bitenleri bilgi ve idrak açısından çok,
duygusal olarak ele alıyorlardı. Duyguların da
belirginlerinden birisi korkudur. Hatta günümüzün aklı
selim ve sağduyulu bireylerinde bile bulunan korku duygusu
kadîm zamanların enkarnelerinde vicdanlara tam anlamıyla
egemen durumdaydı. Dinsel öğreti de bu durumdan bolca
yararlanmıştır. Varlıklar duyumsadıkları korkularının
etkisiyle vazife sezgisine yönelik pek çok hazırlık
yapabilmiştir. Bu şekilde, yıllar içindeki gelişimiyle,
bugünkü vazife sezgisi bilgisine erişebilmişlerdir. Bu
nedenle korku realitesi içinde yaşayan o zamanki dünya sâkinlerine
Nuh Tufanı ve kıyamet simgeleri ceza çektirme ve ödül/müjde
karşılığı simgeler olarak gösterilmiştir. Genel dinsel
öğretide böyle bir yol izlenmesinden amaç, dünya beşeriyetine;
gelişme uyumu içine girmelerinin ve birtakım beşerî
vazifelerin olduğunun idrakinin verilmesiydi. Gerekliliğini
ve zorunluluğunu henüz idrak edebilecek durumda olmayan dünya
insanına, gelişme uyumu içinde yaşama sezgisi ve vazife
sorumluluğunun sezgisi kabaca verilmeye çalışılmıştır.
Nasıl olsa zamanı gelince(belli bir idrak düzeyine ulaşılınca)
kıyametin ve tufanın gerçekten ne olduğu anlaşılacaktır
ve öyle de olmuştur. Peygamberler ve büyük inisiyeler,
vahy kanalıyla gelen dinsel öğreti kapsamında korku ve ödül/müjde
(“havuç”
ve “sopa”) motiflerini
kullanarak dünya insanlarını(beşerî varlıkları); özveriye,
elciliğe(digerkâmlığa), doğruluğa ve iyiliğe(kısaca,
insânî değerlere) yöneltmeye çalışarak vazife sezgisi
hazırlığına alıştırmışlardır. Bu güzel alışkanlıkları
birer huy ve yaşam şekli hâline getiren bireyler vazife
sezgisi düzeyine çıkabilmişlerdir(259). Kısacası, kıyamet ve tufan simgeleri(ödüle
ve cezaya karşılık olarak) dünya insanına vazife duygusu
ve sezgisi kazandırmak bakımından çok yararlı olmuştur.
Günümüz dünyasında artık korku ve duygu motifleri,
yerlerini; bilgi, mantık ve idrake bırakmıştır. Bundan
dolayı, geçmişte dinsel öğretide kullanılan simgeler ve
simgeler göstererek(alegori ile) yapılan açıklamalar bugünkü
idrak düzeyi için beklenen sonuçları vermemektedir.
Dinsel
öğreti devrinin Muhammed Peygamber ile kapanmış olması
bundandır. Bu günkü dünya beşeriyeti hidrojen âlemnin
son olgunluk noktasına ulaşmış ve “çıkış kapısı”nın eşine gelmiş oldukları için,
hakikatlerin açıkça ortaya konması zamanı da gelmiştir(260).
Hidrojen âlemi ötesine açılan “kapı”
ancak idrak ve bilgi olgunluğu ile geçilecek bir kapıdır.
Ruhların tekâmüllerinde hidrojen aşaması, ilk madde aşamasıyla
ilgili, “karanlık”
ve ebediyet kadar uzun bir dönemdir. Bu âlem bizler için ne
kadar sonsuz görünse de, gerçekte; madde cevherinin sonsuz
gelişim aşamalarını içeren evrenin sâdece hidrojen atomu
olanaklarıyla sınırlı belirli ve küçük bir kısmından
ibârettir(hidrojen âlemi) ve kader mekanizmasının birleştirici
etkisi altında zaman ve maddeden oluşan mekânlar burada
toplanmıştır.
|