Doç. Dr. Haluk Berkmen
Günümüzde pozitif bilim olarak tanımlanan fizik bilimi
öncelikle bir felsefi bakış açısı olarak görülmelidir. Çünkü
doğayı anlamak gayreti içinde olan insan gözlediklerini
yorumlamak durumundadır.
Doğaya bakan eski insanlar iki ayrı
âlem (gerçeklik alanı) görmüşlerdir. Bunlardan biri dünya ve
dünyada olan çeşitli değişimler, hareketler ve ilişkilerdir.
Diğeri ise gökte gördükleri uzak nesneler ve onların
hareketleridir. Böylece ay altı ve ay üstü evreni ayırmak
fikri doğmuştur. Çünkü ay altındaki evreni yakından
tanıyabiliyor ve bir miktar kontrol da edebiliyorlardı. Oysa
ki ay üstü evren (güneş ve yıldızlar) tümüyle insanların
kontrolü dışında, erişilmesi mümkün olmayan, uzak bir
gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte idi.
Bu iki evreni ayırınca insanlar ay altı evreni inceleyen
disipline
“Fizik”, ay üstü evreni
inceleyen disipline de
“Metafizik”
dediler. Metafizik, fizik-ötesi anlamını taşır. Ay altına
yöneliş ve dünyadaki nesnelerin özelliklerini inceleyiş ise
Fizik biliminin veya daha doğru bir tanımla Fizik
felsefesinin konusu olmuştur. Fizik felsefesi ile ilgilenen
eski düşünürler özellikle madde kavramı üzerinde görüş
geliştirmişlerdir. Örneğin,
Demokritos
(MÖ.5. yüzyıl) maddenin bölünemeyen en küçük parçasına
atom adını
koymuştur. Bu iddia aslında oldukça önemli bir mantıksal
önermedir.
Eğer
madde sonsuza kadar bölünebilse sonuçta sıfır kütleli ve
sıfır hacimli bir varlığın geriye kalması gerekir. Sıfır
kütleli ve sıfır hacimli bir varlığın olabileceğini bugün
biliyoruz. Foton denen ışık paketçiği kütlesizdir ve hacmi
de yoktur. Fakat bundan 2500 yıl önce varlığın mutlaka hacmi
ve kütlesi olması gerektiği düşüncesi hakimdi. Bugün bile
“nesne” deyince akla hacmi ve kütlesi olan bir varlık akla
geliyor. Oysa ki bu görüş artık geçerli değildir. Her nesne
bir enerji yumağıdır. “Nesne” kavramında, canlı-cansız
ayırımı yapılmamalıdır.
Aristoteles
(MÖ. 350 li yıllarda) varlığın kategorilerinden söz
etmiştir. Aristo bu kategorilerin birbirlerine
indirgenemeyeceğini söylemiştir. Örneğin renk bir
kategoridir. Ağırlık ayrı bir kategoridir. Bir nesnenin
rengini o nesneyi tartarak bulamayız. Aynı şekilde
ağırlığını da sadece uzaktan bakarak tayin edemeyiz. Ancak
günümüzde kategoriler da kesin sınırlarla ayrılmıyorlar.
Örneğin radyasyon dediğimiz elektro magnetik dalgalar hangi
kategoriye girerler? Işık ve tüm elektro magnetik dalgalar
hem parçacık hem de dalga özelliği gösterirler. Yani
nesneleri parçacık ve dalga kategorilerine ayırmak mümkün
değildir. Modern fizik kavramları ile yakından ilgili olan
kişi kesin kategorilerden söz etmekten kaçınır. Günümüzde
kesinlik büyük çapta yerini belirsizliğe bırakmış gibi
görünüyor. Hatta canlı-cansız ayırımı bile kesinliğini
kaybetmiştir.
Fakat belirsizliği iyi tanımlamak gerekir. Belirsizliğin
güncel hayattaki kavramını
“rastlantı”
sözünde buluyoruz. Evrende iki türlü rastlantı vardır.
1-Düzensiz rastlantılar:
Bu tür rastlantıları bir kurala bağlamak mümkün olmamıştır
ve ilerde bir kurala bağlanabilecekleri de şüphelidir.
2-Düzenli rastlantılar:
Bunların bir kurala bağlı olarak ortaya çıktıkları saptanmış
olan rastlantılardır.
Fizikçiler için “rastlantı” kavramı ancak düzenli ise
araştırılmaya değer. Çünkü düzenli rastlantıların altında
yatan daha temel kurallar vardır ve onların bulunup açığa
çıkarılmaları gerekir. Örneğin meyve dalında olgulaşınca
düşer. Ne zaman düşeceğini bilemeyiz. Çünkü düşüşünde bir
düzen (kural) yoktur. Ama her olgunlaşan meyve düştüğüne
göre bu rastlantısal yapının altında bir düzen vardır. İşte
bu düzeni sağlayan kurallardan bir tanesi
“Yerçekim Yasası”
olup Newton tarafından ifade edilmiştir. Ancak
yerçekimi
yasası meyvenin yere nasıl çekildiği ve hangi hızla yere
düştüğü hakkında bize bilgi verir, neden düştüğü hakkında
bilgi vermez. Çünkü “nasıl?” sorusuna yanıt aramak kolaydır
ama “neden, niçin?” sorusuna yanıt bulmak çok zordur.
Deminki örnekte olgunlaşan meyvenin “neden yere düştüğü”
sorusu çok daha derin bir yasadan dolayıdır. Bu yasa da
varlığın varlığını sürdürme
yasası olarak ifade edilebilir. Yani, var olan
bir nesne tümüyle yok olmaz. Ancak şekil değiştirir ve bir
yolunu bulup varlığını sürdürür.
Kimyacı
Lavoiser
(1743-1794)
“Hiçbir şey yoktan var
olmaz ve var olan hiçbir şey vardan yok olmaz” demişti. Bugünkü anlayışımıza göre
“Her nesne enerjidir ve
enerji yok olmayıp dönüşür”, diyebiliriz. Fizikçilerin
araştırma alanına Enerjinin dönüşüm ortamı da diyebiliriz. Çünkü
nesnelerin etkileşimleri incelenirken, aslında enerji
türleri ve onların birbirlerine nasıl dönüştükleri
incelenmektedir. Fizikçi bu incelemeyi de doğayı
sorgulayarak ve aldığı yanıtları yorumlayarak sürdürür.
Fizikçi yorumlarını tutarlı bir yapıya dönüştürmekle kalmaz,
kurduğu yapıyı sürekli sorgulayarak yeni gözlem ve deneyler
karşısındaki başarısını da sınar.
Bu yaklaşıma deneme-yanılma metodu
diyebiliriz. Ortaya atılan her yeni fikir veya eylem yeni
bir deneme olarak görülmelidir. Fikren ortaya atılan yeni
paradigma yeni bir deneme metodudur. Modelin öngörüleri
deney ve gözlemler tarafından desteklenirse yanılmamış
demektir. Yok eğer deney ve gözlemler tarafından destek
görmüyorsa yanılmış demektir.
Deneme-yanılma metodunun özünde bilgi-varlık ilişkisi
bulunmaktadır. Yeni bir düşünce modeli yeni bir bilgi
demektir. Çünkü doğaya yeni bir bakış açısıyla baktığımızda
yeni bilgi üretmiş oluruz. Bu bilgi varlığın yeni bir yüzünü
bize gösterir. Varlık bin bir yüzlü bir elmasa benzer. Siz
bir yüzünü aydınlatsanız da bin tane daha bilmediğiniz yüz
karanlıkta kalır. Bilim varlığın bir yüzünü aydınlattığında,
o yüze yakın olan birkaç yüzün de kenar bölgelerini
aydınlatmış olur. Kenar bölgelerde yeni bilinmeyen varlıklar
ortaya çıkar. Yani, bilgi varlık üretir. Bu durumda bilim
ortaya çıkan bu yeni varlık türlerini anlamaya çalışır ve
yeni modeller üretir. Dolayısıyla, bilgi varlık üretirken
varlık da yeni bilgilere yol açar. Bu yumurta-tavuk ilişkisi
sürer gider.
Ontoloji-Epistemoloji
Bilgi-varlık
ilişkisi eskiden beri sorgulanmış ontoloji-epistemoloji
sorununa dayanır. Ontoloji varlık bilimi, epistemoloji
ise bilgi bilimidir. Bilimin esas dayanağı, dış dünyadaki
nesneler ve olgular mıdır, yoksa insan düşüncesi midir?
Bunlar
birbirlerini üretirler ama bu üretme bir örtülü gerçeği gün
yüzüne çıkarmak mıdır, yoksa dış dünyayı açıklamak
isteğini somutlaştırmak gayreti midir? Bir diğer ifadesi
“Biz dış dünyayı açıklamaya çalışırken dış dünyayı keşif mi
ediyoruz, yoksa icat mı ediyoruz?”
Bilimin dış dünyayı
açıklamak gayreti içinde olduğunu kabul ettik. Fakat bu
arada bilimin ileri sürdüğü yeni nesnel varlıklar yeni
gerçekliklere de yol açarlar. Bilim mikro dünya ile makro
dünyayı açıklamakta birtakım zorluklarla karşılaşıyor. En
büyük zorluk da deney ve gözlemlerin birtakım temel
engellerle karşılaşmış olmasıdır. Bir elektronun yerini
saptamaya çalıştığımız anda hızı (momentumu) hakkındaki
kesin bilgimiz kayboluyor. Yani, yerini bilsek dahi ne
tarafa doğru hareket ettiğini bilemiyoruz. Dolayısıyla
deterministik (belirlemeci) görüş geçerliliğini yitirmiş
oluyor. Aynı durum sonsuz uzak gök cisimleri için de söz
konusudur. Uzak gök cisimlerinden gelen ışık bize o gök
cisminin milyonlarca yıl önceki durumunu yansıtıyor. Eğer
eski durumunu yansıtıyorsa şimdiki durumu nedir? Bunu hiçbir
bilim adamı kesinlikle söyleyemiyor. Çünkü milyonlarca yıl
içinde evrende oluşan gelişim ve etkileşmeleri tümüyle
bilmeye olanak yok. Demek ki belirlemeci yaklaşım makro
evren boyutunda da yetersiz kalıyor.
Kritik
Etki Yasası
Öyle anlaşılıyor ki
bilimsel düşünce olaylara ve olgulara belirleyicilikle,
determinist olarak, yaklaştığında neyin ne zaman oluşacağı
konusunda çaresiz kalıyor. Nedeni ise doğanın temel
yapısında belirsizliğe izin veren bir yasanın bulunuşudur.
Bu yasaya
Kritik Etki
yasası
adını verebiliriz... Bir olayın veya olgunun (fenomenin)
ortaya çıkabilmesi için kritik bir etkinin bulunması
gerekir. Doğa genelde bu şekilde çalışmaktadır. Eğer bu
kritik etki oluşmuyorsa olay gerçekleşmez. Yani varlığın hem
oluşumunda hem de dağılımında kritik etki yasasından söz
edebiliriz. Dolayısıyla, hem düzenli hem de düzensiz
rastlantıların gerisinde duran yasa
Kritik Etki
yasasıdır.
Örnek vermek gerekirse
atomdaki elektron sıçramalarını düşünelim. Belli bir
Eşik Enerjisine
sahip fotonları atom üzerine yollamadıkça elektronu bir
yörüngeden diğerine sıçratamazsınız. Fakat elektron, almış
olduğu foton enerjisini derhal geri verip eski yörüngesine
döner. Bu arada iki yörünge arasındaki enerji farkına eşit
bir foton salar. Böylece atom var olmaya devam eder. Demek
ki “kritik etki” hem niceliksel hem de niteliksel olarak
varlığın var olmasında önemli bir rol oynar.
Mikro alemi açıklayan
Kuantum Kuramı
istatistiksel bir kuramdır. Yani tek bir nesneden söz etmez.
Pek çok nesnenin ortak özelliklerini ortalama bir değer
olarak verir. Kuantum Kuramı kritik etkilerle ortaya çıkan
durumların kuramıdır da denebilir. Kuantum kuramı yukarda
sözünü ettiğim mikro evrenin
“Düzenli Rastlantıları”
ile ilgilenir. Düzenli rastlantılar ile kritik etki
arasındaki ilişkiyi göstermek açısından güncel hayattan
alınan basit bir örnek sunmak istiyorum.
Bir futbol maçında
izleyici olarak tribünlerde 30,000 kişinin bulunduğunu
düşünelim. Bunların yarısı (15.000 kişi) A takımını, yarısı
da B takımını destekliyor olsun. Maç süresince her seyirci
farklı bir davranış içinde olabilir. Bir yandan maç izlerken
bir yandan da sandviç yiyebilir. Veya yanındaki ile
konuşabilir....vs. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Her bir
seyircinin davranışı bizim için düzensiz bir rastlantı
olarak tanımlanabilir. Fakat maçta bir gol oldu mu aniden o
takımın taraftarları bir anda “Goool” diye ayağa fırlar.
Demek ki gol olayı tüm taraftarların ortak bir tepki
vermelerine neden olmuş, seyircileri polarize etmiştir.
Polarize etmek kutuplaştırmak demektir. Gol olayı ile
birlikte seyirci gurubu kutuplaşmış ve zaten gizli olan
kutuplaşma aniden ortaya çıkmıştır. Artık bu davranış türü
düzenlidir ve kurala bağlanabilir. Maç süresince golün ne
zaman olacağını bilemeyiz. Fakat gol olduğu andaki tepkiyi
bilebiliriz. Gol olayı hem bir kritik etki oluşturmuştur hem
de bu etki düzenli bir sonuç yaratmıştır.
Bu örnekte çok
parçacıklı sistemlerin davranışı incelenmiştir denilebilir.
Futbol maçındaki seyirciler çok parçacıklı bir sistemi
oluştururlar. Belli şartlar altında çok parçacıklı
sistemlerin davranışını tahmin etmek mümkündür. Örneğin
Termodinamik bilimi belli şartlar altında gaz ve sıvıların
davranışını inceler. Statistik mekanik de çok parçacıklı
sistemleri inceleyen bir fizik kuramıdır. Aynı şekilde
Kuantum kuramı da çok parçacıklı sistemlerin kuramıdır.
Kuantum kuramı mikro alemde bize bu gol anındaki tepkiden,
yani “düzenli
rastlantılardan”
söz eder. Kutuplaşma gizli iken ölçülebilir bir durum
yoktur. Ama kritik etki oluştuğunda ani ve süreksiz bir olay
gelişir ki buna fizik dilinde
“simetrinin aniden
kırılması”
denir. Futbol seyircileri örneğinde taraftarlar A ve B
gurubu olarak eşit ve dengededir. Yani gizli bir simetri
(bakışıklık) söz konusudur. Fakat gol olduğunda bu
bakışıklık aniden kırılmış olur. Çünkü taraftarların yarısı
bağırırken diğer yarısı suskun kalır.
Artık
yirmi birinci yüzyıla girmiş bulunuyoruz. Bu yüzyılın fizik
kuramları birçok yerleşik görüşü değiştirmekte, eski fikir
ve varsayımlar geçersiz olmaktadırlar. Bu yüzyılın bakışı
bütünsel bir bakıştır. Tek başına ve çevresinden yalıtık
nesne inancı bir soyutlamadan ibarettir. Her nesne, içinde
bulunduğu ortam ile birlikte ele alınıp incelenmesi gerekir.
Daha doğrusu, tek bir nesneden söz etmek yerine nesneler
topluluğundan söz etmek daha anlamlı gelmektedir. İnsan da
bu açıdan yaşadığı topluluğun parçasıdır ve o toplumun
değerleri ile yoğrulur. İnsanı yaşadığı kültür ortamından
soyutlayıp bağımsız ve tümüyle özgür bir varlık olarak
değerlendirmemek gerekir. Yani bir bakıma, özgür irade dahi
tartışılması gereken önemli bir kavramdır.
Bir sanatçıyı ele
alalım. Kendi özgür iradesi ile yaptığı bir sanat eseri
aslında yaşadığı çağı yansıtmaktan öteye geçemez. Sanatçı
için yaşadığı çağı aşan ve geçerli kültürü sorgulayan, hatta
değiştiren kişi olduğu düşünülür. Oysa ki her yenilikçi
sanatçı çağının yeni kültür değerlerini sezen ve o yönde
eser veren kişidir. Olaya yeniden bir yumurta-tavuk ilişkisi
içinde bakmak gerekir. Yani, toplum sanatçıyı etkilerken
sanatçı da toplumun değişimine katkıda bulunur. Nasıl ki her
nesne hem dalga hem parçacık ise, sanatçı da hem birey
olarak özgürdür hem de toplumun kültüründen kopuk değildir.
Aynı durum bilim adamı için de söz konusudur. Doğayı
anlamaya çalışan bilim adamı doğadan birtakım veriler
alırken bir yandan da bu verileri yorumlar. Yani hem doğadan
etkilenir hem de doğayı etkiler. Bir yanda kendi dışında
olan bir gerçeği kabullenirken, diğer yanda o gerçeği kendi
bilinci ile dönüştürdüğünü bilmektedir. Zira insan hem
doğanın hem de içinde bulunduğu çağın ve kültürün bir
parçası olup, ne çağından ne de kültüründen kopuk ve
bağımsız bir nesne değildir.
Sadece
insan toplumlarında değil, hayvanlar aleminde Kritik Etki
yasası önemli bir yer tutar. Örneğin,
Neo-Darwinizm
denen yeni bir modele göre türler birbirlerinden sürekli
küçük değişimlerle oluşmamışlardır. Ani ve kritik etkilerle
birdenbire ortaya çıkmışlardır. Yani insan yavaş yavaş
maymundan dönüşmüş bir tür değildir. Ani bir sıçrama ile
yepyeni bir tür olarak belirmiştir. Bu görüş Kuantum
kuramının Eşik Enerjisi
veya sözünü ettiğim Kritik Etki yasası ile de örtüşüyor.
Kritik
Etki Yasası hem Kuantum Kuramına konu olan mikro
sistemlerde, hem de canlılardan oluşmuş makro sistemlerde
geçerlidir. Bu yasa ile uzay cisimlerinin, yıldızların
gelişimi ve ölümü dahi açıklanabilir. Ayrıca yasada öyle bir
tümel bakış vardır ki canlı-cansız ayrımı yapmadan her türlü
sisteme uygulanabilir.