1992’nin sonbaharında, dünyanın en büyük çağdaş
fizikçilerinden birini kaybettik. Çalışmaları tüm dünyada pek
çok kişiye ilham olan David Bohm, Londra’da hayata gözlerini
yumdu. David Bohm’un bilime ve felsefeye olan katkıları çok
geniştir, bu katkı gelecekte tamamen fark edilecek ve
tamamlanacaktır. David Bohm 20 Aralık
1917’de Wilkes-Barre, Pennsylvania’da doğdu. Bohm, kozmik
güçlerden, anlayışlarımızın ötesinde, çok daha geniş bir uzay
kavramı ile ilgili şaşırtıcı düşüncelerden etkilenmiş bir
bilimadamıdır. Bohm teorisine, modern fiziğin iki temel direği
olan kuantum mekaniği ve rölativite teorisinin gerçekte
birbirlerine zıt olduğunu öne sürerek başladı. Üstüne üstlük bu zıtlık
sadece küçük detaylarda değil, çok temel noktalardaydı; çünkü
kuantum mekaniği gerçekliğin süreksiz, nedensiz ve mekandan
bağımsız olmasını gerektirirken rölativite teorisi ise
gerçekliğin sürekli, nedenli ve mekana bağımlı olmasını
gerektiriyordu. Bu farklılığın matematiksel bazı tekniklerle
aslında varolmadığı gösterilebilir ama bu yaklaşım Bohm’un
teorisine sınırsız sayıda keyfi özellik getirir ve Ptolmaic
Astronomi’nin parçalayıcı teorisini birleştirmek için
kullanılan ilmekleri anımsatır. Dolayısıyla, bilim
adamları arasında yaygın olan anlayışa karşıt olarak, yeni
fizik temeli itibariyle kendi içinde çelişiyor gibi görünüyor
ve yeni, tamamlanmış bir gerçeklik modeli sunmaktan uzak
duruyor. Pek çok önde gelen fizikçinin bu farklılığa yeterince
ilgi göstermemesi Bohm için ileride sorun oldu.
Kuantum fiziğine göre
gezinen iki foton kuantası arasında ne kadar mesafe olursa
olsun, ölçüldüklerinde her zaman özdeş bir polarizasyon
açılarına sahip oldukları görülecektir. Bu da şu anlama
geliyor; iki foton bir şekilde bir anda birbirleriyle iletişim
kuruyor ve böylece hangi kutuplaşma açısında olacaklarını
biliyorlar. Sonuçta, teknoloji parçacık deneyini
gerçekleştirmek için elverişli hale geldi, ama hiç kimse
sonuca ulaşan bir üretimde bulunamadı. Ardından 1982’de
dikkate değer bir olay gerçekleşti. Paris Üniversitesi’nde,
yöneticiliğini Alain Aspect’in yaptığı bir araştırma ekibi, 20
yüzyılın en önemli deneylerinden biri olabilecek olan
çalışmayı gerçekleştirdi. Bu keşfin, bilimin yüzünü
değiştirebileceğini düşünenler hala vardır. Aspect ve ekibi
belirli koşullar altında atomaltı parçacıklarının, kendilerini
ayıran mesafeye rağmen birbirleriyle anında iletişim
kurabildiklerini keşfetti. İster 3 metre ya da 10 milyar mil
uzakta olsun sonuç fark etmiyor, bir şekilde her parçacık, her
zaman diğerinin ne yaptığını biliyor gibi görünüyordu.
Buna göre ya Einstein’ın
uzun süre kabul gören “hiçbir iletişimin ışık hızından daha
hızlı gerçekleşemeyeceği” teorisi gerçekti ya da iki parçacık
mekandan bağımsız olarak birbirleriyle bağlantılıydılar. Çoğu
fizikçi ışıktan hızlı oluşu reddettiği için bu korkutan
manzara, bazı fizikçilerin Aspect’in bulgularını açıklamak
adına ayrıntılı yöntemler denemelerine neden oldu. Ne var ki
diğerleri için de bu yöntemler, daha da radikal açıklamalarda
bulunmalarını sağladı.
David Bohm, atomaltı
parçacıkların, birbirlerini ayıran mesafeye rağmen ilişkide
kalabilmelerinin nedenini parçacıkların ileri geri bazı
gizemli sinyaller vermelerine değil, gerçekte ayrı
olduklarının bir illüzyon (aldatmaca) oluşuna bağlıyor. Bohm,
fiziksel gerçekliğin nihai doğasının bize göründüğü gibi ayrı
objelerin bir toplamı değil, daha çok sürekli ve dinamik bir
akışa ait bölünmemiş bir bütün olduğunu önermektedir. Bohm’a
göre, kuantum mekaniğine ve rölativite teorisine ait
anlayışlar bölünmemiş, tüm parçaları tek bir birlik içinde
birleşen bir evreni işaret etmektedir.
Sözedilen bölünmemiş bütün
statik değil, daha çok sabit bir akış ve değişim halindedir;
buna her şeyin ondan varolduğu ve sonuçta her şeyin onda
eriyeceği bir tür görünmez esir (eter) denilebilir. Aslında,
zihin ve madde de bir bütündür. Bohm kendi teorisini
“holo eylem” olarak tanımlıyor. Holo ve eylem kelimeleri
gerçekliğin iki asli özelliğine işaret etmektedir. Eylem kısmı
gerçekliğin sabit bir değişimi halinde olduğuna, akışın ise
yukarıda bahsedildiği gibi olduğuna işaret eder. Holo kısmı
gerçekliğin holograma çok benzer bir şekilde yapılandığını
gösterir. Bohm, evrenin bir holograma benzediğini
söylemektedir. Dolayısıyla, bunun ne
anlama geldiğini anlamak için, bir hologramın bileşenleri ve
yapısı hakkında fikir sahibi olmamız gerekir. Hologramla
ilgili birkaç açıklama bulunsa da, hologram fikriyle ilgili
şunlar söylenebilir.
Bir hologram meydana getirmek için, iki ışık huzmesine
(lazere) ihtiyacınız olacaktır. Bir huzme, sizin hologram
olmasını istediğiniz nesneye fırlatılacak ve diğeri de
doğrudan özel fotografik plaka ya da film üzerine
gönderilecektir. Bu iki ışık kaynağının karışarak oluşturduğu
örüntüler plakayı etkileyecektir. Burada bir girdap
oluşacaktır ve o anda plakaya bakarsanız, bu görüntünün
bildiğiniz hiçbirşeye benzemediğini görürsünüz. Bununla
beraber, eğer bir lazer ışınını bir film plakasının içinden
geçirirseniz, nesne bir hologramın 3 boyutlu formunda yeniden
oluşacaktır. Ayrıca eğer plakayı ikiye böler ve ışık huzmesini
parçaların birinin içinden geçirirseniz nesnenin tamamı
yeniden oluşabilir. Dolayısıyla, aslında her bir parça resmin
bütününün bir modelini kapsayacaktır.
Bohm’un konunun
ilgililerini en çok ürküten iddialarından biri de, günlük
yaşantılarımızın somut gerçekliğinin gerçekten bir tür
illüzyon olduğudur, tıpkı bir holografik imajda olduğu gibi.
Bunun altında yatan gercek, varoluşun daha derin bir düzeni;
tıpkı bir holografik film parçasının bir holograma hayat
vermesi gibi, fizik dünyamızın nesnelerine ve görünümlerine de
hayat veren gerçekliğin daha geniş ve daha temel bir
seviyesidir.
Bohm, gerçekliğin bu daha derin
seviyesine
“saklı düzen”,
bizim içinde bulunduğumuz seviyeye veya varoluşa da
“görünür
düzen”
adını vermektedir. Başka bir bakışla, elektronlar ve tüm diğer
parçacıklar bir suyun kaynağından fışkırırken aldığı geçici
formdan öte birşey değildir. Bunlar, saklı düzenden yayılan
sürekli bir akış ile desteklenirler ve bir parçacık yok oluyor
gibi göründüğünde de aslında kaybolmaz. Bu durumda parçacık
sadece bünyesinden çıktığı derinlerdeki düzene geri dönmüştür.
Bir holografik film parçası
ve onun meydana getirdiği imaj da saklı ve görünür düzenlerin
birer örneğidir. Film bir saklı düzendir çünkü kendisine
kodlanmış olan imajın girişim modelleri, bütünden açığa çıkan
saklı bir bütünselliğin yansımalarıdır. Filmden projekte
edilen hologram görünür düzene aittir çünkü imajın açığa
çıkmış ve algılanabilir haldeki bir görünümünü temsil
etmektedir.
Karl
Pribram
Bohm, evrenin bir hologram
olduğunun kanıtını bulan tek araştırmacı değildir. Beyin
araştırmaları alanında bağımsız olarak çalışan Stanford’lu
nörofizyolog Karl Pribram da gerçekliğin holografik doğasının
varlığına ikna olmuştur. Pribram, insan beyninin hologram
şeklinde modellenebileceğini söylemektedir. Pribram,
holografik modele; anıların beyinde nasıl ve nerede
depolandığını araştırırken çekilmiştir. Onyıllarca devam eden
sayısız çalışma anıların beyinde spesifik bir yerde
sınırlanmaktan çok beyinde dağıldığını göstermektedir.
1920’lerde gerçekleştirilen bir dizi beyin bölgesi
araştırmasında Karl Lashley, bir tavşanın beyninin hangi
bölümü çıkarılırsa çıkarılsın karmaşık görevleri yerine
getirmekle ilgili ameliyattan önce öğrendiklerini tavşanın
hafızasından tamamen silemediklerini görmüştür. Tek problem
şudur; hiç kimse hafıza deposuna ait bütünün, her bölümünde
bulunan bu mekanizmayı açıklayabilecek bir mekanizma ortaya
çıkaramamıştır.
Ardından 1960’lı yıllarda
Pribram hologram kavramıyla karşılaştı ve beyin bilimcilerinin
aradıkları açıklamanın ne olduğunu fark etti. Pribram
hafızanın nöronlarda ya da küçük nöron gruplarında değil; tüm
beynin, lazer ışını girişim modellerinin holografik bir
imajını içeren lazer ışığı modelleriyle aynı şekilde,
çaprazlama bölen sinir impulsları şeklinde kodlandığını kabul
etmektedir.
Pribram’ın bulgularından
yararlanan Bohm, beyinlerimizin daha büyük bir hologramın
küçük birer parçaları olduğunu belirtmektedir. Yani
beyinlerimiz, evrenin tüm bilgisini içinde barındırmaktadır.
Ama henüz zihinlerin evrensel holograma ilişkin ne kadar
sınırlı bir bakış açısı içinde olduğunu da göz ardı etmemek
gerekir. Beyinlerimiz bizim algı pencerelerimizdir. Her zihin
her zaman bütün resmi kapsar, ama sınırlı ve net olmayan bir
bakış açısıyla. Bizler her birimiz yaşamlarımızda farklı
deneyimler ediniriz ama yine de her bakış açısı doğru kabul
edilir. Beyinlerimiz, zamanın ve mekanın ötesinde yeralan
varoluşun daha derin olan başka bir boyutuna ait bazı
frekansları yorumlamak suretiyle matematiksel olarak nesnel
gerçekliği oluşturur.
Beyin, holografik evrende
tezahür eden bir hologramdır. Bizler kendimizi mekanda hareket
eden fiziksel bedenler olarak görebiliriz. Ya da kendimizi
kozmik hologram boyunca açığa çıkmış girişim modellerinin
bulanıklaşmış bir hali olarak görebiliriz.
Bu aynı zamanda beynin,
modelleri yorumlamak için holografik filmin içinden yansıtılan
lazer ışını huzmesine benzediği anolojisiyle de açıklanabilir.
Sonuçta, lazer ışını projeksiyonlarını farklı açılarla
kullanarak aynı film üzerinde birden fazla hologramın girişim
modellerini saklayabilirsiniz. Dolayısıyla, filmden
gönderdiğiniz ışının doğrultusuna ve frekansına göre farklı
bir hologramın ortaya çıktığını göreceksiniz. Bu beyne
uygulandığında da şuur tam olarak algısının açısına göre
şekillenen gerçekliğin ortak-yaratıcısı haline gelir. Bu, ben
bir ağaca bakıyorsam o ağacın gerçekte orada olmadığı anlamına
gelmez. Ağaç çok boyutlu düzeylerde oradadır ve bu da benim
akort olduğum şuur düzeyine bağlı olarak ağacın kesitini
gördüğüm anlamına gelir. Eğer beyin türlerin dekoderiyse,
şuurun farklı hallerine ya da frekanslarına akort edilebilir
ve ben, kendi akort olduğum gerçeklik düzeyine bağlı olarak,
ağaç gerçekliğinin farklı seviyelerine akort olabilirim
demektir. Dolayısıyla, zihin
gerçeklik fenomeninin kendisine katılır sadece gerçekliğin
bilgisine değil. Holografik olarak işleyen bir beyinde bir
şeyin hatırlanan imajı, duyular üzerinde o şeyin kendisi kadar
etki yaratabilir.
Bohm saklı düzen fikrini,
tüm evrenimizin içinden çıktığı varoluşun derin ve mekandan
bağımsız düzeyini şu düşünceyi yansıtmak için kullanıyor:
saklı düzende her eylem bir niyetten kaynaklanıyor.
İmajinasyon (zihinde resmetme, hayal etme), formun
yaratılışıdır, o zaten kendisini sürekli kılacak tüm
hareketlerin tohumlarını ve niyetlerini kendisinde barındırır.
Ayrıca bedeni de etkiler, böylece yaratılış saklı düzenin daha
ince seviyelerinden bu şekilde gerçekleştiğinde, dışsal olanda
tezahür edene kadar saklı düzende varlığını sürdürmeye devam
eder.
Başka bir deyişle, saklı
düzende, tıpkı beyinde olduğu gibi, imajinasyon ve gerçeklik
ayırt edilemez bir haldedir ve bu yüzden de bize zihindeki
imajların fizik bedende gerçeklik olarak tezahür etmesi
sürpriz gibi gelmemelidir. Dolayısıyla, imajlar kullanılarak,
beyin bedene, daha fazla imaj üretmesi de dahil olmak üzere,
ne yapması gerektiğini söyleyebilir. İşte bir holografik
evrende zihin-beden ilişkisi böyledir. Holografik modele göre;
zihin ve beden, beynin gerçekliği deneyimlemek için kullandığı
nöral hologramlarla, bir gerçekliği imajine ederken
çağırdıkları arasındaki farkı ayırt edemez. Bu etki öyle
güçlüdür ki her birimiz sağlığımızı etkilemek ve fiziksel
formumuzu kontrol etmek için belli bir düzeyde yeteneğe
sahibizdir.
Çağdaş bilim adamları
Bohm’un çalışmasını görmezden gelebilirler (tıpkı pek
çoklarının yaptığı gibi), ama bu çalışmanın içerdiklerinden
kaçamazlar. Bohm’un hipotezi fizik bilimine ait deneysel ve
dikkatli bir zemin üzerine oturuyor ve bu yüzden de sadece
fizik ile ilgili yeni bir yol olmakla kalmayıp aynı zamanda
bir “yeni fiziktir”, yani bu fizik evrenin vazgeçilmez
doğasını anlamaya yönelik tamamen yeni bir yoldur, çünkü fizik
biliminin yasalarında ve verilerinde görülen budur.
Görüntüler dünyası yanlış
değildir, bu bilgi, gerçekliğin bu düzeyinde herhangi bir
nesne olmadığını göstermez. Bu, evrene yeterince nüfuz ederek
holografik bir sistemle bakarsanız farklı bir gerçekliğe
ulaşırsınız anlamına gelmektedir. Bu diğer gerçeklik ise
şimdiye dek bilimsel olarak açıklanamaz olan şeyleri
açıklayabilmektedir; yani paranormal fenomenleri ve
eşzamanlılığı, anlamlı tesadüfleri izah edebilmektedir.
Bohm’un holografik teorisi beyin fizyolojisinde ve insan
şuurunda verimli bir uygulama alanı bulmuştur. Bu teori yeni
araştırma alanları açmakta, şimdiye değin bilinmez kalan
fenomenleri haber vermekte ve yeni tahminlerde bulunmaktadır.
Bohm, parçalı olmayan bütünsellik hipotezine karşı çıkanlar
için bilimsel bir kanıtı olan bilimsel bir dünya görüşünün
olmadığını işaret etmektedir. Bilimsel kanıt bu doğrultuda
herhangi bir kanıt sunmazken, diğer kanıt formları ve maddeyi
biraz aydınlatmaktadır. Örneğin mistik ve ruhsal öğretiler
çağlar boyunca her şeyin birbiriyle bağlantılı oluşundan
sözetmiştir. Eğer Bohm’un fiziği ya da ona benzeyen başka bir
fizik, Gary Zukav’ın “The
Dancing Wu Li Masters (1979)”
da belirttiği düşüncesine göre gelecekte fiziğin temel itici
güçlerinden birini oluşturacaksa, Doğu’nun ve Batı’nın
dansları zarif bir ahengin içinde eriyebilir demektir.
Yirmibirinci yüzyıl fiziğinin meditasyon sınıflarını da
kapsadığını görürseniz şaşırmayın. Holografik beyin,
holografik evren ve kuantum fiziği modelleriyle gerçek olarak
kabul ettiğimiz her şeyin boyutları ve sınırları olmayan bir
ışığın şakacı bir dansından öte birşey olmadığını
söyleyebiliriz. Bohm’un saklı düzeninin radikal anlamları,
batılı zihinler açısından anlaşılması güç olabilir. Bu nedenle
de Bohm’un holografik paradigması, bilim için bazen kabul
edilirken bazen de fark edilmemeye devam ediyor. |