Kaza
ve kader kavramları aynı olgunun iki farklı yüzüdür.
Aralarında fark esastan değil, insanın yorumundan veya
bilgelik düzeyinden türer. Eskiler kaza ile kaderi ayırmazlar
karşılaştıkları olayları açıklamakta güçlük çektiklerinde
“kaza vü kader” derlerdi.
Modern Kuantum bilimi bu konulara hiç girmese de dalga-parçacık
ikileminde geliştirmiş olduğumuz bakış açısını kaza-kader
ikilemine uyguladığımızda, olaylara indirgemeci ve yerel
bakarsak “kaza”, tümel ve bütünsel bakarsak “kader”
deriz. Bir olayı kaza olarak yorumladığımızda ayırımcı bir
bakış, kader olarak yorumladığımızda birleştirici bir bakış
hakimdir. Kuantum kuramı bakışıyla yaklaşırsak, bir olaya kaza
dediğimizde dalga fonksiyonunu çökertiyoruz, kader dediğimizde
ise çökertmiyoruz. Çünkü daha önce de dediğim gibi, olaylara
bütünsel yaklaşıldığında dalga fonksiyonu çökmez. Yerel
baktığımızda ise dalga nesneye dönüşür ve çöker.
Kaza
sözünün bir de sosyal yönü vardır. Günümüzde “ilçe” sözü ile
tanımladığımız kaymakamlıklarda, eskiden yönetim kadı denen
kişi hem kaymakam hem de hâkim idi. Onların kararları ve
verdikleri mahkeme hükümleri kesin olarak uygulanırdı. Bu
bakımdan kadı denen yöneticilerin kesin karar verdikleri
bölgenin adına “kaza” denirdi. Kadı verdiği kararları kara
kaplı kitaba bakarak verir olaydaki tümel ilişkilerle fazlaca
ilgilenmezdi. Olayın tümel yönünün insanı aştığı ve fazlaca
ilgilendirmediği durumlarda görüşünü “kader” sözüyle bağlar,
sorumluluk almaktan kurtulurdu.
Şu halde
kaza-kader ikilemini şu anlamları da içeriyor: Kaza
tesadüfleri değil, alınan kararlarları belirtir. Kader ise bu
kararların bütünsel olarak bağlı olduğu sonuçları belirtir.
Yani, kaza ile kader bir dalganın iki ucu gibidir. Arada
dalganın kaç salınım yapacağı kesinlikle bilinemez. Arada
oluşan dalgacıklar ve salınımlar kişinin verdiği kararlara ve
aldığı sorumluluklara bağlıdır. Sorumluluk almaktan korkmayan
bilge kişi olaya bütünsel bakmayı başardığında her kararının
ardında durur. Bilge olmayan kişi ise “istemeden oldu”,
“yanlışlıkla oldu”, “kazaen oldu” türünden bahaneler ardına
sığınır. Bilge kişi olaylara bütünsel bakabildiğinden, bir
kuantum kişilik olarak, hem kendi hayrına hem de bütünün
hayrına karar verir. Nasıl ki bir foton hem kendi içinde
bölünmez bir enerji yumağı (kuantumu) ve aynı zamanda sınırsız
bir dalga ise, kuantum kişilik de kendini bilen ve
yeteneklerini tanıyan bir enerji yumağı olarak toplumla ve
doğayla bütünleşmiş bir insandır. Öte yandan Kuantum kişiliği
kaza ile kaderi bir gördüğünden tesadüflere de inanmaz. Her
tesadüfün gerisinde kaderin bulunduğunu ve kaderi kendi
seçeneklerimizle bir miktar değiştirebileceğimizi bilir.
Bu ifade
çelişik gibi görünüyor. Kader hem var hem yok, insanın
iradesi, kararları hem var hem yok sonucu ortaya çıkıyor.
Kuantum kişisi hem-hem mantığı ile düşünebildiğinden bu tür
çelişkilerin Aristo mantığından türediğini bilir ve fazlaca
önem vermez.
İslâm
düşünürleri iradeyi iki boyutta tanımlarlar. İnsan iradesine
“cüzi irade”, Tanrı iradesine “külli irade” demişlerdir. “Cüz”
sözü özel, kişisel anlamına geldiğinden cüzi irade, kişisel
insana ait olan iradedir. Küll ise bütün demek olduğundan
külli irade “bütünün iradesi” demektir. Parça bütüne aitse ve
ondan kopamazsa parçanın iradesi sınırlı ve eksik olması
doğaldır. Bu durumu Holografik insanda gördük. Parça ancak
bütünle birleştiği ölçüde bütünün bilgisine yaklaşabilir. İşte
bu bakımdan kuantum kişiliği kendi eksikliğini bildiğinden
kişisel iradesini bütünle birleşen yolda harcar. Bu yol
bilgelik yoludur ve asıl amaç benlik katlarında yükselmeyi
başarmaktır. Cüzi iradesini kullanan insanın amacı da arif
olmak, bilgelik yolunda ilerleyerek gittikçe külli iradeyi
yansıtabilir olabilmektir. Külli iradeyi yansıtmak için
öncelikle takıntılardan ve varsayımlardan (egodan) kurtulmak
gerekir.
Batı
düşünürleri egoya aşırı önem verdiklerinden çocuklarını
eğitirken farkına varmadan ben-merkezci bir kişiliğin
oluşmasına destek verirler. “Kendini ifade et”, “Kendini
ortaya koy”, “Kendine iyi bak” sözlerinin altında hep “Kendini
ilgi odağı yap” anlamı yatar. Kendine aşırı önem veren insan
ise her konuda kendi kararlarının önemine inanır ve
ben-merkezci davranır. Tasavvuf ehli kişiler ise benliklerini
öne koymazlar. Daima bir miktar geride kalmayı tercih ederler.
Bu davranışlarının altında yatan istek öznel ruhun gelişmesini
sağlamaktır. Onların isteği yerel değil erekseldir. Bir
mertebeye erişmek, olgunlaşıp bir meyve gibi zamanı geldiğinde
toprağa karışmak amacını güderler. Tümüyle doğal ve tümüyle
tevazu içinde yaşamlarını sürdürürler. Birçokları
kendilerinden söz ederken “fakir” diye hitap ederler.
Bu tür
kendilerini ön sıralara atmayan kimselere “sırlı” denirdi.
Yaşamları yakın çevreleri dışında bir sır gibi gizli olan
kişilerdi sırlılar. Bir diğer özellikleri de kendi egolarını
iyice törpülediklerinden bir ayna görevi yapmalarıydı. Nasıl
ki cama sürülen sır her türlü görüntüyü yansıtırsa, sırlı
insan bir ayna gibi karşılarındaki kişiye kim olduklarını
gösterir. Bunu da o kişi ile bütünleşerek, katılımla yaparlar.
Bu konuda bir örnek olarak şu uzak doğu hikâyesini aktarayım:
Japonya’da bir Zen ustasına o günün kılıçlı bir savaşçısı olan
bir samurai gelir ve “bana cennet ile cehennemi anlatabilir
misin?” diye sorar. Usta: “Bu konuyu öyle her önüme gelene
açıklayamam” diye yanıtlar. Bu yanıta kızan samurai hem
kılıcını çeker ve ustaya doğru bir hamle yapar. Usta derhal
“işte” der, “bu cehennemdir”. Sakinleşen samurai kılıcını
kınına geri koyarken usta: “işte bu da cennettir” der.
Bu
örnekte Zen ustası karşısındaki samuraiye tam bir ayna
görevi yapmış, adamın egodan türeyen kendi tepkilerini
tanımasına yardımcı olmuştur. Bu örnekte olduğu gibi insanın
kendi tepkilerini tanıyıp onları kontrol altına almasına
tasavvuf dilinde “ölmek” veya “yok olmak” anlamlarına gelen
“fenâ” sözü kullanılmıştır. Yok olmak için nefsin önce Nefs-i
Emmarre’den kurtulması onu bir çeşit öldürmesi gerekir. Bunun
için de “ben” düşüncesini “biz” düşüncesine dönüştürmek
gerekir. Biz sözü, sen ve ben’in matematiksel toplamını değil,
hem sen hem de ben’in bütünsel toplamını simgeler.
Tasavvuftaki “biz” bağımsız ve yalıtık ben’lerden oluşmaz.
İçlerinden tam ortada duran dalgacık diğer dalgacıklara oranla
daha büyük ve önemli imiş gibi görünse de, onun varlığı
fotonun varlığını devam ettirmesini sağlar. Tasavvuf
öğretisinde de merkezde duran bir şeyh veya pîr ve etrafında
ona bağlı mürîdler vardır. Mürîd “kendi iradesiyle bağlanmış
kişi” demektir. Mürîd iradesiyle teslim olur ve böylece onu
eğiteni izleyip taklit ederek takıntılarından ve
varsayımlarından kurtulur.
Fenâ
sözü ile kastedilen anlam, bir sıfatın yok olmasıyla daha üst
düzeyde yeni bir sıfatın oluşması ve böylece kişinin daha
yüksek bir benlik katına çıkmasıdır. İnsan bir yardım görmeden
ve hiçlik denebilecek bir seviyeye inmeden farklı bir boyuta
sıçrama yapamaz.
Bu
durumu Bose-Einstein yoğunlaşmasına benzetebiliriz. Nasıl ki
en düşük enerji seviyesin ulaşan bir atom grubu ani bir
sıçrayışla bağımsızlıklarını terk edip bir bütünsel yapı
oluştururlarsa, insan da alt kritik noktaya ulaştığında ani
bir sıçrayışla farklı bir benlik katına sıçrama yapabilir.
Yokluktan geçerek varlığa ulaşma durumunu İslâm düşünürleri
“tenzih” ve “teşbih” sözleri ile tanımlamışlardır. Tenzih sözü
hem kendi eksikliklerini yok etmek anlamını, hem de Allah’ın
hiçbir var olana benzemediği anlamını taşır. Günümüzde biz bu
sözü “dışlaştırma” anlamında kullanıyoruz ve sadece fizik
dünyadaki var olanları kastediyoruz. Oysaki, tenzih sözünün
metafizik anlamı çok daha farklı bir boyuta işaret etmektedir.
Tenzih,
yokluk anlamını taşırken teşbih varlık anlamını taşır.
Yoklukta kalmayıp varlık âlemine geçmek ve görünür hale gelmek
“küntü kenzen” hadisindeki sözleri hatırlatmaktadır. Bu
hadisten bir önceki bölümde söz ettim. Yokluk ile varlık
karşıtlık içeren kavramlar olmayıp Yin-Yang gibi bütünün
oluşmasında olmazsa olmaz, tamamlayıcı kavramlardır. Her
yok-oluş yeni bir var-oluşun ilk adımıdır. Çünkü dönüşüm
esastır. Yok-oluşun ardından ortaya çıkan yeni oluşumu bir
gelişim süreci olarak da görebiliriz.
Bir
türün yok olması doğal şartlar içinde gerçekleşirse mutlaka
yeni bir türün oluşumuna neden olur. Fakat bir hayvan türü,
doğal olmayan, insanın etkilediği doğanın değişimi sonucu yok
olursa yerine yeni bir tür oluşması mümkün değildir. Çünkü
olay doğal sürecini tamamlamadan ve yeni bir türün oluşması
için gerekli şartlar oluşmadan gerçekleşmiş olur. Aynı durum
insan toplumları için de geçerlidir. Bir toplum yapısı
çöktüğünde yerine geçen ve kurulan toplumlar bir öncekine göre
birçok yönden daha ileri ve düzgündür. Önce “kaos sonra da
kozmos” sözlerindeki anlam, önce karmaşaya düşerek belli bir
yapının yok oluşu ve ardından yeni bir düzenin oluşmasıyla
farklı bir yapının ortaya çıkışı.
Bir
tasavvuf büyüğü olan Mahmud Şebusteri (1288-1340) Gülşen-i Râz
adlı eserinde yok-oluş ile var-oluş arasındaki ilişkiyi şu
sözlerle anlatır:
Yokluk
mutlak varlığın aynasıdır. Allah nûrunun varlığı yoklukta
görünür. Yokluk ayinedir, âlem o âyinedeki akis, insan da o
aksin gözü gibidir. Ayinenin karşısındaki ise o gözün içinde
gizlenmiştir. Sen, ayinedeki aksin gözü, Allah o gözün ışığı
ve gözbebeğidir. Âlem insan olmuştur, insan da âlem. Gören de
O’dur, göz de O, görünen de O.
Bu
ifadede mutlak varlığın yok olmadığını, ancak bu sonsuzluğu
anlayabilmek için yokluk kavramını kabul etmek gerektiğini,
her görünenin o sonsuz ve bütünsel alanın bir görüntüsü
olduğunu ve bu sonsuz alanın dışında bağımsız bir varlığın
bulunmadığı ayna metaforuyla çok güzel anlatılmıştır.
Varlığın bir fizik yüzü bir de metafizik yüzü vardır. Varlık
ile yokluğun ayrılmaz bütünlüğünü anlayabilmek için fizik ile
metafiziğin ufkunda durmak gerekir. Ne biri ne diğeri, hem
biri hem diğeri diyebilmek bu anlayışa ulaşabilmenin ilk
adımıdır. Bakın Anadolu bilgesi olan mistik şairimiz Yunus
Emre bu konuda nasıl bir tavsiyede bulunuyor:
Doğdun ölürsün
anadan Olmaz dediğin, da neden? Aklı gitmiş hayvan âdem Dünya senin değildir hey Sana olacağını derim, Yedir içir eldeki varın Tut
ki bugün, tut ki yarın Dünya senin değildir hey Yüce
saraylar düzeyen İçini mamur bezeyen Haktan artığın gözeten Dünya
senin değildir hey Yunus Emrem eydür sözü Muradına erdi özü Kördür
münkirlerin gözü Dünya senin değildir hey
Bu şiir dünya
malına bağlanmanın anlamsızlığını aktarıyor. Fakat son
dörtlüğünde Yunus, “Muradına erdi özü” demekle asıl ereğinin
fizik dünyanın takıntılarından kurtulup metafizik birliğe
kavuşarak, Külli iradeyi yansıtmak olduğunu ifâde ediyor.
|