Metafor / Kuantum Evren

WWW.ASTROSET.COM

Kaza ve Kader

Doç Dr Haluk BERKMEN

  Kaza ve kader kavramları aynı olgunun iki farklı yüzüdür. Aralarında fark esastan değil, insanın yorumundan veya bilgelik düzeyinden türer. Eskiler kaza ile kaderi ayırmazlar karşılaştıkları olayları açıklamakta güçlük çektiklerinde “kaza vü kader” derlerdi.

  Modern Kuantum bilimi bu konulara hiç girmese de dalga-parçacık ikileminde geliştirmiş olduğumuz bakış açısını kaza-kader ikilemine uyguladığımızda, olaylara indirgemeci ve yerel bakarsak “kaza”, tümel ve bütünsel bakarsak “kader” deriz. Bir olayı kaza olarak yorumladığımızda ayırımcı bir bakış, kader olarak yorumladığımızda birleştirici bir bakış hakimdir. Kuantum kuramı bakışıyla yaklaşırsak, bir olaya kaza dediğimizde dalga fonksiyonunu çökertiyoruz, kader dediğimizde ise çökertmiyoruz. Çünkü daha önce de dediğim gibi, olaylara bütünsel yaklaşıldığında dalga fonksiyonu çökmez. Yerel baktığımızda ise dalga nesneye dönüşür ve çöker.

  Kaza sözünün bir de sosyal yönü vardır. Günümüzde “ilçe” sözü ile tanımladığımız kaymakamlıklarda, eskiden yönetim kadı denen kişi hem kaymakam hem de hâkim idi. Onların kararları ve verdikleri mahkeme hükümleri kesin olarak uygulanırdı. Bu bakımdan kadı denen yöneticilerin kesin karar verdikleri bölgenin adına “kaza” denirdi. Kadı verdiği kararları kara kaplı kitaba bakarak verir olaydaki tümel ilişkilerle fazlaca ilgilenmezdi. Olayın tümel yönünün insanı aştığı ve fazlaca ilgilendirmediği durumlarda görüşünü “kader” sözüyle bağlar, sorumluluk almaktan kurtulurdu.

  Şu halde kaza-kader ikilemini şu anlamları da içeriyor: Kaza tesadüfleri değil, alınan kararlarları belirtir. Kader ise bu kararların bütünsel olarak bağlı olduğu sonuçları belirtir. Yani, kaza ile kader bir dalganın iki ucu gibidir. Arada dalganın kaç salınım yapacağı kesinlikle bilinemez. Arada oluşan dalgacıklar ve salınımlar kişinin verdiği kararlara ve aldığı sorumluluklara bağlıdır. Sorumluluk almaktan korkmayan bilge kişi olaya bütünsel bakmayı başardığında her kararının ardında durur. Bilge olmayan kişi ise “istemeden oldu”, “yanlışlıkla oldu”, “kazaen oldu” türünden bahaneler ardına sığınır. Bilge kişi olaylara bütünsel bakabildiğinden, bir kuantum kişilik olarak, hem kendi hayrına hem de bütünün hayrına karar verir. Nasıl ki bir foton hem kendi içinde bölünmez bir enerji yumağı (kuantumu) ve aynı zamanda sınırsız bir dalga ise, kuantum kişilik de kendini bilen ve yeteneklerini tanıyan bir enerji yumağı olarak toplumla ve doğayla bütünleşmiş bir insandır. Öte yandan Kuantum kişiliği kaza ile kaderi bir gördüğünden tesadüflere de inanmaz. Her tesadüfün gerisinde kaderin bulunduğunu ve kaderi kendi seçeneklerimizle bir miktar değiştirebileceğimizi bilir.

  Bu ifade çelişik gibi görünüyor. Kader hem var hem yok, insanın iradesi, kararları hem var hem yok sonucu ortaya çıkıyor. Kuantum kişisi hem-hem mantığı ile düşünebildiğinden bu tür çelişkilerin Aristo mantığından türediğini bilir ve fazlaca önem vermez.

  İslâm düşünürleri iradeyi iki boyutta tanımlarlar. İnsan iradesine “cüzi irade”, Tanrı iradesine “külli irade” demişlerdir. “Cüz” sözü özel, kişisel anlamına geldiğinden cüzi irade, kişisel insana ait olan iradedir. Küll ise bütün demek olduğundan külli irade “bütünün iradesi” demektir. Parça bütüne aitse ve ondan kopamazsa parçanın iradesi sınırlı ve eksik olması doğaldır. Bu durumu Holografik insanda gördük. Parça ancak bütünle birleştiği ölçüde bütünün bilgisine yaklaşabilir. İşte bu bakımdan kuantum kişiliği kendi eksikliğini bildiğinden kişisel iradesini bütünle birleşen yolda harcar. Bu yol bilgelik yoludur ve asıl amaç benlik katlarında yükselmeyi başarmaktır. Cüzi iradesini kullanan insanın amacı da arif olmak, bilgelik yolunda ilerleyerek gittikçe külli iradeyi yansıtabilir olabilmektir. Külli iradeyi yansıtmak için öncelikle takıntılardan ve varsayımlardan (egodan) kurtulmak gerekir.   

  Batı düşünürleri egoya aşırı önem verdiklerinden çocuklarını eğitirken farkına varmadan ben-merkezci bir kişiliğin oluşmasına destek verirler. “Kendini ifade et”, “Kendini ortaya koy”, “Kendine iyi bak” sözlerinin altında hep “Kendini ilgi odağı yap” anlamı yatar. Kendine aşırı önem veren insan ise her konuda kendi kararlarının önemine inanır ve ben-merkezci davranır. Tasavvuf ehli kişiler ise benliklerini öne koymazlar. Daima bir miktar geride kalmayı tercih ederler. Bu davranışlarının altında yatan istek öznel ruhun gelişmesini sağlamaktır. Onların isteği yerel değil erekseldir. Bir mertebeye erişmek, olgunlaşıp bir meyve gibi zamanı geldiğinde toprağa karışmak amacını güderler. Tümüyle doğal ve tümüyle tevazu içinde yaşamlarını sürdürürler. Birçokları kendilerinden söz ederken “fakir” diye hitap ederler.

  Bu tür kendilerini ön sıralara atmayan kimselere “sırlı” denirdi. Yaşamları yakın çevreleri dışında bir sır gibi gizli olan kişilerdi sırlılar. Bir diğer özellikleri de kendi egolarını iyice törpülediklerinden bir ayna görevi yapmalarıydı. Nasıl ki cama sürülen sır her türlü görüntüyü yansıtırsa, sırlı insan bir ayna gibi karşılarındaki kişiye kim olduklarını gösterir. Bunu da o kişi ile bütünleşerek, katılımla yaparlar. Bu konuda bir örnek olarak şu uzak doğu hikâyesini aktarayım:

  Japonya’da bir Zen ustasına o günün kılıçlı bir savaşçısı olan bir samurai gelir ve “bana cennet ile cehennemi anlatabilir misin?” diye sorar. Usta: “Bu konuyu öyle her önüme gelene açıklayamam” diye yanıtlar. Bu yanıta kızan samurai hem kılıcını çeker ve ustaya doğru bir hamle yapar. Usta derhal “işte” der, “bu cehennemdir”. Sakinleşen samurai kılıcını kınına geri koyarken usta: “işte bu da cennettir” der.

  Bu örnekte Zen ustası karşısındaki samuraiye tam bir ayna görevi yapmış, adamın egodan türeyen kendi tepkilerini tanımasına yardımcı olmuştur. Bu örnekte olduğu gibi insanın kendi tepkilerini tanıyıp onları kontrol altına almasına tasavvuf dilinde “ölmek” veya “yok olmak” anlamlarına gelen “fenâ” sözü kullanılmıştır. Yok olmak için nefsin önce Nefs-i Emmarre’den kurtulması onu bir çeşit öldürmesi gerekir. Bunun için de “ben” düşüncesini “biz” düşüncesine dönüştürmek gerekir. Biz sözü, sen ve ben’in matematiksel toplamını değil, hem sen hem de ben’in bütünsel toplamını simgeler. Tasavvuftaki “biz” bağımsız ve yalıtık ben’lerden oluşmaz. İçlerinden tam ortada duran dalgacık diğer dalgacıklara oranla daha büyük ve önemli imiş gibi görünse de, onun varlığı fotonun varlığını devam ettirmesini sağlar. Tasavvuf öğretisinde de merkezde duran bir şeyh veya pîr ve etrafında ona bağlı mürîdler vardır. Mürîd “kendi iradesiyle bağlanmış kişi” demektir. Mürîd iradesiyle teslim olur ve böylece onu eğiteni izleyip taklit ederek takıntılarından ve varsayımlarından kurtulur.

  Fenâ sözü ile kastedilen anlam, bir sıfatın yok olmasıyla daha üst düzeyde yeni bir sıfatın oluşması ve böylece kişinin daha yüksek bir benlik katına çıkmasıdır. İnsan bir yardım görmeden ve hiçlik denebilecek bir seviyeye inmeden farklı bir boyuta sıçrama yapamaz.

  Bu durumu Bose-Einstein yoğunlaşmasına benzetebiliriz. Nasıl ki en düşük enerji seviyesin ulaşan bir atom grubu ani bir sıçrayışla bağımsızlıklarını terk edip bir bütünsel yapı oluştururlarsa, insan da alt kritik noktaya ulaştığında ani bir sıçrayışla farklı bir benlik katına sıçrama yapabilir. Yokluktan geçerek varlığa ulaşma durumunu İslâm düşünürleri “tenzih” ve “teşbih” sözleri ile tanımlamışlardır. Tenzih sözü hem kendi eksikliklerini yok etmek anlamını, hem de Allah’ın hiçbir var olana benzemediği anlamını taşır. Günümüzde biz bu sözü “dışlaştırma” anlamında kullanıyoruz ve sadece fizik dünyadaki var olanları kastediyoruz. Oysaki, tenzih sözünün metafizik anlamı çok daha farklı bir boyuta işaret etmektedir.

  Tenzih, yokluk anlamını taşırken teşbih varlık anlamını taşır. Yoklukta kalmayıp varlık âlemine geçmek ve görünür hale gelmek “küntü kenzen” hadisindeki sözleri hatırlatmaktadır. Bu hadisten bir önceki bölümde söz ettim. Yokluk ile varlık karşıtlık içeren kavramlar olmayıp Yin-Yang gibi bütünün oluşmasında olmazsa olmaz, tamamlayıcı kavramlardır. Her yok-oluş yeni bir var-oluşun ilk adımıdır. Çünkü dönüşüm esastır. Yok-oluşun ardından ortaya çıkan yeni oluşumu bir gelişim süreci olarak da görebiliriz.

  Bir türün yok olması doğal şartlar içinde gerçekleşirse mutlaka yeni bir türün oluşumuna neden olur. Fakat bir hayvan türü, doğal olmayan, insanın etkilediği doğanın değişimi sonucu yok olursa yerine yeni bir tür oluşması mümkün değildir. Çünkü olay doğal sürecini tamamlamadan ve yeni bir türün oluşması için gerekli şartlar oluşmadan gerçekleşmiş olur. Aynı durum insan toplumları için de geçerlidir. Bir toplum yapısı çöktüğünde yerine geçen ve kurulan toplumlar bir öncekine göre birçok yönden daha ileri ve düzgündür. Önce “kaos sonra da kozmos” sözlerindeki anlam, önce karmaşaya düşerek belli bir yapının yok oluşu ve ardından yeni bir düzenin oluşmasıyla farklı bir yapının ortaya çıkışı.

  Bir tasavvuf büyüğü olan Mahmud Şebusteri (1288-1340) Gülşen-i Râz adlı eserinde yok-oluş ile var-oluş arasındaki ilişkiyi şu sözlerle anlatır:

  Yokluk mutlak varlığın aynasıdır. Allah nûrunun varlığı yoklukta görünür. Yokluk ayinedir, âlem o âyinedeki akis, insan da o aksin gözü gibidir. Ayinenin karşısındaki ise o gözün içinde gizlenmiştir. Sen, ayinedeki aksin gözü, Allah o gözün ışığı ve gözbebeğidir. Âlem insan olmuştur, insan da âlem. Gören de O’dur, göz de O, görünen de O.

  Bu ifadede mutlak varlığın yok olmadığını, ancak bu sonsuzluğu anlayabilmek için yokluk kavramını kabul etmek gerektiğini, her görünenin o sonsuz ve bütünsel alanın bir görüntüsü olduğunu ve bu sonsuz alanın dışında bağımsız bir varlığın bulunmadığı ayna metaforuyla çok güzel anlatılmıştır.

  Varlığın bir fizik yüzü bir de metafizik yüzü vardır. Varlık ile yokluğun ayrılmaz bütünlüğünü anlayabilmek için fizik ile metafiziğin ufkunda durmak gerekir. Ne biri ne diğeri, hem biri hem diğeri diyebilmek bu anlayışa ulaşabilmenin ilk adımıdır. Bakın Anadolu bilgesi olan mistik şairimiz Yunus Emre bu konuda nasıl bir tavsiyede bulunuyor:

Doğdun ölürsün anadan
Olmaz dediğin, da neden?
Aklı gitmiş hayvan âdem
Dünya senin değildir hey
Sana olacağını derim,
Yedir içir eldeki varın
Tut ki bugün, tut ki yarın
Dünya senin değildir hey
Yüce saraylar düzeyen
İçini mamur bezeyen
Haktan artığın gözeten
Dünya senin değildir hey
Yunus Emrem eydür sözü
Muradına erdi özü
Kördür münkirlerin gözü
Dünya senin değildir hey

  Bu şiir dünya malına bağlanmanın anlamsızlığını aktarıyor. Fakat son dörtlüğünde Yunus, “Muradına erdi özü” demekle asıl ereğinin fizik dünyanın takıntılarından kurtulup metafizik birliğe kavuşarak, Külli iradeyi yansıtmak olduğunu ifâde ediyor.

Kaynakça: Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf-Haluk Berkmen-Sistem Yayıncılık. 

Yayın Tarihi: 17.Kasım.2012

 

© Astroset 2003-2012