Doç. Dr. Haluk Berkmen
Eski dönemlerden beri insan yaradılış hakkında
sorular sormuş bu konuda pek çok düşünceler üretilmiştir. Son
bir iki asırdır tekniğin gelişmesiyle yeni aletler insanlığın
hizmetine girmiştir. Bu aletlerden mikroskop en küçük mikro
alemi, teleskop ise en büyük ve uzak makro alemi gözler önüne
sermiştir. Eskiden sadece hayal edip gözümüzde
canlandırdığımız oluşumlar, şimdi resmi çekilip bizlere
sunulmaktadır. Karşılaştığımız görüntüler bizleri hayretten
hayrete düşürmekte, evrende ne büyük bir düzen bulunduğu ve
her yaratılmış olanın ne derece güzel olduğu anlaşılmaktadır.
Güzellik, biliyorsunuz insandan insana ve kültürden kültüre
değişir. Benim güzel bulduğumu siz bulmayabilirsiniz. Bir
kültürün güzel dediğine diğer bir kültür çirkin diyebilir.
Oysa ki
‘estetik’
denince evrensel bir güzellikten
ve her insanda, her kültürde aynı etkileri, aynı beğeni
duygularını uyandıran bir güzellikten söz edilmektedir. Soyut
ve düşünsel bir
“estetik”
kavramı çok eski dönemlerden
beri ileri sürüle gelmiştir. Mesela Eflatun (Platon) estetik
değerin insandan bağımsız bir ‘idea’ olduğu ve bunun soyut
olarak var olduğunu ileri sürmüştür. Güzellik kavramında bir
değer yargısı vardır. Oysaki estetik kavramında değer
yargısından ziyada doğal bir yansıma vardır. Her insan için
algılanabilir bir güzellik kavramıdır estetik. Eğer her insan
estetiği kavrayabiliyorsa, demek ki yaradılıştan estetiği
algılama ve özümseme yeteneğine sahiptir. İnsan doğa
içinde var olan ve bulunduğu toplumun kültüründen etkilenen
bir varlıktır. Güzellik her ne kadar zamana ve mekana bağımlı
kültürel bir değer olsa da estetik denilen soyut kavramın dışa
vurmuş halinden başka bir şey değildir. İster doğal isterse
yapay olsun bir olguya güzel diyebilmemiz için mutlaka duyu
organlarımızın filtresinden geçmesi gerekir. Bir resmi
görmeden ona güzel diyemeyiz. Bir müziği duymadan ona güzel
diyemeyiz. Şu halde estetik ile güzellik arasındaki temel fark
estetiğin soyut, güzelliğin ise somut birer kavram olduğudur.
Eğer birçok kişi estetik konusunda anlaşıyorsa bunun nedeni
kendi yaradılışlarında bulunan bir estetik yapının zihinsel
modellerine yansımış olmasından dolayıdır. Güzellik kavramı
her ne kadar çevre ve toplum tarafından
“ortak kültür”
olarak insana işlenmiş olsa da estetik kavramının yaradılıştan
gelen bir yapısı, bir özelliği de vardır. Şu halde evrensel
bir yaklaşım yapmak istersek kültürler arası veya farklı
kültürlerde ortak olan özelliği bulup çıkarmamız gerekir. Günümüzün kültürü bizi doğal
olandan uzaklaştırmaktadır. Ancak, şuuru açık ve farkındalığı
yüksek insanlar doğadaki her yaratıkta, canlı veya cansız,
derin bir estetik bulunduğunu algılamaktadırlar. Kültürel
değer yargılarından arınmış bu estetik anlayışının temelinde
yatan ortak özellik nedir? Kısaca ifade etmek gerekirse her
yaradılmış olanda bulunan temel özellik nedir? Bu özelliğe
Simetri
(bakışıklık)
demek yerinde olur sanırım. Önce bakışıklığın bir tanımını
yapayım.
Eğer bir nesne veya olguya (fenomene), uygulanan
herhangi bir etkinin sonucunda değişmeyen, aynı kalan, bir
yapı varsa o yapıda gizli veya açık bir bakışıklık bulunması
gerekir.
Birçok bakışıklık açıktır, kolayca
algılanabilir, ancak bazı tür bakışıklıklar gizli ve
örtülüdür. Kolayca algılanamazlar. Açık bakışıklığa örnek kar
kristalleridir.
Genelde 6 uçlu olan kar
kristallerinde 60 derecelik çevirme simetrisi vardır. Yani her
60 derecelik çevirmeden sonra kristal gene eski halinde
gözükür. Nadiren kar kristallerinde 30 derecelik bir simetri
görülür. Kar kristallerinde herkesçe beğenilen estetik bir
yapı olduğu kuşkusuzdur. Ayrıca insan tarafından değil, doğa tarafından estetik bir simetri içinde
yaratılan ve süratle erimelerine rağmen her gördüğümüzde bizi
hayran bırakan bu kar kristalleri, simetri ile güzellik
arasındaki bağı açıkça ortaya koymaktadırlar.
Bir diğer açık simetri güneş
sistemi ile atom modeli arasındaki benzerliktir. Gezegenler
güneşin etrafında periyodik yörüngelerde dolanırlar. Atomda da
benzer şekilde elektronlar çekirdek etrafında dönerler. Yani
en küçük oluşum ile en büyük oluşumlardan biri olan güneş
sisteminde benzer bir yapı bulunmaktadır. Dönme hareketine rağmen her ikisinde değişmeyen, aynı olan, bir yapı
vardır. Bu bakımdan atom ile güneş sistemi simetriktirler. Her
iki sistemin en bariz özelliği her ikisinde de dönme
hareketinin bulunuşudur.
Solda bir
galaksi ve sağda atom modelini görmekteyiz.
Sadece
güneş sistemi değil, içinde binlerce güneş sistemi bulunduran
galaksiler de dönme hareketi içerirler.
Aynı dönme simetrisini galaksilerde de bulmaktayız. Galaksilerdeki madde
miktarının hesabı yapılabilmektedir. Bu hesap sonunda
galaksiyi bir arada dağılmadan tutacak madde miktarının
bulunmadığı sonucu ortaya çıkmıştır. Ya merkezde bizim
göremediğimiz ‘kara delik’
adını verdiğimiz bir ölü yıldız olmalıdır veya başka bir
kuvvettin iş başında olması gerekir. Bu başka kuvveti
oluşturan maddeye bilim adamları
‘karanlık
madde’ adını takmışlardır. Karanlık madde kara delik
değildir. Zira ‘kara delik’ den farklı bir yapıda olduğu
sanılmaktadır. Maddenin görünen kısmı çekici özelliğe
sahiptir. “Gravitasyon”
adı verilmiş olan her maddede bulunan çekici kuvveti hepimiz
biliyoruz. Fakat, bir de görünmeyen madde vardır ki ona
“Karanlık madde” denmektedir. Karanlık madde doğrudan
görülmese de dolaylı olarak haritası çıkarılmıştır. Karanlık maddenin önemli bir özelliği itici oluşudur. Yani,
anti-gravitasyon diyebileceğimiz itici bir kuvvet
içermektedir. Bir bakıma evrenin iskeleti de denebilir. Çünkü,
karanlık madde sayesinde evren genişlemekte ve karanlık madde
sayesinde galaksiler bir araya toplanıp büyük bir kütle
oluşmaları engellenmektedir. Gökte gördüğümüz bu yıldızlar, ki
her biri milyonlarca yıldız içeren gök adalarıdır,
serpiştirilmiş olarak görülüyorlarsa karanlık madde
sayesindedir. Bu görülen resim “Gravitasyon mercek”
denilen özellik sayesinde oluşturulmuştur. Resim göğün sadece
belli bir bölgesini içermektedir.
Şu
halde evrendeki düzenli yapıyı oluşturan simetrik ve gizli bir
yapı bulunmaktadır. Her boyutta ve her bölgede bu gizli
simetri mevcuttur. Ancak, düzgün bir çizgisellik içeren
simetri kendi üzerine dönerek çoğaldığında karmaşa ortaya
çıkmaktadır. Demek ki, Kozmostan Kaosa ve Kaostan Kozmosa
sürekli bir geçiş bulunmaktadır. Eğer bu geçiş olmasa ne
çeşitlilik ne de gelişim olabilirdi.
Evrendeki bu simetriyi veya
bakışıklığı ilk görüp yaşama uygulayan
Mevlana Celaleddin
Rumi
olmuştur. Türkistan'ın Belh şehrinde doğup (1207-1273)
Konya’ya göç etmiş olan Mevlana hem şiir söylüyor hem de müzik
eşliğinde dönerek dans ediyordu. Sema denilen bu dönüşte
Mevlana ilahi simetriyi yansıtarak, tüm evrende en temel
hareketin dönme hareketi olduğunu sezgisel olarak
göstermiştir. Mevlevilikte hem müzik, hem şiir
hem, de dans vardır ama hepsi de ilahi iletişim kurmak ve
Hak’tan aldığını halka vermek içindir. Sema ayininde dönen
dervişler gezegenleri, yerinde sabit kalan şeyh ise güneşi
simgeler. Sema ayini adeta evrendeki simetrinin yer yüzündeki
yansıması gibidir. Bu simetriye ezoterik bir açıklama yapmak
gerekirse şöyle diyebiliriz: “Aşağısı yukarıya, yukarısı
aşağıya benzer.” Yani yaradılış tek bir prensipten,
tek bir kavramdan kaynaklanmıştır. Diğer tüm yaratıklar o tek
prensibin bir tekrarı bir yansıması gibidir. Bu yaradılış
olgusunu suya düşen bir taşın oluşturduğu dalgalara
benzetebiliriz. Nasıl ki suya düşen taştan oluşan dalgalar
halka halka hep aynı yapıda fakat farklı büyüklükte iseler,
aynı şekilde her yaradılmış olan aynı özelliklere sahiptir.
Sadece büyüklük farkları vardır. Ancak, temelde çok büyük bir
simetri, çok büyük bir benzeşme vardır. Bize parça gibi
görünen, aslında bütünün tüm özelliklerini taşıyan ve onun
bilgisini içeren bir oluşumdur.
Mevlana insanlar arasındaki
etkileşim ile insan ile yaradan arsındaki etkileşim arasında
bir simetri olduğunu görmüştür. Mevlana
“Evrende her varlığı bir arada tutan ve aralarındaki
ilişkilerin temelini oluşturan Aşk’tır demiştir.”
Bu aşk maddi bir bedensel istekten doğmaz.
Tamamen ruhun bir özelliğidir. Mevlana'ya şiir yazdırtan, sema
yaptıran ve ney çaldıran bu aşktır. Onu anlayabilmek için
ruhsal enerjiyi güçlendirmek gerekir. Genelde Mevlana’nın
anlaşılamamış olmasının nedeni insanların ruh enerjilerini
kullanmak istememelerinden dolayıdır.
Her insanda ruh vardır. Dış
şartlar ne olursa olsun insan ruhu değişmez. Dingindir ve
durudur. Sufilerin bir sözü vardır:
“İnsanda Tanrısal
sırlar gizlidir. Bu nedenle kendini bilen Rabbini bilir”
sözü en küçük birimin dahi bütündeki tüm bilgileri içerdiğini
kast etmektedir. Evrendeki bu gizli simetriye sahip olup onu
yaşayabilmek için, bu simetriyi kırmadan bütünsel olarak
algılamak gerekir. Evrensel simetriyi kırmadan algılamak demek
o anı akıl ve mantık yürütmeden, çevremize nesnel olarak
bakmadan global olarak algılamak demektir. Kendimize bir nesne olarak
baktığımız sürece kendimizi anlayamayız. Sadece kendimize
değil topluma, dünyaya hatta evrene dahi bu şekilde tümel
(parçalara ayırmadan) bakabilmeliyiz. Bu yeteneği
geliştirmekte meditasyonun büyük yadımı vardır. Meditasyon bir
sabır denemesidir. Durumu olduğu gibi kabullenmek, ruhsal
kanalın açılmasını teslimiyet içinde beklemek gerekir. Kabul
ve teslimiyeti pasif bir tembellik değildir. Aksine, aktif bir
gayret göstererek farkındalık düzeyini yükseltmek demektir.
Somut bir örnek olarak Anadolu şairimiz Yunus Emre’den bir
şiir aktarmak istiyorum.
Ben burda seyreder iken, acep sırra erdim Ahi Bir siz dahi görün, Dostu bende gördüm Ahi.
Bende baktım bende gördüm, benim ile ben olanı Suretime can verenin kim idüğün bildim Ahi.
Ben isteyip buldum onu, ol ben ise ya ben hani, Seçemezem ondan beni, bir kez ol oldum Ahi.
Yunus kim öldürür seni, veren alır yine cânı, Bu canlara hükmedeni, kim olduğun bildim Ahi.
Yunus Emre aktif bir gayret içinde “Ben
isteyip buldum onu” diyor ve Dost’u kendinde görüyor.
Ancak Dost kendisi ile birleşince kendi benliği de kayboluyor.
“Ol ben ise ya ben hani” derken
kendi benliğini kaybettiğini, arayıp bulamadığını belirtiyor.
Ardından da gizli simetriye ulaşmış olduğunu şu sözlerle ifade
ediyor: “Seçemezem ondan beni, bir kez
ol oldum Ahi”. İnsandaki gizli simetrinin canda değil
ruhta olduğunu ise son mısralarında belirtiyor. “Yunus
kim öldürür seni” derken “Yunus senin ruhun ölümsüzdür”
demek istiyor ve ölümle ruhun değil canın öleceğini “veren
alır gine canı” sözleriyle ifade ediyor. İnsan
bilincinin daha üst bir seviyeye çıkmasına
‘Kozmik Bilinç’
denmektedir. Kozmik bilince ulaşan insanlarda dürüstlük, olgun
bir kişilik ve ileri bir sezgi gücü gelişir. Sezgisel olarak
ulaşılan hakikatlere tereddütsüz bir güven vardır. Sufiler bu
türden bir bilgiye ‘İlm-i-Yakin’
demişlerdir. Bu bilgide şüphe, tereddüt ve güvensizlik yoktur.
Zira gözlenen bir gerçek değil bizzat yaşanıp paylaşılan bir
gerçek söz konusudur. Ancak böylesine bütünsel bir gerçeği
dile getirmek ve kavramlarla ifade etmek de pek mümkün
değildir. Bu bakımdan Kozmik Bilince sahip kişiler kendi
gerçeklerini sanatın yardımıyla ifade ederler. Sanatta
yaradılışın estetiğini yansıtmak mümkündür.
|