Tezahürat ortamındaki
(ve dolayısıyla doğadaki) tüm olaylar arasında sıkı bir
nedensellik bağının mevcut olduğu fikri, günümüz modern
bilimine egemendir. Determinizmin evrenselliğinin söz konusu
olduğu bu uçsuz bucaksız tezahürat ortamında tesadüfe elbette
ki yer yoktur. Kadîm çağlarda Yunanlılar, göksel cisimlerin
hareketlerinde matematik bir düzenin varlığını savundukları
halde; başka fizik olayların ancak kısmen Nedensellik Yasası
tarafından düzenlendiğini düşünmüşlerdi. Yunan düşünürlerinden
hiçbirisi determinizmden ne anladığını açıkça belirtmiş
değildir.
Günümüz determinizm
anlayışına göre, tüm olaylar birbirine bağlıdır. Olayların
birbirini belli etmesi, birbirinin neden ve sonucu olması
düşüncesinin temel ilkesidir. Her olay, nedenleriyle açıklanır
ve anlaşılır. Olaylar arasındaki sürekli nedensellik bağını
bozabilecek hiçbir güç yoktur.
İnsanın sadece
kararları değil, hareketleri de birer olay/olgu olduğu için,
kendilerinden önceki maddi ve manevi olayların sonucu sayılmak
gerekir. Başka türlü ifadesiyle, insanların kararları ve
hareketleri de çeşitli nedenlerin birer sonucudur. İnsanın
iradesi ve irâdi fiilleri, öteki olaylar gibi; doğal,
toplumsal ve psikolojik etkenlerle bağlantılıdır. Olayların,
daha önceki başka olayların sonucu olduğuna inanmak hususunda
belli nedenlere sahip bulunmaktadır ve geleceğin nasıl
olacağını(kabataslak da olsa) kestirmek olanağından yoksun
değildir. Determinizm bir mantık ilkesi olduğuna göre, süresiz
doğruluğa sahip olduğu kabul edilebilir. Bugün sonuç yaratan
bir nedenin, yarın sonuç oluşturmayacağını söylemek, iki kere
ikinin dört ettiğini, bugün ise 4,5 edebileceğini söylemek
kadar anlamsızdır.
Tam bu noktada,
“Atomdaki belirsizlik ne olacak?” diyenler olabilir.
Bu soruya şöyle bir yanıt ile karşılık verilebilir. Atomlar
düzeyindeki fizik olayların, ancak ihtimale dayanan istatistik
yasalarla açıklanmasını, henüz bilimsel çalışmanın yeteri
kadar gelişmemiş olmasıyla açıklayabiliriz. Bilimin kesin
yasaları bulacak kadar ilerlemediği dönemde istatistiksel
yasalar büyük yarar sağlamakta ve daha sonra bu dönem
aşılarak, olayları düzenleyen kesin yasalara erişilmektedir.
Atom altı alanla ilgili problemler bakımından da aynı
olasılığın doğruluğu kabul edilebilir.
Louis de Broglie, atom
altı düzeyde nedensellik bağlarını bulmak konusundaki
beceriksizliğimizin; cisimcik, zaman ve mekan gibi mikroskobik
araştırmalarda kullandığımız kavramların elverişsizliğinden
kaynaklanmasının düşünülebileceğini belirtmektedir(HUKUK
FELSEFESİ, Adnan GÜRİZ). Bazı modern fizikçiler de,
elektronların aynı anda hızı ve kütlesi olan cisimcikler
değil, yalnızca dalgalar olarak düşünülmesinin çok yanlış
olmadığını önermektedirler. Nihayet determinizm olmadıkça,
bilim de imkânsız olmaktadır. Birçok bilim insanının ve
filozofun determinizmi bırakmaya yanaşmamalarının nedeni;
kuşkusuz, bu gerçeği kavramış olmalarıdır. Bu arada 20.
Y.Y.’ın büyük bilim insanı Einstein de bu nedenle determinizm
ilkesini reddetmeye yanaşmadığını belirtmişti.
Felsefede
Descartes’ın sadece
madde ve bedene uyguladığı determinizm mekanizmasını Spinoza;
sadece Tanrı’da değil, ruh’da da görmüştür: “Tanrı,
sonsuz yüklemlerden kurtulmuş olarak, eşyanın gerçek
nedenidir.”. Spinoza’ya göre âlemi yöneten
determinizmdir(Sebep-Sonuç Yasası). Doğa Tanrı’dan; Tanrı
doğadan ayrılamaz. Birinci durumda, sonuç nedenden, kip de
yükleminden ayrılmış olur. İkinci durumda ise, mutlak nedenden
zorunlu gelişmeden, mutlak töz yüklemlerini zorunlu olarak
anlatan kiplerinden ayrılmış olur(FİLOZOFLAR ANSİKLOPEDİSİ,
Cemil SENA).
Mutlak determinizmi
savunan Spinoza’ya göre, insanlar kendilerine belirlenmiş
hareketleri yaptıran nedenleri bilmeden bu hareketler hakkında
bir bilince sahip oldukları içindir ki, kendilerinin özgür
olduklarını sanırlar. Filozofumuza göre, madem ki her şey
zorunludur, sorumluluk da zorunlu olacaktır.
Determinizm, insanı
iyimser yapar. Bu cümleden olmak üzere, determinizm, insanı
giderek daha olgun ve kusursuz kılar. Bu şekilde gidiş,
Tanrı’nın zihinsel sevgisine doğrudur.(FELSEFE TARİHİ, Alfred
WEBER). Her nesne, başka bir nesnenin, her olay başka bir
olayın zorunlu sonucudur. Böylece tüm nesneler(tezahüratın
görünen/görünmeyen birimleri) sonsuz bir bağlantı içinde(tesir
ağı) yer alırlar ve bu bağlantı kesintisizdir. Bu tesir ağı ve
ilişki içinde her bir birim; hem etkileyen, hem de etkilenen
durumdadır. Dolayısıyla her etkiye, karşılık olan bir tepki
söz konusudur. Bu şekilde, tüm varlığı sıkı bir determinizme
bağlayan Spinoza felsefesi, insanın sadece ruhsal hayatını
değil, toplumsal yaşamını da sıkı bir mekanik zorunluluk
bağlantısı içine yerleştirir(FELSEFE TARİHİ, Macit GÖKBERG).
Hukukçu filozoflardan
Thomas HOBBES de, her şeyin determinizm yasasına dayandığını
savunmuştur(HUKUK FELSEFESİ, Adnan GÜRİZ). HOBBES’e göre
determinizm, öyle bir evrensel yasadır ki, insan iradesi de bu
yasaya tabidir. İnsanın kararı/kararları en güçlü
uyarana(etkiye) göre oluşur. İnsan kendisi için zorunlu olan
hareketi yapar. HOBBES, insanın etik faktörlerle değil, fizik
faktörlerin etkisi altında davrandığı görüşündedir. Örneğin,
ceza sorumluluğu kişinin subjektif olarak kendi fiilinden
sorumlu olmasından ileri gelmez, fakat kişinin davranışının
objektif olarak topluma zarar vermesinden doğar.
Determinizm ve Fatalizm
Determinist görüşün
karşısında fatalist yaklaşımların bulunduğu bilinir. Hatta bu
ikisini karıştıranlar da yok değildir. Determinist düşünürler,
genel olarak fatalizmi reddetmekte ve determinizmin fatalizmle
karıştırılmasını doğru bulmamaktadırlar. Fatalist bakış
açısına göre; varlığın seçme özgürlüğü ve irade özgürlüğü
yoktur, insan hiçbir anlamda kendiliğinden hiçbir şey
yapabilecek durumda değildir.
Fatalizmi reddeden
deterministler, varlıksal iradenin etkili bir kuvvet olduğunu
kabul ederler. Bununla birlikte, etki gücüne sahip olan insan
iradesi de gerçekte; her şey gibi, Nedensellik Yasasına bağlı
bulunmaktadır. Determinizm, her insanın, kendi rolü olmayan iç
ve dış nedenlerin/etmenlerin bir sonucu olduğu görüşünü
savunur. Tarihin şu ya da bu döneminde yaşamak, şu ya da bu
ülkede enkarne olmak; elimizde olmayan nedenler tarafından,
yani “rastgele/tesadüfen” belirlenmiş gibi
görünse de(tutucu metaryalistlerin bakış açısıyla…); aslında
ruh varlığı(asıl kendimiz) olarak tüm bu etmenleri(doğmadan
önce) kendimiz belirleriz. Daha kapsamlı bir ifadeyle; şimdiki
yaşamımız, daha önceki yaşamlarımızın olmazsa olmaz ve zorunlu
bir sonucudur. Bu demektir ki şimdiki yaşamımız(ve hatta bu
yaşam içindeki bize özgü olaylar) kadim yaşamlarımızdaki iradi
etkinliklerimizin deterministik bir sonucudur. Bu nedenle,
varlığın yapıp ettiklerinden, kendisinden başka kimse sorumlu
değildir. Alınlara yazılmış “alın yazısı” diye
bir şey varsa; o da, “kendim ettim, kendim buldum…”
gibi bir ifade olabilir… Ortadaki açık gerçek(plain truth) ve
kadÎm ruhçuluğun kanıtlanmış deneysel sonuçları varken,
okullarda çocuklara hâla; “kişinin gürbüz/zayıf olması,
sağlığının şu ya da bu durumda olması, erkek/dişi olarak
doğması vb. hep kendi irade gücünün dışında ve onun rolü
olmaksızın belirlendiği” nin öğretiliyor olması büyük
talihsizlik değil midir!
Varlıksal irade
özgürlüğü gerçeğini, günümüz dar görüşlü maddeci bilimi sâhip
olduğu yöntemlerle kanıtlayamamaktadır. Ancak özgürlüğün
yokluğu da bu bilim tarafından kanıtlanmış değildir. İrade
özgürlüğüne inananları, fizikötesi ile uğraşmakla suçlayan
fikir adamları, determinizmi kabul ederek irade özgürlüğünü
reddettikleri zaman, doğrudan doğruya fizikötesi nitelik
taşıyan bir iddia önermiş olmuyorlar mı? İrade özgürlüğünün
var olduğunu kanıtlamak için, günümüz maddeci biliminin elinde
gerekli/yeterli yöntem bulunmasa bile, tüm insanlarda bulunan
ve kadîm zamanlardan beri var olan özgürlük bilinci ve bu
yolda(özgürlük uğruna) verilen pek çok mücâdele, irade
özgürlüğünün varlığını gösteren sağlam bir kanıt olarak
karşımızda(daha doğrusu, bilimin gözü önünde) durmaktadır.
Unutmayalım ki,
bilimsel materyalizmin tutuculuğundan kurtulabilmiş(Pierce,
Bergson, Dewey vb. gibi) düşünürler; yeniliğin, canlılığın ve
yaratıcılığın(başka bir deyişle, kapalı değil, açık bir
evrenin insana sağlanmasının) ancak irade özgürlüğünün kabul
edilmesiyle olası olabileceği konusunda özellikle ısrar
etmişlerdir.
Öte yandan irade
özgürlüğünün kabul edilmemesi, kişinin iyiye ulaşmak, ahlaksal
görevlerini(insan olmanın gereklerini) yerine getirmek
şeklindeki tüm çabalarını tamamen anlamsız bırakmaz mı? Eğer
birey, olayların önünde yalnızca basit bir oyuncak ise, iyiye
ve(hatta yapabilirsek) daha iyiye yönelmek yolundaki tüm
gayretlerimiz anlamsızlaşacaktır. Çünkü ahlak teorisi,
ahlaksal sorumluluk esasına dayanır. Eğer kişi, fena şekilde
hareket etmeye mecbur olduğu için davranış bozukluğu
sergilemişse, onu ahlaksal açıdan suçlamak abes olur.
Özgürlüğün tanınmaması, sorumluluğun da reddini beraberinde
getirmez mi?
İrade Özgürlüğü ve Hukuk
İrade özgürlüğü
olmaksızın, hukuksal sorumluluktan da söz edilemez. İrade
özgürlüğü görüşünü/gerçeğini benimsemiş endeterminist
düşünürler, sorumluluktan söz edebilmek için, irade
özgürlüğünü kabul etmenin zorunlu olduğunu savunmuşlardır. Bu
yaklaşıma göre; hukuk, her ferdin bir kişilik olduğu
varsayımına dayanır. Dahası, ceza ve mükâfatı, suç ve liyakate
göre dağıtmak yoluyla, her kişinin belli ölçüde de olsa, irade
özgürlüğüne sahip bulunduğunu kabul eder(Adnan GÜRİZ, HUKUK
FELSEFESİ). Ceza ehliyeti olan bir suçlu ile, akılsal dengesi
yerinde olmayan birisine ceza verilirken, ötekisine ceza
verilmemesi; onun üzerinde cezanın hiçbir önleme etkisine
sahip olmamasından değil fakat aklında normal saik kavramının
bulunmamasından ve etkinlik göstermemesindendir. Ceza
ehliyetine sahip olan suçluya ceza verilmesi ise, onun başka
şekilde hareket etmeye muktedir olmasından; yani isteseydi,
suç oluşturan fiili işleyemeyeceğine inanılmasından ileri
gelmektedir. Başka bir deyişle “irade özgürlüğü”
olmazsa, suç da yoktur. Özetlemek gerekirse, şu söylenebilir:
Ceza hukukunda kişinin isteme yeteneğini etkileyen durumlar;
hukukun, insanı “seçen bir varlık” olarak
değerlendirdiğinin kanıtı olmaktadır(Determinizmle bağlantılı
olarak irade özgürlüğü konusunda daha ayrıntılı bilgi için
bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları).
İnisiyatik Öğretilerde
Yazı akışımızın bu
noktasına kadar determinizm kavramının felsefi
değerlendirmesini gördükten sonra; birazda, konunun kadim
inisiyasyonlardaki ve hatta, Kur’an başta olmak üzere, kutsal
metinlerdeki durumuna bakalım. Determinizmde neden/nedenler,
sonuç/sonuçları doğurur; bu sonuçlarda başka olguların ve
oluşumların nedenlerini oluşturur. Bu işleyiş içinde tezahürat
şaşmaz değişimini sürdürür. Bu gidiş nereye? Kuşkusuz, her
şeyin ve nedenlerin de yaratıcısı olan ALLAH’a doğru. Ünlü
İslam düşünürü Muhyiddin-i Arabi, “Sebepleri halk eden
müsebbib, tek ve eşsiz olan Hak’tır.” diyor, ünlü
eseri Fusus ül- Hikem’de. Her şeyin yaratıcısı ve elbette ki
tüm nedenlerin de ilk ve tek nedeni O’dur.
Ruhun Tesirliliği ve Tesadüfler
Madde, maddesel
enerjinin tezahür etmiş bir hâlidir, ruhsal enerjinin
tesirliliği altında belli bir formda bulunur. Madde esasen
atıldır; yani kendi kendine hareket edemez. Ancak ruhsal
enerjiden kaynaklanan maksatlı bir tesirliliğin(müessiriyetin)
altında hem bu tesirliliğin iradesine uygun formunu korur, hem
de gerekirse çeşitli hareketler sergiler, hatta halden hale
girer. Dolayısıyla tüm fiziksel/maddesel hareketler şuurludur
ama bu şuurluluk maddesel formdan kaynaklanan bir şuurluluğa
ait olmayıp, ruha ait bir şuurluluktur. Bu sonuç, ruhsal
maksatlı tesirliliğin sadece her yerde yaygın olduğunun değil,
aynı zamanda tesadüf diye bir durumun olmadığını da kanıtlar.
Evrenlerde(tüm
tezahürat içinde) tesadüfe ve rastgele ortaya çıkan hiçbir şey
olmamasına rağmen, sadece bilgisizliğimizin değil, fehim ve
ferâsetten yoksunluğumuzu da gizlemek için bu sözcüğü oldukça
sık kullanırız. “Tesadüf” deyip geçtiğimiz bir
olayın ardındaki nedenselliği(causality) bilmediğimiz(daha
doğrusu, olayların ortaya çıkışını sağlayan nedenselliğe nüfuz
edemediğimiz) için, “tesadüf” sözcüğünü kullanır
dururuz. Bu kullanım; elbette ki uyurgezerliğin ve illüzyonel
yaşamın belirgin sonucudur. Çünkü olmuş olan bir şeye/olaya
“tesadüfen” deyip geçen bir kimse, bu nedenselliği
anlama zahmetine katlanmıyor demektir. Oysaki Ergün ARIKDAL’ın
da belirttiği gibi(1),
“Her olay bir sebep ve her sebep de bir sonuca bağlıdır.
Normal doğa olayları olarak gördüklerimizin ardında bile pek
büyük anlamlar gizlidir. Dolayısıyla “tesadüf”; bilgisizliğin,
fehim ve ferasetten yoksunluğun sonucu ortaya çıkan ve
cahilliği gizleyen sama ve avutucu bir sözcüktür.”
Tesadüf sözcüğünün
yersizliğini ve anlamsızlığını da bu şekilde vurguladıktan
sonra, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, atalet ile
nitelendirilmiş olan evrenin hiçbir maddesinden kendi kendine
maksatlı bir hareket beklenemez ve maddesel bir yapı
kendiliğinden hareket de edemez. Eğer böyle olmuş olsaydı,
evrensel bir karmakarışıklık içinde maddesel evren çoktan
yıkılıp giderdi. Oysaki durum bunun tam tersi olup; “Her
maddenin oluşu, her olayın vukua gelişi Mutlak Varlık’ın
yasaları altında cereyan eder.”(2)
Evrende olmakta olan
her şey, tüm tezahürat O’nun İlahi Murad’ı yönünde ve
Yasaları(Sünnetullah) çerçevesinde olup durmaktadır(3).
İlahi Murad’ın uygulayıcıları şuurlu varlıklardır. Şuurlu
varlıklar, tekâmül düzeylerine göre, İlahi İrade Yasaları’nı
kullanarak(daha doğrusu, bu yasalar aracılığıyla)
tesirliliklerini maddesel evrenlerde sergileyerek
yaratılışa/tezahürata katılırlar(4).
Varlık âleminde
nedensiz hiçbir şey, hiçbir olgu yoktur. Hiçbir şey yoktan var
olmaz; var olan hiçbir şey de yok olmaz, şekil değiştirir,
başka bir şeye dönüşür. Yoktan var eden sadece Yaradan’dır. O
müteal(aşkın) var edişle de varlık âlemi sürüp gitmektedir.
Dolayısıyla varlıkların da tüm eylemlerinin(enkarne
varlıkların düşünme etkinlikleri de dâhil) bir karşılığı, bir
sonucu vardır evrensel determinizm çerçevesinde. Bu demektir
ki varlık; düşünceleri/imajinasyonları da dâhil tüm
eylemlerinden sorumludur ve bu etkinliğinin sonuçlarıyla
karşılaşmak durumundadır. İlahi adalet böylece gerçekleşiyor.
Bu gerçeğin İlahi Kelam’da şöylece yer aldığını görüyoruz:
“Her insanın yapıp ettiklerini boynuna doladık. Kıyamet
günü, onun önüne açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkacak ve
şöyle diyeceğiz: ‘Oku kitabını! Hesaba çekici olarak bugün
sana öz nefsin yeter.’”
Ayetin son cümlesinde
de belirtildiği gibi, varlık kendi yapıp ettiklerini
kendisi değerlendirecektir. Çünkü belirli şeyleri
yapmaya(belli bir “yaşam planı” çerçevesinde
doğmadan önce) kendi karar vermiştir. Dünya bedenini terk
ettikten sonra, dünya yaşamındaki değerlendirmesini kendi
yapacak; bir bakıma, kendi kendini hesaba çekecektir, yüksek
beni(asıl kendi) olarak. Bu değerlendirme/hesaplaşma sırasında
başarısız olduğu durumlar için üzülmesi(hatta başarısızlığının
büyüklüğüne göre) kahrolurcasına ısdırap çekmesi ve pişmanlık
duyması(cehennem hali) elbette ki kaçınılmaz ve doğaldır.
Bunda, kendisinden başka hiç kimse sorumlu değildir. Çünkü
varlık(dezenkarne durumdaki varlık) “kendi etmiş, kendi
bulmuştur…”(5)
İlahi Adâlet’in,
Determinizm(Sebep-Sonuç) Yasası çerçevesinde tecelli edişi,
halk dilinde, “Dünya ahretin tarlasıdır…”
şeklinde yerini bulmuştur. Buradaki “ahiret”
sözcüğü ile ölüm ötesi kastedilmekte ise de, bu sözcüğün asıl
anlamı “bir sonraki an/zaman/durum” dur. Bu
demektir ki, içinde bulunduğumuz şu dakikadan sonraki dakika,
bizim için âhrettir, ahir zamandır. Esasen,
yapıp-ettiklerimizle er ya da geç dünyada da karşılaşmıyor
muyuz? Âhiret, sâdece ölüm ötesi değil, burada da var çünkü
determinizm hem fizikte, hem de fizik ötesinde işliyor, hem de
hiç şaşmadan…
Determinizm kavramı
kapsamında cennet-cehennem kavramlarından anladığımız da
budur: Cennet-cehennem konusunun simgesel yanı çok
tartışılmıştır. Cennet ile cehennem mekânlar mıdır, yoksa
haller mi? 20. Y.Y.’ın en büyük İslam düşünürlerinden Prof.
Dr. Muhammed İKBAL(ölüm 1938)’in ve ünlü müfessir Ömer Rıza
DOĞRUL’un da içinde bulundukları bir gurup büyük düşünür,
cennet ve cehennemi belirli mekânlar değil, haller olarak
kabul ettiklerini ifade etmişlerdir(6).
Son iki paragrafımızda
ele aldığımız cennet-cehennem halleri ebedi olmadığı gibi,
ALLAH’ın kullandığı(özellikle de cehennem) bir intikam aracı
da değildir. “ALLAH zulmetmez, kişi kendi kendine
zulmeder…” mealindeki ayetler: Nahl 118, Tur 18, Ali
İmran 108, 117, Fussilet 46, Enbiya 44, 47, Enfal 51, Hud 101.
Beşer(özellikle de kendini bilmez ve dünyasallaşmış beşer)
esasen sadece zalim değil, aymaz ve azgındır da(İbrahi 34,
Ahzab 72, Bakara 30, Şura 30, Enbiya 44, Alak 6). Kendini
bilmez beşer, “acıması sınırsız ve affedici”(Rauf
ve Gaffar) olan ALLAH’ın tüm uyarılarına ve başına gelen(ve
elbette ki yapıp ettiklerinin sonucu) sıkıntılı
olaylara/durumlara rağmen, hâla kendi kendine zulmedecek kadar
da aptaldır/budaladır. Budizm de kendini bilmez’in karşılığı
“aptal” dır. İşte bu tür aptallarla ilgili
birkaç Budist özdeyiş:
“Tembel ve obur kişi pislik içinde yaşayan bir domuz gibidir. Bu aptal
kişi, öldükten sonra, ölümlü bir yaşam daha sürmek için bu
dünyaya yeniden gelir.”
“Aptal ve cahil kişiler dikkatsiz ve hiçbir zaman gözlemci olmayan
kimselerdir. Ancak gözlemci bir yaşam süren
insanlar yaşamın
değerini bilir.”(7)
“Kendini akıllı sanan kişi aslında aptal bir kimsedir. Aptallığını
görebilen bir kişi ise, hiç olmazsa o konuda akıllı olur.”
“Aptal kişi için, acıyı getiren sonuçlar ortaya çıkıncaya kadar yanlış
davranışlar tatlı görünür(8);
ancak sonuçlar
ortaya çıktığı
zaman, aptal kişi yanlış davranışlarının acı meyvelerini yemek
zorunda kalır(9).
Kur’an’da da bu gibi
kendini bilmezler için değişik sıfatların yanı sıra
“beyinsizler” sıfatı da kullanılmıştır(10).
Sorumluluk
Birey, müsebbibi(neden
olduğu) eylemlerden ve uzantılarından sorumludur. Esasen,
özgürlük varsa, sorumluluk da vardır. Ancak kayda değer
şeylerden(içsel gelişim açısından gerekli ve önemli olan
şeylerden) kendimizi sorumlu tutmak/hissetmek istiyorsak,
seçme özgürlüğü hakkımızı kullanmada da titizliği elden
bırakmamalıyız. Günümüz klinik psikolojisinin önemli
isimlerinden olan Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Sorumluluk
duygusu, kişinin ‘hedef piramidi’ni belirlemesinde ve bu
hedefleri gerçekleştirmesinde kilit duygulardan birisidir.”(DUYGULARIN
DİLİ, Timaş Yayınları). “Hedef Piramidi”
yaşamımızdaki işlerin önem ve önceliklerini belirlememize
yarar. Bu sıralamada tepe noktada, realitemiz gereği en
yaşamsal önemdeki konular/amaçlar bulunur. Osmanlılar’dan
kalma olduğu söylenen bir ifadeyle, “Ehemmi, mühime
tercih etmek”(Önemliyi, daha az önemli olana yeğlemek)
bu durumu yansıtan veciz bir ifadedir.
Kişinin böyle bir
duyarlılığı olmaz ise, gereksiz detaylarda boğuşurken
“piramidin tepesi” nden sapar. Yani sorumluluk
duygusu, bireyin kusur işlemesine engel olmasının yanında,
zaman zaman gereksiz detaylar çıkmazında zaman yitirmesine de
neden olabilir. “Şeytan ayrıntıda gizli” olduğu
gibi, başarı da ayrıntıda gizlidir. Önemli olan bu ikisi
arasındaki dengeyi(orta yolu, sıratı mustakim) yakalamaktır.
Elbette ki, sorumluluk duygusundan kaynaklanan detaycılık
amaca(“Piramidin tepesine” çıkan basamaklara)
yönelikse yararlıdır.
Sorumluluk duygusunun
başka bir boyutu da toplumsal sorumluluktur. Yani, toplum
yararına ve “elci”(diğerkâm) denebilecek
sorumluluklarımız. Toplu halde yaşamanın gereklerinden biridir
bu. Toplumsal adâlet ancak; zayıflardan, muhtaçlardan, zor
durumda kalanlardan, eğitim(âdap, edep, terbiye) özürlü
çocuklarımızdan ve gençlerimizden de sorumlu olduğumuz
düşünülerek sağlanır. Yarışma, rekabet ve sömürü ilkesine
dayanan kapitalist sistem; kamu yararından çok, güçlü olanın
ayakta kaldığı, zayıfın eriyip güçsüzleştiği bir düzen
geliştirmiştir. Demokrasinin boşluklarından ve nimetlerinden
bencilce ve sömürgen bir zihniyetle yararlanıp, insan
haklarını ihlale yönelik uygulamalara tepki göstermek her
aydının(akıl gönül sahibi salih kişinin) sorumluluğudur.
İnsan haklarını hiçe
sayıp, kamu talanına neden olan zihniyet mensupları yapıp
ettiklerinin sonuçlarıyla (Determinizm Yasasına göre) er ya da
geç nasıl karşılaşacaksa, bu çarpık uygulamaya insanî değerler
çerçevesinde sağduyu ve vicdan özgürlüğü gereği olarak tepki
verenlerde yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla karşılaşacaktır.
Kabaca “iç disiplin” anlamına gelen vicdanın
sınırlarını da sorumluluk duygusu belirler. Bu içsel eğilim
sorumluluk duygusundan yardım alarak seslenir bize. Ama
kendini bilmez benlik(Budizm’deki “aptal”,
Kur’an’daki “beyinsiz”…) bu sese çoğu zaman
kulak tıkar ya da bencilce nedenler ve tevillerle kılıf
uydurur. Elbette ki, bu tutumdan vazgeçmediği sürece telâfisi
zor eprövlerle (yaşam sınavları) uğraşması kaçınılmaz olur.
Görülüyor ki
insanlaşarak İlâhi Yasalara uyumun gereği de kendini
tanıma/bilme kapsamındaki iç disiplindir. Bu da, vicdan ile
sorumluluğu yan yana getirmekle olasıdır. Bu demektir ki,
vicdanlı olmaya yönelik iç sorumluluk bilinciyle
yetiştirilmemiş çocuk eğitilmiş sayılamaz. Ne yazıktır ki
günümüz okullarında sade öğretim yapılıyor, eğitim değil.
Bencillikten kurtarılamamış çocuk/genç eğitim özürlüdür.
Günümüz gençliğinin durumu ve sorunlarıyla ilgili, ne yazık ki
içler acısı gerçekler Prof. Dr. Erdal ATABEK’in eserlerinden
öğrenilebilir.
Determinizm Yasası hiç
şaşmaz bir şekilde sürekli çalışıyor: 21. Y.Y.’ın maddeci
modernizmi, vicdanın önemini unutturan, dünyasallaşmayı öne
çıkaran ve dolayısıyla da içsel sorumluluk bilincini körelten
sonuçlar üretti. Semavi dinlerin, yayılmasından önce egemen
olan pagan kültürü doğa güçlerine saygılıydı ama vicdanın
gereklerini tam olarak uygulamaya koyamamıştı. Bunun sonucu
olarak bir kimse, yakalanmadığı sürece hırsızlık yapabilirdi(11).
Pagan dönemin bazı erdemsizlikleri kılık değiştirerek ve daha
da sinsileşerek sözde “modern” 20.Y.Y’da da
ortaya çıktı. İnsanî değerlerden nasipsiz bazıları, yasalara
ters düşmediği taktirde ya da yasaların ve demokrasinin
boşluklarından yararlanarak gayri ahlâki davranışları hoş
görür ya da görmemezlikten gelir oldular. Ancak,
“istediğimi yapabilirim”(nefsanî özgürlük…) düşüncesi
toplum üyeleri arasında, toplumsal bağların zayıflamasına;
yalan, şiddet, suç, bencillik, hatta kana susamışlık gibi
beşeri kusurların yaygınlaşmasına yol açmıştır. Toplum, birer
“toplumsal yara” hâline gelen bu kusurların
sonuçlarına katlanmaya ve eğer becerebilirsek bu durumdan
içsel gelişim yönünde yararlanmaya(örneğin, her şeye rağmen
dürüst kalmaya, erdemlerden ödün vermemeye ve sabırlı olmaya…)
mecbur kaldı.
Peki, çözüm nerede
aranmalı?(Prof.Dr. Erdal ATABEK’in çok ustaca ele alıp
irdelediği ve gözler önüne serdiği) “yitirilmiş
değerlerimiz” i vicdansal bir sorumlulukla yeniden
kazanmaya çalışmaktır. Gerçek çağdaşlaşma, modernleşme ve
insanlaşma bu yolla gelecektir. Makro kozmosu ve mikro
kozmosu(bedensel beni) yaratan güce karşı sorumluluk duymak ve
erdemler yönünde yaşamaya çalışmak vicdanı yeşertecektir.
Vicdan, sonsuz yüceliklerin bireydeki en uç noktasıdır. Kişi
yazılı kurallara yasa ve polis korkusuyla uyar. Örneğin,
kapalı mekânlarda sigara içmemeyi ancak yasa ve polis
korkusuyla kısmen durdurabildik… Ama İlâhi Yasalara bilinçli
olarak uyumun gereği, kendini tanıma duyarlılığı ve idraklenme
cehtiyle gelen iç disiplindir. Bu da, nefsin
kabalığını/vahşiliğini gidermek ve duyguları kontrol altında
tutmakla olasıdır. Bireyde vicdan ile sorumluluğun yan yana
gelmesi ve at başı gitmesi o zaman gerçekleşecektir.
Sorumluluk duygusunun geliştirilmesi konusunda dipnot-11’deki
değerli kaynak eserden yararlanılabilir.
Kutsal Metinlerde
Deterministik işleyişin
toplum düzenindeki ve insan psikolojisindeki yansımalarını
kısaca gözden geçirdikten sonra, konunun kutsal metinlerde
nasıl yer aldığına bakalım. Örneğin, Kur’an açık ve net bir
biçimde, “sorumluluğun şahsiliği” ilkesi
üzerinde duruyor. Meâlen, hiç kimse ne büyüklerinin, ne de
çocuklarının manevi üstünlüğüne bağlı olarak sonsuz kurtuluşa
erebilir ve ne de onların günahlarından sorumludur(Fatır 18).
Dolayısıyla herkesin yaptığının ya da ihmâlinin
sonucu/sonuçları kendinedir. “Kim zerre kadar bir hayır
işlerse; onun mükâfatını görecek ve kim de zerre kadar bir
kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” - Zilzal
7+8. Şu deterministik işleyişin güzelliğine ve İlâhi Adâletin
şaşmazlığına bakar mısınız !
İçsel gelişime ve İlâhi
İradeye uyan/uymayan fiillerimiz(düşünce ve niyetlerimiz de
dâhil) yok olmuyor ve sanki evrensel bir kompüter
bünyesinde(hafızasında) saklanıyor ve varlık sonsuz tekâmül
gidişi boyunca bu kayıtların geribildirimleriyle er ya da geç
kaçınılmaz olarak karşılaşıyor. Bu karşılaşma/yüzleşme yakın
gelecekte de olabilir uzak gelecekte de; yani, şu bedenli
yaşamda da, beden ötesinde de… Bu durum Kur’an’ın konuyla
ilgili bazı ayetlerinde, “…her kişinin fiillerini kendi
boynuna taktık…” şeklinde ifade bulmuştur(İsra 13 +
14, Yasin 65).
Yukarıda son iki
paragrafta anlamını bulan, “herkesin kendi edimlerinden
sorumlu olması ilkesi” ile ‘uydurulan
Hıristiyanlık’taki asırlık kilise dogmalarından
birinin yıkılması hedeflenmiştir. Bilindiği gibi “Pavlus
Hıristiyanlığı”ndaki “ilk günah”(ya da
“ebedi/doğuştan günahkârlık”) dogmasıyla
Batı(Hıristiyan) toplumları hâla kandırılmaktadır. İlk kez
Pavlus’tan duymuş ve gülüp geçmişlerdi. Ama zaman içinde
Katolik Kilise’nin baskısı ve saptırıcı empozisyonlarıyla bu
“ilk günah” kandırmacası olanca ağırlığıyla
Hıristiyanların yaşamlarını şekillendirmeye başladı. İşin
kötüsü, “ilk günah” olmadan vaftiz de olmuyordu. Bu olmayınca
da kilise’ye katılarak tüm öteki günahlardan kurtulunmuyordu.
Görüldüğü gibi bir yalanı savunmak için daha büyük bir yalan
uydurmak gerekiyor. Elbette ki bunu yapanlar, katlanarak
büyüyen veballer altına giriyor. Zaten her şeyin şaşmaz
Determinizm Yasası altında sürüp gittiği evrende başka türlüsü
düşünülemez. Kilisenin bu yoğun baskısı doruk noktasına 11.
Y.Y.’da ulaştı ve öylece sürdü. Havva, hep o “şeytan”
a uyarak erkeğin mâsumiyetini kirleten dişi olarak gösterildi
durdu. Bu sapmışlık günümüze kadar sürdü ve 21. Y.Y.’da hâla
“kadın hakları istismarı” gibi beşeri bir
ayıbımızı düzeltmeye çalışıyoruz.
Nihâyet 1209’da kilise
babaları büyük bir Haçlı Ordusu kurarak, kendi uydurdukları
dogmalara göre “dinden sapmış kişi”(heretik)
olarak kabul ettikleri kendi cemaatlerinden insanları
soykırıma uğrattılar. “Cathere” diye bilinen bu
soykırım sırasında yaklaşık bir milyon kişi katledilmişti.
Ortaçağ Kilisesi’nin sapmış ruhban sınıfı burada da durmamış
15. Y.Y.’da bu kez de, ebe kadınların büyü ve sihirle
uğraştıklarını(ayrıca, doğum yapan annelere yardım
ettiklerini) öne sürerek, yaklaşık 2 milyon kadını diri diri
yaktırmıştı. Bununla da yetinmeyip; dul kadınların,
kocalarından kalan miras haklarını gasp ederek(mallarına ve
arazilerine el koyarak) kilise hazinesine aktarmışlardı.
Peygamberleri Yüce İsa Nebi’nin özgün öğretisindeki tüm
uyarılara rağmen bu sözde din adamlarının tarihe mâl olmuş bu
sapmışlıkları sergilemeleri ibretlik olaylar olarak karşımızda
duruyor(12). Kur’an’la yapılan
düzeltmelere, uyarılara ve dikkat çekmelere rağmen bu
sapmışlıkların bir kısmının hala sürüyor olması ve hatta
bunlardan bir kısmının kılık değiştirerek “dincilik,
Ilımlı İslam ve Yeşil Kuşak” şeklinde İslam ülkelerine
bulaşış olması da ayrı bir trajikomiklik… Biz, şimdi,
“herkesin yapıp ettiği kendinedir.” diyerek, tekrar
ana konumuza dönelim. Herkesin yaptığı muhakkak ki kendisine
döndürülecektir(Kur’an, Mücadile 7).
Kur’an’dan öğrendiğimiz
ve çevremizde gördüğümüz kadarıyla, ALLAH; tüm oluşları bir
takım nedenlere bağlamış ve bizlere de bunlar üzerinde fikir
oluşturmayı görev olarak yüklemiştir(Bu konuda fikir oluşturan
Fabio Marchesi’nin RUHUN FİZİĞİ adlı eser okunabilir) . Bu
nedenlerin bir kısmını biliyoruz ama bilmediklerimiz
bildiklerimizden daha çok. Kimimiz( daha doğrusu fikir çilesi
çekmeyenler, bu zahmete katlanamayanlar) nedenini bilmediğimiz
olaylara “tesadüf” demekte buluyor işin
kolayını. Bu tutum, bir bakıma kaçış oluyor elbette ki… Ya da
şimdilik bilinemez olanın karşısındaki aczini kabullenememek…
biz ALLAH’ın kudretinin sınırsızlığına inanmak fakat o
kudretin belirmiş sonuçları üzerinde düşünmek ve hatta
değerlendirmek zorundayız. Düşünmek, akıl etmek, aklı işletmek
vb. Kur’an’da en çok yinelenen kavramlardır.
Kıyamet Gününde Ödül
Hz. Muhammed’in gerçek
hadislerinden biri bizim şimdiki konumuzla ilgili: “Ben
sizin, kıyamet gününde ödülü en büyük olanınızım. Çünkü ben;
hem kendi amellerim karşılığında, hem de bana uyanların
amelleri karşılığında ödül alacağım.”(13). Buradan anlıyoruz ki, kişi; hem yaptığı iyiliklerin karşılığını
alacaktır, hem de yapılmasına vesile olduğu
iyiliklerin. Bu demektir ki kişinin sergilediği/sergileyeceği
hayra yönelik bir iş, deterministik bir kesinlik ve şaşmazlık
ile kendisine dönüyor. Başka bir hadisinde de şöyle demiş
Muhammed: “Kim bir hayra delâlet ederse, o hayrı
işleyenin elde edeceği karşılık ona da aynen verilir.”(13).
Görüldüğü gibi hiçbir etki(dolaylı bir etki de olsa)
karşılıksız, geri dönüşümsüz kalmıyor. 900 yıl öncesinden
bizlere seslenen Yusuf Has Hacip de çok farklı bir şey
söylememiş: “Sürekli iyilik yap ki, kendinde iyilik
bul.”(KUTADGU BİLİG, Antik Şark Klasikleri).
Fitne, Bir Fıtrat Yönetimi
Türevleriyle birlikte
yaklaşık 60 kadar Kur’an ayetinde geçen “fitne”
kavramı, konumuz determinizme ilgili sözcüklerdendir. İyi ile
kötüyü, arı ile kirliyi, doğru ile yalanı/yalancıyı ayırmaya
yarayan bir fıtrat yöntemidir “fitne”. Bu duruma
göre fert ya da toplumun, arındırılması gereken curuf ve
pisliği ne kadar çoksa, fitnesi de o kadar yoğun olacaktır.
Bununla bağlantılı olarak, beşeriyet/fert; kirlilik oranı
yükseldikçe fitneye daha çok maruz kalacaktır.
Nasıl ki çeşit çeşit
fitneleri bünyesinde barındıran ve faaliyete geçiren savaş da
büyük bir fitnedir. Birey(ler) her şeyle olduğu gibi savaşla
da sınanır ve savaşlar ile pek çok beşeri pislik ve iğrençlik
ortaya çıkıverirse; daha doğrusu, önümüze konuverir, sanki
“elimizin karası yüzümüze vurulur…”. Yapıp
ettiklerinin sonucu olarak beşerin/beşeriyetin şu ya da bu
şekilde fitne ile sınanması budur.
Kur’an fitneyi bir
tekamül aracı olarak göstermekte ve beşeriyetin, fitne ile
sürekli denemeye(eprövlere, yaşam sınavlarına) tâbi
tutulduğunu belirtmektedir. “İnsanlar ‘inandık’
demeleriyle bırakılacaklarını, hiçbir fitne ile
sınanmayacaklarını mı sandılar. Andolsun ki, biz senin
muhataplarından öncekileri de fitne yoluyla sınamışızdır…”-
Ankebut 2, 3.
İlâhi Murad, bireyi
sınamak olduğuna göre; negatif değerler kadar pozitif değerler
de fitne konusu olabilir. Fitne konusu olan şey, ne türden
olursa olsun; bize gelen, önümüze çıkan bir etkidir(nedendir).
Etkiye vereceğimiz tepki de bir sonuçtur. Bu sonuç da başka
bir olgunun/başlangıcın nedenidir ama bu sonuç(tepkimiz) bizim
genel tekâmül düzeyimiz hakkında bir ipucudur, bir ölçüm
sonucudur. İnsan, varlıkla da sınanır, yoklukla da, hayırla
da, şerle de… Enbiya Suresi 35’te işin esâsı şöyle konmuş
ortaya: “Biz sizi bir sınav olarak hayır fitnesiyle de
sınıyoruz, şer fitnesiyle de…”
Fitne hangi türden
olursa olsun; karşımıza çıkmışsa, kendi fiillerimizin
sonucudur ve elbette ki lâyık olduğumuzla karşılaşmışızdır. Bu
durumda beşeri yaşam; kuşbakışı bir görünümle, fitneler
silsilesidir çünkü her şey sınanma aracıdır. Bundan amaç,
enkarne varlığın iç kuvvetlerinin gelişmesi, varlıksal
potansiyelinin ortaya çıkması(bedende tezahür etmesi). Bu
açıdan bakıldığında bu da elbette ki bizleri geliştirici ilahi
bir nimettir; kuşkusuz, yararlanmasını ve değerlendirmesini
bilene…
“Şunu
kesinlikle bilin ki, sizin mallarınız da, evlatlarınız da
birer fitnedir.”- Enfal 28, Tegabün 15). Kur’an başka
bir ayetinde de mal ve evlat çokluğuyla övünenlerin bu
sınanmada başarısız olanlar olduğunu da söylüyor. İslam
düşünürleri fitnenin boyutlarını/kapsamını ifadeye koyarken,
şu deyimleri de kullanmışlardır(14):
Mal fitnesi, ölüm fitnesi, yaşam fitnesi, zenginlik/fakirlik
fitnesi, kadın/erkek fitnesi.
Günümüzde hepimiz içsel
gelişim ihtiyaçlarımıza göre ve liyakatimize göre yukarıdaki
konularda sınanıyoruz. Yukarıdaki paragrafta başarısız
olduğumuzu belirttiğimiz mal ve evlat çokluğuyla övünmenin
yanı sıra kırık not aldığımız başka bir sınav da
“dünya/madde cazibesi” ne karşı verdiğimiz sınav. Bu
konuda sadece bireysel boyutta değil, toplumsal boyutta da
kayıptayız ve kusurluyuz. Çünkü dünya beşerinin bir kısmının
dünya cazibesine yenik düşmüş ve parayı putlaştırmış
olmasından dolayı gelir dağılımındaki adâletsizlik(yoksul
güney ve zengin kuzey) küresel ayıplarımızdan biri olarak
karşımızda durmaktadır. Sadece batının zengin ülkeleri değil,
Ortadoğu’nun sözde Müselman Arap Ülkeleri de bu beşeri ayıbın
müsebbibi(nedeni) durumundadır. “Hikmet dolu”(Ali
İmran 58) Kur’an’ın peygamberi Hz. Muhammed yüzyıllarca
öncesinden bu konudaki endişesini şöyle dile getirmiş:
“… ve onların(Müselmanların) sınanmaları dünya süs ve malıyla
dünya zevklerinden olacaktır. Onlar, işte bu yolla fitneye
maruz kalacaklar ve ahret için gayret göstermekten
uzaklaşacaklardır.”(14).
Bugün yüce peygamberin
öngörüsü aynen gerçekleşmiş ve söz konusu zaaflarından ve
maddenin/dünyanın cazibesine yenik düşmelerinden dolayı
Ortadoğu’daki Müselman ülkelerin yöneticileri Batılı
Hıristiyanlar’ın işbirlikçisi ve taşeronu durumuna
düşmüşlerdir. Dahası, günümüz Müselman toplulukları sâdece
peygamberlerin değil, “Âlemlerin Rabbi’nden bir
indiriliş”(Hakka 43) olan Kur’an’ın uyarılarına da yüz
çevirmiş olduklarından dolayı, “başka topluluklar için
bir fitne aracı” durumuna düşmüşlerdir(En’am 53,
Furkan 20). Bu sapmışlıktan, Müselmanlar olarak üzülüyoruz ama
duygusallıktan toparlanıp ve ibret alıp, kendimize dönmemiz
gerektiğini de biliyoruz. Çünkü, konumuz olan determinizm ve
İlahi Adalet gereği herkesin yaptığı kendine…(Fatır 18, Yunus
108). Sarık ve arap fistanı giyip sakal bırakmakla Müselman
olunmuyor. Yukarıdaki ayetlerde ve Mâûn Suresi’nde yankılanan
uyarıya hedef olmamak gerek. Kâmil insana düşen; varlık ve
oluştaki ibretler tablosundan gereken dersi çıkarırken,
doğrudan doğruya kendisinin sergilediği negatifliklerle fitne
olmamasıdır. Bunun içindir ki Kur’an’daki özgün İslam’ın
peygamberi yüce Muhammed ümmetine ısrarlı bir biçimde
başkaları için fitne olmamalarını öğütlemiştir(Yunus 85,
Mümtehine 5).
Tüm bunlardan ve zaten
beşeri “mârifetlerimizden” olan çevre kirliliği, küresel
ısınma ve de dünyanın genel konjonktüründen(politik + ekonomik
koşullar) anlaşılmaktadır ki, dünya bir cadı kazanı gibi
kaynıyor, fokur fokur… Bu kazanı dolduran yemeğin malzemesi
çeşitli fitneler; yiyebilenler, daha doğrusu bunların
müsebbipleri yesinler afiyetle! Söz konusu fitnenin tamamen
ortadan kalkmadığı bir dünyanın hakkı(yani, yapıp ettiklerinin
sonucu) elbette ki mutluluk olamaz. Ekonomik krizle, politik
skandallarla çalkalanan sözde gelişmiş AB ve ABD… Servetle
şımarmış, hak duygusunun çeşitli kurnazca tevillerle
kılıflandığı bu ülkelerde her türlü ahlaksızlığın da çağdaşlık
ve özgürlük adına sergilendiği göz önüne alınırsa söylenecek
bir şey kalmıyor zaten… Bu arada unutmayalım ki, hak
duygusunun bir toplumla erozyona uğraması, o toplumda
yozlaşmanın belirtilerinden biridir. Ülkemiz yöneticileri de
bu durumda olan AB’ye girmek için hala yırtınıp duruyor… Ne
iştir! İşte determinizm: “hak duygusunun erozyona
uğraması ve hukukun üstünlüğünün yok edilmesi” neden,
“toplumsal yozlaşma” da sonuç… Bu “sonuç”
da, elbette ki başka olumsuzlukların nedeni… Determinizm hiç
şaşmadan işliyor. Bu, beşerin kendi kendine zulmü ve
budalalığı değil de nedir?
Durum böyle iken,
fatalistik bir kader anlayışıyla “alnımıza böyle
yazılmış…” hezeyanı ile kabahati ALLAH’a yüklemenin
bir anlamı olur mu? Bu hezeyana kargalar bile gülerdi.
Determinizm denince, genellikle ilk akla gelen kavramlardan
biri “fatalizm” dir. Yeri gelmişken, birkaç
cümle ile fatalizme de değinelim:
Fatalizm
Fatalist bakış açısına
göre, dünya her olay ve hareket, “ön bir hüküm”
ile ezelden ALLAH tarafından belirlenmiştir. Bunların
değiştirilmesi olası değildir(“alın yazısı”).
ALLAH’ın iradesi dışında beşeri ya da varlıksal(cüz’i) irade
söz konusu değildir. Böylece insanların iradi etkinliklerinin,
cehit ve gayretlerinin hiçbir anlamı kalmadığı gibi, yapıp
ettiklerinin değerleri de sıfır olmaktadır. Yani tüm varlıklar
birer robottan başka bir şey olmamaktadırlar.
Yaşama fatalist bakış
açısından görünen bu ama şöyle bir gerçek de var: Tekâmül
dediğimiz olmazsa olmazın, bu kozmik olgunun görgü ve
deneyimle ortaya çıktığını biliyoruz. Görgü ve deneyim ise
varlıkların doğrudan doğruya kendilerinin cehit ve
gayretleriyle(özellikle de “idraklenme cehti”
ile) iradelerini serbestçe kullanmaları suretiyle ancak
kazanılabiliyor. Şu halde tekâmül, bir emek ürünü olarak
kazanılmış bir liyakattir. Cehit ve gayret karşılığında
lütfedilmiş ilahi bir ihsandır. Hatalarımızın/kusurlarımızın
bizde uyandırdığı sıkıntı, hatta ıstırap hâleti; bizim bir
daha aynı hatayı yinelemememizi sağlayacak en kuvvetli
yardımcımızdır. Kendi edimlerinin yaratıcısı olmayan
varlıkların(sanki birer robot gibi), bu anlamda şuurlanıp
tekâmül etmeleri olası mıdır? Öyleyse, tekâmül mâdemki bir
gerekliliktir ve bu olmazsa olmaz için irâdi etkinliğe bağlı
cehit ve gayret sergilenmesi gereklidir. Durum böyle olunca
da, yukarıda tanımını verdiğimiz fatalistik düşüncenin geçerli
olmaması gerekmez mi…(15)
|