Meta Bilim

WWW.ASTROSET.COM

DETERMİNİZM

Hiç Şaşmadan İşleyen Nedensellik

Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER

  Tezahürat ortamındaki (ve dolayısıyla doğadaki) tüm olaylar arasında sıkı bir nedensellik bağının mevcut olduğu fikri, günümüz modern bilimine egemendir. Determinizmin evrenselliğinin söz konusu olduğu bu uçsuz bucaksız tezahürat ortamında tesadüfe elbette ki yer yoktur. Kadîm çağlarda Yunanlılar, göksel cisimlerin hareketlerinde matematik bir düzenin varlığını savundukları halde; başka fizik olayların ancak kısmen Nedensellik Yasası tarafından düzenlendiğini düşünmüşlerdi. Yunan düşünürlerinden hiçbirisi determinizmden ne anladığını açıkça belirtmiş değildir.

  Günümüz determinizm anlayışına göre, tüm olaylar birbirine bağlıdır. Olayların birbirini belli etmesi, birbirinin neden ve sonucu olması düşüncesinin temel ilkesidir. Her olay, nedenleriyle açıklanır ve anlaşılır. Olaylar arasındaki sürekli nedensellik bağını bozabilecek hiçbir güç yoktur.

  İnsanın sadece kararları değil, hareketleri de birer olay/olgu olduğu için, kendilerinden önceki maddi ve manevi olayların sonucu sayılmak gerekir. Başka türlü ifadesiyle, insanların kararları ve hareketleri de çeşitli nedenlerin birer sonucudur. İnsanın iradesi ve irâdi fiilleri, öteki olaylar gibi; doğal, toplumsal ve psikolojik etkenlerle bağlantılıdır. Olayların, daha önceki başka olayların sonucu olduğuna inanmak hususunda belli nedenlere sahip bulunmaktadır ve geleceğin nasıl olacağını(kabataslak da olsa) kestirmek olanağından yoksun değildir. Determinizm bir mantık ilkesi olduğuna göre, süresiz doğruluğa sahip olduğu kabul edilebilir. Bugün sonuç yaratan bir nedenin, yarın sonuç oluşturmayacağını söylemek, iki kere ikinin dört ettiğini, bugün ise 4,5 edebileceğini söylemek kadar anlamsızdır.

  Tam bu noktada, “Atomdaki belirsizlik ne olacak?” diyenler olabilir. Bu soruya şöyle bir yanıt ile karşılık verilebilir. Atomlar düzeyindeki fizik olayların, ancak ihtimale dayanan istatistik yasalarla açıklanmasını, henüz bilimsel çalışmanın yeteri kadar gelişmemiş olmasıyla açıklayabiliriz. Bilimin kesin yasaları bulacak kadar ilerlemediği dönemde istatistiksel yasalar büyük yarar sağlamakta ve daha sonra bu dönem aşılarak, olayları düzenleyen kesin yasalara erişilmektedir. Atom altı alanla ilgili problemler bakımından da aynı olasılığın doğruluğu kabul edilebilir.

  Louis de Broglie, atom altı düzeyde nedensellik bağlarını bulmak konusundaki beceriksizliğimizin; cisimcik, zaman ve mekan gibi mikroskobik araştırmalarda kullandığımız kavramların elverişsizliğinden kaynaklanmasının düşünülebileceğini belirtmektedir(HUKUK FELSEFESİ, Adnan GÜRİZ). Bazı modern fizikçiler de, elektronların aynı anda hızı ve kütlesi olan cisimcikler değil, yalnızca dalgalar olarak düşünülmesinin çok yanlış olmadığını önermektedirler. Nihayet determinizm olmadıkça, bilim de imkânsız olmaktadır. Birçok bilim insanının ve filozofun determinizmi bırakmaya yanaşmamalarının nedeni; kuşkusuz, bu gerçeği kavramış olmalarıdır. Bu arada 20. Y.Y.’ın büyük bilim insanı Einstein de bu nedenle determinizm ilkesini reddetmeye yanaşmadığını belirtmişti.

Felsefede

 Descartes’ın sadece madde ve bedene uyguladığı determinizm mekanizmasını Spinoza; sadece Tanrı’da değil, ruh’da da görmüştür: “Tanrı, sonsuz yüklemlerden kurtulmuş olarak, eşyanın gerçek nedenidir.”. Spinoza’ya göre âlemi yöneten determinizmdir(Sebep-Sonuç Yasası). Doğa Tanrı’dan; Tanrı doğadan ayrılamaz. Birinci durumda, sonuç nedenden, kip de yükleminden ayrılmış olur. İkinci durumda ise, mutlak nedenden zorunlu gelişmeden, mutlak töz yüklemlerini zorunlu olarak anlatan kiplerinden ayrılmış olur(FİLOZOFLAR ANSİKLOPEDİSİ, Cemil SENA).

  Mutlak determinizmi savunan Spinoza’ya göre, insanlar kendilerine belirlenmiş hareketleri yaptıran nedenleri bilmeden bu hareketler hakkında bir bilince sahip oldukları içindir ki, kendilerinin özgür olduklarını sanırlar. Filozofumuza göre, madem ki her şey zorunludur, sorumluluk da zorunlu olacaktır.

 Determinizm, insanı iyimser yapar. Bu cümleden olmak üzere, determinizm, insanı giderek daha olgun ve kusursuz kılar. Bu şekilde gidiş, Tanrı’nın zihinsel sevgisine doğrudur.(FELSEFE TARİHİ, Alfred WEBER). Her nesne, başka bir nesnenin, her olay başka bir olayın zorunlu sonucudur. Böylece tüm nesneler(tezahüratın görünen/görünmeyen birimleri) sonsuz bir bağlantı içinde(tesir ağı) yer alırlar ve bu bağlantı kesintisizdir. Bu tesir ağı ve ilişki içinde her bir birim; hem etkileyen, hem de etkilenen durumdadır. Dolayısıyla her etkiye, karşılık olan bir tepki söz konusudur. Bu şekilde, tüm varlığı sıkı bir determinizme bağlayan Spinoza felsefesi, insanın sadece ruhsal hayatını değil, toplumsal yaşamını da sıkı bir mekanik zorunluluk bağlantısı içine yerleştirir(FELSEFE TARİHİ, Macit GÖKBERG).

  Hukukçu filozoflardan Thomas HOBBES de, her şeyin determinizm yasasına dayandığını savunmuştur(HUKUK FELSEFESİ, Adnan GÜRİZ). HOBBES’e göre determinizm, öyle bir evrensel yasadır ki, insan iradesi de bu yasaya tabidir. İnsanın kararı/kararları en güçlü uyarana(etkiye) göre oluşur. İnsan kendisi için zorunlu olan hareketi yapar. HOBBES, insanın etik faktörlerle değil, fizik faktörlerin etkisi altında davrandığı görüşündedir. Örneğin, ceza sorumluluğu kişinin subjektif olarak kendi fiilinden sorumlu olmasından ileri gelmez, fakat kişinin davranışının objektif olarak topluma zarar vermesinden doğar.

Determinizm ve Fatalizm

  Determinist görüşün karşısında fatalist yaklaşımların bulunduğu bilinir. Hatta bu ikisini karıştıranlar da yok değildir. Determinist düşünürler, genel olarak fatalizmi reddetmekte ve determinizmin fatalizmle karıştırılmasını doğru bulmamaktadırlar. Fatalist bakış açısına göre; varlığın seçme özgürlüğü ve irade özgürlüğü yoktur, insan hiçbir anlamda kendiliğinden hiçbir şey yapabilecek durumda değildir.

  Fatalizmi reddeden deterministler, varlıksal iradenin etkili bir kuvvet olduğunu kabul ederler. Bununla birlikte, etki gücüne sahip olan insan iradesi de gerçekte; her şey gibi, Nedensellik Yasasına bağlı bulunmaktadır. Determinizm, her insanın, kendi rolü olmayan iç ve dış nedenlerin/etmenlerin bir sonucu olduğu görüşünü savunur. Tarihin şu ya da bu döneminde yaşamak, şu ya da bu ülkede enkarne olmak; elimizde olmayan nedenler tarafından, yani “rastgele/tesadüfen” belirlenmiş gibi görünse de(tutucu metaryalistlerin bakış açısıyla…); aslında ruh varlığı(asıl kendimiz) olarak tüm bu etmenleri(doğmadan önce) kendimiz belirleriz. Daha kapsamlı bir ifadeyle; şimdiki yaşamımız, daha önceki yaşamlarımızın olmazsa olmaz ve zorunlu bir sonucudur. Bu demektir ki şimdiki yaşamımız(ve hatta bu yaşam içindeki bize özgü olaylar) kadim yaşamlarımızdaki iradi etkinliklerimizin deterministik bir sonucudur. Bu nedenle, varlığın yapıp ettiklerinden, kendisinden başka kimse sorumlu değildir. Alınlara yazılmış “alın yazısı” diye bir şey varsa; o da, “kendim ettim, kendim buldum…” gibi bir ifade olabilir… Ortadaki açık gerçek(plain truth) ve kadÎm ruhçuluğun kanıtlanmış deneysel sonuçları varken, okullarda çocuklara hâla; “kişinin gürbüz/zayıf olması, sağlığının şu ya da bu durumda olması, erkek/dişi olarak doğması vb. hep kendi irade gücünün dışında ve onun rolü olmaksızın belirlendiği” nin öğretiliyor olması büyük talihsizlik değil midir!

  Varlıksal irade özgürlüğü gerçeğini, günümüz dar görüşlü maddeci bilimi sâhip olduğu yöntemlerle kanıtlayamamaktadır. Ancak özgürlüğün yokluğu da bu bilim tarafından kanıtlanmış değildir. İrade özgürlüğüne inananları, fizikötesi ile uğraşmakla suçlayan fikir adamları, determinizmi kabul ederek irade özgürlüğünü reddettikleri zaman, doğrudan doğruya fizikötesi nitelik taşıyan bir iddia önermiş olmuyorlar mı? İrade özgürlüğünün var olduğunu kanıtlamak için, günümüz maddeci biliminin elinde gerekli/yeterli yöntem bulunmasa bile, tüm insanlarda bulunan ve kadîm zamanlardan beri var olan özgürlük bilinci ve bu yolda(özgürlük uğruna) verilen pek çok mücâdele, irade özgürlüğünün varlığını gösteren sağlam bir kanıt olarak karşımızda(daha doğrusu, bilimin gözü önünde) durmaktadır.

  Unutmayalım ki, bilimsel materyalizmin tutuculuğundan kurtulabilmiş(Pierce, Bergson, Dewey vb. gibi) düşünürler; yeniliğin, canlılığın ve yaratıcılığın(başka bir deyişle, kapalı değil, açık bir evrenin insana sağlanmasının) ancak irade özgürlüğünün kabul edilmesiyle olası olabileceği konusunda özellikle ısrar etmişlerdir.

  Öte yandan irade özgürlüğünün kabul edilmemesi, kişinin iyiye ulaşmak, ahlaksal görevlerini(insan olmanın gereklerini) yerine getirmek şeklindeki tüm çabalarını tamamen anlamsız bırakmaz mı? Eğer birey, olayların önünde yalnızca basit bir oyuncak ise, iyiye ve(hatta yapabilirsek) daha iyiye yönelmek yolundaki tüm gayretlerimiz anlamsızlaşacaktır. Çünkü ahlak teorisi, ahlaksal sorumluluk esasına dayanır. Eğer kişi, fena şekilde hareket etmeye mecbur olduğu için davranış bozukluğu sergilemişse, onu ahlaksal açıdan suçlamak abes olur. Özgürlüğün tanınmaması, sorumluluğun da reddini beraberinde getirmez mi?

İrade Özgürlüğü ve Hukuk

  İrade özgürlüğü olmaksızın, hukuksal sorumluluktan da söz edilemez. İrade özgürlüğü görüşünü/gerçeğini benimsemiş endeterminist düşünürler, sorumluluktan söz edebilmek için, irade özgürlüğünü kabul etmenin zorunlu olduğunu savunmuşlardır. Bu yaklaşıma göre; hukuk, her ferdin bir kişilik olduğu varsayımına dayanır. Dahası, ceza ve mükâfatı, suç ve liyakate göre dağıtmak yoluyla, her kişinin belli ölçüde de olsa, irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu kabul eder(Adnan GÜRİZ, HUKUK FELSEFESİ). Ceza ehliyeti olan bir suçlu ile, akılsal dengesi yerinde olmayan birisine ceza verilirken, ötekisine ceza verilmemesi; onun üzerinde cezanın hiçbir önleme etkisine sahip olmamasından değil fakat aklında normal saik kavramının bulunmamasından ve etkinlik göstermemesindendir. Ceza ehliyetine sahip olan suçluya ceza verilmesi ise, onun başka şekilde hareket etmeye muktedir olmasından; yani isteseydi, suç oluşturan fiili işleyemeyeceğine inanılmasından ileri gelmektedir. Başka bir deyişle “irade özgürlüğü” olmazsa, suç da yoktur. Özetlemek gerekirse, şu söylenebilir: Ceza hukukunda kişinin isteme yeteneğini etkileyen durumlar; hukukun, insanı “seçen bir varlık” olarak değerlendirdiğinin kanıtı olmaktadır(Determinizmle bağlantılı olarak irade özgürlüğü konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları).

İnisiyatik Öğretilerde

  Yazı akışımızın bu noktasına kadar determinizm kavramının felsefi değerlendirmesini gördükten sonra; birazda, konunun kadim inisiyasyonlardaki ve hatta, Kur’an başta olmak üzere, kutsal metinlerdeki durumuna bakalım. Determinizmde neden/nedenler, sonuç/sonuçları doğurur; bu sonuçlarda başka olguların ve oluşumların nedenlerini oluşturur. Bu işleyiş içinde tezahürat şaşmaz değişimini sürdürür. Bu gidiş nereye? Kuşkusuz, her şeyin ve nedenlerin de yaratıcısı olan ALLAH’a doğru. Ünlü İslam düşünürü Muhyiddin-i Arabi, “Sebepleri halk eden müsebbib, tek ve eşsiz olan Hak’tır.” diyor, ünlü eseri Fusus ül- Hikem’de. Her şeyin yaratıcısı ve elbette ki tüm nedenlerin de ilk ve tek nedeni O’dur.

Ruhun Tesirliliği ve Tesadüfler

  Madde, maddesel enerjinin tezahür etmiş bir hâlidir, ruhsal enerjinin tesirliliği altında belli bir formda bulunur. Madde esasen atıldır; yani kendi kendine hareket edemez. Ancak ruhsal enerjiden kaynaklanan maksatlı bir tesirliliğin(müessiriyetin) altında hem bu tesirliliğin iradesine uygun formunu korur, hem de gerekirse çeşitli hareketler sergiler, hatta halden hale girer. Dolayısıyla tüm fiziksel/maddesel hareketler şuurludur ama bu şuurluluk maddesel formdan kaynaklanan bir şuurluluğa ait olmayıp, ruha ait bir şuurluluktur. Bu sonuç, ruhsal maksatlı tesirliliğin sadece her yerde yaygın olduğunun değil, aynı zamanda tesadüf diye bir durumun olmadığını da kanıtlar.

  Evrenlerde(tüm tezahürat içinde) tesadüfe ve rastgele ortaya çıkan hiçbir şey olmamasına rağmen, sadece bilgisizliğimizin değil, fehim ve ferâsetten yoksunluğumuzu da gizlemek için bu sözcüğü oldukça sık kullanırız. “Tesadüf” deyip geçtiğimiz bir olayın ardındaki nedenselliği(causality) bilmediğimiz(daha doğrusu, olayların ortaya çıkışını sağlayan nedenselliğe nüfuz edemediğimiz) için, “tesadüf” sözcüğünü kullanır dururuz. Bu kullanım; elbette ki uyurgezerliğin ve illüzyonel yaşamın belirgin sonucudur. Çünkü olmuş olan bir şeye/olaya “tesadüfen” deyip geçen bir kimse, bu nedenselliği anlama zahmetine katlanmıyor demektir. Oysaki Ergün ARIKDAL’ın da belirttiği gibi(1), “Her olay bir sebep ve her sebep de bir sonuca bağlıdır. Normal doğa olayları olarak gördüklerimizin ardında bile pek büyük anlamlar gizlidir. Dolayısıyla “tesadüf”; bilgisizliğin, fehim ve ferasetten yoksunluğun sonucu ortaya çıkan ve cahilliği gizleyen sama ve avutucu bir sözcüktür.”

  Tesadüf sözcüğünün yersizliğini ve anlamsızlığını da bu şekilde vurguladıktan sonra, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, atalet ile nitelendirilmiş olan evrenin hiçbir maddesinden kendi kendine maksatlı bir hareket beklenemez ve maddesel bir yapı kendiliğinden hareket de edemez. Eğer böyle olmuş olsaydı, evrensel bir karmakarışıklık içinde maddesel evren çoktan yıkılıp giderdi. Oysaki durum bunun tam tersi olup; “Her maddenin oluşu, her olayın vukua gelişi Mutlak Varlık’ın yasaları altında cereyan eder.”(2)

  Evrende olmakta olan her şey, tüm tezahürat O’nun İlahi Murad’ı yönünde ve Yasaları(Sünnetullah) çerçevesinde olup durmaktadır(3). İlahi Murad’ın uygulayıcıları şuurlu varlıklardır. Şuurlu varlıklar, tekâmül düzeylerine göre, İlahi İrade Yasaları’nı kullanarak(daha doğrusu, bu yasalar aracılığıyla) tesirliliklerini maddesel evrenlerde sergileyerek yaratılışa/tezahürata katılırlar(4).

  Varlık âleminde nedensiz hiçbir şey, hiçbir olgu yoktur. Hiçbir şey yoktan var olmaz; var olan hiçbir şey de yok olmaz, şekil değiştirir, başka bir şeye dönüşür. Yoktan var eden sadece Yaradan’dır. O müteal(aşkın) var edişle de varlık âlemi sürüp gitmektedir. Dolayısıyla varlıkların da tüm eylemlerinin(enkarne varlıkların düşünme etkinlikleri de dâhil) bir karşılığı, bir sonucu vardır evrensel determinizm çerçevesinde. Bu demektir ki varlık; düşünceleri/imajinasyonları da dâhil tüm eylemlerinden sorumludur ve bu etkinliğinin sonuçlarıyla karşılaşmak durumundadır. İlahi adalet böylece gerçekleşiyor. Bu gerçeğin İlahi Kelam’da şöylece yer aldığını görüyoruz: “Her insanın yapıp ettiklerini boynuna doladık. Kıyamet günü, onun önüne açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkacak ve şöyle diyeceğiz: ‘Oku kitabını! Hesaba çekici olarak bugün sana öz nefsin yeter.’”

  Ayetin son cümlesinde de belirtildiği gibi, varlık kendi yapıp ettiklerini kendisi değerlendirecektir. Çünkü belirli şeyleri yapmaya(belli bir “yaşam planı” çerçevesinde doğmadan önce) kendi karar vermiştir. Dünya bedenini terk ettikten sonra, dünya yaşamındaki değerlendirmesini kendi yapacak; bir bakıma, kendi kendini hesaba çekecektir, yüksek beni(asıl kendi) olarak. Bu değerlendirme/hesaplaşma sırasında başarısız olduğu durumlar için üzülmesi(hatta başarısızlığının büyüklüğüne göre) kahrolurcasına ısdırap çekmesi ve pişmanlık duyması(cehennem hali) elbette ki kaçınılmaz ve doğaldır. Bunda, kendisinden başka hiç kimse sorumlu değildir. Çünkü varlık(dezenkarne durumdaki varlık) “kendi etmiş, kendi bulmuştur…”(5)

  İlahi Adâlet’in, Determinizm(Sebep-Sonuç) Yasası çerçevesinde tecelli edişi, halk dilinde, “Dünya ahretin tarlasıdır…” şeklinde yerini bulmuştur. Buradaki “ahiret” sözcüğü ile ölüm ötesi kastedilmekte ise de, bu sözcüğün asıl anlamı “bir sonraki an/zaman/durum” dur. Bu demektir ki, içinde bulunduğumuz şu dakikadan sonraki dakika, bizim için âhrettir, ahir zamandır. Esasen, yapıp-ettiklerimizle er ya da geç dünyada da karşılaşmıyor muyuz? Âhiret, sâdece ölüm ötesi değil, burada da var çünkü determinizm hem fizikte, hem de fizik ötesinde işliyor, hem de hiç şaşmadan…

  Determinizm kavramı kapsamında cennet-cehennem kavramlarından anladığımız da budur: Cennet-cehennem konusunun simgesel yanı çok tartışılmıştır. Cennet ile cehennem mekânlar mıdır, yoksa haller mi? 20. Y.Y.’ın en büyük İslam düşünürlerinden Prof. Dr. Muhammed İKBAL(ölüm 1938)’in ve ünlü müfessir Ömer Rıza DOĞRUL’un da içinde bulundukları bir gurup büyük düşünür, cennet ve cehennemi belirli mekânlar değil, haller olarak kabul ettiklerini ifade etmişlerdir(6).

  Son iki paragrafımızda ele aldığımız cennet-cehennem halleri ebedi olmadığı gibi, ALLAH’ın kullandığı(özellikle de cehennem) bir intikam aracı da değildir. “ALLAH zulmetmez, kişi kendi kendine zulmeder…” mealindeki ayetler: Nahl 118, Tur 18, Ali İmran 108, 117, Fussilet 46, Enbiya 44, 47, Enfal 51, Hud 101. Beşer(özellikle de kendini bilmez ve dünyasallaşmış beşer) esasen sadece zalim değil, aymaz ve azgındır da(İbrahi 34, Ahzab 72, Bakara 30, Şura 30, Enbiya 44, Alak 6). Kendini bilmez beşer, “acıması sınırsız ve affedici”(Rauf ve Gaffar) olan ALLAH’ın tüm uyarılarına ve başına gelen(ve elbette ki yapıp ettiklerinin sonucu) sıkıntılı olaylara/durumlara rağmen, hâla kendi kendine zulmedecek kadar da aptaldır/budaladır. Budizm de kendini bilmez’in karşılığı “aptal” dır. İşte bu tür aptallarla ilgili birkaç Budist özdeyiş:

“Tembel ve obur kişi pislik içinde yaşayan bir domuz gibidir. Bu aptal kişi, öldükten sonra, ölümlü bir yaşam daha sürmek için bu dünyaya yeniden gelir.”

“Aptal ve cahil kişiler dikkatsiz ve hiçbir zaman gözlemci olmayan kimselerdir. Ancak gözlemci bir yaşam süren insanlar yaşamın değerini bilir.”(7)

“Kendini akıllı sanan kişi aslında aptal bir kimsedir. Aptallığını görebilen bir kişi ise, hiç olmazsa o konuda akıllı olur.”

“Aptal kişi için, acıyı getiren sonuçlar ortaya çıkıncaya kadar yanlış davranışlar tatlı görünür(8); ancak sonuçlar ortaya çıktığı zaman, aptal kişi yanlış davranışlarının acı meyvelerini yemek zorunda kalır(9).

Kur’an’da da bu gibi kendini bilmezler için değişik sıfatların yanı sıra “beyinsizler” sıfatı da kullanılmıştır(10).

Sorumluluk

  Birey, müsebbibi(neden olduğu) eylemlerden ve uzantılarından sorumludur. Esasen, özgürlük varsa, sorumluluk da vardır. Ancak kayda değer şeylerden(içsel gelişim açısından gerekli ve önemli olan şeylerden) kendimizi sorumlu tutmak/hissetmek istiyorsak, seçme özgürlüğü hakkımızı kullanmada da titizliği elden bırakmamalıyız. Günümüz klinik psikolojisinin önemli isimlerinden olan Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Sorumluluk duygusu, kişinin ‘hedef piramidi’ni belirlemesinde ve bu hedefleri gerçekleştirmesinde kilit duygulardan birisidir.”(DUYGULARIN DİLİ, Timaş Yayınları). “Hedef Piramidi” yaşamımızdaki işlerin önem ve önceliklerini belirlememize yarar. Bu sıralamada tepe noktada, realitemiz gereği en yaşamsal önemdeki konular/amaçlar bulunur. Osmanlılar’dan kalma olduğu söylenen bir ifadeyle, “Ehemmi, mühime tercih etmek”(Önemliyi, daha az önemli olana yeğlemek) bu durumu yansıtan veciz bir ifadedir.

  Kişinin böyle bir duyarlılığı olmaz ise, gereksiz detaylarda boğuşurken “piramidin tepesi” nden sapar. Yani sorumluluk duygusu, bireyin kusur işlemesine engel olmasının yanında, zaman zaman gereksiz detaylar çıkmazında zaman yitirmesine de neden olabilir. “Şeytan ayrıntıda gizli” olduğu gibi, başarı da ayrıntıda gizlidir. Önemli olan bu ikisi arasındaki dengeyi(orta yolu, sıratı mustakim) yakalamaktır. Elbette ki, sorumluluk duygusundan kaynaklanan detaycılık amaca(“Piramidin tepesine” çıkan basamaklara) yönelikse yararlıdır.

  Sorumluluk duygusunun başka bir boyutu da toplumsal sorumluluktur. Yani, toplum yararına ve “elci”(diğerkâm) denebilecek sorumluluklarımız. Toplu halde yaşamanın gereklerinden biridir bu. Toplumsal adâlet ancak; zayıflardan, muhtaçlardan, zor durumda kalanlardan, eğitim(âdap, edep, terbiye) özürlü çocuklarımızdan ve gençlerimizden de sorumlu olduğumuz düşünülerek sağlanır. Yarışma, rekabet ve sömürü ilkesine dayanan kapitalist sistem; kamu yararından çok, güçlü olanın ayakta kaldığı, zayıfın eriyip güçsüzleştiği bir düzen geliştirmiştir. Demokrasinin boşluklarından ve nimetlerinden bencilce ve sömürgen bir zihniyetle yararlanıp, insan haklarını ihlale yönelik uygulamalara tepki göstermek her aydının(akıl gönül sahibi salih kişinin) sorumluluğudur.

  İnsan haklarını hiçe sayıp, kamu talanına neden olan zihniyet mensupları yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla (Determinizm Yasasına göre) er ya da geç nasıl karşılaşacaksa, bu çarpık uygulamaya insanî değerler çerçevesinde sağduyu ve vicdan özgürlüğü gereği olarak tepki verenlerde yapıp ettiklerinin sonuçlarıyla karşılaşacaktır. Kabaca “iç disiplin” anlamına gelen vicdanın sınırlarını da sorumluluk duygusu belirler. Bu içsel eğilim sorumluluk duygusundan yardım alarak seslenir bize. Ama kendini bilmez benlik(Budizm’deki “aptal”, Kur’an’daki “beyinsiz”…) bu sese çoğu zaman kulak tıkar ya da bencilce nedenler ve tevillerle kılıf uydurur. Elbette ki, bu tutumdan vazgeçmediği sürece telâfisi zor eprövlerle (yaşam sınavları) uğraşması kaçınılmaz olur.

  Görülüyor ki insanlaşarak İlâhi Yasalara uyumun gereği de kendini tanıma/bilme kapsamındaki iç disiplindir. Bu da, vicdan ile sorumluluğu yan yana getirmekle olasıdır. Bu demektir ki, vicdanlı olmaya yönelik iç sorumluluk bilinciyle yetiştirilmemiş çocuk eğitilmiş sayılamaz. Ne yazıktır ki günümüz okullarında sade öğretim yapılıyor, eğitim değil. Bencillikten kurtarılamamış çocuk/genç eğitim özürlüdür. Günümüz gençliğinin durumu ve sorunlarıyla ilgili, ne yazık ki içler acısı gerçekler Prof. Dr. Erdal ATABEK’in eserlerinden öğrenilebilir.

  Determinizm Yasası hiç şaşmaz bir şekilde sürekli çalışıyor: 21. Y.Y.’ın maddeci modernizmi, vicdanın önemini unutturan, dünyasallaşmayı öne çıkaran ve dolayısıyla da içsel sorumluluk bilincini körelten sonuçlar üretti. Semavi dinlerin, yayılmasından önce egemen olan pagan kültürü doğa güçlerine saygılıydı ama vicdanın gereklerini tam olarak uygulamaya koyamamıştı. Bunun sonucu olarak bir kimse, yakalanmadığı sürece hırsızlık yapabilirdi(11). Pagan dönemin bazı erdemsizlikleri kılık değiştirerek ve daha da sinsileşerek sözde “modern” 20.Y.Y’da da ortaya çıktı. İnsanî değerlerden nasipsiz bazıları, yasalara ters düşmediği taktirde ya da yasaların ve demokrasinin boşluklarından yararlanarak gayri ahlâki davranışları hoş görür ya da görmemezlikten gelir oldular. Ancak, “istediğimi yapabilirim”(nefsanî özgürlük…) düşüncesi toplum üyeleri arasında, toplumsal bağların zayıflamasına; yalan, şiddet, suç, bencillik, hatta kana susamışlık gibi beşeri kusurların yaygınlaşmasına yol açmıştır. Toplum, birer “toplumsal yara” hâline gelen bu kusurların sonuçlarına katlanmaya ve eğer becerebilirsek bu durumdan içsel gelişim yönünde yararlanmaya(örneğin, her şeye rağmen dürüst kalmaya, erdemlerden ödün vermemeye ve sabırlı olmaya…) mecbur kaldı.

  Peki, çözüm nerede aranmalı?(Prof.Dr. Erdal ATABEK’in çok ustaca ele alıp irdelediği ve gözler önüne serdiği) “yitirilmiş değerlerimiz” i vicdansal bir sorumlulukla yeniden kazanmaya çalışmaktır. Gerçek çağdaşlaşma, modernleşme ve insanlaşma bu yolla gelecektir. Makro kozmosu ve mikro kozmosu(bedensel beni) yaratan güce karşı sorumluluk duymak ve erdemler yönünde yaşamaya çalışmak vicdanı yeşertecektir. Vicdan, sonsuz yüceliklerin bireydeki en uç noktasıdır. Kişi yazılı kurallara yasa ve polis korkusuyla uyar. Örneğin, kapalı mekânlarda sigara içmemeyi ancak yasa ve polis korkusuyla kısmen durdurabildik… Ama İlâhi Yasalara bilinçli olarak uyumun gereği, kendini tanıma duyarlılığı ve idraklenme cehtiyle gelen iç disiplindir. Bu da, nefsin kabalığını/vahşiliğini gidermek ve duyguları kontrol altında tutmakla olasıdır. Bireyde vicdan ile sorumluluğun yan yana gelmesi ve at başı gitmesi o zaman gerçekleşecektir. Sorumluluk duygusunun geliştirilmesi konusunda dipnot-11’deki değerli kaynak eserden yararlanılabilir.

Kutsal Metinlerde

  Deterministik işleyişin toplum düzenindeki ve insan psikolojisindeki yansımalarını kısaca gözden geçirdikten sonra, konunun kutsal metinlerde nasıl yer aldığına bakalım. Örneğin, Kur’an açık ve net bir biçimde, “sorumluluğun şahsiliği” ilkesi üzerinde duruyor. Meâlen, hiç kimse ne büyüklerinin, ne de çocuklarının manevi üstünlüğüne bağlı olarak sonsuz kurtuluşa erebilir ve ne de onların günahlarından sorumludur(Fatır 18). Dolayısıyla herkesin yaptığının ya da ihmâlinin sonucu/sonuçları kendinedir. “Kim zerre kadar bir hayır işlerse; onun mükâfatını görecek ve kim de zerre kadar bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” - Zilzal 7+8. Şu deterministik işleyişin güzelliğine ve İlâhi Adâletin şaşmazlığına bakar mısınız !

  İçsel gelişime ve İlâhi İradeye uyan/uymayan fiillerimiz(düşünce ve niyetlerimiz de dâhil) yok olmuyor ve sanki evrensel bir kompüter bünyesinde(hafızasında) saklanıyor ve varlık sonsuz tekâmül gidişi boyunca bu kayıtların geribildirimleriyle er ya da geç kaçınılmaz olarak karşılaşıyor. Bu karşılaşma/yüzleşme yakın gelecekte de olabilir uzak gelecekte de; yani, şu bedenli yaşamda da, beden ötesinde de… Bu durum Kur’an’ın konuyla ilgili bazı ayetlerinde, “…her kişinin fiillerini kendi boynuna taktık…” şeklinde ifade bulmuştur(İsra 13 + 14, Yasin 65).

  Yukarıda son iki paragrafta anlamını bulan, “herkesin kendi edimlerinden sorumlu olması ilkesi” ile ‘uydurulan Hıristiyanlık’taki asırlık kilise dogmalarından birinin yıkılması hedeflenmiştir. Bilindiği gibi “Pavlus Hıristiyanlığı”ndaki “ilk günah”(ya da “ebedi/doğuştan günahkârlık”) dogmasıyla Batı(Hıristiyan) toplumları hâla kandırılmaktadır. İlk kez Pavlus’tan duymuş ve gülüp geçmişlerdi. Ama zaman içinde Katolik Kilise’nin baskısı ve saptırıcı empozisyonlarıyla bu “ilk günah” kandırmacası olanca ağırlığıyla Hıristiyanların yaşamlarını şekillendirmeye başladı. İşin kötüsü, “ilk günah” olmadan vaftiz de olmuyordu. Bu olmayınca da kilise’ye katılarak tüm öteki günahlardan kurtulunmuyordu. Görüldüğü gibi bir yalanı savunmak için daha büyük bir yalan uydurmak gerekiyor. Elbette ki bunu yapanlar, katlanarak büyüyen veballer altına giriyor. Zaten her şeyin şaşmaz Determinizm Yasası altında sürüp gittiği evrende başka türlüsü düşünülemez. Kilisenin bu yoğun baskısı doruk noktasına 11. Y.Y.’da ulaştı ve öylece sürdü. Havva, hep o “şeytan” a uyarak erkeğin mâsumiyetini kirleten dişi olarak gösterildi durdu. Bu sapmışlık günümüze kadar sürdü ve 21. Y.Y.’da hâla “kadın hakları istismarı” gibi beşeri bir ayıbımızı düzeltmeye çalışıyoruz.

  Nihâyet 1209’da kilise babaları büyük bir Haçlı Ordusu kurarak, kendi uydurdukları dogmalara göre “dinden sapmış kişi”(heretik) olarak kabul ettikleri kendi cemaatlerinden insanları soykırıma uğrattılar. “Cathere” diye bilinen bu soykırım sırasında yaklaşık bir milyon kişi katledilmişti. Ortaçağ Kilisesi’nin sapmış ruhban sınıfı burada da durmamış 15. Y.Y.’da bu kez de, ebe kadınların büyü ve sihirle uğraştıklarını(ayrıca, doğum yapan annelere yardım ettiklerini) öne sürerek, yaklaşık 2 milyon kadını diri diri yaktırmıştı. Bununla da yetinmeyip; dul kadınların, kocalarından kalan miras haklarını gasp ederek(mallarına ve arazilerine el koyarak) kilise hazinesine aktarmışlardı. Peygamberleri Yüce İsa Nebi’nin özgün öğretisindeki tüm uyarılara rağmen bu sözde din adamlarının tarihe mâl olmuş bu sapmışlıkları sergilemeleri ibretlik olaylar olarak karşımızda duruyor(12). Kur’an’la yapılan düzeltmelere, uyarılara ve dikkat çekmelere rağmen bu sapmışlıkların bir kısmının hala sürüyor olması ve hatta bunlardan bir kısmının kılık değiştirerek “dincilik, Ilımlı İslam ve Yeşil Kuşak” şeklinde İslam ülkelerine bulaşış olması da ayrı bir trajikomiklik… Biz, şimdi, “herkesin yapıp ettiği kendinedir.” diyerek, tekrar ana konumuza dönelim. Herkesin yaptığı muhakkak ki kendisine döndürülecektir(Kur’an, Mücadile 7).

  Kur’an’dan öğrendiğimiz ve çevremizde gördüğümüz kadarıyla, ALLAH; tüm oluşları bir takım nedenlere bağlamış ve bizlere de bunlar üzerinde fikir oluşturmayı görev olarak yüklemiştir(Bu konuda fikir oluşturan Fabio Marchesi’nin RUHUN FİZİĞİ adlı eser okunabilir) . Bu nedenlerin bir kısmını biliyoruz ama bilmediklerimiz bildiklerimizden daha çok. Kimimiz( daha doğrusu fikir çilesi çekmeyenler, bu zahmete katlanamayanlar) nedenini bilmediğimiz olaylara “tesadüf” demekte buluyor işin kolayını. Bu tutum, bir bakıma kaçış oluyor elbette ki… Ya da şimdilik bilinemez olanın karşısındaki aczini kabullenememek… biz ALLAH’ın kudretinin sınırsızlığına inanmak fakat o kudretin belirmiş sonuçları üzerinde düşünmek ve hatta değerlendirmek zorundayız. Düşünmek, akıl etmek, aklı işletmek vb. Kur’an’da en çok yinelenen kavramlardır.

Kıyamet Gününde Ödül

  Hz. Muhammed’in gerçek hadislerinden biri bizim şimdiki konumuzla ilgili: “Ben sizin, kıyamet gününde ödülü en büyük olanınızım. Çünkü ben; hem kendi amellerim karşılığında, hem de bana uyanların amelleri karşılığında ödül alacağım.”(13). Buradan anlıyoruz ki, kişi; hem yaptığı iyiliklerin karşılığını alacaktır, hem de yapılmasına vesile olduğu iyiliklerin. Bu demektir ki kişinin sergilediği/sergileyeceği hayra yönelik bir iş, deterministik bir kesinlik ve şaşmazlık ile kendisine dönüyor. Başka bir hadisinde de şöyle demiş Muhammed: “Kim bir hayra delâlet ederse, o hayrı işleyenin elde edeceği karşılık ona da aynen verilir.”(13). Görüldüğü gibi hiçbir etki(dolaylı bir etki de olsa) karşılıksız, geri dönüşümsüz kalmıyor. 900 yıl öncesinden bizlere seslenen Yusuf Has Hacip de çok farklı bir şey söylememiş: “Sürekli iyilik yap ki, kendinde iyilik bul.”(KUTADGU BİLİG, Antik Şark Klasikleri).

Fitne, Bir Fıtrat Yönetimi

  Türevleriyle birlikte yaklaşık 60 kadar Kur’an ayetinde geçen “fitne” kavramı, konumuz determinizme ilgili sözcüklerdendir. İyi ile kötüyü, arı ile kirliyi, doğru ile yalanı/yalancıyı ayırmaya yarayan bir fıtrat yöntemidir “fitne”. Bu duruma göre fert ya da toplumun, arındırılması gereken curuf ve pisliği ne kadar çoksa, fitnesi de o kadar yoğun olacaktır. Bununla bağlantılı olarak, beşeriyet/fert; kirlilik oranı yükseldikçe fitneye daha çok maruz kalacaktır.

  Nasıl ki çeşit çeşit fitneleri bünyesinde barındıran ve faaliyete geçiren savaş da büyük bir fitnedir. Birey(ler) her şeyle olduğu gibi savaşla da sınanır ve savaşlar ile pek çok beşeri pislik ve iğrençlik ortaya çıkıverirse; daha doğrusu, önümüze konuverir, sanki “elimizin karası yüzümüze vurulur…”. Yapıp ettiklerinin sonucu olarak beşerin/beşeriyetin şu ya da bu şekilde fitne ile sınanması budur.

  Kur’an fitneyi bir tekamül aracı olarak göstermekte ve beşeriyetin, fitne ile sürekli denemeye(eprövlere, yaşam sınavlarına) tâbi tutulduğunu belirtmektedir. “İnsanlar ‘inandık’ demeleriyle bırakılacaklarını, hiçbir fitne ile sınanmayacaklarını mı sandılar. Andolsun ki, biz senin muhataplarından öncekileri de fitne yoluyla sınamışızdır…”- Ankebut 2, 3.

  İlâhi Murad, bireyi sınamak olduğuna göre; negatif değerler kadar pozitif değerler de fitne konusu olabilir. Fitne konusu olan şey, ne türden olursa olsun; bize gelen, önümüze çıkan bir etkidir(nedendir). Etkiye vereceğimiz tepki de bir sonuçtur. Bu sonuç da başka bir olgunun/başlangıcın nedenidir ama bu sonuç(tepkimiz) bizim genel tekâmül düzeyimiz hakkında bir ipucudur, bir ölçüm sonucudur. İnsan, varlıkla da sınanır, yoklukla da, hayırla da, şerle de… Enbiya Suresi 35’te işin esâsı şöyle konmuş ortaya: “Biz sizi bir sınav olarak hayır fitnesiyle de sınıyoruz, şer fitnesiyle de…”

  Fitne hangi türden olursa olsun; karşımıza çıkmışsa, kendi fiillerimizin sonucudur ve elbette ki lâyık olduğumuzla karşılaşmışızdır. Bu durumda beşeri yaşam; kuşbakışı bir görünümle, fitneler silsilesidir çünkü her şey sınanma aracıdır. Bundan amaç, enkarne varlığın iç kuvvetlerinin gelişmesi, varlıksal potansiyelinin ortaya çıkması(bedende tezahür etmesi). Bu açıdan bakıldığında bu da elbette ki bizleri geliştirici ilahi bir nimettir; kuşkusuz, yararlanmasını ve değerlendirmesini bilene… “Şunu kesinlikle bilin ki, sizin mallarınız da, evlatlarınız da birer fitnedir.”-  Enfal 28, Tegabün 15). Kur’an başka bir ayetinde de mal ve evlat çokluğuyla övünenlerin bu sınanmada başarısız olanlar olduğunu da söylüyor. İslam düşünürleri fitnenin boyutlarını/kapsamını ifadeye koyarken, şu deyimleri de kullanmışlardır(14): Mal fitnesi, ölüm fitnesi, yaşam fitnesi, zenginlik/fakirlik fitnesi, kadın/erkek fitnesi.

  Günümüzde hepimiz içsel gelişim ihtiyaçlarımıza göre ve liyakatimize göre yukarıdaki konularda sınanıyoruz. Yukarıdaki paragrafta başarısız olduğumuzu belirttiğimiz mal ve evlat çokluğuyla övünmenin yanı sıra kırık not aldığımız başka bir sınav da “dünya/madde cazibesi” ne karşı verdiğimiz sınav. Bu konuda sadece bireysel boyutta değil, toplumsal boyutta da kayıptayız ve kusurluyuz. Çünkü dünya beşerinin bir kısmının dünya cazibesine yenik düşmüş ve parayı putlaştırmış olmasından dolayı gelir dağılımındaki adâletsizlik(yoksul güney ve zengin kuzey) küresel ayıplarımızdan biri olarak karşımızda durmaktadır. Sadece batının zengin ülkeleri değil, Ortadoğu’nun sözde Müselman Arap Ülkeleri de bu beşeri ayıbın müsebbibi(nedeni) durumundadır. “Hikmet dolu”(Ali İmran 58) Kur’an’ın peygamberi Hz. Muhammed yüzyıllarca öncesinden bu konudaki endişesini şöyle dile getirmiş: “… ve onların(Müselmanların) sınanmaları dünya süs ve malıyla dünya zevklerinden olacaktır. Onlar, işte bu yolla fitneye maruz kalacaklar ve ahret için gayret göstermekten uzaklaşacaklardır.”(14).

  Bugün yüce peygamberin öngörüsü aynen gerçekleşmiş ve söz konusu zaaflarından ve maddenin/dünyanın cazibesine yenik düşmelerinden dolayı Ortadoğu’daki Müselman ülkelerin yöneticileri Batılı Hıristiyanlar’ın işbirlikçisi ve taşeronu durumuna düşmüşlerdir. Dahası, günümüz Müselman toplulukları sâdece peygamberlerin değil, “Âlemlerin Rabbi’nden bir indiriliş”(Hakka 43) olan Kur’an’ın uyarılarına da yüz çevirmiş olduklarından dolayı, “başka topluluklar için bir fitne aracı” durumuna düşmüşlerdir(En’am 53, Furkan 20). Bu sapmışlıktan, Müselmanlar olarak üzülüyoruz ama duygusallıktan toparlanıp ve ibret alıp, kendimize dönmemiz gerektiğini de biliyoruz. Çünkü, konumuz olan determinizm ve İlahi Adalet gereği herkesin yaptığı kendine…(Fatır 18, Yunus 108). Sarık ve arap fistanı giyip sakal bırakmakla Müselman olunmuyor. Yukarıdaki ayetlerde ve Mâûn Suresi’nde yankılanan uyarıya hedef olmamak gerek. Kâmil insana düşen; varlık ve oluştaki ibretler tablosundan gereken dersi çıkarırken, doğrudan doğruya kendisinin sergilediği negatifliklerle fitne olmamasıdır. Bunun içindir ki Kur’an’daki özgün İslam’ın peygamberi yüce Muhammed ümmetine ısrarlı bir biçimde başkaları için fitne olmamalarını öğütlemiştir(Yunus 85, Mümtehine 5).

  Tüm bunlardan ve zaten beşeri “mârifetlerimizden” olan çevre kirliliği, küresel ısınma ve de dünyanın genel konjonktüründen(politik + ekonomik koşullar) anlaşılmaktadır ki, dünya bir cadı kazanı gibi kaynıyor, fokur fokur… Bu kazanı dolduran yemeğin malzemesi çeşitli fitneler; yiyebilenler, daha doğrusu bunların müsebbipleri yesinler afiyetle! Söz konusu fitnenin tamamen ortadan kalkmadığı bir dünyanın hakkı(yani, yapıp ettiklerinin sonucu) elbette ki mutluluk olamaz. Ekonomik krizle, politik skandallarla çalkalanan sözde gelişmiş AB ve ABD… Servetle şımarmış, hak duygusunun çeşitli kurnazca tevillerle kılıflandığı bu ülkelerde her türlü ahlaksızlığın da çağdaşlık ve özgürlük adına sergilendiği göz önüne alınırsa söylenecek bir şey kalmıyor zaten… Bu arada unutmayalım ki, hak duygusunun bir toplumla erozyona uğraması, o toplumda yozlaşmanın belirtilerinden biridir. Ülkemiz yöneticileri de bu durumda olan AB’ye girmek için hala yırtınıp duruyor… Ne iştir! İşte determinizm: “hak duygusunun erozyona uğraması ve hukukun üstünlüğünün yok edilmesi” neden, “toplumsal yozlaşma” da sonuç… Bu “sonuç” da, elbette ki başka olumsuzlukların nedeni… Determinizm hiç şaşmadan işliyor. Bu, beşerin kendi kendine zulmü ve budalalığı değil de nedir?

  Durum böyle iken, fatalistik bir kader anlayışıyla “alnımıza böyle yazılmış…” hezeyanı ile kabahati ALLAH’a yüklemenin bir anlamı olur mu? Bu hezeyana kargalar bile gülerdi. Determinizm denince, genellikle ilk akla gelen kavramlardan biri “fatalizm” dir. Yeri gelmişken, birkaç cümle ile fatalizme de değinelim:

Fatalizm

  Fatalist bakış açısına göre, dünya her olay ve hareket, “ön bir hüküm” ile ezelden ALLAH tarafından belirlenmiştir. Bunların değiştirilmesi olası değildir(“alın yazısı”). ALLAH’ın iradesi dışında beşeri ya da varlıksal(cüz’i) irade söz konusu değildir. Böylece insanların iradi etkinliklerinin, cehit ve gayretlerinin hiçbir anlamı kalmadığı gibi, yapıp ettiklerinin değerleri de sıfır olmaktadır. Yani tüm varlıklar birer robottan başka bir şey olmamaktadırlar.

  Yaşama fatalist bakış açısından görünen bu ama şöyle bir gerçek de var: Tekâmül dediğimiz olmazsa olmazın, bu kozmik olgunun görgü ve deneyimle ortaya çıktığını biliyoruz. Görgü ve deneyim ise varlıkların doğrudan doğruya kendilerinin cehit ve gayretleriyle(özellikle de “idraklenme cehti” ile) iradelerini serbestçe kullanmaları suretiyle ancak kazanılabiliyor. Şu halde tekâmül, bir emek ürünü olarak kazanılmış bir liyakattir. Cehit ve gayret karşılığında lütfedilmiş ilahi bir ihsandır. Hatalarımızın/kusurlarımızın bizde uyandırdığı sıkıntı, hatta ıstırap hâleti; bizim bir daha aynı hatayı yinelemememizi sağlayacak en kuvvetli yardımcımızdır. Kendi edimlerinin yaratıcısı olmayan varlıkların(sanki birer robot gibi), bu anlamda şuurlanıp tekâmül etmeleri olası mıdır? Öyleyse, tekâmül mâdemki bir gerekliliktir ve bu olmazsa olmaz için irâdi etkinliğe bağlı cehit ve gayret sergilenmesi gereklidir. Durum böyle olunca da, yukarıda tanımını verdiğimiz fatalistik düşüncenin geçerli olmaması gerekmez mi…(15)

 

Dipnotlar:

(1)   RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER-1, Sayfa:15(Ruh ve Madde Yayınları)
(2)
   RUH VE KÂİNAT, Cilt 1, Sayfa 104
(3)
   Kur’an, Kamer 54/49 + 50 : “Gerçekten, biz her şeyi bir takdir ile yarattık.”
(4)
   Yaradan’a ait olan Müteal Fikrin uygulayıcıları; yani Müteal fikri, Müteal Fiile dönüştüren varlıklardır(Sadıklar Planı Teb. Celse-2)
(5)
   Bu konuda deneysel çalışmalara dayalı kanıtlanmış bilgiler ve örnekler için bkz. RUHLAR ARASINDA, Dr. Bedri RUHSELMAN.
(6)   TANRI BUYRUĞU- Ömer Rıza DOĞRUL, RECONSTRUCTION OF RELIGIOUS THOUGHT- Muhammed İKBAL, 400 SORUDA İSLAM- Yaşar. N. ÖZTÜRK.
(7)
   Bu anlamda sağlıklı bir gözlem ve bunun nasıl yapılacağı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Sayfalar 26, 62, 262, 281
(8)
   “Şeytan onlara, yaptıklarını süslü gösterip, şöyle demişti: “Bugün size galip gelecek kimse yok, ben yanınızdayım…’”-Enfal 48
(9)   BUDİST VECİZELER, Gün Yayıncılık
(10) “Beyinsizler” sıfatıyla ilgili ayetler: Bakara 142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140, A’raf 66, 67, 155
(11) DUYGULARIN DİLİ, Prof. Dr. Nevzat TARHAN
(12) VATİKAN VE TAPINAK ŞOVALYELERİ, Aytunç ALTINDAL
(13) KENDİ DİLİNDEN HZ. MUHAMMED(Baskı 8, Sayfa 151), Yaşar N. ÖZTÜRK
(14) KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N. ÖZTÜRK
(15) Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için, büyük irfan öncülerimizden Bedri RUHSELMAN’ın eşsiz eseri MUKADDERAT ve İCABAT’a  başvurulabilir.

Yararlanılan  Eserler:

- KUR’AN
- RUH VE KÂİNAT – BEDRİ RUHSELMAN

- RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER
- SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
- RUHLAR ARASINDA, DR. BEDRİ RUHSELMAN
- TANRI BUYRUĞU- ÖMER RIZA DOĞRUL
- RECONSTRUCTION OF RELIGIOUS THOUGHT- MUHAMMED İKBAL
- 400 SORUDA İSLAM- YAŞAR. N. ÖZTÜRK
- BUDİST VECİZELER, GÜN YAYINCILIK
- DUYGULARIN DİLİ, PROF. DR. NEVZAT TARHAN.
- VATİKAN VE TAPINAK ŞOVALYELERİ, AYTUNÇ ALTINDAL
- KENDİ DİLİNDEN HZ. MUHAMMED(BASKI 8, SAYFA 151), YAŞAR N. ÖZTÜRK
- KUR’AN’IN TEMEL KAVRAMLARI, YAŞAR N. ÖZTÜRK

- MUKADDERAT VE İCABAT, DR. BEDRİ RUHSELMAN

Yayın Tarihi: 20.Eylül.2012

 

© Astroset 2003-2012