Evren iki temel gücün birleşiminden meydana gelir: Madde
(jada, veya şekil veren) ve şuur (chetan). Bunlar aynı zamanda
sırasıyla prakrati (tezahür etmiş form) ve purusha’dır
(görünmeyen canlandırıcı ruh). Ayrı ayrı düşünüldüğünde her
ikisi de kendi değerlerine sahiptir; bununla beraber harika
işleyişi sağlayan da bu iki varlığın birlikte çalışmalarıdır.
İnsan bedeni bu gerçeğin çok iyi bir örneğidir. Bedenimiz beş
temel elementten oluşur: Panca tatvas
(1).
Beden, çeşitli organların, kasların, sinirlerin, damarların
vs. bütünleşmiş bir halidir ve istenen herhangi bir işi yerine
getirmek için kullanılabilir ama şuur olmadan fonksiyonsuzdur.
İnsanın şuurlu yanı (ruh olarak anılır) düşünür, karar verir
ve organları belirli bir göreve yönlendirir. Şuurun maddeden
ayrılması ise ölümle sonuçlanır. Ölü bir beden fonksiyon
göremediği için faydasızdır da. Şuurun yokluğu halinde beden
hızla ayrışmaya başlar ve kendisini oluşturan elementler de
sonunda çözünerek kozmik hallerine dönüşürler.
Aslında fonksiyonelliğin artışını sağlayan, madde ve şuurun
birliğidir. Madde tek başına düzensizdir ve evrende bolca
bulunduğu halde çok az kullanılır. Örneğin, su okyanuslarda
çok boldur ama aynı zamanda da çok tuzludur. Atmosfer
gazlarla, elektro manyetik ışınlarla, x ışınlarıyla vs.
doludur. Ama bu elementler kendi kendilerine yararlı
değildirler. Maddeyi organize ederek yararlı olmasını sağlayan
insan müdahalesi ya da gelişmiş şuurun müdahalesidir. Örneğin,
insanlar suyu işleyerek insan tüketimi için uygun hale
getirmek adına bazı yöntemler geliştirmiştir. Ateş ve elektrik
evrende hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri mevcuttu
ama insan zekası bunları kullanılabilir bir formda düzenledi.
Dolayısıyla, Doğa’nın unsurları kendi başlarına güçlü
oldukları halde yararlılıkları insan şuurunun yaratıcılığına
bağlıdır.
Bilim ve Ruhsallık Doğanın
güçlerinin keşfine, onların düzenleri ve insan için yararlı
hale getiren yeteneklerine bilim adı verilir. Dolayısıyla,
bilim maddenin ve şuurun birleşimidir denilebilir. Bilim insan
uygarlığının işleyişini mümkün hale getirmiştir.
Şuna dikkat edilmelidir ki maddenin kullanımının bilgisi
yeterli değildir, maddenin aynı zamanda doğru kullanımına da
dikkat edilmelidir. Aynı kriter aynı zamanda şuur için de
geçerlidir. Madde de şuur da doğru kullanılmadığında
suiistimal edilmeye açık olurlar. Çabuk kazanımların cazibesi
öyledir ki onun uzun dönemli etkileri kale alınmaz ve bu kısa
dönemli kazanımların çekim alanı insanı gücü yanlış kullanmaya
teşvik eder. Sonunda da içinde tuzağa yakalandığı bir ağ
yaratır, tıpkı bir ağa yakalanmış balık gibidir. Bu ise acı
çekme ile, toplumsal kızgınlık ile ve kendi kendini yoketme
ile sonuçlanır ama yine de pekçok kişi tarafından
gerçekleştirilir. Toplum ve devlet bu tür uygulamaları önleme
konusunda nadiren başarılı olmaktadır…
Bilim, bugünkü işleyişe ve başarı düzeyine göre yasal olarak
güvence sağlamaktadır ancak kötüye kullanımı doğru kullanımdan
ayırma konusunda yetersiz kalmaktadır. Bilimin yanlış
kullanımını kontrol etmenin tek yolu ruhsal görücülüğü temel
alan bilgelik ile insanın ışıklı yanını birleştirmektir.
Ruhçuluğun özü budur. Ruhçuluk, “merkezlenmiş ve ruhta
yerleşmiş” demektir, yani, yaşamdaki aktiviteler ruhun
uyanışını amaç olarak belirlemek için tasarlanmıştır. Ruh,
insan bedeninde bireyselleşmiş şuurdur.
Şuur, maddeden daha güçlüdür. Daha önce belirttiğimiz gibi,
maddeyi düzenleyen şuurun mucizesidir. Bununla beraber,
engellenmemiş şuurun da dezavantajları vardır. Örneğin
başkalarının hatalarını bulmak kolaydır ama acaba biz kendi
hatalarımızı bulmak için kendimizi gözlemliyor muyuz?
Genellikle bir birey kusurlarına karşı önyargılıdır ve kendini
en iyi olan olarak görür. Kendini ispatlamaya çalışan bir kişi
kendini kayırmaya yönelik bazı iddialarda bulunacaktır. Bu ise
gerçekliği bozar ve doğru olmayan düşünceler üretmeye neden
olur.
Bilimin ve doğru bir şuursal arınmanın doğru kullanımının
ikisinin birden başarılı olması ancak ruhsallık yoluyla
mümkündür.
Büyük Bölünme 17. yüzyıldan beri, modern bilim ilk ortaya çıkışını
gerçekleştirdiğinden beri, din ve ruhsallıkla çatışmaktadır.
Çatışmanın kökeninde iki inanç akımı yatar. Bilim herşeyin
maddeden yapıldığına inanır ve dolayısıyla da herşey
deneylerle ispatlanabilir olmalıdır.
Bir ruhçu Saf Ruhun gerçek olduğunda, madde olmadığında
ısrarcıdır. Büyük Hint görücü-bilgesi Sri Aurobindo, başyapıtı
İlahi Yaşam’da bilimsel bakış açısını “Materyalist İnkar”
olarak isimlendirirken, ruhsal bakış açısını ise “münzeviliğin
inkarı” olarak tanımlamıştır.
Bu konuları daha da ileri boyutta tartışmayı sürdüren Sri
Aurobindo, ‘bilimin önceliğinde fiziksel duyuların bilgi
edinmenin tek vasıtası olarak kabulu vardır’ demektedir.
Dolayısıyla, kimse, duyuların erişimini aşamaz ve bu yüzden de
diyor Sri Aurobindo, “her zaman ve sadece duyuların sağladığı
ya da sunduğu sonuçlarla uğraşmalıdır”
(2).
“Bilim diyor ki, bizler duyularımızın ötesine geçemeyiz ve
onları, bizi daha güçlü kılan ve daha güçlü yeteneklerin
ortaya çıktığı bir alana götüren, bir köprü olarak onları
kullanamayız”(3).
“Başka bir deyişle bilim olağanüstü olan herşeyin varlığını
inkar etmektedir. Fizik ötesi ya da duyulardışı olanın
varlığını inkar etmektedir. Böyle yaparak, bilim Doğa’nın zeki
olmayan bir madde ya da enerji olduğunu kabul eder ve bu
bahaneyi, Sri Aurobindo’nun sözleriyle “bilim
yetkisini,araştırmanın sınırlarını aşmayı reddetmek” için
kullanmaktadır. Bununla beraber, günümüzde bilim ünlü
biliminsanlarının zorlu kanıtların desteklediği, bilimsel
teorilerin, bilimsel yasaların mevcut formüllerinin
açıklayamadığı ve sadece düşünülemeyen ama bilge bir zeka
tarafından açıklanabilen bazı fenomenleri kabul etme noktasına
gelmektedir. Örnekler şunları içermektedir: Başlı başına canlı
bir organizma olan dünyanın davranışı, telepati, prekognisyon,
Evrensel bir zihnin varlığı vs.
Sri Aurobindo, ruhçunun saf ruhun bir realite olduğuna
inandığını çünkü duyuların kavrayabildiğinin ötesinde ki
fizikötesi realitelerin olduğunu söylemektedir, ve bu
realiteler ağır maddeyi yönetenlerden farklı prensiplere
dayanmaktadır. Dolayısıyla, onları “yanlış pozitifler” olarak
reddetmek doğru değil. Bir ruhçu için şuur evrende
birleştirici faktördür ve Sri Aubindo buna “dünyanın bir tarla
olduğu kişi için evrensel tanık” adını vermektedir. Ruhçu
maddi dünyayı gerçek dışı olarak kabul etmektedir.
Bu iki inanç akımının sonuçları nelerdir? Sri Aurobindo’ya
göre her ikisi de kusurludur. Maddenin ve şuurun birlikte
karışımı anlamlı bir fonksiyonelliği ortaya çıkarır. Eğer
tamamen materyalist bir bakış açısıyla yaklaşırsak, Sri
Aurobindo’ya göre var olan ve var olmayan bir “maya”ya
ulaşırız. Bizler evrenin fiziksel boyutlarını görürüz ve bu
yüzden de maya vardır ve bizleri gördüğümüzün varolan tek
gerçeklik olduğuna inanmaya zorlamaktadır. Yine de maya yoktur
çünkü o geçicidir. Dönüşüm evrenin prensibidir. Diğer yandan,
maddi varoluşun reddi, Sri Aurobindo’nun görüşüne göre kişiyi
egonun gelişimine ve insanın varoluşunun amaçsızlığına
götürür.
Modern zamanlarda, bilim ve ruhsallığın arasındaki çatışma
daha da derinleşmiştir. Her iki alan da uygulamada iki ayrı
akım haline gelmiştir. Bunun yanında her ikisi de karışık bir
halet yaşamaktadır ve her ikisi de kendi adına haklı olduğuna
inanmaktadır. Bunun sonucu olarak da dünyanın bir bölünme
yaşadığı ve çok sayıda sorunla karşılaştığı görüşü modern
dünyanın onayladığı bir görüştür.
Ünlü fizikçi David Bohm, bunu “Wholeness and the Implicate
Order” (Bütünsellik ve Saklı Düzen) isimli kitabında son
derece iyi açıklamaktadır. Bohm’un belirttiğine göre herşey
daha büyük ve daha geniş birşeyin parçası gibi değil de herşey
ayrıymış gibi davranılıyor; dolayısıyla bizlerin ayrı dinleri,
ayrı bilimleri, ayrı uyrukları, ayrı milletleri, ayrı aileleri
var vs. peki bu bakış açısı nasıl oluyor da sorunların
habercisi oluyor?
Bohm’un bu soruya cevabı basit:
“Bütün bu parçaların ayrı ayrı varoldukları düşüncesi açık
bir illüzyondur ve bu illüzyonun sonu gelmez bir çatışma ve
karışıklığa yolaçacağı kesindir. Ayrıca, parçaların
birbirinden ayrı olduğu düşüncesine göre yaşamaya olan eğilim
aslında bugün yüzyüze geldiğimiz ve giderek artan kaçınılmaz
krizler dizisinin nedenidir. Dolayısıyla, şu anda iyi
bilindiği gibi bu tür bir yaşam çevresel kirlilik, doğanın
dengesinin bozulması, aşırı nüfus, dünya çapında ekonomik ve
politik karışıklık ve çoğu insanın yaşayabilmesi için ne
fiziksel ne de zihinsel olarak sağlıklı olmayan bir ortamın
meydana getirilmesi demek olmaktadır(4).
The Tao of Physics (Fiziğin Taosu) isimli en iyi satanlardan
olan kitabında fizikçi Fritjof Capra şöyle söylemektedir:
“Algılanabilir dünyayı bölmeye yönelik eğilimimiz ve kendimizi
bu dünyada izole egolar olarak deneyimliyor oluşumuz doğuda
illüzyon olarak görülmektedir ve bu da bizim ölçen ve
kategorize eden zihinselliğimizden ileri gelmektedir”
(5).
İnsanlık bilimle ruhsallık arasındaki bu çatışmadan dolayı son
derece acı çekmiştir. Bir insan, bisikletinin tekerleklerinden
biri yoksa onu süremez. Şu anda hem bilimin hem de
ruhsallığın, düşünce ufuklarını genişletmeleri ve birlik
halinde oluşlarının önemini farketmelerinin zamanı gelmiştir,
çünkü insanlığın geleceği onların birleşik kavrayış ve
bilgeliklerine bağlıdır. Buna nasıl ulaşılır? Sri Aurobindo
buna bir yanıt vermektedir. Şöyle demektedir:
“Sadece şuur alanımızın bir uzantısı olarak, ya da bilgi
edinme yöntemlerimizde beklenmedik bir artış için bu eski
kavga sona erdirilebilir”
(6).
“*Yug
Nirman Misyonu”nun (*Hindistan’daki
bir Yeniçağ Hareketi) amaçlarından biri de bilim ve ruhçuluğu
birleştirmektir ve bu akımın araştırma kısmı olan
Hindistan/Haridwar’daki Brahmavarchas Araştırma Merkezi’nde
(7)
bu yönde atılımlar mevcut. Kurumun bu kısmında yapılan
deneylerin sonuçları ruhçuluğun geçerli bir bilimsel temele
sahip olduğunu ve günlük yaşamda uygulanan ruhsal prensiplerin
olağandışı faydalar açığa çıkardığını göstermektedir. |