Aslında incelenmesi
gereken, yani problem olan "duygusallığın ne zaman zaaf
olabileceği"dir. İnsanların duygu hayatı, fizik realitenin
tanınması ve fizik realite içerisinde varlığın sürdürülmesi
için gerekli olan bir durumdur. Yaşamakta olanlar, yani
canlılar, duygusallığa kesinlikle son veremezler. Duygusallığa
son vermeleri, onların yeryüzündeki canlı hayatını
sürdürmelerinin sona ermiş olması demektir.
Kesinlikle duygusallıktan kurtulunamaz. Daha doğrusu,
duygusallık kendisinden kurtulunması gereken bir zaaf, bir
eksiklik, bir düşman ya da mutlaka silkilip atılması gereken
bir şey değildir. Duygusallık kontrol edilmesi gereken bir
haldir, yani yönetimi elimizde olması gereken, istediğimiz
gibi ondan yararlanmamız ve ona istediğimiz şekli verebilmemiz
gereken bir durumdur. Burada anlatılmak istenen duygusallık,
yani kendisinden kurtulmak istenen duygusallık, insanı kontrol
altına almış olan duygusallıktır. İşte zayıflık, eksiklik,
yani zaaf budur. İnsanı kontrol eden, insanı yöneten, kendi
öfkeleri, nefretleri, kıskançlıkları, intikam duygusu vs. ise,
duygusallık burada bir "zaaf" haline gelir. Bu ise insanın
tekamül hızını, hamle yapmasını ve önünde bulunan birtakım
barajları, birtakım perdeleri, duvarları aşmasını engeller;
sabitleştirici, durdurucu, atalete götürücü konsantrasyonlara
neden olur.
DUYGUSALLIK ÖRNEKLERİ
Basit bir örnek verelim: Bazı malları yarı yarıya ucuz veren
bir büyük mağaza var. Bir süre önce buradan yaptığınız
alışverişte iyi bir muamele görmediniz, bir terslik oldu ve
kırıldınız. Şimdi o mağazaya hiç gitmek istemiyorsunuz. Neden
istemiyorsunuz? Çünkü sizin kalbinizi kırdılar ya da üzdüler,
yani siz, konsantratif bir şekilde belli bir heyecanın esiri
durumundasınız. Burada bir çeşit kin besleme yani, kırılmanın
ötesinde aşırı bir duygusallık hali var. Oysa biliyorsunuz ki,
aynı şeyi orada yarı yarıya ucuz alacaksınız ya da aynı paraya
iki tane alacaksınız. Belki de iki tane aldığınız şeyi
kullanma alanı çok geniş olacak ve birçok insana da yararınız
dokunacak. İstediğiniz muameleyi görmediğiniz için yani,
kendinizde gördüğünüz üstün değerlere uygun bir önemsemeyle
karşılaşmadığınız için, sırf kendinizden ödün veriyormuşsunuz
hissine kapılmamak için oraya küsüyorsunuz ve gitmiyorsunuz.
Bu duygusallıktır.
Güzel bir edebi parçayı dinlemek ya da güzel bir şiir
parçasını dinlemek ve onun verdiği değişik bir tesiri tatmak
da duygusallıktır. Fakat bu duygusallıkla yukarıda anlatılan
duygusallık arasında çok fark vardır.
Birinde tamamen egoistik, daralmış, kısılmış, hatta kendinde
fenalık hissedecek, sinirlenecek, eli ayağı buz kesilecek
kadar bir duygusallık vardır. Diğerinde ise yüceltici, yani
tesirler bakımından daha yüksek düzeyli bir ortama ya da
auraya girişin insan üzerinde meydana getirdiği bir haz
vardır. Bunları kuşkusuz herkes, yaşamı içerisinde çeşitli
dönemlerde, çeşitli şekillerde denemiştir.
DUYGUSALLIK VİCDANI ÖRTER Bu bir zaaftır, yani burada insan
makul olan ile duygusal olanı birbirinden ayırt edemiyor. İşte
duygusallığa hakimiyet burada başlıyor. Duygusallığını kontrol
altına alamayan insan, vicdanının sesini de dinleyemez.
Vicdanından gelen bilgiyi, uyarıyı alamaz, üstelik bunu
rasyonalize de edemez. Vicdan mekanizmasının kendisine iletmiş
olduğu mesajı makul bir şekle çevirip, akli bir programa alıp,
onu başka bir dile çevirerek kullanamaz bile.
O halde, o insan hiçbir zaman doğru, dürüst, vicdani yaşayacak
değildir. Sürekli olarak egoistik bir mekanizmanın çalışması
sonunda duygularının meydana getirmiş olduğu gayet kaypak bir
lisanı kullanacaktır. Yani bugün böyle, yarın şöyle, öbür gün
öyle, tutarsız ve güvensiz bir yaşam, genellikle nevrotik bir
yaşam...
NEVROZ ve DUYGUSALLIK Nevrozların, nevrotik
rahatsızlıkların en büyük nedeni, insanların duygusallıklarına
hakim olamayışlarıdır. Bir kimseye duygusal hayatına hakim
olması, onu az çok kontrol etmesi öğretilirse ya da bunu
aileden eğitimden, yaşamdan veya kendi çabalarıyla öğrenmişse,
o kimsenin herhangi bir nevroz belirtisi göstermesi ve bir
nevroza yakalanması mümkün değildir. Kim duygularını kontrol
edemiyorsa, o insanın nevroza yakalanması çok mümkündür ve
nevroz yelpazesi gayet geniştir.
Herkeste bir nevrotik davranış vardır. Türlü türlü seviyelerde
ve tiplerdedir, yani hiç kimse tam normal bir hayat yaşayamaz.
Aslında normalin bir ölçüsü yok; neye normal diyeceğimizi pek
fark edemiyoruz.
Aletlerin de bize gösterdiği hiçbir şey yoktur. Çünkü
psikiyatri denilen tıp dalında aletlerle ilgili herhangi bir
teşhis yoktur. Beyin grafikleri, çoktan ilerlemiş olan bir
vakanın ancak beyin yüzeyine, hücreler sistemine yansıyan
sonuçlarını, titreşimlerini tespit etmekten başka bir şey
değildir. Asıl neden buzdağı misali çok derinlerde yatıyor.
Sebep, kontrolsüz duygusallıktır. Yani problem, duygusallığın
hangi şartlar altında zaaf olup olmadığını bilmektir.
KESKİN SİRKE KÜPÜNE ZARAR VERİR Açıkça bellidir ki, duygusal
hayatına hakim olan insanlar bu zaafı mümkün olduğu kadar az
yaşayan insanlardır. Herkesin zayıf tarafı vardır, herkes
zayıflık gösterebilir ve bu gayet normaldir. Çünkü biz, evreni
ve kendimizi duyularımız yoluyla tanımak zorunda olan, o
şekilde yaratılmış varlıklarız ve bunun dışında başka bir
yaratılış şeklimiz de yoktur.
Beyin ve sinir sistemimiz de olsa, ezoterik anlamda sinir
sistemimiz, şakralarımız vb. de olsa, yüksek vibrasyonlar
muhakkak duygusal hayattan geçiyor. Bunların yanlış, eksik,
negatif bilgilerle nötralizan olmayan, dengelenmemiş bir
tarzda yaşanması söz konusudur. Bu, kontrol altına alınamamış
duygusal hayattır ve insana zarar verir, yani keskin sirke
küpüne zarar verir. Bu, başka bir şey değildir. "Keskin sirke
küpüne zarar verir." deyimi gayet yerindedir. Psikosomatik
sonuçlar söz konusudur... Yani psişik rahatsızlıklar, psişik
dengesizlikler ortaya çıkar. Kontrolsüz duygusallık bedene
zarar verir. Bu, tamamen psikosomatik bir atasözüdür.
" Öfkeyle kalkan zararla oturur." sözü de aynı anlamdadır.
Yani kendi heyecan hayatını kontrol edemeyen bir insan,
kuşkusuz, kendisine, karşısındakine, topluma ve çevresine
zarar verici bir şey yapacaktır. Çünkü o anda kendisi
kontrolsüz bir enerji, kontrolsüz bir güç durumundadır.
Kontrolden çıkmış bir arabanın ise nereye çarpacağı, kime ne
zarar vereceği belli değildir. Tabii bu kontrolsüzlüğün son
haddidir.
Hırsını gaz pedalından alanlar vardır. Arabayı büyük bir hızla
sürer. Kaza olduğunda da "Öyle öfkelendim ki, öyle bir şey
oldu ki, direksiyona hakim olamadım, adama çarptım." der.
Yani, keskin sirke küpüne zarar vermiştir.
ÖFKE, KONTROLSÜZ HEYECANLARIN EN
AŞIRI TEZAHÜRÜDÜR Eskiler öfke üzerinde çok
durmuşlardır. Doğu, Zen Budizm'e bağlı düşünürler, budistler,
islam düşünürleri vs. çok üzerinde durmuşlardır. Hz. İsa daha
fazla üzerinde durmuş, özellikle Hz. Muhammed aynı şeyleri
yapmıştır. Ondan sonra gelenler, büyük inisiyeler, büyük yol
göstericiler de aynı şeyleri söylemişlerdir. Öfke burada
zincirinden boşanmış, yani hiçbir şekilde hakim olamadığımız
heyecan hayatını sembolize eder. Çünkü sık sık içinde
bulunduğumuz bir haldir.
" Öfkesine sahip olan, öfkesini kontrol eden her şeyi kontrol
eder." şeklinde bir Zen deyimi vardır. Yani evrene hakim olur.
Buradaki öfke, sinirlenmemek anlamında değildir; buradaki öfke
heyecan hayatını kontrol edebilmenin sembolüdür. Çünkü
bilindiği gibi öfke, heyecan hayatının en kontrol edelimeyen
şeklidir; artık patlamıştır, "Ne olursa olsun." diye bas bas
bağırır.
DUYGULARA HAKİM OLUŞ VE SAĞLIK Duygularına hakim olan, yani
kontrol eden bir insan bütün zihinsel melekelerini de,
fiziksel organlarını da kontrol edebilir. Midesi ekşimez,
gastrit olmaz, kalbi sıkışmaz, astıma da yakalanmaz. Sürekli
heyecanla ilgili birtakım salgıları kontrol eden böbreküstü
bezleri fazla çalışmaz, böbrekleri de rahatsız olmaz.
Heyecanlarını kontrol edebildiği için kan basıncını kontrol
eden insanın damarları da rahatsız olmaz. Gözleri de kolay
kolay bozulmaz, saçları da dökülmez. Hatta romatizma olma
olasılığı bile zayıftır. Çünkü romatizmanın temel
nedenlerinden biri de psişiktir; romatizma tamamen fiziksel
bir rahatsızlık değildir.
İnsanoğlu tam sağlıklı olabilmek için, her şeyden önce kendi
heyecanlarını kontrol edebilmelidir, duygularını kontrol
altına alabilmelidir. Bu, insanın sağlığı için en büyük
menfaattir.
Bütün çalışma, giyim, vs. sağlıklı olmak içindir. Sağlığınızı
kaybettiğiniz anda gözünüz hiçbir şeyi görmez. Sağlığın
temelinde de bu heyecan hayatını kontrol etmek vardır. Ancak
bütün hatasıyla, sevabıyla insana ait olan bu bilimi uygulamak
zorundayız. Neresinden başlarsak o kadar karımız olur.
MAKUL VİCDAN AŞAMASINDA
DUYGUSALLIĞIN YERİ Duygusallığının kontrolü altına
giren insan vicdanın sesini dinleyemez. Vicdanının ona
emretmiş olduğu şeyi duygusal kararlarla, duygusallık
hükümleriyle pas geçer, doğru olan şeyi yapamaz.
Vicdanı kişiye şunu yap, diyor. O, "Ama nasıl olur? Şimdi ben
gidip ondan özür mü dileyeceğim?" ya da "Acaba bunu yaparsam
küçük mü düşerim?"; "O kim ki? Ben ondan daha büyüğüm, o da
bir insan benim gibi." şeklinde bin dereden su getirerek,
vicdanın emretmiş olduğunu yapmaz.
Halbuki vicdanı ona sevgiyi, merhameti, şefkati, dostluğu,
iyiliği emreder. Onun heyecanları ve duyguları ise, o anda
tamamen bunun tersiyle doludur. Dolayısıyla vicdan sesi
dinlenilmez. Vicdan sesi dinlenilmedikten sonra makul vicdan
tatbikatı hiç yapılmaz. Bunlar kolay realiteler değildir. "Hem
vicdanımı dinlerim, hem de aklımı kullanırım. O halde. ben
makul vicdan tatbikatı yapıyorum." demek, kendini
avundurmaktan başka bir şey değildir. Heyecanlarını kontrol
edemeyen insanın, vicdani kararlar verebileceği şüphelidir.
Verebilir de. Fakat tatbikatının nasıl olacağı belli değildir.
Yani bir şeye karar vermekle onu uygulamak arasında çok büyük
farklar vardır. Her şeye karar verilir, ama çok az şey
uygulanır. Her şeyi güzel güzel düşünürüz; her şeyi makul bir
şekilde ele alırız, ama çok az şey uygularız. İşte asıl güçlük
buradadır. Çünkü hayatın esası, fiil ve hareketlerimizin
amacıdır. Yani yapılan her işin, her eylemin tek bir amacı,
tek bir esası vardır. O da bir vazifeyi yerine getirmektir.
HİSLENMEK DUYGUSALLIK DEĞİLDİR Kim ne yaparsa yapsın, ister
bilsin, ister bilmesin, ister rüyasında, ister uyanık olarak
yapsın, her varlığın yeryüzünde kendine has bir vazifesi
vardır. Bu vazifeyi, en iyi bir şekilde yapabilmek için,
insanın en iyi durumda olması gerekir. İnsanlık, doğuşuyla
beraber yüklenmiş olduğu vazifeyi yerine getirebilmesi için,
kendisinin de en iyi durumda olması lazım. Bu yüzden de,
insanın önce idrakini, anlayışını, sezgisini karartan, kapatan
örtülerden, perdelerden kurtulması gerekir. Bunlardan bir
tanesi ve en büyüğü, yani kırk katlı bohça olanı duygusal
hayattır. Güzel bir müzik parçası karşısında gözlerinizin
yaşarması ya da seyrettiğiniz bir filmde, gerçekten bir
sevginin, merhametin, insanlık vazifesinin uygulanmasında
ortaya çıkan yüksek heyecandan dolayı gözlerinizin yaşarması
duygusallık değildir. Burada siz, o hale, o heyecana iştirak
ediyorsunuz. Bırakın gözleriniz yaşarsın. Ama o heyecan
hayatını kendi çıkarlarınız için kullanmaya kalktığınız zaman,
işte zaafa düşüyorsunuz; hemen onun esareti altına
giriyorsunuz.
O anı yaşayın ve onun size getirmiş olduğu bilgiyi, görgüyü
hissetmeye, hazmetmeye çalışın; onu örnekleyin ve zihninizde
belirli bir yere yerleştirin. Yani, "Hayatta bu da olur, şöyle
de davranılır, böyle de. Taş atana sen pekala ekmek
uzatabilirsin. İşte, şu filmde ya da şu eserde bu vaka var.
Başına taş atana ekmek uzatmış." Bunu gözleriniz yaşlı olarak
izlediniz, okudunuz, hissettiniz. Bu, sizin için duygusal
esaret değildir. O anda duyguların elinde oyuncak değilsiniz,
sadece bir halet yaşıyorsunuz. Aynı şey sizin başınıza
gelebilirdi. Birisine attığınız taşa karşılık, o size ekmek
uzatabilirdi ya da bunun tersini yapabilirdi. Olayın içerisine
girmekten ibarettir.
OLAYLA OLAY OLMAMAK GEREKİR Bazı düşünürler, bazı bilgeler,
olayla olay olmamayı tavsiye ederler. Mümkün olduğu kadar,
mevcut olan olayların, her şeyin dışında kalmayı önerirler.
Yani, "Bakın, görün ama gözünüz yaşarmasın; seyredin,
kaydedin, bilgiyi alarak tasnif edin, fakat hiçbir zaman
olayla olay olmayın; olayla kendinizi özdeşleştirmeyin."
Özdeşleştirdiğimiz zaman zaafa düşüyoruz. Aslında, özdeşleşmek
demek, o duygusal hayatın insanı kontrol altına alması
demektir. Ama olayla özdeşleşmiyorsanız, siz onu devamlı
kontrol altında tutuyorsunuz demektir.
Bir olay karşısında, diyorsunuz ki, "Ben bunu yaşadım; şimdi
bu olayla özdeşleşmiyorum; onunla aynı değilim. Ama o haleti
de yaşadım, bilirim, anlarım." Örneğin, ayakkabının nasırı
acıtması olayında şikayet edene diyorsunuz ki, "Nasır nasıl
acıtır, bilirim. Çünkü benim de vardı, acıtmıştı." Şimdi siz
olayla özdeşleştiniz mi? Hayır. Ama önceden böyle bir halet
yaşamamış olsaydınız hiçbir şeyden haberiniz olmazdı, hiçbir
şey anlamazdınız; çünkü oradaki olayla aranızda bir iletişim
yoktur. İşte, tecrübe budur. Tecrübenin insana kazandırdığı
şey, bir şey söylendiğinde derhal anlamasıdır. Tecrübe sahibi
insan "Haklısın." diyor ve elinden geldiği kadar o hali
gidermeye, ıstırabı varsa hafifletmeye, yardım etmeye
çalışıyor ya da teselli ediyor vs. Bunların hepsi, ayrı ayrı,
insanlık vazifeleridir. Ama tecrübeli insan olayla
özdeşleşmiyor, yani o duygusal hayatı uzun zaman sürdürmüyor,
her yere beraberinde götürmüyor.
DUYGUSALLIĞIN YAŞATILMASI Bunu bilirsiniz, yani duygusal
iniş-çıkışların, irili-ufaklı şokların etkisini bir türlü
unutamayan milyonlarca insan vardır. Vietnam Savaşı
filmlerinin sürekli gösterilişi, o şokların sürdüğünü
gösterir. Pek çok insan, normal hayatta yaşarken aynı şekilde,
bir türlü o şokları unutamıyor. Örneğin, "Amirim bana şöyle
dedi de, memurum bana böyle yaptı da, eşim şunu dedi de,
arkadaşım bunu yaptı da, bu esnaf bunu yaptı da, bu olur mu,
bu olmaz mı?" Bütün gün, aklında, fikrinde kendisine karşı
gelen tesirleri ortadan kaldıramıyor; "Bunlar yoktur, bu
bitti, orada vardı, orada bitti." diyemiyor. Sürekli olarak,
bu düşünceleri içinde taşıyor. İşte, özdeşleşme dediğimiz
budur.
Buraya kadar olanlar, heyecanların nefsani seviyede ele
alınışıdır. Bu şoklar, bu iniş-çıkışlar, mistik seviyede ele
alınırsa, insanı putperestliğe götürür.
Obsesyonel karakterli birtakım tesirler altında kalan
insanların çoğu, veliliğini, peygamberliğini, çok üstün varlık
olduğunu, tanrılığını ilan eder. Bu, putperestliğin ta
kendisidir. O da birtakım bilgi ile karşılaşmış, bir heyecan
hali yaşamıştır.
|