Spiritüel yaşamın, insanın temel
yaşamı olduğunu insan ne zaman anlar? Spiritüel yaşamın her
türlü hayati izlenimler ve tecrübelerin dışında çok değerli,
çok farklı bir yeri olduğunu acaba bizler nasıl anladık? Onun,
hayatın diğer akışları içinde gösterdiği çeşitli formlara
nazaran çok daha başka türlü bir forma sahip olduğunu ne zaman
kavradık? Hangi türlü bir olay, hayatımızın bir noktasında,
bize o anda bulunduğumuz haletin diğer haletlerden çok farklı
bir şey olduğunu ama aynı zamanda yine o diğer haletleri de
kendimizde barındırdığımızı hissettirdi?
Hem diğer haletlerin farkındayızdır, hem de yepyeni, bütün bunların
üzerinde olan, onları sarmalayarak koruyan başka bir haleti de
hissetmekteyizdir. Ve deriz ki, "Herhalde olsa olsa
spiritüalite denen manevi bir hal içinde kaldım. Bundan önceki
hallerimde daima duyularımın, hislerimin bana gönderdiği bazı
uyaranlar vardı. O uyaranlar içinde ben bunların farkına
varıyordum. Acıydı, tatlıydı, sıcaktı, soğuktu gibi. Veya
çeşitli hazlar, üzüntüler tarzındaydı. Bir de öyle bir durum
oluşuyor ki, duyularımın bana getirmiş olduğu bilgi içinde
bulunurken birdenbire, bütün bunların dışında kendimi görüp
onlara hakim bir durumda bambaşka bir halete girdim. Hem de
bir an içinde."
Mesela, bunu bir sevgi hamlesi içinde bulunduğumuz zaman fark ediyoruz...
Öyle bir olay ki, o olay normalde bizim üzerimizde çok daha
beşeri yani bedensel tepkilerle ilgili bir durum oluşturması
gerekirken, her şeyi ortadan kaldırıp derin bir sempati
halinde bir bağlanma, bir sarıp sarmalama oluşuyor
bedenimizde. Hiçbir şey yapamıyoruz, olmuyor. O sevgi bir anda
her şeye galip geliyor.
İşte bu hal diğer bütün hallerin üstünde olmak üzere bir spiritüalitenin
varlığını gösterir. Sevgiyi herhalde hepimiz yaşamışızdır, bu
konuda tecrübelerimiz olmuştur.
İçimizde hangi türlü kahredici bir duyguyu veya düşünceyi taşırsak
taşıyalım, eğer güçlü bir sevgi etkisini kendi varlığımızda
koruyabilmişsek, her zaman kullanamamakla beraber ve o bir
imkan bularak başını çıkarıp bizim şuur alanımızı doldurmaya
başladığında görürüz ki orada bir manevi hayat kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır.
Sevgi, bütün fiziksel güçlerin, maddi etkilerin üstünde, onlara hakim
durumdadır. Duyuların sürdüğü süre içinde, bizi maddeye hakim
hale getiren o sevgiyi hissedebiliriz.
Manevi hayatı ya da duyguları elde edebilmek için kendi varlığımız
üzerinde sistematik olarak pek çok gözlemler yapmak
zorundayız. Kuru kuruya, "Ben spiritüel konuları daha çok
severim, ruhsal sorunlar beni daha çok ilgilendirir." demek,
spiritüel bir mizaca, spiritüel bir hayata uygun yaşıyorum
anlamına gelmez.
Zaten spiritüel bir hayata uygun yaşamak mümkün değildir. Dünya şartları
içinde yaşadığımız sürece, öncelikle o şartlara uygun bir
şekilde yaşamayı başarabilmemiz gerekir. Bunları
başaramadığımız sürece, spiritüel yaşamın başarılı olması
oldukça şüphelidir.
DÜNYADAN NEFRET EDİLMEMELİ
Çeşitli inançlarda, özellikle Uzak Doğu inançlarının kökeninin
çoğunda dünya hayatının çeşitli yöntemler kullanılarak kısmen
veya tamamen terk edilebilmesi meselesi büyük bir ideal olarak
ele alınır. Buda her ne kadar bazı fikirlerini yumuşatmış olsa
bile, yine de kendi doktrininde ileri sürdüğü konu dünyadan
nefret etmektir. Halbuki dünya kendisinden nefret edildiği
sürece, bizi en fazla sıkan ve ele geçiren bir varlık haline
gelir. Yani tamamen tersine...
Biz dünyadan nefret etme yöntemlerini, ondan ayrılma, dünyasal
her şeyden kopma yollarını kullanmaya başladığımız andan
itibaren, dünyanın bizim üzerimizdeki baskısı geometrik bir
şekilde artar. Çünkü insanın sorunu, kendi manevi hayatını hür
olarak alabildiğine yaşayabilmek isteği beslemesine karşı,
madde de onun bu isteğini yerine getirebilmek, bedensel
zayıflıklarının kendisine ne kadar engel olduğunu
gösterebilmek için bütün gücüyle yüklenir insanın üzerine.
Biz her ne kadar dünya üzerine bedenlenmiş bir ruh varlığı
olarak yeryüzünde yaşasak da spiritüel hayatımızı bütün
özgürlüğümüzle kullanmak da isteriz. Yani bedene hakim olmak
istiyoruz. Bedenin bizim üstümüzdeki maddesel etkisini mümkün
olduğu kadar sıfıra yaklaştırmak ve kendi irademizi kullanmak
hedefimizdir.
Ama buna karşılık bedenin ne olduğunu bilmiyoruz. Söz konusu
yöntemlerle bedenimizi yıkmaya, yere sermeye çalışıyoruz.
Peki, bedenin görevi nedir? Ruh varlığı olarak kendimize göre
bir plan kurmuşuzdur. Yeryüzüne geldiğimizde araç olarak bir
beden kullanıyoruz. Gözlem yapıyoruz, birtakım etkiler
alıyoruz, bu etkileri hem bulunduğumuz ortama yöneltiyoruz,
hem de bulunduğumuz ortamdan aldığımız etkileri kendi
planımıza, yani daha üst seviyedeki varlıklar sistemine
yönlendiriyoruz. Görünüşte gayet güzel bir musluk vazifesi
görüyoruz ama bu bedenin ne olduğunu bilmiyoruz. Bedenin
sadece bir yerden bir yere nakledici özelliğini kullanıyoruz.
O halde bedeni tanımak için, spiritüel hayatın belli sınırlar
içinde kalmasını ve bedenin fonksiyonunu, bedenle kendi özümüz
arasındaki ilişkiyi, ince ve kaba bütün bağları tam manasıyla
anlayabilmemiz gerekir. İşte o zaman "kamil insan" oluruz.
Yoksa kuru kuruya bedenden kurtulmanın yollarını aramak ya da
bedensel her türlü hazdan nefret etmek, onları yok etmeye
çalışmak asla canlı varlığa gereken aydınlığı getirememiştir.
BEDENİMİZ NE TÜRLÜ BİR FONKSİYON GÖRÜYOR? Bu durum hayat içinde büyük bir
uyum zorunluluğu getirir. Bu nedenle öncelikle bedeni
tanımamız gerekir. İç maneviyatın gelişmesinden önce fiziksel
olan ortamı bilmeliyiz. Bedenin özelliklerini, içinde
bulunduğu ortamın nasıl bir ortam olduğunu, zaman ve mekan
bakımından bedenin ne gibi kesin ya da göreceli değerlere
sahip olduğunu tanımalıyız. İki büyük gerçek olan doğum ile
ölüm arasında geçen büyük bir maceradır bu...
Dünyanın çok çeşitli yerlerindeki toplumlar kendilerine
çeşitli önderler vasıtasıyla, ruhsal planlar vasıtasıyla
büyümüş olan bilgileri anlayarak ve onları uygulayarak
birtakım sonuçlar elde etmeye çalışırlar.
Beden gerçekte fizik evrenin mantal plana (mantal plan, ruhsal
enerjinin meydana getirmiş olduğu özel bir ara plandır) en iyi
şekilde uyum sağlayabildiği bir ortamdır. Fizik evrenin içinde
var olan bütün yasalar, bütün tesir mekanizmaları, mikroevren
olarak insan bedeninde mevcuttur. Bütün yaradılışın özü
kendisinde var olduğu için, ruhsal enerjiye de makroevren
denir.
İşte bedenin asıl özelliği mikroevren ve makroevren olarak tek
bir evren halinde önümüze çıkmış olmasıdır. Her iki evreni de
kendisi temsil edecek güçtedir. İnsanın önce bedene karşı
şuurlu bir saygısı ve sevgisi olması gereklidir. Bu bedeni
sevmek, egoizm anlamına gelmez.
İslam öğretisinde insan bedeni için, "Tanrı'nın evi" sözü
kullanılır. Bu beden, Tanrı'nın insana hediye etmiş olduğu
büyük bir nimettir, anlamına gelir. O bedene ona göre muamele
et. Arkasından da, "Kendinize zulmetmeyiniz." ifadesi
vurgulanır. Aslında kastedilen konu, insanın kendi bedeninin
neleri yapabileceğini, bu bedenle neler elde edilmiş ve
edilecek olduğunu bilebilmektir. Birçok inanç bunun farkına
varmıştır. Fakat bu farkındalık derhal, her şeyde olduğu gibi
bir özdeşleşme işine dönmüş, büyük bir amaç haline getirilmiş,
ana fonksiyonu kaybedilmiştir. O küçük fonksiyonlu bilgi ise
temel fonksiyon haline getirilmiştir.
BEDENİ TANIMADAN SPİRİTÜELLİĞE GEÇİLMEZ
Buna yogi yolu denmektedir. Yogi yolundan maksat, bütün inanç
sistemlerinde bedenin, içinde bulunduğu durumun dışına
taşabilecek şekilde aşırı faal hale getirilme meselesi vardır.
Bir yoginin yapmak istediği de budur. Bedenin gerçek
yeteneklerini, gerçek gücünü ortaya çıkartarak ondan
yararlanmaktır. Bu sayede de spiritüaliteyi genişletmek
hedefleniyor.
Bir yere kadar geliniyor fakat bir de bakıyoruz ki,
spiritüalitenin yerine doğrudan doğruya bedene özel olarak
bağlanıp kalma eğilimi hakim. Hristiyanlık da kendine özgü bir
yogizme sahiptir. İsa'ya benzemek için yapılan düşünce
yoğunlaşmaları buna örnektir. İsa'yı taklit etmek; İsa'nın
kendisi gibi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya İsa'nın
bedenindeki yaraların taklidine kadar gidilmiştir. Nitekim
bazı azizlerin bedeninden, İsa'nın çarmıha gerildiği
noktaların aynısı olmak üzere kan akmaya başlamıştır. Burada
spiritüalite değil, doğrudan doğruya bedenle özdeşleşmenin
devreye girdiğini görüyoruz.
Denebilir ki, bu, İsa'ya gösterilen sevginin tezahürüdür.
Ancak söz konusu bu sevgi maddeleşmiş bir sevgiye dönüşmüştür.
Eğer tam bir gelişme sağlanmış olsaydı, İsa'nın taklit
edilmemesi gerekirdi. İsalaşmak gerekirdi...
BEDENİMİZDE EVRENSEL YASALAR
GEÇERLİDİR
Beden mikro ve makroevreni, her ikisini birarada temsil eden,
yaradılış düzenine en uygun ölçülerde meydana getirilmiş bir
araçtır. Bedenin kendine özgü çok büyük yasaları vardır. Uzak
Doğu öğretilerinde ortaya çıkan bazı bedensel noktaları ve
değiştirici bölgeleri belki yasalar olarak ele alabiliriz
ancak yine de uygun değildir ve yetersizdir.
Bedendeki bütün titreşimsel seviyeleri değiştirerek tek bir
amaca konsantre ettiğimizde ne istiyorsak o olur. Bedenimizde
ne istiyorsak onu yapabiliriz. Şeklimizi değiştirebiliriz.
Varlığın tahayyülüne bağlı olduğu için kendi şeklimizi
değiştirebiliriz. Yerimizi ve mekanımızı da değiştirebiliriz.
21. yy insanının öğreneceği şeylerden biri de, kendi bedenini
istediği yere nakledebilmek, bedeni değiştirebilmektir. Bedenini değiştiren insanların ilk yapacağı şey, bedendeki
dejenere edilmiş bölgelerin rejenere edilmesidir. Mide
kanamalı değil, sağlam; kalp bozuk değil, o da sağlam. Varlık
kendi kendisini iyileştirme özelliğine o zaman sahip olur.
Bunlar tamamen varlığın kendi spiritüalitesini tanıdığı zaman
ortaya çıkacak olan beden üzerindeki avantajlarıdır. Şu an
beden bize hakim olduğu için bedenin avantajları çok. Ruhsal
avantajlar ise pek yok.
Büyük değişimle birlikte varlıkta kendi özü hakkındaki bilgisi
genişlediği zaman, bedeni üzerindeki hakimiyeti de birdenbire
artacaktır. Bir yaranın bir hafta sürmesi mümkün olmayacaktır.
Filipinler'de yapılan ameliyatlar buna örnektir.
Bedensel yenilemeler ömür yenilemesi demektir. Vücudun sağlam
hale getirilmesi, fonksiyonlarını tam olarak yerine
getirmesidir. Örneğin 120 yaşındaki bir insanın 100 metreyi 10
saniyede koşması normal karşılanacaktır.
BİZLERDE BÜYÜK BİR POTANSİYEL BİLGİ GİZLİDİR
Bunlar zaten insan varlığının yapısında hücresinde, beyninde,
her şeyinde yerleştirilmiş durumdadır. Bunlar fiziksel
enerjinin ruhsal enerjiyle birlikte biraraya getirmiş olduğu
temel yapıda mevcut özelliklerdir. Onları kullanıp kullanmamak
ona enkarne olmuş varlığın bileceği bir şey. Yeniden hiçbir
şey ihya edilmiyor. Üzerini kirlettiğimiz cevherin altından
çok şeyler çıkacaktır ve çıkıyor. İnsan bedeni çok yüksek bir
cevherle yüklüdür. Yapısı, ruhuna eşlik edebilecek bir
bedendir.
İnsanoğlu fizik evreni keşfederken dünyayı da geliştirmiştir.
Gerçi bu keşif sırasında yeryüzüne bazı zararlar verilmiştir
ama başka çaresi de yoktu. Kömürü, petrolü, nükleer enerjiyi
tanımak için onlarla haşır neşir olmak gerekirdi. Elbette bu
arada bazı kazalar da olmuştur. Ama dünyanın, verdiğinin
yanında aldığı da çok fazladır.
Şu son siklus içinde dünya maddesinin bu derece derinine
inebilmek her varlık grubunun nasibi değildir. Bu nedenle
günümüzde yaşayan 6 milyar insan gözüpek varlıklardır. Evrenin
pek çok yerinde elde etmiş oldukları bilgileri getirip burada
iş birliği halinde kullanıyorlar. Her ne olursa olsun,
insanlık büyük bir dayanışma halindedir.
Dünyanın gelişimine bizler çok hizmet ettik. Dünya da her
şeyiyle canlı bir varlıktır. Bizim bedenimiz de dünya malıdır.
Onun bize sağlamış olduğu araçlar aracılığıyla onun
gelişmesine yardım ediyoruz. Çünkü ruh varlığı bütün varlık
sistemlerinin anasıdır. Ruh enerjisinin girmediği bir şey var
olamaz. Bir şey var olmak için ruhsal enerji vasıtasıyla
aşılanması gerekir. Her şeyin varlığı ruh varlığına bağlıdır.
İlk yaratılan, Varlığın tek yarattığı nesne, ilk hareketi
meydana getiren doğrudan doğruya ruhsal enerjidir. Ruhsal
enerjinin içinde tasavvur edeceğimiz veya edemeyeceğimiz her
şey vardır.
|