İçinde bulundukları anı
yaşamaktan korkmayan önyargısız kişiler sürekli hareket hâlindedirler ve
devamlı, içsel olarak yer değiştirirler. Anın getirdiği renklerle
renklenmekten ürkmeden, gökkuşağının tüm renkleri arasında dolaşır
dururlar… Bilirler ki, bizi derinden sarsan bütün olaylar;
sadeleşmemize, tortuları atmamıza ve değişmemize yardım eder. Değişmeyi
arzu ediyorsak, orada bir soğuk ya da hızlı
esen değişim rüzgârlarının sarsıntısına izin verebilmeli, hemen, o
bildiğimiz eski şartlara dönmek için acele etmemeliyiz. Aslında kişinin
bulunduğu anı yaşaması özel bir hâl. Genelde hepimiz
ya geçmişte ya
da gelecekte yaşıyor, anın getirdiği bilgiyi, olanağı
ya da farkındalığı
reddediyoruz.
Çağımızın
insanı, anı yaşayamamanın sıkıntısı içinde... Istırap
ya da sevinç, hangisi olursa olsun o an,
zaman-mekân kesişmesinin bizim için en uygun olduğu an. Sahip olmaktan,
sadece
“olmak”
hâline
geçebilmemiz için yaşam bize yepyeni bir
fırsat daha sunuyor.
Oysa biz ne yapıyoruz? Yenilikten çok korktuğumuz ve önyargılardan
kurtulamadığımız için çevremizde oluşmakta olan o yeni olaya,
gözlerimizi, kulaklarımızı, hatta farkındalığımızı
ve algılarımızı kapatıyor, değişmekten korkuyor, bir kaplumbağa gibi
kabuğumuzun içine çekiliyor, zaman kaybediyoruz. Kaybettiğimiz zaman da
başkasının değil bizim yaşamımızdan eksilip giden zaman…
Anı
yaşamayı başaracak olursak, geçmişteki güzellikler
ya da pişmanlıkların geleceğimizi asla etkilemediğini fark
edeceğiz. Gelecek için kaygı duymaktan vazgeçersek, bütün dikkatimizi
bulunduğumuz
“an”a
yönelterek, orada bizim için olup bitenleri algılamaya başlayabiliriz.
Bu algılama ve farkındalık netleşmesinin bir
başka adı da
“Yaşamak”tır.
Geçmiş ya da geleceğin anılarıyla doluyken
anı yaşadığınızı iddia edebilir misiniz?
Kaplumbağa gibi kabuğumuza
çekilmektense zamanla-yaşamla dansetmek ne kadar keyif verici olmalı!... |