Morfogenetik alanlar teorisi, insan
şuurunun nasıl bir paylaşım alanında olduğunu tanımlamak için
kullanılabilir. Dolayısıyla morfogenetik alanlar, şu anda
belli bir noktada bulunan insanlığın zamanla şuurlarında
çarpıcı bir kolektif değişim yaşayacak oluşlarında önemli bir
role sahiptir. Bu kolektif değişim, değişim için gereken
minimum kütleye (kritik kütleye) erişildiğinde
gerçekleşecektir, ya da başka bir deyişle dünya üzerinde
ruhsal olarak uyanmış belli bir sayıda varlığa erişildiğinde
bu gerçekleşecektir.
Morfogenetik Alanlar
ve Rupert Sheldrake
Bitki fizyolojisi eğitimi alan Rupert
Sheldrake, bitkilerin ve tüm canlıların mevcut şekillerini
nasıl aldıklarıyla ilgilenmiştir. Basit bir hücreyken bölünüp
iki özdeş kopyaya dönüştükten sonra bunların değişme
uğramasına, bazı hücrelerin kendine özgü özelliklere sahip
olmasına; örneğin bazılarının yaprağa dönüşürken bazılarınınsa
bitkinin gövdesini oluşturmasına neyin neden olduğunu, bunun
tam tersinin mümkün olamayışının nedenini, yani yaprakların
yeniden gövdeye dönüşemeyişlerini neyin sağladığını merak
etmiştir.
1960’ların ikinci yarısında ve
1970’lerde devam ettirdiği araştırması sırasında bu
gelişmeleri neyin yönlendirdiği belirgin değildi. 1920’lerde,
embriyoların yeniden oluşması ve söğüt filizlerinden tamamen
yeni ağaçların oluşturulabilme kapasitesinin bu alanların ya
da ortamda bulunan bir tür hafızanın varlığına işaret ettiği
düşünülüyordu. Daha sonra DNA’nın keşfedilmesiyle buna bir
açıklama getiriliyor gibi göründü ama DNA’nın bir organizmayla
büyük oranda özdeş olduğu ortaya çıktı, dolayısıyla kendi
kendine formu açıklayamayacaktı. DNA, hücrenin bir organizma
olduğunu ama insanın bir parçası olan “düşünce” olmadığını
ortaya koyuyordu. O dönemde, formların gelişiminden DNA’da
kodlanmış mekanizmaların sorumlu olduğu düşünülüyordu, ama
sistemin mutlak doğası gizemini koruyordu.
Sheldrake,
bu problemi açıklayabilmek için tamamen yeni bir teori
geliştirdi, bu teori bir nesnenin “temel
modelinin” şifrelerinin
kodlandığı evrensel bir alan üzerine temelleniyordu.
Sheldrake’in görüşüne göre, bir formun varlığı o formun başka
bir yerde de ortaya çıkması için yeterliydi. Sheldrake 1973’te
buna “morfonegenik alan”
adını verdi ve bu görüşe göre doğa bir yasalar bütünü değil,
alışkanlıklar bütünü olabilirdi.
Bu
düşünceye göre doğada bir tür hafıza vardır. Herşey, bir
kolektif hafızaya sahiptir. Örneğin şu an New York’taki bir
sincapı ele alalım. Bu sincap kendinden önce yaşamış bütün
sincaplardan etkilenmektedir. Bu etkinin zamanda hareket edişi
ve sincap hafızasının hem formunun, hem de içgüdülerinin
iletilişi, morfik rezonans sayesinde gerçekleşiyor. Bu, doğada
varolan bir kollektif hafıza teorisidir. Hafızanın ifade
edildiği vasıtaya “morfik alanlar”
adı verilir, bunlar her organizmanın içinde ve dışında
bulunurlar. Hafızayla ilgili fonksiyonlar “morfik
rezonansa” bağlıdır.
Temel olarak, morfik alanlar alışkanlık
alanlarıdır ve düşünce, eylem ve konuşma alışkanlıkları
vasıtasıyla kurulmuşlardır. Kültürümüzün çoğu alışkanlıklara
bağlıdır, yani, kişisel hayatımızın çoğu ve kültürel
hayatımızın da büyük bölümü alışkanlıklara bağlıdır.
Morfik rezonans düşüncesinin tamamı
tekamülle ilgilidir ama morfik rezonansın bize sunduğu
yalnızca tekrarlamalardır. Morfik rezonans bize yaratıcılığı
sunmaz. Dolayısıyla tekamül, yaratıcılığın ve tekrarlamaların
bir karşılıklı etkileşimidir. Yaratıcılık bize yeni formlar,
yeni modeller, yeni fikirler ve yeni sanat formları sunar,
ama bizler yaratıcılığın nereden geldiğini bilmemekteyiz.
Acaba yukarıdan mı geliyor? Yoksa yerden mi fışkırıyor?
Havadan mı alıyoruz yaratıcılığı? Ya nereden? Yaratıcılık her
nerede karşılaşırsanız karşılaşın bir gizemdir, ister insan
gerçekliğinde karşılaşın ya da biyolojik evrim gerçekliğinde,
isterseniz kozmik tekamül gerçekliğinde.
Robert Gilman İle Morfogenetik Alanlar Üzerine Morfogenetik alanlar temel olarak
formlara hayat veren, fiziksel olmayan tasarımlardır.
Morfogenetik alanlar enerji değil, yalnızca bilgi taşırlar ve
oluştuktan sonra hiçbir yoğunluk kaybına uğramadan zamanda ve
mekanda varolurlar. Morfogenetik alanlar fiziksel formların
modelleri (kristal gibi maddeler ile biyolojik sistemler de
dahil olmak üzere) tarafından yaratılırlar. Bunlar daha sonra
ortaya çıkacak olan benzer sistemlerin oluşmasını
yönlendirirler. Sonuç olarak, yeni oluşan bir sistem, içinde
taşıdığı tohumla, önceden oluşmuş bir diğer sistemin sahip
olduğu ve kendisininkine benzer bir tohumla rezonansa girerek
önceden oluşmuş bir diğer sisteme “uyumlanır”.
Dolayısıyla bu görüşe göre, canlı bir sistemin (örneğin bir
meşe ağacının) genlerindeki DNA, o sistemi şekillendirmek için
gereken bilginin tamamını taşımaz ama aynı türdeki daha önce
oluşmuş sistemlerin morfogenetik alanlarına uyumlanan bir “uyumlanma
tohumu” olarak fonksiyon
görebilir. Dolayısıyla morfogenetik alanlar, genetik
alışkanlıklar olarak tanımlanabilecek özelliklere ait
havuzlardır.
Ayrıca, aynı kavramlar insan
hafızasının gizemlerinin bazılarını açıklayabilmek için de
kullanılabilir. Aslında, beyinlerimiz morfogenetik alanlarda
mühürlenen bir dizi deneyimi ardında bırakan birer gönderme ve
alma istasyonlarıdır ve daha önceki deneyimleri o deneyimlere
uyumlanarak yeniden hatırlayabilmektedir. Dolayısıyla
morfogenetik alanları taşınabilir bellek gibi kullanmak
zihinler arasında hiçbir mutlak ayrılığın olmadığının
göstergesi olmaktadır.
Bütün
bunların yanı sıra, morfogenetik alanlar, kimliklerimizin düal
(ikili) olduğunu da göstermektedir; tıpkı bir elektronun hem
parçacık hem de dalga oluşu gibi. Bizler, eşi olmayan
varlıklarız ve her birimiz farklı yönlere sahip olmakla
birlikte düşünce ve davranışlarımızın çoğu kişisel ötesi
morfogenetik alanları yaratmada, onu şekillendirmede ve ona
katılmada etkin olmaktadır. Dolayısıyla
bizler hem ayrı bireyleriz, hem de bir “grup
zihninin yaratıcıları ve ifadeleriyiz”;
tıpkı Jung’un “kollektif
bilinçdışı” kavramı gibi, ama bu
görüş ondan daha kapsamlı ve bazı açılardan daha çok
değişkenliğe sahip.
Beyinlerimiz bizleri diğer türlere
bağlayan bazı titreşim düzeylerine (memeliler, sürüngenler
vs.) sahip olduğundan, bu grup zihni tüm hayatı kapsamaktadır.
Hatta, bildiklerimizle ilişkili şuurun tüm olasılıklarını
araştırdığımızda, örneğin cansız bir maddeyi düşünün, şuurumuz
vasıtasıyla tüm yaratılışla bağlantı içinde olduğumuzu
görebiliriz. Böylelikle sadece bedenlerimizdeki kimyasal
maddelerle değil, aynı zamanda zihinlerimizle de, yıldızlarla
bile bağlantı kurmamız mümkün.
Morfogenetik alan düşüncesini kabul
etmek aynı zamanda şuurun ve zihinsel sürecin fiziksel destek
olmadan da işlevini sürdürebileceği düşüncesine kapıyı açıyor.
Bu da fiziksel olmayan varlıkların mevcut olduğunun göstergesi
olmaktadır (tanrılar, melekler, ölüm sonrası hayat vs.) ki
bunlar çoğu dinsel ve ruhsal geleneğin temel ilgi alanına konu
olmaktadır.
Alıntı:
www.experiencefestival.com Çeviren: Işık UÇKUN |