O
istedi ve Gerçeğin Kelamıyla hepimiz tezahür ettik, cisim
kazanmış varlıklarının ilki olduk.
James
1.18
Bu arkaik
bir öğreti olmakla birlikte tüm varlıkların, her şeyin
cisimleşmiş ruhlar olduğu bir gerçektir. Yani cansız veya ölü
olan hiçbir şey yoktur, ama herşey hayatın sınırsız bir
bütünün her küçük parçacığında titreşir. İnsanın ruhu
Gerçekler dünyasında Tanrı’nın isteği ile doğmuştur ve ruh,
İlahi Düşünce ile uzayda imajine edilen tüm dünyalarda hayatın
öncüsüdür.
İnsanın kendisi Kelam’dır. Tanrı’nın dile gelmiş
düşüncesidir. O, varolmuş her şeyin modeli, hayatın habercisi,
tüm idelerin arşetipi, tüm formların kalıbıdır. Bu hayatı
titreştiren evren, sürekli değişen sevinç ve üzüntü halleri
ile ışık saçan cennetleri ve karanlık cehennemleri ile
Tanrının kendisine sunduğu fedakarlıktır ve insan sunağa
yatırılan ilk adaktır. Bu, çarmıha gerilenin trajedisidir,
çünkü insan feda edilmiş insandır, kendisi için kendini feda
etmiştir ve bu feda olmadan varolan şeylerin bir evreni
olamazdı.
Thomas
Taylor, Emerson’un deyimiyle “zamanın dışında doğmuş bir
Yunanlı” olarak “Creed of the Platonic Philosopher
(Platoncu Filozofun İmanı)”
adlı eserinde şöyle yazıyor;
“İnsan
ruhunun tüm bilgiyi içerdiğine inanıyorum ve insan şu anda her
ne bilgiye ulaşmışsa bu aslında bir zamanlar sahip olduğunun
yeniden keşfinden başka bir şey değil, sadece belli bir
disiplin bu bilgiyi çekildiği köşeden geri çağırıyor.
Ruh, kanatlanmış güçleri mükemmel hale geldiğinde ve uçmak
için kuş tüyleriyle süslendiğinde yükselir ve ilahi doğayla
birleşerek dünyayı yönetir. Mantıklı bir işleyişle bir şeyleri
birleştirip teke indirgemek ve bir zamanlar evreni ilahilikle
birlikte yönetirken açıkça gördüğü bu aşkın oyunlarını
hatırlayabilmek ruhumuzun bilgi alanındadır.”
İnsan gerçeği ancak düşüncenin özgür ve zincire vurulmamış
gücünü kullanarak bilebilir ve gerçek varlık dünyasına geri
dönebilir. Bazı
öğretilere
takılıp kalanlar,
doğanın
herhangi bir gerçeğini araştırmaktan, hayatın herhangi bir
sorununu düşünmekten korkanlar sadece korkak değil,
imansızdırlar da.
İnançta
bağnazlık
inançsızlığın en kötü formudur çünkü zihni ve ruhu
sınırlamakta ve insanı formüle edilmiş inançların dar
sınırlarıyla sınırlandırmakta, kısaca kendi içsel ilahiliğini,
Tanrı İradesinin bir enstrümanı olarak dünyayı şekillendiren
gerçek yerini inkar etmekte ve ilhamın ve vahiylerin tek
kaynağı olan Sınırsız Zihin’den yayılan düşüncelerin içsel
akışını hapsetmektedir.
İnsanların
kalıplaşmış
inançları bahane ederek kendi etraflarına duvarlar
ördükleri
doğrudur
ve düşüncenin özgürleşmesini ya da ruhun ilahi güçlerle
çalışmasını
durduran
ne varsa
bunları
gereksiz
engeller olarak gören herkesi
düşman
olarak lanetlemek de söz konusu
kalıplaşmanın bir ürünüdür.
Sadece üzerinden çok geçilmiş yollardan yürüyen, kendisine
atalarından miras kalanı
sorgusuzca kabul eden kişinin cesarete ihtiyacı yoktur ama
kalıplaşmış
öğretilerin
karşıtı kişi, düşünce dünyasında bir öncü olarak cesur ve
korkusuz olmalıdır.
Bir zamanlar insanlar dünyanın düz olduğuna inanıyorlardı ve
denizciler sahilden çok fazla uzaklaşmaya cesaret
edemiyorlardı çünkü aksi taktirde uzay boşluğuna düşmekten
korkuyorlardı. Gerçekler dünyası da, mevcut bakış açısına göre
böyle düzdür,
ama düzlük
gerçek olmadığı için çok tehlikeli bir sınırda durmuş,
dipsiz bir uçurum hakkında ölçümlemelerde bulunmaktadırlar..
Şimdiyse
insan
gerçeği arayarak
ancak
Tanrı’ya
ulaşır.
İçsel zihin, insanın gerçek kimliğidir, tüm evreni yansıtır ve
sınırsızdır. Kendisi hakkında cesurca düşünen, kendi içsel
varlığının derinliklerini araştıran kimse Gerçek’ten uzak
yanlış yollara sapmayacaktır çünkü Gerçeğin kendi dünyasında
yürümektedir. Ne var ki bu
Gerçek
araştırması
ancak kişi özgürce düşünüp yalnızca kendi çok duyarlı şuurunun
kaynaklarına güvendiğinde olumlu olabilir. Kişi yalnızca
duyularını kullanarak algıladıklarıyla hüküm vermeye
kalktığında ya da sadece zihnini düşünce imajlarından oluşan
bir müzeye dönüştüren öğrenci kitaplarıyla veya büyük
babalarından kendisine miras kalan bayatlamış inanç
kırıntılarıyla beslenen arayışlarla hareket ettiğinde olumlu
sonuçlara
ulaşamayacaktır.
Diğer insanların düşüncelerini inceleyip onları yeniden
düzenlemek de düşünmek değildir. Ayrıca varoluş fenomeninin
araştırılması varlığı duyular dışı algılamaya ulaştırmaz.
İnsan ancak duyularını bir defalığına kapattığında,
içe
döndüğünde
ve kitapların, varlığını unuttuğunda gerçekten düşünmeye ve
sadakat ruhunu tutuşturmaya başlar. Ardından Ebedi olandan
kendine
uygun
düşünceyi çeker alır.
İçsel
zihin, duyuların yarattıklarıyla kirletilmemelidir. Bununla
ilgili Sibylline Kahini şöyle söylemektedir:
“Onu
bu çamurlu dünyaya düşürmeyin, derin
uçurumlarına düşmesin; üzgün ve karanlık krallıklarına
dünyanın; hayaletlerle dolu karanlık, korkunç cehennemlere
düşürmeyin onu.”
İnsanın dışsal hayatı aşağılara inmiştir, içsel hayat ise
ondan uzak tutulmalıdır ki kirletilmesin. Ruhun yegane evi
Ebedi Olan’dır; bir değişimler dünyasında onun sabit bir yeri
olamaz. Tüm rijid felsefe sistemleri, inancın kategorize
edilmiş sistemleri ve organizasyon formları geçicidir, onlar
zihin için birer tuzak, ruh için birer hapishanedirler. En iyi
ihtimalle bunlar zayıf ruhlar için, ilahi ışığın zihinlerinde
isteklerin dumanıyla boğulduğu zihinler için dinlenme
yerleridir. İnsanların dinsel dogmalara takıldığı fanatizm,
zayıflıktan ve körlükten kaynaklanır.
Kör
inanç sağlamlığı ise bir tür ruh ölümüdür,
araştırmayı
ve derinleşmeyi engeller.
Ruh özgürlük nefesine ihtiyaç duyar ve zihinsel özgürlüğün
bedeli ise sürekli aykırılıktır.
İnsanı
hala körleştirmeye devam eden bir şey de bazı organizasyon
formlarına takılıp kalmaktır ki bu;
yenileşmeyi
ve gelişmeyi durdurur.
Form, hayata hizmet etmesi gerekendir ve hayatın değişen
fazlarıyla ilgili sürekli bir anlamlılığı olmalıdır.
Demokratça ya da despotluk şeklinde, formun kendine özgü
kusurları olacaktır ve özlenen sona erişmekte bir geçici
adaptasyondan öte bir şey olmayacaktır oysa kişisel
düşüncelerin çelişkileri ve bütünle olan
uyumsuzluğun
giderilmesi
ilkelerle
uzlaşan bir doğayı gerektirir.
Mükemmelleşmiş bir insanlık hiçbir organizasyona gereksinim
duymayacaktır çünkü bu durumda
insanlık
yaşayan bir organizma gibi olacak, tüm üyeleri arasında uyumlu
bir karşılıklı etkileşime sahip olacaktır. Kahramanlar
pozisyonlarına göre seçilmezler, onları ilahi doğrular
kucaklamıştır. Bir yöneticiyi seçerken insanlar yalnızca
yeteneklerinin ve niteliklerinin gücüne göre, yönetici olması
gereken doğru kişiyi seçmeye çalışırlar. İnsanların,
yanılmaz bir seçim için gerekli olan kavrayışı kaybettikleri
bir çağda kaçınılmaz olarak yanlış yönetimlere maruz
kalmaları
doğaldır.
Yöneticilerine sadece kısa bir dönem için görev yetkisi
vermek,
insanları
ayırt etme yeteneği
yoksunluklarına karşı
kısa bir
süre korur ama daha bilgece yönetilmekten ve yardımsever bir
idarecinin
yönetimi altında daha geniş bir
özgürlük
içinde yaşamaktan da uzaklaştırır.
Eğer
adalet ruhu ve özgürlük sevgisi kişilerin ve yöneticilerinin
göğüslerini kabartıyor olsaydı yönetimin formunun önemi daha
küçük olurdu. Özgürlüğün ölçüsü Gerçeği ayırt etme yeteneğidir
çünkü yalnızca Gerçek insanları özgürleştirebilir. |