“Duygularına,
düşüncelerine bak, ne olduğunu anla!”
demiş
büyük düşünür Bergson!…
Kabul etsek de etmesek de, duygular ve düşünceler yaşamımızda
belirleyici rolü olan ve bizi halden hale sürükleyen, vezir de
eden rezil de eden etkenler. Duygu ve düşünce gözle görülmez,
elle tutulmaz ama, bedeni yönlendirecek kadar da etkilidir.
Birçok hareketimizin, davranışımızın ve tutumumuzun kökeninde
bu iki etmen vardır. Duygu ve düşüncelerin insani
ilişkilerindeki önemi yadsınamaz. Maddeci zihniyetin
temsilcilerine göre onları yok saymak gerek; çünkü elle
tutulmazlar, gözle görülmezler, tartıya ölçüye gelmezler.
Duygu ve düşüncenin varlığını ve gerçek olduğunu, kendi
maddeci yaklaşımlarıyla nasıl tevil ederler bilemeyiz ama
onlar ne derse desin; dünyada yaşarken, elde ettiğimiz
duygusal deneyimler içinde, maddenin belli bir yoğunluk
düzeyinde yaşıyor ve eprövler-yaşam sınavları geçiriyoruz,
bilgi uygulamaları yapıyoruz yani daha açıkçası duygu ve
düşünce yoğunluğumuza göre kendimize yeni yollar açıyoruz veya
yürüdüğümüz yolu kendi kendimize kapatıyoruz… Ferah ve açık
yollarda yürümek de, dar ve engelli yollarda yürümek de
tamamen bizim elimizde…
İnsanlık ailesinin üyeleri olarak, tüm maddeci katı
engellemelere rağmen; yepyeni bir çağa hazırlık içindeyiz.
Duygularımızı nasıl kullanabileceğimiz bilgisini günlük yaşam
olaylarına verdiğimiz tepkiler ve bu tepkiler üzerinde derin
düşünceye dalarak, özümsemeye çalışıyoruz. Çünkü maddeye olan
yaklaşımımızı ancak duygularımızla yapabiliyoruz. Bu durumda
duyguların hedefi bireyi maddeye bağlı tutmak oluyor. Bu
bağlılığın belli bir derecesi dünyaya tutunup yaşam planını
uygulamak için gerekli ise de; bağımlılığa ve özdeşleşmeye
dönüşmesi de içsel gelişim açısından bir felakettir…
Duyguların, günlük yaşamda; beşeri ilişkilerin şeklini ve
kalitesini belirlemede etkili olduğunu belirtmiştik. Gün
boyunca farklı duygular taşırız. Sadece farklı duygular
taşımakla da kalmayıp; çevremizdekilerin de bize karşı içinde
bulundukları duygu durumuna göre farklı davrandıklarını
görürüz.
Duyguların yaşamda çoğu zaman sağ duyuyu engelleyici bir
etkisi olduğu, sağlıklı düşünmeye yer bırakmadığı ve
sorunları, içsel gelişime zarar veren bir duruma getirdiği,
yanlış ve ne yazık ki yaygın bir kanaattır. Oysa burada
zararlı olan, duygunun kendisi değil; ona sahip olan bireyin o
duygu ya da duygusallıkla ne yaptığıdır. Şöyle ki, örneğin;
teknoloji alanında bir meslek sahibinin, geliştireceği ve
izleyeceği düşünce akışının duygulanmalardan uzak kalması
gerektiğine inanılır. İnsan, sanki bir makineymiş gibi sadece
maddesel bir yapıymış gibi onu duygulardan / duygulanmalardan
soyutlamak, duyguları “sıfırlamak”, yok saymak
marifet değildir. Önemli olan, duyguları kontrol altında
tutmak, gerektiğinde onlardan yararlanmak ve başkalarını da
yararlandırmaktır. Duyguya, duygulanmaya, sağlıklı bir yaşamın
gereklerine ve kişinin psişik gereksinimlerine yer vermeyen
teknolojinin sadece değersiz olmakla kalamayıp; aynı zamanda
tamamen tehlikeli olduğu anlayışı da ne yazık ki henüz
yaygınlaşmamıştır.
Gelişmiş olmak ne demektir? Günümüzde
her ne kadar 21.y.y.’da yaşıyorsak da, duygusal ıstırapların
günlük yaşamın büyük bir kısmına egemen olduğu yaygın bir
gerçektir. Rahatsızlıkların sıralanmasında özellikle de sözüm
ona “gelişmiş” ülkelerde stres ve öteki
psikolojik rahatsızlıkların en başta olması, bunun bir
göstergesidir. Maalesef, içinde bulunduğumuz Yeni İnsanlık
Dönemi’nin arifesinde, zaman-mekan koşullarına uygun şekilde
gerekli sabır ve dayanma gücünü geliştirememiş olduğumuz için
içsel gelişim ivmemiz de olması gereken düzeyde değildir.
Çevreden aldığımız etkilere karşı verdiğimiz duygusal tepkiler
zaman zaman bizleri insanlığımızdan utandıracak kabalık ve
vahşilikte olabilmektedir. Bunun örneklerini sadece; çarşıda,
pazarda, trafikte kendi gözlerimizle birebir gördüğümüz
yetmiyormuş gibi, görsel ve basılı medya ile marifetmiş gibi,
oturma odamıza kadar da hergün yeniden taşınmaktadır. Sanki,
elimizin karası yüzümüze vuruluyor. Sanki, “İşte siz
busunuz; 21.y.y.’a girdiniz, uzaya istasyon kurdunuz, ay
üzerinde turlar attınız ama aslen böylesiniz, kendinize gelin
artık! Bir dönem bitiyor, bir dönem başlıyor.Yeni İnsanlık
Dönemi’ne bu halde mi gireceksiniz?” deniyor.
Dünyaya duygularla bağlanıyoruz, bunun enkarnasyon yani dünyada bir ömür boyu tutunabilmek
bakımından sadece gerekli değil, aynı zamanda kaçınılmaz
olduğuna değinmiştik. Ancak bu “bağlantı”nın “bağımlılık”a,
tutkulara, özdeşleşmelere dönüşmesinin sakıncalı olduğu
ortadadır. Bağımlılığın içsel gelişimi durdurucu etkisi
vardır.Bu bağımlılık iki derecede kendini gösteriyor:
Yüzeysel ve coşkulu.
Yüzeysel bağımlılık; cinsel, merak ve heyecan niteliklidir.
Coşkulu bağımlılıkta ise, duygusallık ve romantiklik
egemendir.
Söz
konusu bağımlılığı özdeşleşmelere dönüştüren ve dolayısıyla
tekamül gidişimizi ağırlaştıran etmelerin başında;
beşeri/duygusal “örtülerimiz” yapay icap ve
ihtiyaçlar ile bunlara bağlı sahte benliklerimiz gelir.
Bunlar, yeni insan olma yolunda ilerleyişimizi ağırlaştıran
bir bakıma ayaklarımıza kendi ellerimizle vurduğumuz
zincirlerdir. Duyguların zamanında kontrolsuzluğuyla oluşan bu
durum, yani duygusallıkla kirlenmiş davranışlar / ilişkiler,
gelecekteki eprövün; kabalığını / inceliğini ve şeklini
belirler. Başka türlü ifadesiyle duygusallık; yaşam sınavı
dediğimiz eprövün kalitesini düşürür, kabalığını/şiddetini
artırır ve böylece birey zamanı gelince tam layık olduğuyla
karşılaşır ve bu karşılaştığı onun kendi elinin emeğinin en
doğal ve adil sonucudur. Bu şekilde bireylerden oluşan bir
toplumda duygusallığın artışı o toplumun üzerine doğal
afetleri (kaba tesirleri) çeker. Elbette ki, duygusuz olmayı
kimse öneremez. İnsani ilişkilerimizde duygusallaşmadan,
kendimizin dışındakilerle “duygu bağları”
kurmak yararlı ve Yeni Çağ’a uyumlu bir tutum olsa gerek…
Vicdana uygun yaşamak Böyle
bir tutum içinde, duygular; kanaatlerimizi etkilemeyecek
duruma geldiği zaman, vicdan ortaya çıkar. Bunu başaranlar
Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki ifadesiyle “yüksek
duygulu tertemiz varlıklar”dır. Yani vicdani
kanaatlerin duygular/duygusallıklar tarafından etkilenmemesi
makbuldur. Bu başarılırsa; vicdan, duygulardan arındırılmış
demektir. O zaman, “bilgi ile vicdanlı hareket” daha
olası hale gelir. Bilgi ile ile vicdanlı hareket edildiği
zaman, yaşanan / deneyimlenen haletler, duygular,
duygulanmalar aracılığıyla metabiyolojik yanımıza yansır.
Esasen yeryüzünde yaşayan insan bu yansıtmayı (“feed-back”
göndermeyi/bildirimi) yaşama ve ruhsallığa karşı bir görev
olarak yapmak durumundadır; dünyaya doğan insanın yüksek
benine karşı da görevidir bu… Aynı etki değişik bireylerde
değişik algılanır ve yorumlanır ve Yüksek Ben’e yansıtılır.
Çünkü herkes değişik duygusallık ve arınmışlıktadır, herkesin
vicdan kanalı aynı açıklıkta değildir kuşkusuz…
Söz
konusu “yansımaya” neden olan haletleri bize
yaşatan tesirleri beş duyumuzla algılarız. Beş duyu ile
algılanan her şey belli/belirsiz de olsa, derece derece
duygulanmaya/duygusallaşmaya neden olur. Ama unutmayalım ki,
duyularımızla sadece illüzyonel dünyayı algılıyoruz. Burada
elbette ki, “Ne yapalım, böyle yaratılmışız…”
deyip; duyarsızlığa, dolayısıyla atalete girecek değiliz.
Yapılacak şey, illüzyon olanı anlamlandırmak ve onun yani
görünenin ötesine uzanmaya çalışmak, “akıl etmek”(1),
düşünmektir ki, bu da duyguları ve zihni kontrol altında
tutmakla olasıdır(2).
Yukarıda
sözünü ettiğimiz “yansıma”nın mekanizması
varlıksal yapımızdaki “merkezler”le ya da “enerji
bedenler”le ilgilidir. Bir eprövün,
bilgi uygulamasının haleti duygu merkezinde sirküle
edilmedikçe, Yüksek Ben’e yansımaz. Bu nedenle, gelen eprövün
haletini derinden yaşamak; söz konusu sirkülasyonu ve
yansımayı kolaylaştırır. Duygu merkezinde halet yaşamak,
bireyi gerilime sokar. Gerilim ise marazi hale
dönüştürülmedikçe gelişim için gereklidir; bireyi atalete
düşmekten kurtarır, motive eder. Ancak gerilimin; kontroldan
çıkıp, marazi bir hal alarak; vesveseye, bunalıma ve hezeyana
dönüşmesime meydan vermemek gerek. Burada “hezeyan”,
kontroldan çıkmış duygusallıktır. Vesvese ise; kuşku, endişe
ve korkunun ileri şeklidir. Özellikle vesveseye karşı dikkatli
olunması Kur’an’da bile yerini bulmuş, içsel gelişim açısından
sakıncalarına işaret edilmiştir(3).
Esneklik-Uyum Yukarıda sözünü ettiğimiz beşeri
zaaflar, dolayısıyla bireyin değişip,dönüşüp
“yeni insan”
olmasının önündeki engellerdendir. Bunların oluşturduğu “kir,
pas, tortu” nedeniyle, tesirin titreşimsel etkisi
bireyin duygu merkezinde halet oluşturmaz ve böylece bir
gelişim fırsatı değerlendirilememiş, bir “nimet”
heba edilmiş olur. Oysa ki, böyle bir halet oluşur ve bu halet
tüm merkezlerde irdelenmeye ve sirkülasyona
tabi tutulursa, bir gelişim fırsatının / nimetinin
değerlendirmesi gerçekleşmiş olur. Örneğin bir kaza haberi ya
da ölüm haberi ile karşılaştınız. Yakınlarınızdan biri kaza
geçirdi veya buradan ayrıldı. Bu olay sizin tarafınızdan bir
irdelenmeye tabii tutulabilir, her yönüyle o insanı ve
yaşadıklarını derinden düşünerek yaşanan olaydan siz de kendi
ihtiyacınız olan etkiyi almaya çalışmak yerine, aman sende
deyip hiç duymamış gibi davranmak çok da yararlı bir davranış
değildir. Ancak unutulmamalıdır ki; söz konusu irdelemenin ve
sirkülasyonun tam olabilmesi, merkezlerin esnekliğine
bağlıdır. Bu “esneklik” var ise,
gerilimin(haletin) hissedilmesi söz konusu olabilir. Böyle bir
başarılı uygulama; eterik, astral ve mantal bedenlerimize,
oradan da bağlı olduğumuz ruhsal plana yansır. Kısaca, duygu
merkezimiz aracılığıyla aşkın yanımızla (Yüksek
Benimiz, asıl kendimiz ile) olan bağlantımızı sürdürüyoruz.
Duyguların kontrolsüzlüğünün bu bağlantıyı olumsuz yönde
etkileyeceği/etkilediği ortadadır. Bu kontrolsüzlük, bireyin;
planına “feed-back” göndermesini, dolayısıyla
planına karşı vazifesini / sorumluluğunu da engeller. Bu
arada, duygu merkezinin negatif veçhesinin; duygusallık,
pozitif veçhesinin de duyarlılık ve duygulanma olduğunu
anımsamakta da yarar vardır.
Duyular
kanalıyla aldığımız her hangi bir tesirin kaynağı değil, bizde
yarattığı / oluşturduğu halet önemlidir. Toplu halde yaşamanın
gereği olan ilişki örüntüsü sürekliliği içinde yaşarken bize
yönelik tesirin kaynağından çok, bizde o tesir nedeniyle
oluşan halete yani, kendimize yönelirsek içsel gelişim
açısından daha karlı çıkarız. Biliyoruz ki; evde, işte,
çarşıda, pazarda bize yönelik bu kaynaklardan en çok
karşılaşılanı, çeşitli yakınlık derecelerimiz olan
şahıslardır. Her şahıs belli bir realitenin temsilcisidir.
Dolayısıyla, dışa yönelmek söz konusu olsa bile; şahıstan çok,
onun temsil ettiği realiteye yönelirsek; öfkelenmek,
kırılmak/darılmak, hayal kırıklığına uğramak, kıskanmak vb.
duygusal hezeyanlar ve duygusal çalkantılara girmekten hatta
bunlardan dolayı bir vebal yüklenmekten kendimizi korumuş /
kurtarmış oluruz. Bu şekilde şahıs yerine, realiteyi muhatap
alırsak, kendimizi bireyden arındırmış oluruz. Çünkü
realiteden yani o gerçeklikteki kişilerin oluşturduğu bir
anlayıştan nefret edilmez, realite kıskanılmaz, realiteye öfke
duyulmaz, gazab edilmez…
Öfkeyle mücadele İnsan
olarak sıkça sergilediğimiz duygusallıklarımızdan biri
öfkedir. Öfkelenmememiz gerektiğini bildiğimiz halde; zaman
zaman da olsa, öfkelenmekten kendimizi alamayız. Bu durumlarda
çoğunlukla öfkeyi bastırmaya çalışırız. Ama zamanla, öfkemizi
bastıra bastıra, onu dışa açıkça vurmama alışkanlığı sürekli
hale gelir. Yani, zaman mekan koşulları bizi, öfkeyi
bastırmada ustalaştırır, hatta ve ne yazık ki “yapay bir
maske “ ile, çoğunlukla da gülümseyerek, sahte bir
benlikle, sevinmiş ve mutlu görünebiliriz ama hıncımızı
dolaylı yoldan sinsice almayı da ihmal etmeyiz. Bu durumda
öfke eylemi dışlaşmayacak ama, öfke “içimizde”
bir yerlerde gizlenerek kalacaktır. Sadece anlık şeylerden
kaynaklanan öfkeyi böylece zaman içinde fark etmeden
biriktiririz ve birgün hiç ummadığımız bir şekilde patlayarak
bizi de utandırabilir. Oysa öfke bastırılmazsa, hiç kimse
sürekli öfkeli olamaz; o zaman öfke, gelip geçen anlık bir
duygusallık olur ve derine inmez, açığa vurulduğunda, öfkeyi
uzatmazsınız. Öfkenizi saklamayın nedenini ararken, onun
derinlerine dalın ama öfkeyi bastırmayın. En iyisi, öfkeyi;
hareket bedeninde kontrol altında tutarak, duygu bedeninde
iyice sirküle etmek derinden haletini yaşamak ve dışlaşmasını
sağlamaktır. Bazı insanlar öfkelerini spor yaparak da
boşaltabilirler, bu kişisel bir tercih meselesidir. Bazıları
da müzik dinler, yürüyüşe, alışverişe çıkar, sinemaya gider.
Önemli olan öfkenin asıl nedenini bulmak ve gerekli cümlelerle
sizi öfkelendiren kişiye veya olaya bir tepki vermek,karşı
tarafın da anlayışının gelişmesine yardım etmektir. Sorunları
hep içlerine atan insanlarsa bilmeden hem kendilerine hem
başkalarına zarar verirler.
Kuşkusuz
günlük yaşam içinde sorunlar olacaktır. Öfkeyi kontrol etmek
için, örneğin küçük bir çocuk kalıba sokulabilir: Ona bir
yastık verip, “Yastığa öfkelen, yastığa karşı sert ol!”
denebilir. Başlangıçtan itibaren çocuğa, öfkenin syön
değiştirebileceği öğretilebilir. Çocuk, öfkesi kayboluncaya
kadar o şeyi fırlatmayı sürdürebilir. Birkaç dakikada öfkesini
dağıtır ve öfke birikmez. Önemli olan da zaten öfkenin
birikmemesidir.
Herhalde yine, devrenin bitiş günlerine
yaşıyor olmamızdan dolayı, günümüz toplumunun istekleri,
etkilere verdiği tepkiler bir kısır döngü içine mahkumoldu. “Önemli
olan, toplumun anlayışı ve duygulardır….” dendi.
Gerçekten, “toplumun iyiliğini istemeyen bir toplumculuk”
anlayışıyla acaba nereye kadar gidebiliriz? Bireyin varlık
nedeniyle birleşmeyen toplumculuk ve onun amaçları, toplumdaki
suçların “Yeni Çağ”
kavramında yerini anlamını bulamayacak olan eylemlerin kaynağı
haline geldi ise de , bu geçici bir dönemdir.Güneş doğmak
üzere… Yeni bir sabah başlıyor gezegen için, üstelik de uzun
süreli bir sabah…Bütün bu sözü edilen şeylerin,gezegende
yaşayan pek çok insan tarafından yeniden süzgeçten geçirilmesi
için doğan bu güneş, yeni rüzgarları ve imkanları da
beraberinde getirecek. Hisseden, duyan,düşünen, anlamaya
çalışan,gerçekleri seven, şuurlu insanlar için spiritüellik
dolu, sevgiyle aydınlanmış yeni günler yeni sabahlar, yeni
günler başlamak üzere…
Lotüsü açmak Toplum
içinde yaşayan bireyler olarak; herkesin herkesle birlikte,
inanç ve fikir birliğini karşılıklı anlayış çemberi içinde
yaşaması, kendini tartması / sınaması, bilgi ve duygularına
karşı olan samimiyetini gözden geçirmesi her zaman için
iyidir. Toplu halde yaşamak, içsel gelişim ve elbette ki asıl
konumuz olan “yenileşmek”
açısından bizler için değerli bir nimettir.
Bu
arada, duygularınızın; akla değil de, yüreğe bağlanmasına izin
verin; tüm duygularınızla deneyin... Yürekten gelen sesi
duyduğumuzda her şey bizler için bambaşka bir hale gelecek. Bu
bağlamda, her duygunun yüreğe indiğini, onun içinde eridiğini
daha fazla duyumsayın… Duygunun kalple bağlantısının
kurulmasını yazımızın içinde “haleti duygu bedeninde
sirküle etmek…” şeklinde ifade etmiştik. Bunun
için, örneğin; gözlerinizi yumun ve toprağa dokunun. Tam
olarak toprağa dokunmuş olmak için, elinizin; dışa açılan
yüreğiniz olduğunu hissedin: Müzik dinlerken, onu akılla
değil, kalbinizle dinleyin. Bırakın, kulaklarınız akla değil,
kalbe bağlanmış olsun…
Erdemli bir kişi, duyguların kalpte
özümsenmiş olmasıyla, “lotus
çiçeğinin merkezine
erişir”.
Duyularınızın kalbe bağlanmasını deneyimleyin. Her zaman
duygunun kalpte derine indiğini ve onun içinde özümsendiğini
hissetmeye çalışın. Bu iki durum sağlandığı zaman, duyularınız
size yardımcı olmaya başlayacaktır; onlar size sevgiye ve onun
merkezi olarak kabul edilen kalbe gidişinizde rehberlik
edecek, kalbiniz sanki bir lotus çiçeği haline gelerek insan
sevgisi daha doğrusu varlık sevgisiyle dolup taşacaktır.
Günlük
yaşamda, duyguya neden olan araç; nesne, kişi değil, duygunun
kendisidir. Örneğin, sizi bir şey sevindirdiği zaman, sevincin
üzerine/kendisine odaklanın, onu iyice hissedin, hatta onun
haletini o kadar derinden deneyimleyin ki, sevincin kendisi
olun. Güneş batarken / doğarken, duygulandığınız zaman; güneşi
unutun, yoğunlaşan duygunuza odaklanın. Sadece onun gözlemcisi
olmayın, onun içine karışıp kaybolun. Duygunun kendisini
bırakıp, ona neden olana kayarsanız duygulanmayla ilgili bir
deneyim fırsatını, halet yaşama şansını kaçırmış olursunuz.
Sizi sevindiren bir arkadaş sizde sevinç duygusunun ortaya
çıkmasında sadece bir neden oluşturmuştur, ona aracılık
etmiştir. Sevinç her zaman içinizdedir; arkadaşınız yalnızca
onun dışarı çıkmasına neden olmuştur. Bu durumda siz sevince
odaklanın, arkadaşa değil… Sevinç gibi; sevgi, öfke, hırs,
kıskançlık vb. tüm duygu türleri için durum aynıdır. Bu duygu
türlerini ortaya çıktıkları zaman zihninizde değil, daha
derinde hissetmeye çalışın. Duyguları bastırmayın ama onları
kontrol altında tutarak kalbinizde hissedin… Onları bastırmak,
daha fazla rahatsızlık yaratacaktır: Bastırmakla özellikle de
olumsuz duyguları bastırmakla eyleme dönüştürmüyorsunuz ama,
onları bir yerde biriktiriyorsunuz ve potansiyel
rahatsızlıklar depoluyorsunuz anlamı çıkar ki,bunun karşılığı
da kaçınılmaz olarak sağlık problemleri demektir.
Zihin
sağlımız, ruh sağlığımız, beden sağlığımız için sevginin
içimizdeki sesini duymak eğer duyamıyorsak, kendimizi
değiştirmek adına bazı araştırmalara başlamak, Yeni İnsana çok
yakışır davranışlar olacaktır… |