Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

Yeni İnsana Giderken Sormamız Gereken En Önemli Soru

Duygularımızı Yönetebiliyor muyuz?  

 Duygularına, düşüncelerine bak, ne olduğunu anla! demiş büyük düşünür Bergson!…

  Kabul etsek de etmesek de, duygular ve düşünceler yaşamımızda belirleyici rolü olan ve bizi halden hale sürükleyen, vezir de eden rezil de eden etkenler. Duygu ve düşünce gözle görülmez, elle tutulmaz ama, bedeni yönlendirecek kadar da etkilidir. Birçok hareketimizin, davranışımızın ve tutumumuzun kökeninde bu iki etmen vardır. Duygu ve düşüncelerin insani ilişkilerindeki önemi yadsınamaz. Maddeci zihniyetin temsilcilerine göre onları yok saymak gerek; çünkü elle tutulmazlar, gözle görülmezler, tartıya ölçüye gelmezler. Duygu ve düşüncenin varlığını ve gerçek olduğunu, kendi maddeci yaklaşımlarıyla nasıl tevil ederler bilemeyiz ama onlar ne derse desin; dünyada yaşarken, elde ettiğimiz duygusal deneyimler içinde, maddenin belli bir yoğunluk düzeyinde yaşıyor ve eprövler-yaşam sınavları geçiriyoruz, bilgi uygulamaları yapıyoruz yani daha açıkçası duygu ve düşünce yoğunluğumuza göre kendimize yeni yollar açıyoruz veya yürüdüğümüz yolu kendi kendimize kapatıyoruz… Ferah ve açık yollarda yürümek de, dar ve engelli yollarda yürümek de tamamen bizim elimizde…

  İnsanlık ailesinin üyeleri olarak, tüm maddeci katı engellemelere rağmen; yepyeni bir çağa hazırlık içindeyiz. Duygularımızı nasıl kullanabileceğimiz bilgisini günlük yaşam olaylarına verdiğimiz tepkiler ve bu tepkiler üzerinde derin düşünceye dalarak, özümsemeye çalışıyoruz. Çünkü maddeye olan yaklaşımımızı ancak duygularımızla yapabiliyoruz. Bu durumda duyguların hedefi bireyi maddeye bağlı tutmak oluyor. Bu bağlılığın belli bir derecesi dünyaya tutunup yaşam planını uygulamak için gerekli ise de; bağımlılığa ve özdeşleşmeye dönüşmesi de içsel gelişim açısından bir felakettir…

 Duyguların, günlük yaşamda; beşeri ilişkilerin şeklini ve kalitesini belirlemede etkili olduğunu belirtmiştik. Gün boyunca farklı duygular taşırız. Sadece farklı duygular taşımakla da kalmayıp; çevremizdekilerin de bize karşı içinde bulundukları duygu durumuna göre farklı davrandıklarını görürüz.

  Duyguların yaşamda çoğu zaman sağ duyuyu engelleyici bir etkisi olduğu, sağlıklı düşünmeye yer bırakmadığı ve sorunları, içsel gelişime zarar veren bir duruma getirdiği, yanlış ve ne yazık ki yaygın bir kanaattır. Oysa burada zararlı olan, duygunun kendisi değil; ona sahip olan bireyin o duygu ya da duygusallıkla ne yaptığıdır. Şöyle ki, örneğin; teknoloji alanında bir meslek sahibinin, geliştireceği ve izleyeceği düşünce akışının duygulanmalardan uzak kalması gerektiğine inanılır. İnsan, sanki bir makineymiş gibi sadece maddesel bir yapıymış gibi onu duygulardan / duygulanmalardan soyutlamak, duyguları “sıfırlamak”, yok saymak marifet değildir. Önemli olan, duyguları kontrol altında tutmak, gerektiğinde  onlardan yararlanmak ve başkalarını da yararlandırmaktır. Duyguya, duygulanmaya, sağlıklı bir yaşamın gereklerine ve kişinin psişik gereksinimlerine yer vermeyen teknolojinin sadece değersiz olmakla kalamayıp; aynı zamanda tamamen tehlikeli olduğu anlayışı da ne yazık ki henüz yaygınlaşmamıştır.

  Gelişmiş olmak ne demektir?
 
Günümüzde her ne kadar 21.y.y.’da yaşıyorsak da, duygusal ıstırapların günlük yaşamın büyük bir kısmına egemen olduğu yaygın bir gerçektir. Rahatsızlıkların sıralanmasında özellikle de sözüm ona “gelişmiş” ülkelerde stres ve öteki psikolojik rahatsızlıkların en başta olması, bunun bir göstergesidir. Maalesef, içinde bulunduğumuz Yeni İnsanlık Dönemi’nin arifesinde, zaman-mekan koşullarına uygun şekilde gerekli sabır ve dayanma gücünü geliştirememiş olduğumuz için içsel gelişim ivmemiz de olması gereken düzeyde değildir. Çevreden aldığımız etkilere karşı verdiğimiz duygusal tepkiler zaman zaman bizleri insanlığımızdan utandıracak kabalık ve vahşilikte olabilmektedir. Bunun örneklerini sadece; çarşıda, pazarda, trafikte kendi gözlerimizle birebir gördüğümüz yetmiyormuş gibi, görsel ve basılı medya ile marifetmiş gibi, oturma odamıza kadar da hergün yeniden taşınmaktadır. Sanki, elimizin karası yüzümüze vuruluyor. Sanki, “İşte siz busunuz; 21.y.y.’a girdiniz, uzaya istasyon kurdunuz, ay üzerinde turlar attınız ama aslen böylesiniz, kendinize gelin artık! Bir dönem bitiyor, bir dönem başlıyor.Yeni İnsanlık Dönemi’ne bu halde mi gireceksiniz?” deniyor.

  Dünyaya duygularla bağlanıyoruz, bunun enkarnasyon yani dünyada bir ömür boyu tutunabilmek bakımından sadece gerekli değil, aynı zamanda kaçınılmaz olduğuna değinmiştik. Ancak bu “bağlantı”nın “bağımlılık”a, tutkulara, özdeşleşmelere dönüşmesinin sakıncalı olduğu ortadadır. Bağımlılığın içsel gelişimi durdurucu etkisi vardır.Bu bağımlılık iki derecede kendini gösteriyor: Yüzeysel ve coşkulu. Yüzeysel bağımlılık; cinsel, merak ve heyecan niteliklidir. Coşkulu bağımlılıkta ise, duygusallık ve romantiklik egemendir.

  Söz konusu bağımlılığı özdeşleşmelere dönüştüren ve dolayısıyla tekamül gidişimizi ağırlaştıran etmelerin başında; beşeri/duygusal “örtülerimiz” yapay icap ve ihtiyaçlar ile bunlara bağlı sahte benliklerimiz gelir. Bunlar, yeni insan olma yolunda ilerleyişimizi ağırlaştıran bir bakıma ayaklarımıza kendi ellerimizle vurduğumuz zincirlerdir. Duyguların zamanında kontrolsuzluğuyla oluşan bu durum, yani duygusallıkla kirlenmiş davranışlar / ilişkiler, gelecekteki eprövün; kabalığını / inceliğini ve şeklini belirler. Başka türlü ifadesiyle duygusallık; yaşam sınavı dediğimiz eprövün kalitesini düşürür, kabalığını/şiddetini artırır ve böylece birey zamanı gelince tam layık olduğuyla karşılaşır ve bu karşılaştığı  onun kendi elinin emeğinin en doğal ve adil sonucudur. Bu şekilde bireylerden oluşan bir toplumda duygusallığın artışı o toplumun üzerine doğal afetleri (kaba tesirleri) çeker. Elbette ki, duygusuz olmayı kimse öneremez. İnsani ilişkilerimizde  duygusallaşmadan, kendimizin dışındakilerle  “duygu bağları” kurmak yararlı ve Yeni Çağ’a uyumlu bir tutum olsa gerek…

  Vicdana uygun yaşamak
  Böyle bir tutum içinde, duygular; kanaatlerimizi etkilemeyecek duruma geldiği zaman, vicdan ortaya çıkar. Bunu başaranlar Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki ifadesiyle “yüksek duygulu tertemiz varlıklar”dır. Yani vicdani kanaatlerin duygular/duygusallıklar tarafından etkilenmemesi makbuldur. Bu başarılırsa; vicdan, duygulardan arındırılmış demektir. O zaman, “bilgi ile vicdanlı hareket” daha olası hale gelir. Bilgi ile ile vicdanlı hareket edildiği zaman, yaşanan / deneyimlenen haletler, duygular, duygulanmalar aracılığıyla metabiyolojik yanımıza yansır. Esasen yeryüzünde yaşayan insan bu yansıtmayı (“feed-back” göndermeyi/bildirimi) yaşama ve ruhsallığa karşı bir görev olarak yapmak durumundadır; dünyaya doğan insanın yüksek benine karşı da görevidir bu… Aynı etki değişik bireylerde değişik algılanır ve yorumlanır ve Yüksek Ben’e yansıtılır. Çünkü herkes değişik duygusallık ve arınmışlıktadır, herkesin vicdan kanalı aynı açıklıkta değildir kuşkusuz…

  Söz konusu “yansımaya” neden olan haletleri bize yaşatan tesirleri beş duyumuzla algılarız. Beş duyu ile algılanan her şey belli/belirsiz de olsa, derece derece duygulanmaya/duygusallaşmaya neden olur. Ama unutmayalım ki, duyularımızla sadece  illüzyonel dünyayı algılıyoruz. Burada elbette ki, “Ne yapalım, böyle yaratılmışız…” deyip; duyarsızlığa, dolayısıyla atalete girecek değiliz. Yapılacak şey, illüzyon olanı anlamlandırmak ve onun yani görünenin ötesine uzanmaya çalışmak,  “akıl etmek(1), düşünmektir ki, bu da duyguları ve zihni kontrol altında tutmakla olasıdır(2). 

  Yukarıda sözünü ettiğimiz “yansıma”nın mekanizması varlıksal yapımızdaki “merkezler”le ya da “enerji bedenler”le ilgilidir. Bir eprövün, bilgi uygulamasının haleti duygu merkezinde sirküle edilmedikçe, Yüksek Ben’e yansımaz. Bu nedenle, gelen eprövün haletini derinden yaşamak; söz konusu sirkülasyonu ve yansımayı kolaylaştırır. Duygu merkezinde halet yaşamak, bireyi gerilime sokar. Gerilim ise marazi hale dönüştürülmedikçe gelişim için gereklidir; bireyi atalete düşmekten kurtarır, motive eder. Ancak gerilimin; kontroldan çıkıp, marazi bir hal  alarak; vesveseye, bunalıma ve hezeyana dönüşmesime meydan vermemek gerek. Burada “hezeyan”, kontroldan çıkmış duygusallıktır. Vesvese ise; kuşku, endişe ve korkunun ileri şeklidir. Özellikle vesveseye karşı dikkatli olunması Kur’an’da bile yerini bulmuş, içsel gelişim açısından sakıncalarına işaret edilmiştir(3).

 

  Esneklik-Uyum
  Yukarıda sözünü ettiğimiz beşeri zaaflar, dolayısıyla bireyin değişip,dönüşüp
yeni insan olmasının önündeki engellerdendir. Bunların oluşturduğu “kir, pas, tortu” nedeniyle, tesirin titreşimsel etkisi bireyin duygu merkezinde halet oluşturmaz ve böylece bir gelişim fırsatı değerlendirilememiş, bir “nimet” heba edilmiş olur. Oysa ki, böyle bir halet oluşur ve bu halet tüm merkezlerde irdelenmeye ve sirkülasyona tabi tutulursa, bir gelişim fırsatının / nimetinin değerlendirmesi gerçekleşmiş olur. Örneğin bir kaza haberi ya da ölüm haberi ile karşılaştınız. Yakınlarınızdan biri kaza geçirdi veya buradan ayrıldı. Bu olay sizin tarafınızdan bir irdelenmeye tabii tutulabilir, her yönüyle o insanı ve yaşadıklarını derinden düşünerek yaşanan olaydan siz de kendi ihtiyacınız olan etkiyi almaya çalışmak yerine, aman sende deyip hiç duymamış gibi davranmak çok da yararlı bir davranış değildir. Ancak unutulmamalıdır ki; söz konusu irdelemenin ve sirkülasyonun tam olabilmesi, merkezlerin esnekliğine bağlıdır. Bu “esneklik” var ise, gerilimin(haletin) hissedilmesi söz konusu olabilir. Böyle bir başarılı uygulama; eterik, astral ve mantal bedenlerimize, oradan da bağlı olduğumuz ruhsal plana yansır. Kısaca, duygu merkezimiz aracılığıyla aşkın yanımızla (Yüksek Benimiz, asıl kendimiz ile)  olan bağlantımızı sürdürüyoruz. Duyguların kontrolsüzlüğünün bu bağlantıyı olumsuz yönde etkileyeceği/etkilediği ortadadır. Bu kontrolsüzlük, bireyin; planına “feed-back” göndermesini, dolayısıyla planına karşı vazifesini / sorumluluğunu da engeller. Bu arada, duygu merkezinin negatif veçhesinin; duygusallık, pozitif veçhesinin de duyarlılık ve duygulanma olduğunu anımsamakta da yarar vardır.

  Duyular kanalıyla aldığımız her hangi bir tesirin kaynağı değil, bizde yarattığı / oluşturduğu halet önemlidir. Toplu halde yaşamanın gereği olan ilişki örüntüsü sürekliliği içinde yaşarken bize yönelik tesirin kaynağından çok, bizde o tesir nedeniyle oluşan halete yani, kendimize yönelirsek içsel gelişim açısından daha karlı çıkarız. Biliyoruz ki; evde, işte, çarşıda, pazarda bize yönelik bu kaynaklardan en çok karşılaşılanı, çeşitli yakınlık derecelerimiz olan şahıslardır. Her şahıs belli bir realitenin temsilcisidir. Dolayısıyla, dışa yönelmek söz konusu olsa bile; şahıstan çok, onun temsil ettiği realiteye yönelirsek; öfkelenmek, kırılmak/darılmak, hayal kırıklığına uğramak, kıskanmak vb. duygusal hezeyanlar ve duygusal çalkantılara girmekten hatta bunlardan dolayı bir vebal yüklenmekten kendimizi korumuş / kurtarmış oluruz. Bu şekilde şahıs yerine, realiteyi muhatap alırsak, kendimizi bireyden arındırmış oluruz. Çünkü realiteden yani o gerçeklikteki kişilerin oluşturduğu bir anlayıştan nefret edilmez, realite kıskanılmaz, realiteye öfke duyulmaz, gazab edilmez…

  Öfkeyle mücadele
  İnsan olarak sıkça sergilediğimiz duygusallıklarımızdan biri öfkedir. Öfkelenmememiz gerektiğini bildiğimiz halde; zaman zaman da olsa, öfkelenmekten kendimizi alamayız. Bu durumlarda çoğunlukla öfkeyi bastırmaya çalışırız. Ama zamanla, öfkemizi bastıra bastıra, onu dışa açıkça vurmama alışkanlığı sürekli hale gelir. Yani, zaman mekan koşulları bizi, öfkeyi bastırmada ustalaştırır, hatta ve ne yazık ki “yapay bir maske “ ile, çoğunlukla da gülümseyerek, sahte bir benlikle, sevinmiş ve mutlu görünebiliriz ama hıncımızı dolaylı yoldan sinsice almayı da ihmal etmeyiz. Bu durumda öfke eylemi dışlaşmayacak ama, öfke “içimizde” bir yerlerde gizlenerek kalacaktır. Sadece anlık şeylerden kaynaklanan öfkeyi böylece zaman içinde fark etmeden biriktiririz ve birgün hiç ummadığımız bir şekilde patlayarak bizi de utandırabilir. Oysa öfke bastırılmazsa, hiç kimse sürekli öfkeli olamaz; o zaman öfke, gelip geçen anlık bir duygusallık olur ve derine inmez, açığa vurulduğunda, öfkeyi uzatmazsınız. Öfkenizi saklamayın nedenini ararken, onun derinlerine dalın ama öfkeyi bastırmayın. En iyisi, öfkeyi; hareket bedeninde kontrol altında tutarak, duygu bedeninde iyice sirküle etmek derinden haletini yaşamak ve dışlaşmasını sağlamaktır. Bazı insanlar öfkelerini spor yaparak da boşaltabilirler, bu kişisel bir tercih meselesidir. Bazıları da müzik dinler, yürüyüşe, alışverişe çıkar, sinemaya gider. Önemli olan öfkenin asıl nedenini bulmak ve gerekli cümlelerle sizi öfkelendiren kişiye veya olaya bir tepki vermek,karşı tarafın da anlayışının gelişmesine yardım etmektir. Sorunları hep içlerine atan insanlarsa bilmeden hem kendilerine hem başkalarına zarar verirler.

  Kuşkusuz günlük yaşam içinde sorunlar olacaktır. Öfkeyi kontrol etmek için, örneğin küçük bir çocuk kalıba sokulabilir: Ona bir yastık verip, “Yastığa öfkelen, yastığa karşı sert ol!” denebilir.  Başlangıçtan itibaren çocuğa, öfkenin syön değiştirebileceği öğretilebilir. Çocuk, öfkesi kayboluncaya kadar o şeyi fırlatmayı sürdürebilir. Birkaç dakikada öfkesini dağıtır ve öfke birikmez. Önemli olan da zaten öfkenin birikmemesidir.

  Herhalde yine, devrenin bitiş günlerine yaşıyor olmamızdan dolayı, günümüz toplumunun istekleri, etkilere verdiği tepkiler bir kısır döngü içine mahkumoldu. “Önemli olan,  toplumun anlayışı ve duygulardır….” dendi. Gerçekten, “toplumun iyiliğini istemeyen bir toplumculuk” anlayışıyla acaba nereye kadar gidebiliriz? Bireyin varlık nedeniyle birleşmeyen toplumculuk ve onun amaçları, toplumdaki suçların Yeni Çağ kavramında yerini anlamını bulamayacak olan eylemlerin kaynağı haline geldi ise de , bu geçici bir dönemdir.Güneş doğmak üzere… Yeni bir sabah başlıyor gezegen için, üstelik de uzun süreli bir sabah…Bütün bu sözü edilen şeylerin,gezegende yaşayan pek çok insan tarafından yeniden süzgeçten geçirilmesi için doğan bu güneş, yeni rüzgarları ve imkanları da beraberinde getirecek. Hisseden, duyan,düşünen, anlamaya çalışan,gerçekleri seven, şuurlu insanlar için spiritüellik dolu, sevgiyle aydınlanmış yeni günler yeni sabahlar, yeni günler başlamak üzere…

   Lotüsü açmak
  Toplum içinde yaşayan bireyler olarak;  herkesin herkesle birlikte, inanç ve fikir birliğini karşılıklı anlayış çemberi içinde yaşaması, kendini tartması / sınaması, bilgi ve duygularına karşı olan samimiyetini gözden geçirmesi her zaman için iyidir. Toplu halde yaşamak, içsel gelişim ve elbette ki asıl konumuz olan
yenileşmek açısından bizler için değerli bir nimettir.

  Bu arada, duygularınızın; akla değil de, yüreğe bağlanmasına izin verin; tüm duygularınızla deneyin... Yürekten gelen sesi duyduğumuzda her şey bizler için bambaşka bir hale gelecek. Bu bağlamda, her duygunun yüreğe indiğini, onun içinde eridiğini daha fazla duyumsayın…  Duygunun kalple bağlantısının kurulmasını yazımızın içinde “haleti duygu bedeninde sirküle etmek…” şeklinde ifade etmiştik. Bunun için, örneğin; gözlerinizi yumun ve toprağa dokunun. Tam olarak toprağa dokunmuş olmak için, elinizin; dışa açılan yüreğiniz olduğunu hissedin: Müzik dinlerken, onu akılla değil, kalbinizle dinleyin. Bırakın, kulaklarınız akla değil, kalbe bağlanmış olsun…

  Erdemli bir kişi, duyguların kalpte özümsenmiş olmasıyla, lotus çiçeğinin merkezine erişir. Duyularınızın kalbe bağlanmasını deneyimleyin. Her zaman duygunun kalpte derine indiğini ve onun içinde özümsendiğini hissetmeye çalışın. Bu iki durum sağlandığı zaman, duyularınız size yardımcı olmaya başlayacaktır; onlar size sevgiye ve onun merkezi olarak kabul edilen  kalbe gidişinizde rehberlik edecek, kalbiniz sanki bir lotus çiçeği haline gelerek insan sevgisi daha doğrusu varlık sevgisiyle dolup taşacaktır.

  Günlük yaşamda, duyguya neden olan araç; nesne, kişi değil, duygunun kendisidir. Örneğin, sizi bir şey sevindirdiği zaman, sevincin üzerine/kendisine odaklanın, onu iyice hissedin, hatta onun haletini o kadar derinden deneyimleyin ki, sevincin kendisi olun. Güneş batarken / doğarken, duygulandığınız zaman; güneşi unutun, yoğunlaşan duygunuza odaklanın. Sadece onun gözlemcisi olmayın, onun içine karışıp kaybolun. Duygunun kendisini bırakıp, ona neden olana kayarsanız duygulanmayla ilgili bir deneyim fırsatını, halet yaşama şansını  kaçırmış olursunuz. Sizi sevindiren bir arkadaş sizde sevinç duygusunun ortaya çıkmasında sadece bir neden oluşturmuştur, ona aracılık etmiştir. Sevinç her zaman içinizdedir; arkadaşınız yalnızca onun dışarı çıkmasına neden olmuştur. Bu durumda siz sevince odaklanın, arkadaşa değil… Sevinç gibi; sevgi, öfke, hırs, kıskançlık vb. tüm duygu türleri için durum aynıdır. Bu duygu türlerini ortaya çıktıkları zaman zihninizde değil, daha derinde hissetmeye çalışın. Duyguları bastırmayın ama onları kontrol altında tutarak kalbinizde hissedin… Onları bastırmak, daha fazla rahatsızlık yaratacaktır: Bastırmakla özellikle de olumsuz  duyguları bastırmakla eyleme dönüştürmüyorsunuz ama, onları bir yerde biriktiriyorsunuz ve potansiyel rahatsızlıklar depoluyorsunuz anlamı çıkar ki,bunun karşılığı da kaçınılmaz olarak sağlık problemleri demektir.

  Zihin sağlımız, ruh sağlığımız, beden sağlığımız için sevginin içimizdeki sesini duymak eğer duyamıyorsak, kendimizi değiştirmek adına bazı araştırmalara başlamak, Yeni İnsana çok yakışır davranışlar olacaktır…


(1)”Akıl etmez misiniz..!” konulu ayetler: Bakara 44, Hadid 17, Rum 22, Yunus 100, Yusuf 2, Zühruf 3, Ali İmran 7.

(2)”Zihin gevezeliği” tüm benlerin (sahte benliklerin) tesir üretmesi durumudur.Eğitilmemiş, kontroldan çıkmış beşeri zihnin niteliği; endişe duymak ve vesvese içinde bulunmaktır.Bu durum Kur’an ayetlerinde (Bakara 242) ifadesini bulan “aklı kullanmamak”la ilgili beşeri bir zaaftır. Sahte benliklerden arındırılamamış, sani “sessizleştirlememiş zihin” geveze zihindir. Beşeri zihni bu anlamda “gevezelik”ten kurtarmak ve bireye (içsel gelişim konusunda)sorun olmaktan kurtarmak (yani, onu “sessizleştirmek”), sükut ve sükunet haline kavuşmak, kendini tanıma çerçevesinde kazanılacak bir meziyettir. Kontroldan çıkmış, daha doğrusu egemenliği sahte benliklerin elinde bulunan zihin; bakar ama göremez, duyar ama işitemez. Zihinle ilgili böyle bir olumsuzluk içinde bulunuyorsak, herhangi bir var oluş kesitinde bulunurken; orada (fiziksel olarak)varız ama, aslında yokuz (yani, orada mevcut değiliz demektir. Kendinden habersiz, bedeni ve egosu tarafından (sahte benliklerinin zulmü altında) yönetilen beşerin zihni, onun yaşamının tüm veçhelerini ele geçirdiğinde, korkunç/iğrenç bir asalak haline gelir. Böyle bir zihin; hep alıcı ve biriktiricidir; çünkü sürekli güvensizlik duygusu (bundan dolayı da korku ve endişe)içindedir. Böyle bir zihni, bireye sorun olmaktan kurtarmak, iyileştirmek ve aklın Hayr-ı Ala yönünde kullanılmasına yönelik olarak kendini tanıma çerçevesinde idraklenme cehtini elden bırakmamak gerek.

(3) VESVESE: Kuruntu, evham ve endişenin marazi şeklidir. Eğitilmemiş beşeri zihnin sürekli güvensizlik duygusu içinde olmasından kaynaklanır. Böyle bir zihin sahibi olan birey açlığını, hissettiği güevensizliğini maddesel değerler ve maddesel birikimle karşılamaya çalışır ama açlığını çektiği güvene bir türlü ulaşıp; kuruntu evham ve endişelerini gideremez. Böyle bir zihniyetin temsilcisi birey gerçek güven duygusunun bilgelikle, içsel aydınlanmayla ve vicdan özgürlüğüyle elde edileceğini bilemez. Tüm bunlardan dolayı; vesvese hali, sadece düşünme melekesini değil, aklı da dumura uğratan bir rahatsızlık ve (bu nedenle de) üzerinde durulması gereken beşeri bir zaaftır. Bakara 242’de de ifadesini bulan “…aklı kullanmayı öğrenip / öğrenmemek…”le ilgili olan bu durum; onu içsel gelişim ve hidayet yönünde kullanılabilir hale getirmek elbette ki (kendini tanıma cehti içinde) başarılabilecek bir durumdur. Terbiye edilmemiş beşeri nefsin hedefi kalptir / vicdandır. “İçteki şeytan”ın simgesi olan nefs, vesveseyi araç olarak  kullanmak suretiyle kalbi “bozmaya”, vicdanı karartmaya, onu işe yaramaz hale getirmeye çalışır. Kuşku, vesvesenin hafif bir versiyonudur ve vesvese kalbe önce kuşku olarak girer. Kuşkuya ve vesveseye karşı bu durumdan dolayı uyanık olmak gerek. Başıboş nefsani zihin, güvensizlik korkusu ve yetersizlik duygusu içinde hep kuşkuludur.

 

YARARLANILAN ESERLER:

  • Kur’an

  • Bir Doktorun Ruhsal Dünyadan Mesajları(II), K.Nowotny (Ruh ve Madde Yayınları)

  • Meditasyon, Osho (Omega Yayınları)

  • Ruhsallık Üzerine Denemeler, Ergün Arıkdal (Ruh ve Madde Yayınları)

Yayın Tarihi: 02.Eylül.2010

 

© Astroset 2004-2010