Sevgi enerjisi; dört temel enerjiden biri olan ruhsal enerji
ile birlikte bulunur(1).
Sevgi aslında bir enerjidir. Her şey ruhun tezahürü olduğuna
göre; her şey İlahi İrade Yasaları çerçevesiyle ve İlahi Murad
yönünde, ruhun bilgisi ile yaratılmıştır. Ruhun bilgisinin
taşıyıcısı da sevgidir. Şimdi algılayabildiğimiz bu tezahürat,
şu anki formunu ruhsal etki ve sevgi altında koruyabilmekte ve
sürdürebilmektedir. Bundan dolayı
“SEVGİ” adını
verdiğimiz EVRENSEL CAZİBE
ETKİSİ her yerde mevcuttur. Varlıkları
birbirine bağlayan iletişimin gücünü sevgi enerjisi oluşturur.
Başka bir ifadeyle; sevgi enerjisinin ortak alan oluşturma
niteliği sâyesinde varlıklar arası iletişim sürüp gider.
Esasen ruh varlığının evrensel işlevi olan ve sürüp giden
“uyum” hareketi
de sevgi/sempatizasyon/cazibe olmadan olmaz.
“Uyum” un ortaya
çıkabilmesi için, anlayış ve sevgi şarttır. Uyumun sürekli
olması, temeldeki sevginin sâfiyetine, anlayışın genişliğine
bağlıdır. Uyum olgusundan sonraki aşama, ortak alan
aşamasıdır. Kurulan ortak alan, tezahüratın/yaradılışın ortaya
çıktığı bir mekândır. Ortak alan aynı zamanda yeni bir sevgi
ve bilgi akımı için cazibe ya da odak noktasıdır. Dolayısıyla
kuruluşunun temelinde sevgi bulunan bir ortak alanın şiddeti,
bilgi ve sevgi akışının niteliğini tayin eder. Ortak alanda
oluşturulacak tezahüratın unsurları da oraya sevgi enerjisiyle
taşınır. Bu unsurların başında bilgi gelir. Bu anlamda sevgi
enerjisi; ilahi bir çekim gücü, tanrılık bir südûrdur.
Evrensel düzen, ilahi çekim gücü olan sevgiyle olasıdır.
“Evrensel cazibe etkisi”
olan sevgi enerjisinin tezahürü, farklı ortamlarda başka
başkadır. O, gezegenler arası ortamda evrensel çekim gücü
olarak kendini gösterir. Merkezî bir uzaysal obje çevresinde
bulunan daha küçük cüsseli uzaysal objeler, ancak merkezî
objenin çekimini(cazibesini), onun etrafında belirli
yörüngelerde ve belirli hızlarda dönerek dengelerler. Bu
cazibenin etkisi ve tezahürü her uzaysal objede başka
başkadır. Söz konusu başkalık, uzaysal objelerin niteliklerine
ve merkezden olan uzaklıklarına göre değişir. Atom düzeyinde
de aynı benzerlik söz konusudur.
İnsanda ise sevgi enerjisinin tezahürü; insanın ruhsal gelişim
düzeyine/realitesine göre farklı farklı olur. Bu bakımdan
insanda şuurlanmanın ortaya çıkmasıyla, sevginin ortaya çıkışı
doğru orantılıdır. Şuurlanma da gelişip, değişip,
olgunlaşmayla özdeş olduğuna göre; sevgi enerjisini giderek
bünyede daha çok tezahür ettirmek ve dağıtmak varlıkların
gelişim ihtiyacı olmaktadır. İnsan, maddesel planlarla ruhsal
planlar arasındaki evrensel iletişim ya da geçirgenlik
işlevini ancak bu şekilde gerçekleştirebilir.
Bu bağlamda, bir bakıma
“tekâmül” demek; sevgi etkisini kullanmayı öğrenmek
demektir. Başka bir ifadeyle; içimizde tohum halinde
taşıdığımız sevgi enerjisini hiçbir dirence uğratmadan dışarı
yansıtır sâfiyete gelmek anlamını taşır…
“Sevgi enerjisini geçirgenlik ve nakledicilik”
varlığın evrensel işlevidir. Bu sâyede yücelerden gelen bu
evrensel cazibe etkisi maddenin derinliklerine kadar nüfuz
etmiş, işlemiş olur. Bu şekilde maddenin gelişimi de,
“nurlanması”
da birer “ara plan”
durumunda olan bedenli ruh varlıklarıyla olur. Ayrıca, toplu
halde yaşamanın en anlamlı nedenlerinden biri de budur: Tüm
varlık âlemini dıştan ve içten saran sevgi enerjisini
enkarnasyon ortamlarında tezahür ettirmek. Bedenlenmek,
varlıkların bu enerjiyi bünyelerinden direnç göstermeden
geçirip, yaşama uygulayabilmeleri içindir. Kişinin, sevgi
enerjisine karşı geçirgenliği, onun ruhsal evriminin bir
göstergesidir. Sevgi enerjisini bünyemizden daha çok geçirir
hale gelmek; hem bünyemizde yüksek tesirlerin enkarne olmasına
zemin hazırlamak, hem de aşkın yanımızı, bedensel şuurumuza
aktarabilmek bakımından önemlidir.
“Bünyemizde yüksek tesirlerin
enkarne olmasına elverişli zemin hazırlamak”
aynı zamanda “Ruhsallığın
eli ayağı olmak” demektir.
Unutmayalım ki, sevgi, bir etki, bir aracı vasıtasıyla ortaya
çıkar. Sevginin ortaya çıkmasına, bizim içimizde kaynamasına
her şey aracı olabilir. Yeter ki biz giderek her şeyi/herkesi
sevebilecek/sevebilir hâle gelelim. Beşer olarak genellikle
bizim için sevginin ortaya çıkmasına vasıtalık eden aracı
severiz. Zannederiz ki sevginin kaynağı odur. Bu beşeri bir
yanılgıdır. Sevilmesi gereken ve esasen sevdiğimiz şey yani
bizi cezbeden şey sevginin kendisidir. Sevgiyi ortaya çıkaran
aracı, sevginin kaynağı sanmak beşeri bir yanılgıdır.
Söz konusu araç; bir sevgiliden, bir maden/taş parçasına kadar
her şey olabilir. Bu aracın işlevi; sevgi enerjisiyle olan
bağlantımızı kurmaktır. Araç aradan çekildiğinde yani, bağlama
vazifesini yaptıktan sonra da hâla sevgi duyabiliyorsak, araç
vazifesini yapmış demektir ve hissettiklerimiz, gerçek
sevginin oldukça yüksek bir varyasyonudur. Eğer sevgi
sandığımız o duyguyu nefrete dönüştürüyorsak, o
duygusallıktır.
Ne
yazık ki genellikle böyle olur. Sevgilerimiz sık sık nefrete
dönüşür; kızdığımız, kırıldığımız, kahrolduğumuz zaman bile
sevmeyi sürdürebiliyorsak, o sevgi temiz sevgidir. O sevgi
fedakârlıktır. O sevgi hep vericiliktir. O sevgi; görüp,
gözeticilik ve yardım ediciliktir. Bütün bunları bilmemize
rağmen, kurtuluşumuzun sırrının bir bakıma bunda olduğunu
idrak etmiş bulunmamıza rağmen, söz konusu geçirgenliği
engelleyen faktörler nelerdir? Başka bir ifadeyle
sevemeyişimizin sebepleri nelerdir? Sevgi enerjisinin bizler
tarafından alınıp, tezahür ettirilememesinin sebepleri
nelerdir? Bu yazı dizimizde bu sorulara yanıtlar önereceğiz.
Otomatik Yaşam ve Sevgi
Sevgi
enerjisinin alınıp bizler tarafından bedenli yaşam içindeyken
tezahür ettirilememesinin nedenlerinden ilki otomatik
yaşamdır. Yani yaşamı bir biyolojik robot gibi sadece belli
hareketleri yaparak otomatik tarzda sürdürdüğümüzün hiç
farkından değiliz. Düşünmeye, anlamaya, hoşgörmeye, sevmeye,
hissetmeye yani insan olduğumuz algılamaya zamanımız yok. Bu
negatif durumun nedenlerinden biri
“otomatik yaşam tarzı”
dır. İçinde bulunduğumuz zaman ve mekân koşullarının
gerektirdiği şuurlanma içinde bulunamadığımız için
bilgilerimiz, inançlarımız ve fikirlerimiz yönünden
otomatizma içinde bulunuyoruz. Her şey gelişim için
araç gereçten başka bir şey değildir. Kullandığımız araç
gerecin ve karşılaşmakta olduğumuz olayların mahiyeti
(içeriği) hakkında tam bir idrake sahip olamadığımız için,
daha genel anlamda niçin yaşadığımızı bilemediğimiz için
otomatizmadan kurtulamıyoruz. İçinde bulunduğumuz
zaman ve mekân koşullarının(devre sonunu) gerektirdiği
idraklenme oluşmadığı için, idrak kapasitesi artmadığı için
otomatizma sürmektedir.
Otomatik yaşamda
sorumluluk yoktur. Çünkü tesir, ferdin dışından gelir.
Dolayısıyla sorumlulukta otomatik yaşamın aşılmasından sonra
gelen bir niteliktir, meziyettir. Bu bakımdan bir işte
otomatizmaya düşüldüğü zaman; ondan vazgeçip, başka
bir işe yönelmekte hayır vardır. Otomatik yaşamda
araç gereçle özdeşleşmenin rahatlığı vardır. Bu da egoya
muhalefetin zayıflığının, egonun eğitilmemişliğinin
belirtisidir ki egoistlik, bencillik sevgi enerjisi için en
büyük dirençlerden biridir.
İnsanoğlu, bireysellik gelişim sürecini; otomatik/mekanik
beşer olma dönemini bitirebilmek, buna bağlı olarak idrak ve
liyakatini geliştirebilmek için, Batı’nın önderliğinde
yüzyıllardan beri katı mekanik ve maddeci bir yaşamın koyu
uygulamasını yapmaktadır. Bu doyum oluştuktan ve otomatizmayla
ilgili gelişim ihtiyaçlarının giderilmesinden sonra, devre
sonunun gerektirdiği şuurlanma döneminin, buna bağlı olarak
gerçek sevgi uygulamalarının başlaması söz konusu
olabilecektir. Değişime hazırlık olmak üzere mekanik düzenin
sürekli baskısı altındayız. Bu hâleti doyuncaya kadar
yaşamadıkça, özlemle beklenen şuursal değişim ve sevgi akışı
sağlanamayacaktır. Yeni İnsanlık, bunu başaranlarla
kurulabilir ki bunun bilimsel anlamdaki diğer adı David Bhom’a
göre ‘Katılımcı Evren
Anlayışı’dır. Biz katılmadan oluşacak bir şey
olmadığını anlamak da otomizmadan kurtulmayı işaret eder.
İçimizde
olduğu halde sevginin dışa vurmasını engelleyen
otomatizma koşullandırmalarının farkına varmak, kişiyi
idraklenmeye götüren uyanıklıktır. Bu tür bir uyanıklıkla
otomat insandan şuurlu insana geçiş mümkün
olabilecektir. Bu geçişin en belirgin niteliği de
“diğerkâm vicdanlılık”
tır. Buna ulaşmanın yolu ise; kendini tanıma cehti içinde,
otomatik yaşamın belirgin nitelikleri olan negatif duyguları,
arzu, niyet ve imajinasyonları önce tanımak, sonra onlara
egemen olmaktır. Bunda başarı, otomatik yaşamdan kurtuluşu
beraberinde getirecektir. Ama unutmayalım ki her realitenin
giderek incelse de kendine özgü otomatizmasına,
özdeşleşmelerine ve hız kesici rahatlığına / rehavetine
kapılmak olasıdır. Bundan dolayı insan hangi realitede olursa
olsun; herhangi bir konuda otomatizmaya düşüp
düşmediği konusunda uyanık olmalı ve otomatizmaya
düştüğünü anladığı an ondan vazgeçip, başka bir işe
yönelmelidir. Bunda başarılı olduğu ölçüde içindeki sevgi
enerjisinin dışa vurmasını, yani etrafındakileri sevmesini
engelleyen otomatizmaya karşı samimi bir gayret
sergilemiş olacaktır.
Beşeri / Toplumsal koşullandırmalar ve Sevgi
Otomatizmaya bağlı olarak sevgi akışının en önemli
tıkaçlarından biri de çeşitli koşullandırmalardır. Beşeri ve
toplumsal koşullandırmalar, insanın kendini tanıma gayretini
engeller. Beşeri koşullandırmalar bireyi kendinden
uzaklaştırıp, dejenerasyonun bir kuklası haline getirip, yapay
ihtiyaçlar karmaşası içinde, maddeye benzetir. Bu durumun daha
sembolik ifadesi “kabuklar içinde sabitleşip kalmak”
tır. Bu duruma gelmiş olan bireyin sevgisi de dünyasallaşmış,
maddeselleşmiş, bencilleşmiştir, içgüdülerin tatmine
yönelmiştir; bu oluşumun da bireye getirisi doymak bilmez
açgözlülüktür. Evrensel sevgi enerjisi değişik mekânlarda çok
değişik şekillerde tezahür eder. Koşullandırmalar ve
empozisyonlar içinde kabalaşmış, kendini yenileyememiş,
cezbeden üstün güce(2)
uyum sağlayamamış kişide de bu şekilde tezahür eder. Oysaki
esas olan, özellikle biz devre sonu insanlığından beklenen;
söz konusu “cezbeden üstün
güce” uyum sağlayarak, ve sürekli olarak hız
arttırma cehti içinde bulunmaktır. Bu cehtin gerekleri de;
dirençleri azaltmak, eski bilgiden bağımsızlığa kavuşmak,
peşin hükümlerden kurtulmak, özdeşleşme ve tutkulardan
kurtulmak ve duyguları kontrol altına almaktır.
Ancak o zaman sonsuzluklardan akıp gelen sevgi enerjisinin
içimizdeki kanalları açılmış ve dışarı yansıma olanağına
kavuşmuş olacaktır. Ancak bu sâyede bu ilahi gücün bizde
“arzu” şekline
dönüşmesini, yani duygusallaşmasını engelleyebilir, onu hiç
değilse bize ulaştığı sâfiyetle koruyabiliriz. Bu ilahi gücün
kaynağı TANRI’dır. Biz sevgi üretemeyiz. Ancak, mevcut olan
sevgi gücünden tekamülümüz oranında yararlanabiliriz. Dinsel
ve toplumsal kurumların, ticâri sektörlerin (reklam + moda)
koşullandırmalarından uzak; bağışlayıcılık, affedicilik,
hoşgörü ve arzuları kontrol, sevgi enerjisinin kendimizde
toplanmasına neden olur ve onun bizde etkinlik göstermesine
zemin hazırlamış oluruz. Bu şekilde giderek, sevgi enerjisini
kullanmayı da öğrenme olanağına kavuşabiliriz. Aslında tüm
varlıklar olarak bir sevgi okyanusu içinde yüzüyoruz. Eninde
sonunda bunun farkına varıp, O’nun sâfiyetiyle özdeşleşmekten
başka yapacak bir şeyimiz yoktur. Bu bağlamda,
“Dönüşünüz banadır !”
ayetinden; “Benim sevgimi
olduğu gibi fark edeceksiniz” anlıyoruz.
Buraya kadar, otomatizma ve koşullandırmaların sevginin
tezahürü açısından önemini anlatırken, sevgi için başka bir
engel(direnç) olan duygular konusuna da yer yer
değinmiştik. Şimdi duygularla ilgili
dirençlerimizden söz edelim:
Duygular, Duygusallıklar ve Sevgi
Ouspenski
öğretisinde “duygusal yaşayış”,
“atın, insanı/süvariyi
götürmesi” ne
benzetilmiştir. Oysaki bedenli ruh varlıkları olarak “atı”
bizim götürüyor/sürüyor olmamız gerekir. Yani
duyguların kontrolü bizim
elimizde olmalıdır. İradeyi tam anlamıyla
kullanabilmek… İrademizin sâhibi olabilmek çok önemlidir… Ne
yani iradem benim elimde değil mi ki dediğinizi duyar gibiyiz
ama maalesef İradenin kullanımı başkasının elinde de olabilir.
Bu bakımdan; irade, istek ve tasavvurların kimin ya da hangi
kaynak tarafından yönlendirildiği önemlidir. Astral enerji mi,
yoksa mantal enerji mi onu yönlendiriyor? Unutmayalım ki,
duyguları, duygusallığı yöneten merkez astraldir. Şimdiye
kadar, bireysellik gelişim süreci içinde asırlar boyunca
astralden gelen etkilerle yönlendirildik. Ama artık, devre
sonu ile birlikte duygusallığın kaynağı olan astral
yapımızdaki kiri-pası temizleyip mantale yönelmek
durumundayız. Mantal düzeyden besleniyor olmalıyız. Doğal ve
toplumsal afetlerle çekilen bunca ıstırabın genel nedeni de
budur. Astral birikintileri ortadan kaldırmak. Esasen
“arınmak” da
bundan başka nedir ki? Bu arınma gerçekleştiği zaman, zaten
sevgi enerjisi içimizden akmak için orada hazır bekliyor.
Düşüncelerimizden de Sorumluyuz
Duyguların
kontrolsüzlüğüyle bağlantılı olarak
“olumsuz düşünceler”
de, sevgi akışını engelleyen dirençlerden ayrı bir gurubu
oluşturur. Olumsuz duygu ve düşünceler, kişinin bünyesinde
sevgi enerjisinin geçişine etki eden küçümsenmeyecek tıkaçtır.
Olumsuz duygu ve düşüncelerin çeşitli türlerini günlük
yaşamda; kin, nefret, kıskançlık, kibir, alınganlık, vesvese,
sistematik kuşkuculuk, korku, aşırı hayranlık ve özenme
şeklinde görüyoruz. Bunlardan nefret ve kıskançlık, çok yaygın
hâle gelmiş olumsuz duygularımızdandır. Ayrıca korku,
gerçekten de olumsuz duygu ve düşüncelerin kaynağıdır.
Bildiğimiz türden korkuların yanı sıra; ego kaynaklı tüm
tatminlerden mahrum olmaya karşı duyulan korkularımız da buna
dâhildir. Egosunun ve duygularının kontrolünü(“atın
dizginlerini”) elinden kaçırmış bir kimsenin yaşam
düzenindeki bir değişikliğe karşı içinde daha korkuları ve
olumsuz duruşu vardır. Tüm bunlardan dolayı; bizim kendi
bünyemizden bir sevgi akışı oluşturmamıza, dolayısıyla
başkalarını sevmemize, başkalarına sevgi yansıtmamıza engel
olan yukarıda belirttiğimiz durumlara karşı çok dikkatli
olmalıyız. Korku güvensizlik yaratır, dolayısıyla sevgiyi
engeller.
Olumsuz duygu ve düşünceler, objektifliği de engeller. Burada
“objektiflik” ten amaç; gerçeği yorum katmadan
görebilmek ve anlayabilmektir. Objektiflikte, ne görüyorsanız,
onu değerlendirmek vardır. Kendi kendinize yorum ve teori
üretmek söz konusu değildir. Konunun önemine bağlı olarak;
düşüncelerimizden de sorumlu olduğumuz hususu kutsal
metinlerde de yer almıştır. İnsanlık tüm kutsal metinlerde ve
inisiyatik/felsefi öğretilerde, yukarıda türlerini saydığımız
olumsuz duygu ve düşüncelere karşı uyarılmıştır.
Bunun tersine, pozitif düşüncenin ön plana alınması hususu
sürekli olarak gündeme getirilmiştir. Yani her şeyi iyi bir
gözle görmeye çalışmak. Pozitif bir hal içerisinde olup
bitenleri sabırla ele almak. Beynin negatif enerji ile
dolmamasına titizlik göstermek gerek. Eğer zihnimiz her zaman
pozitif düşünce üretme alışkanlığı kazanmışsa, çevremizle
olan ilişki ve iletişimimiz gayet kolay olur. Ayrıca, ne
yapıyor olursak olalım; niyetimizin pozitif olup olmadığı
önemlidir. Enerjimizi yönlendirecek en büyük içsel neden
niyetimizdir.
Bu, aynı zamanda mantal içeriğimizle ve mantalimizin genel
durumuyla ilgili bir konudur. Varlıklar arası etkileşim ve
iletişim sâdece sözle ya da herhangi bir fiziksel eylemle
olmaz; mantal düzeyde süptil bir iletişim sürüp gider.
Daralmış ve kapanmış dünya şuuruyla bu üst düzey iletişimin
farkına varamayız. Buna rağmen mantal düzeyde
etkileşim/iletişim ve paylaşım sürüp gider. En güzel paylaşma,
mantal paylaşmadır. Mantal yanımızın, insanları geliştirici
kalitede olması, onların sorunlarını halletmede yardımcı
olması çok önemlidir. İyi niyetli, pozitif yayın odağı olmak,
daha üstün(süptil) yayınları ki bunlardan biri de, konumuz
olan sevgi enerjisidir kendimize çekmek ve onların yayılmasına
aracı olmak bakımından da önemlidir. Bu yolla; negatif düşünce
üretmekten kendini kurtaramamış kimselere de yardımcı olmak
olasıdır.
Bir topluluk içerisinde, dostlar arasında gerçekten sıkı bir
rabıta-bağlantı, sıcak/pozitif iletişim yaratmak istiyorsanız,
bu bağlantıya engel olan zihinleri sözle ortadan
kaldıramayabilirsiniz. Ama o topluluk içerisinde kendi
aralarında rabıtaları güçlü olan birkaç kişinin sürekli
pozitif, bağlılık ve sevgi yayını yapmasıyla, o bireyler
kendiliğinden olgunlaşmaya başlarlar. Bu sizin doğrudan
doğruya zihin ameliyenizden doğan bir iştir; mantal
bedeninizin öteki mantal bedenler üzerindeki
yardımlaşmasından, kaynaşmasından ileri gelir. Böyle pozitif
bir iletişim ve kurulan ortak alanlar, ilahi çekim gücü olan
sevgi enerjisinin mantale ve astral bedeneoradan da fizik
bedene nüfuz etmesine olanak sağlayacaktır.
Kısacası, mantal düzeyde yapılan hareketler çok önemli
etkinliklerdir. İsa Peygamber bunu,
“Düşüncelerinizden bile
sorumlusunuz!” şeklinde ifade etmişti, 2010 yıl
önce. Düşüncenin kaynağı beyin değildir. Beyin sadece iyi bir
aracıdır. Beyin, düşünceleri realize etmeye yarar ve
düşüncelerin tezahür etme zeminidir. Düşünce, daha çok derin
ve varlık içi bir mekanizmadır. İşte bunlardan dolayı diyoruz
ki; en güzel paylaşma mantal paylaşmadır. Sessiz sedasız,
pozitif niyetler içinde, pozitif yayın halinde olmak… Bu hal
içinde sadece kardeşini değil, düşmanını bile hoş görmek…
Sizin iyi niyetinizi istismar edenleri, bunca gayretinize
rağmen, yaptığı beşeri hatalarla/bencilliklerle sizi hayal
kırıklıklarına uğratanları bile affetmek, onlara pozitif
yayınınızla yardım etmeyi sürdürmek.. İşte tüm bunları
yapabilecek duruma ulaşmak, bu mantaliteyi benimseyebilmek,
büyük ölçüde duyguların kontrolüne, buna bağlı düşüncelerin
pozitifleşmesine bağlıdır. Sevgi enerjisinin içimizden
akışının sağlanması da buna bağlıdır.
Aksi takdirde yaşamın hedefini yitirmek ve telafisi daha ağır
eprövlere girmek söz konusu olabilir. Hedefini bulamayan, esas
yaşam amacından uzaklaşmış varlıkların en büyük
özelliklerinden bir tanesi “duygusal karmaşa”
içinde bulunmalarıdır. Sürekli bir duygusal çalkantı
içindedirler, istikrarsızdırlar. Bu durum, hem yönlerini
belirleyememiş olduklarının, hem de sevgisizliklerinin
belirtisidir.
Demoralize Olmaya Gerek yok
Duygusal
iniş çıkışlara sık sık mâruz kalmaya başladığınız zaman,
demoralize olmaya gerek yoktur, ama bilin ki hedefinizi
yitirdiniz. Yaşam akışında yürümeniz gereken asıl yönün, bu
enkarnasyonunuzun asıl hedefinin dışındasınız demektir.
Bireyin, enkarne olmadan önce hazırladığı yaşam planından
sapması, onun “hak
yolu”ndan sapması demektir. Aslında,
duygularınızın bu sinyalleri; özdeşleşmeye uğradığınızın
belirtisini vermeye çalışmaktadırlar. Duygusal karmaşanın
arkasından, duygusal karmaşadan doğan özdeşleşmeler başlar.
Kendinizi bir şiirle, bir müzikle, bir bitkiyle, bir evcil
hayvanla, bir yaşayış biçimiyle (hippileşmek vs. gibi)
özdeşleştiriverirsiniz. İşte tüm bu özdeşleşmelerin ardında
duygusal karmaşa vardır. Çoğu zaman da; bazı özdeşleşmeleri
bırakır, başkalarını benimseriz. Özdeşleşmeler konusuna
ilerleyen satırlarımız içinde tekrardan döneceğiz.
Duygusal karmaşaya bağlı olarak, özdeşleşmelerin en yaygın
olduğu ülkelerden biri de ABD’dir. Amerikalılar’ın duygusal
karmaşaları fazladır. Çoğunlukla
“yalnızlık” ve
“sevgisizlik”
içerisinde bulunurlar. Egosal çıkarlarına dokunulmadığı sürece
size mütebessimdirler; çek teşekkür ederler, çok özür
dilerler, arzu ve isteklerinin tatminin özgürlük sanırlar…
Özel yaşamlarının bilinmesinden ve ilgilenilmesinden çok
korkarlar. Evlerinin içerisinde, aile fertleri arasındaki
ilişkiler zayıflamış olup, çoğunlukla ayrı ya da gayrı meşru
ilişkiler içinde, çok eşli olarak yaşarlar. Dahası, bu tür
yaşamı; sadece özgürlük değil çağdaşlık/modernlik sanırlar…
Egosal özgürlüklerinin herhangi bir şekilde tehdidinden çok
korkarlar. Egolarının şişkinliğini, izzet-i nefslerinin
dokunulmazlığını ve maddesel birikimlerini gelişmişlik ölçüsü
olarak kabul etmişlerdir.
Oysaki görünüşte mensubu oldukları dinin peygamberi onlara
hiçbir zaman böyle bir yaşam biçimini öğütlememiştir.
Özellikle uyuşturucu kullanımı rekor düzeyde olup; ana-babaya,
öğretmene ve büyüklere saygıyı, anlayışı, hoşgörüyü gereksiz
görürler, onlara dirsek çevirirler, terk ederler ama kendi
aralarında guruplaşmalar ve “idol” (put)
oluştururlar ve dünyanın öteki ülkelerine bunları ihraç
ederler (Presley, Madonna hayranlığı vs.). Öteki ülkelerde
bulunan; dış görünüşe prim ödemeyi ve birbirini dış görünüşle
etkilemeyi ve değerlendirmeyi benimsemiş kimseler bunlara
özenirler, bu yaşam şeklini çağdaşlık / modernlik bilirler ve
dejenerasyon böylece yayılıp gider. Ama dejenere olan; kendini
yenileyemeyen, gelişmişliği egosal serbestiyette sanan, devre
sonunun şuurda uyandırıcı Rahman ve Rahim olan etkisine bir
türlü uyum sağlayamayan, bu nedenle ıstıraptan, stresten /
bunalımdan ve mutsuzluktan kurtulamayan, geçici mutluluklarla
avunmaya çalışan kimselerdir.
Devre sonu uyanışının (kıyam) çok “bağırtılı ve diş
gıcırtılı” olmaması için bir an önce bu atâletten ve
sapmışlıktan kurtularak, yücelerin yücesinden kaynaklanıp
gelen söz konusu etkiye uyum sağlama duyarlılığı içinde,
Rabb’in sevgisini de hissetmeye ve ona uyumlanmaya
çalışmaktan başka yapılacak bir şey yoktur. Esasen her şey
dünya beşeriyet toplumunda bu değişimi
(metamorfoz) oluşturmak
içindir. Başka bir ifadeyle; sanki tüm beşeriyet Tanrı’nın
sevgisiyle, o yüce etki ile rezonansa geçmeye hazırlanıyor.
Çünkü beşeriyet olarak kurtuluş bu liyakate ulaşmadadır.
Yenileşmek, insanlaşmak bununla olasıdır. İşte bunu başarmak,
büyük ölçüde; duygusal karmaşalardan doğan özdeşleşmelerden ve
koşullandırmalardan kurtulmaya, gerçek anlamda özgürleşmeye
ihtiyacımız var. Egonun özgürlüğü kurtuluş getirmez bireye,
çağlar boyunca da hiç getirmedi…Ego ve bencilliğin çok
yükseldiği dönemler hep büyük yıkımlarla son buldu…
Söz konusu kurtuluş, beraberinde
“ruhsal tekâmülden habersiz
olarak yaşamak” gibi bir yanılgıyı da ortadan
kaldıracaktır. İnsanlar “ruhsal tekâmülden habersiz”
olarak yaşadıkları zaman, “sınırlı bir yaşam”
içinde kalırlar. “Sınırlı bir yaşam”,
“bağlı bir şuur” demektir. Anlayışı kıt, idraki sığ,
her şeye müdrik olmayan bir beşeriyet… Farkındalık yeteneği
çok az. Kendini tanımadığı gibi, vücuduna da sahip değil (“Atın
süvariyi götürüyor olması”- Ouspenski). Bu şekilde
ağırlıklı olarak, maddesel bir yaşamı öğrenmeye çalışıyoruz,
devre başından beri; maddesel yaşamı öğrenmek ve duyguları
süptilleştirmek. Bu gelişimi yapmaya çalışırken, o duygulara
egemen olmayı, kontrol altına almayı öğreniyoruz. Yaşamımızı
sanki duygusal değerler kaplamıştır çünkü onları
geliştirmemiz, onlarla eprövler geçirmemiz gerek.
Sevilmek Ama…
Duygular
ve duygusallık söz konusu olduğunda;
“Sevilmek hepimizin
hakkıdır” deriz. Şefkat, himâye, merhamet
isteriz. Yani sevilmek isteriz. Sevilmek, kaale alınmak, hiç
değilse ilgi odağı olmak için çeşitli yollara başvururuz.
Kimimiz bunu erdemli bir tavırlanma içinde, mantal değerleri
ön plana çıkararak yapmaya çalışırız. Kimimiz de dejeneratif
bir tavırlanma içinde, bedensel değerlerimizi ön plana
çıkararak sanki ilgi ve sevgi dileniriz. Ama bunları istemek
para etmez. “Beni sev, bana bak, benimle ilgilen…”
demenin bir anlamı yoktur. Önce sevmek gerek, ondan sonra
başkasının sevmesini beklemek gerek. Yani ilk pozitif etkiyi
göndermek cesaretini ve fedakârlığını göstermek gerek. Ama
sevgiyi göstermek; hediye vermek, analar/babalar/öğretmenler
günü yapmakla olmaz. Bunlar materyalist uygulamalardır. Bu tür
uygulamalar insanları/çocukları “al gülüm-ver gülüm
sevgisi” ne götürmüştür. Biz sevgimizi çok başka
yollarla gösterebiliriz. Görüldüğü gibi, kaynağı Yaradan olan
Sevgi Enerjisi kabalaştırılmıştır. Bu kabalaşmadan
kurtulunabilindiği ölçüde, sevdiğinizin kaşının, gözünün,
üstünün-başının önemi kalmaz. Dış görünüşüne takılmadan, içini
görmeye, duygularını almaya başlarsınız. Bu duygudaşlık
alış-verişi başladığı zaman, artık sevgiye yaklaşılıyor
demektir. Duygusallık, kontrol altına alınmış, duygular
süptilleşiyor demektir. Duyguların süptilleşmesiyle
deneyimlenen duygulanmak, beşerlikten kurtulup insanlaşmaya
yönelişin belşrtilerinden biri olsa gerek… Her realitenin
duygusallığı vardır. Önemli olan, kontrol altında, bu
duygusallığı giderek süptilleştirmektir. Hiçbir karşılık
beklemeden başkalarının (düşmanlarımız da dâhil) dertlerini
dert edinmek de, empati kurmak da duygusallıktır ama bu
duygusallık bencilce/çocukça bir duygusallıktan çok farklıdır.
Duygusallığın bu şekilde geliştirilmesi(latifleştirilmesi);
insan varlığının iç bünyesinde de bir
“zemin hazırlığı”
oluşturur ve içsel titreşiminin yükselmesine neden olur. Bu
zemin; yüksek tesirlerin ve sevgi enerjisinin bizde enkarne
olmasına elverişli bir zemindir. Duygusallığın eğitimi bu
açıdan da çok önemlidir. Duygusallıkla övünmek dünya insanına
özgü bir garipliktir. Duyguları çok iyi tanımamız,
yönlendirmemiz ve onlardan çok iyi yararlanmamız gerek. Yani,
ruh varlığı ve bedenin yöneticisi olarak, duygularımızı
kullanmamız gerek. Duyguların bizi kullanması değil, bizim,
duygularımızı kullanmamız gerekir. Duygular aracılığıyla,
fizik planda oluşan her türlü enerjetik değişikliğin sonucunda
ortaya çıkan “bir başka etki” yi bizim çekip
alabilmemiz, bizim kendimizde mevcut titreşim
düzeyini(realitemizi) yükseltmemiz gerekir.
Şimdi insanlık ailesi olarak ister istemez büyük bir hızla
bunu ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bu bir zemin hazırlığıdır.
Dünya Rabbi’nin sevgisinin büyük bir yoğunlukta bu mekâna
enkarne olmasını mümkün kılacak bir zemin hazırlığı (“Melekût’un
yere inmesi…”). Kuşkusuz O’nun yüce sevgisinin taşıyıp
getirdiği “Yüksek
Enerjili Bilgi” de
söz konusudur. Ama görünüşe göre, insanlık ailesine yüksek
enerji taşıyan sıçrama yaptıracak “Bilgi” ile
insanların karşılaşmaları henüz olası değildir.
Kıyam ve Devre Sonu
Her
ne pahasına olursa olsun, bu ince titreşimlere, (ki son
günlerdeki adı kristal enerjilerdir) yükselmek zorundayız.
Tanrısallığın şuur alanı içinde, O’na hizmet ederek gelişmeyi
taa devrenin başında peşinen kabul etmiş olan bu devrenin
varlıkları bizler, dünya okulun öğrencileri olarak
vazifemizibaşarmak durumundayız ve
“kıyam etmek”yani
uyanmaktan, şuurlanmaktan biz bunu anlıyoruz. Bu anlamda kıyam
edenlerle ‘Yeni İnsanlık’
oluşacak biliyoruz. Bunun için her türlü inceliğin artması,
ince tesirlerin yayılması, titreşim düzeyimizin yükselmesi ve
sevgi enerjisini giderek daha çok alma liyakatine ulaşmak
durumundayız. Bunun başka türlü ifadesi de;
“şuur uyanıklığına geçmek”,
“anlayış kapasitesini artırmak”,
“sezgimizi artırmak” demektir. Bu değişimi
şuurlu olarak kendi kendimize yapamadığımıza göre; bir takım
manipülasyonlara (ölümler, kalımlar, çeşitli felaketler, derin
halet yaşatan eprövler vs.) maruz kalmamız olasılığı çok
yüksektir. Ne kadar ıstıraplı olursa olsun, egomuzun rahatı ne
kadar kaçarsa kaçsın, tüm bunların nedeni; varlığımızın içinde
bulunduğu düşük titreşim düzeyinden, daha yüksek bir titreşim
düzeyine doğru yükselebilmektir. Bir bakıma titreşim
düzeyimizin yükselmesi; bizim
“Yüksek Enerjiler”
ile temasa geçmemizin hazırlığının belirtisidir.
“Evrensel Bilgi”
ve onu getiren sevgi enerjisiyle temas edebilir hale gelme
hazırlığı… Bunun en önemli gereği de, yukarıdan beri söz
konusu ettiğimiz otomatizmadan, koşullandırmalardan ve
duygusallıktan kurtulmaktır. Çünkü bunlar sevgi ve onun
getirdiği bilgi akışını engelleyen tıkaçlardır.
Onun
için bunlara çok kadîm zamanlardan beri dikkat çekilmiştir ve
tekrar tekrar denilmiştir ki,
“İnsanlar birbirini sevmelidir.”
İnsanlar arası sevgi enerjisi sirküle edilmelidir. Bu
sirkülasyon mantalden astrale, oradan da fiziğe, dünyasal
şuura indirgenmelidir ama bozulmadan, yozlaştırılmadan ya da
aslına çok yakın vaziyette… Bu nedenle, sevgi enerjisinin
akışına yardım eden ya da onun bir yerlerde bloke edilmesine,
tıkanıp kalmasına ya da kabalaştırılmasına sebep olan
unsurların üzerinde durmakta yarar vardır.
“Neden Sevemiyoruz?”
konusu bu bakımdan önemlidir. Hangi türden olursa olsun,
değişik yüksek tesirleri alıyoruz fakat otomatizma,
şartlandırma, duygusallık ve benzeri durumlarımız nedeniyle o
tesirleri işleyip, etrafımıza dağıtamıyoruz. Bu nedenle
duygusallıkla ve olumlu/olumsuz düşüncelerle ilgili
bilgilerimizi biraz daha gözden geçirmekte ve onları
uygulamakta yarar görüyoruz.
Pozitiflik ve Sevgi
Kendini
tanıma cehti içinde menfi(negatif) düşünceleri pozitife
dönüştürmek bizim kendi elimizdedir ve içimizdedir. Bizim
kendi şuur hareketimiz içerisinde negatiflik, pozitif hale
dönebilir. Negatif nitelikli duygu ve düşüncelerin yok
edilmesi… Kontrolü ele aldığımız zaman, bunu görmemiz/fark
etmemiz gerekir önce. Negatifleri kontrol altına aldığımız
zaman, pozitifler zaten ortaya çıkmaya hazır beklemektedirler.
Sevgi enerjisi de böyledir. Astral ve mantal temizlik ve kalp
temizliği başarıldıktan sonra, o yüce evrensel etki her yerde
hazır zâten... Dünyasal/beşeri kirin-pasın, tortuların,
bağlantıların ve koşullandırmaların terk edilmesi sâdeleşmekle
gelen arınmışlık ve “diri”lik beraberinde
otomatik olarak pozitifleşmeyi getirecektir. Kinin, gururun,
bencilliğin, nefretin, korkunun kontrol altına alınması genel
anlamda menfi heyecanın/duygusallığın pozitifleştirilmesi
demek; onun/onların yok edilmesi demektir. Kendimizi
anlama/tanıma konusunda samimiyetle bir çalışma yapmak
istiyorsak, önce negatif heyecanları pozitife dönüştürmekte
gayret etmekte yarar vardır.
Nefretleri sevgiye, kıskançlıkları ve cimrilikleri
diğerkâmlığa çevirmek tarzında işi daha derinden ele aldığımız
zaman, kendimizi yavaş yavaş tanıyor kabul edebiliriz. Negatif
düşünce ve duygularımızla, bunlara bağlı olarak negatif
hareketlerinizi pozitifleştiriyorsanız; bu, kendinize /
nefsinize egemenlikten, egoya muhalefet edebilme gücünden
dolayı olabilmektedir. Nerelerde düşünce ve duyguların
negatifleştiğinin, hangi durumlarda negatif düşünceler
ürettiğimizin farkına varmak ve bunları kontrol altında
tutmaya çalışmak kadar büyük bir şey olamaz. Yani kendini
tanımayı, daha başka hususlarda aramaya gerek yok. Düşünce ve
duyguların kontrolü çok önemlidir ama oldukça zordur. Bununla
birlikte her ne olursa olsun, deneyen de, denenen de biz
kendimiz olduğumuz için, bunu yapmak bize düşer. Başka birisi
bizi kesinlikle ayarlayamaz ve kontrol altına alamaz; bir
insanın bizi kontrol altına almaya çalışması, gelişim
açısından ve sabrımızı güçlendirme açısından bize hizmettir.
Tahakküm altına alınma korkusu beşeri bir yanılgıdan başka bir
şey değildir. Varlık, varlığın gelişimine hizmet etmekten
başka bir şey yapamaz. Sadece birilerinden bazı temel bilgiler
elde edersiniz, birileri vasıtasıyla derin hâletler yaşarsınız
ama uygulamayı yapıp, belirli sentezlere ulaşmak sizin kendi
işinizdir. Her varlık bunu yapabilecek, kendi yükünü
taşıyabilecek güçte, kendi kendini yargılayabilecek
yüceliktedir. Bedenli yanımızla bu mücadelede başarı, büyük
ölçüde heyecanların ve düşüncelerin kontrolüne, terk edilmesi
gerekeni gerektiği yerde terk etmeye ve makul vicdan ölçüleri
içinde sâdeleşmeye bağlıdır.
Kontrol edemediğimiz her duygusal hareket er ya da geç
başımıza dert olacak/olmaktadır. Bu bizim günlük yaşamımızdır.
Duyguların dışında başka bir şey yapamayız. Nefs, hemen hemen
tamamen duygu hayatı demektir. Oluşun, hangi yöne doğru
gittiğini anlamak, onu hissedebilmekle olur. O yöne gidişimizi
hislerimiz sağlar bize. Onun için kaba hislerin/duygusallığın
kontrolü ve gerçek hisleri (ilhamları, sezgileri) yakalamak
çok önemlidir. Bu yüzden onların başıboş hareket etmesine
mümkün olduğu kadar engel olmaya çalışmakta yarar vardır.
Çünkü negatif karmalar yaşam planımıza ters düşen durumlar
oluşturmamızda buna bağlıdır.
Karmik Yükün Hafiflemesi
Bu
şekilde dikkatli bir yaşam tarzı ve yaşam anlayışı içinde
karmaların giderek incelmesi de söz konusudur. İnsanlar kaba
bir tarzda negatif karmalar yapamayacak şekilde uygarlaşma
liyakatine sahiptir fakat düşüncelerin süptilitesi (latifliği,
letafeti) henüz o düzeye varamamış olduğundan İsa Peygamber
uyarısını asırlarca önceden yapmıştı: “Düşüncelerinizden
bile sorumlusunuz.” Bu söze 2000 yıl önceki
Yahudiler’den çok, devrenin bitiş günlerini yaşayan bizlerin
ihtiyacı var. O insanlar “düşünce kontrolünün”
hayati önemini kavrayacak kapasitede belki değildiler ama biz
şimdi bunun önemini hiç değilse sezmiş durumdayız. Evet, İsa
Peygamber bu veciz ifadesiyle karmaların, düşüncelerin
negatifliği ve pozitifliği bakımından ele alınabileceği bir
dönemi işaret etmek amacıyla bu uyarıyı yapmış olması daha
olası değil mi? Yakın geleceğimizdeki Yeni İnsanlık için
geçerli olacak bir sözdür o… Orada insanlar “düşünce
kontrolünün” ne olduğunu bilecekler, gerçekten
beyinleriyle yaşamış olmayı öğrenmiş olacaklardır. Kur’an
ifadesiyle “beyinsizlik” tarihe karışmış
olacaktır. Yeni Çağ’ın en belirgin niteliklerinden bir tanesi
insanların gerçekten “beyinleriyle yaşamayı bilmesi”
olacaktır. Bedenleriyle değil, beyinleriyle… Beynin tüm
yeteneklerini kullanabilmeyi, tüm merkezlerini
çalıştırabilmeyi öğreneceklerdir. Bu nedenle o zaman herkes
doğal olarak birbirini sever hale gelecek, sevgi enerjisinin
insanlar arasındaki sirkülâsyonu gözle görülür hale
gelecektir. Çünkü beyinler, egoların egemenliğinden kurtulmuş
olacaktır. Daha doğrusu bu durumda olan insanlar Yeni
İnsanlığı oluşturacak…
Hisseden
Ama Bilmeyen İnsan
Hâlihazırda,
genel görünüm olarak duygularımız gerçekten de bizleri ve her
şeyi yönetir durumdadır. Çünkü insanlığın gelişiminde irade
ile düşüncenin ortaklaşa çalışması çok yenidir. Çünkü
insanlar, gelişim süreci içinde, önce duygulanmayı
öğrenmişlerdir. Düşünmeyi öğrenmeye başlamaları oldukça
yenidir. Düşünmekten çok, hissetmeye önem veririz. Duyguların,
duygulanmanın düşünceye göre çok daha yaşlı olması, elbette
onun üzerimizdeki egemenliğinde önemli rol oynar. Onun için,
“Hisseden ama
bilmeyen insan…”dan
söz etmek olasıdır. Çünkü “bilmek” bir yerde
düşünmeyle olan bir etkinliktir. Düşünmek, yani eşyalar
arasındaki farkları tayin edebilmek, eşya ile kendi arasındaki
bağları kurabilmek, kendinin ve eşyanın içeriğini
anlayabilmekle olasıdır. Üstelik bir amaca bağlı olarak, iyi
bir konsantrasyonla yapılan bir çalışma sonunda ortaya çıkan
bir etkinliktir düşünme. Oysaki 10-15.000 yıl öncesinin ilkel
insanlarından böyle etkinlikler beklenemez ama duygulanması,
hissetmesi olasıdır.
İçinde bulunduğumuz devrenin şu bitiş günlerinde; giderek,
duyguların gücü zayıflamış olabilir ama tamamen ortadan
kalkmış değildir. Belki üzerimizdeki egemenliklerinin azalma
meyli oluşmuştur. Ama bu, insan varlığının duygularının
egemenliği altından kurtulmuş olduğunun göstergesi olamaz.
Hatta dejenerasyonun ortaya çıktığı noktalarda görüyoruz ki
duyguların kontrolsüzlüğü ön plana çıkmıştır. Dejenerasyon
duygusallıklarla yayılır, düşünce ve bilgi yoluyla yayılmaz.
Bir şey yozlaştırılacaksa, başka bir şeye döndürülmesi
gerekiyorsa, bozularak dönülecektir ki, dönülmesi kolay olsun.
Bunun yolu duyguları dejenere etmektir. Bireylerin
duygusallıklarından yararlanmaktır, duygu sömürüsü yapmaktır.
Bu aslında iyi bir şeydir. İnsanlar eskiyi kolay kolay terk
edemezler. Değişimler daima dejenerasyonla beraber başlar.
Dejenerasyon olmadan herhangi bir değişimden söz etmek
hayaldir. “Eski”
dejenere olup yozlaşmadan
“yeni” ortaya çıkmaz.
Sıkıntılarımızın büyük bir kısmı hislerimizin dejenere
olmasından ileri gelir. Dejenere olmuş duygularla hareket
ettiğimiz zaman, kendimizi çok daha mutsuz ve umutsuz
hissederiz. Çünkü duygularımızın bizim üzerimizdeki baskısı,
bilgiden ve düşüncelerimizden daha fazladır. Hemen hemen her
eylemin arkasında bir his bulunduğunu biliyoruz. Bu
bakımlardan dolayı da hislerimize çok dikkat etmek ve onları
iyi eğitmek zorundayız. En azından bu devrenin beşeri kadrosu
olarak, duygular üzerinde, bir bakıma mastır yapmak üzere
varız.
Yiyiciler ve Üretkenler
Hisler bizim kullanabilmemiz için bir enerji yaratır. En büyük
işlevleri de budur. Kullanmamız gereken enerjiyi yaratan
kaynaklardan biridir. Söz konusu hisler ya yaratıcı, ya da
yiyici nitelikte olur. Öyle hisler vardır ki; bizi ve
çevremizi yer bitirir, enerji emicidirler. Bunlara
“enerji yiyiciler”
diyebilirsiniz. Bunların yanı sıra
“üretken” türde
hisler de vardır. Tamamıyla enerji üretirler. Bireye ve
çevresindekilere sonsuz derecede yarar sağlarlar. Bu nedenle,
duyguları(hisleri) kontrol altında eğiterek, onlarla pozitif
üretim(“sâlih amel”) sergileyebiliriz.
Demek ki, hisleri kontrol altında tutmak gerektiğinde,
kesinlikle düşünmemiz gereken husus; bunların yaratıcı mı,
tüketici mi olduklarına bakmaktır. Kendini tanıma
çalışmalarında bunları da göz önünde bulundurmakta yarar
vardır. Bu tutum bizim mutluluğumuzu sağlayacak, insana
yaraşır bir gelecek hazırlamamıza yardımcı olacaktır. Geçici
ve avutucu olmayan mutluluk, duygusallığın kontrolüyle gelen
iç huzurudur.
Duyguların
enerji tüketen veya üreten durumda bulunması, karmik konularla
da bağlantılıdır. Enerji tüketen duygularımızı, enerji
yaratan/üreten duygular haline getirebilmek için pek çok kez
enkarne olmak zorunda kalmışızdır. İşte bundan dolayı,
“Hissediyor ama bilmiyor”
durumda bulunduğu için yani tüketici duygulara sahip
olduğundan dolayı çeşitli zorluklar içerisinde kalır insan.
Çünkü acı ve ölüm korkusu insanları harekete sevk eder,
tembellikten ve hastalıktan kurtarır.
“Acaba yaşam planım nedir, hangi
karma düğümlerim var, karmamı nasıl çözebilirim, çözdüm mü,
çözecek miyim…” gibi nefsanî meraktan
kaynaklanan düşüncelerle enerji yitirmek yerine;
“duygusallıklarımı
nasıl kontrol altına alabilirim, negatif duyguları nasıl
nötralize edebilirim, beşerî koşullandırmalardan ve maddenin
câzibesinden nasıl korunurum…”
üzerinde titizlenmek daha isabetli, iffetli ve bilgece
bir tutum olacaktır.
Enerji tüketici ya da üretici oluşumuna bağlı olarak, toplum
içerisinde sürekli olarak birbirimizin enerjilerinden
yararlanırız. Eşler birbirlerinden, arkadaşlar birbirlerinden,
herhangi bir birlik/topluluk, olduğu gibi toplumdan devamlı
olarak enerji almak suretiyle hayâtiyetini sürdürür. Bu
bakımdan sâdece maddesel gıdalarla beslenmediğimizi, sevgi ve
öteki tesirleri de tüketmek durumunda bulunduğumuzu hatırdan
çıkartmamak gerek. Nasıl ki enerji yaratan duyguların en
yükseği sevgidir. Sürekli pozitif ve yüksek titreşimli bir
duygu halidir. Bu durumda bulunabilirsek,
“hem bilen, hem de hisseden”
varlıklar olma durumumuzu koruyabiliriz. Düşük titreşimli
duygular zamanla bertaraf edilerek yükseltme çalışmaları
yapılırsa, günlük yaşamada huzur, sevgi ve uyum gelir.
Gerçekten birbirlerini seven insanlar birbirlerine karşı
sömürücü değil, enerji üreten bir sevgi içinde olmaları
gerekir. Karşılıklı verişler hâlinde olduğu zaman güzel,
makbul ve insanca bir gidiş elde edilir. Ama bireylerden
birisi hep vermeye, ötekisi de hep almaya alışırsa, belli bir
yere kadar gider, enerji bittikten sonra, bir bahâne ile
sürtüşmeler, didişmeler ve ayrılıklar başlar.
Otomatizmanın, nefsanî koşullanmanın, çıkarcı / sömürgen
koşullandırmanın ve duygusallığın yanı sıra, sevgi için başka
bir engel de özdeşleşmelerdir. Kendimizin dışındaki objelerle
kendimizi bir tutmamız, eş koşmamız… Özdeşleşmelerimiz sâdece
sevgi enerjisi için engel oluşturmakla kalmazlar, uyum sağlama
kabiliyetimizi de kısıtlarlar. Yani bir şeyleri kendinizde
putlaştırdığınız zaman, başka şeylere uyamazsınız. Beşerin
dünyada birçok şeyle kolayca özdeşleşmesi çok kadîm
zamanlardan beri bilindiğinden; özdeşleşmeye karşı hep
uyarılmış, en büyük günahlardan biri sayılmıştır. Özdeşleşme
durumunda insan, özdeşleştiği objeyle/kimseyle sevinir, onunla
üzülür, onun güdümü altındadır.Hepsi geçici olduğuna göre,
sahip olduklarımızla eşkoşmamak gerekir. Eşkoşmalar,
özdeşleşmeler geçici mutluluk getirir ama çoğu kez de negatif
karma oluşturup gelişmemizi ağırlaştırır.
Özdeşleşmedeki en büyük risk, böyle bir kimsenin kendi
varlığını unutmasıdır. Kendini unutan kişinin ise
gelişmesinin, insanlık görevlerini yerine getirmesinin, sevgi
enerjisiyle olan bağlantısının zorlaşması söz konusudur. Bu
durumda olan bireyin objektifliği ve aklî ilkeleri daralır,
anlayışı kaybolur ve taraf tutar. Kendisiyle
özdeşleştiği obje/kimse arasında fark yoktur. Özdeşleştiği şey
elinden gitmesin diye her şeyi çiğner geçer, bunu yapamazsa
bunalıma girer. Ama özdeşleştiği şey artık kendisini tatmin
etmiyorsa, onu da bir tarafa atar. Özdeşleştiği şeyden başka
hiçbir şeyi gözü görmez. İşin kötüsü, bu özdeşleşmesini ve ona
bağlı olarak taşkınlıklarını “sevgi” diye
niteler. Bu şaşkın arayış (teşevvüş) içinde yanlış adreslerde
zaman yitirir, yapay mutluluklarla oyalanmaktan kendini
alamaz… Özdeşleşmeyi yeren en güzel atalar sözü, “Aşkın
gözü kördür…”. Buradaki “aşk” tutku
haline getirilmiş özdeşleşmedir ve
“Hiçbir şeyi göremiyorsunuz,
anlayamıyorsunuz…” anlamındadır.
Özdeşleşmenin daralmış yoğun ilgisi sevgi değil, o obje/kimse
üzerinde hegemonya kurmaktır. Kendini tatmin için,
objeyi/kimseyi kendi tekeline almaktır. Unutmayalım ki;
“Mal canın yongası...” oldukça, ıstırap verecektir.
Sevgi, özdeşleşmeyle değil, tam tersine
“terk” ile olur.
Burada “terk”;
herkese ve her şeye karşı aklı ve vicdanı(makul vicdan)
kullanarak, yerinde ve zamanında hareket etmektir,
özdeşleşmeleri terk etmektir. Sevmek, tekel altına almak
değil, sevilenin özgürce gelişmesine olanak sağlamaktır.
Kozmosla Uyum ve Sevgi
Görüldüğü
gibi; özdeşleşme konusu; bizim, sevgi enerjisini kullanmamıza
ve onu dağıtmamıza en büyük engellerden biridir. Çünkü sevgi
enerjisi yapıcı bir enerjidir, varoluş enerjisidir. Ruhsal
enerjinin madde üzerindeki tasarrufu, sevgi enerjisinin
aracılığıyla olur. Sevgi enerjisini bu şekilde kullanamazsak,
bedenimizi yönetimimiz de zayıflar. Sevgi enerjisini kendi
benliğimizden geçirmedikçe, sağlıklı bir bedene de sâhip
olamayız. Hastalıkların, rahatsızlıkların büyük bir kısmı,
kozmik bir dengeye ulaşamamamızdan ileri gelmektedir, kozmosla
aramızda bir uyumsuzluk var demektir. Kozmostan gelen sevgi
gibi, öteki pozitif tesirleri alamıyoruz, yansıtamıyoruz,
dolayısıyla evrensel geçirgenlik/iletkenlik işlevimizi yerine
getiremiyoruz demektir. Kanser, AIDS(ve daha ileride
çıkabilecek bunların benzeri) gibi rahatsızlıkların
nedenlerini bu durumlarda aramakta yarar olabilir.
Sevgisizliğin, sevgi enerjisini bünyeden geçirememenin meydana
getirmiş olduğu dengesizlik; hastalık şeklinde ortaya
çıkmaktadır.
Özellikle duygusallık ve özdeşleşmelerle bağlantılı olarak
“Bencillik”,
yani “Egoizma”
da sevgi enerjisi için önemli direnç türlerinden biridir.
Bencillik, egonun eğitilmemiş olmasıyla ilgili olarak bireyin
hep kendisini, kendi çıkarlarını düşünmesi hâlidir. Bencil
bireyin sevgisi de bencilcedir, çıkarcıdır, karşılıksız
sevmesi çok zordur. Oysaki gerçek sevgi; hoşgörü, merhamet,
fedakârlık gerektirir, bu şekillere dönüşerek ortaya çıkar.
Gerçek sevgide kin yoktur, karşısındakini olduğu gibi kabul
eder, yeter ki onunla özdeşleşmemiş olsun. Özdeşleşme işin
içine girdiği zaman
“olduğu
gibi kabul etmek”,
“kendi tarzına uymayan yanlarını
da
hoşgörüyle karşılamak”
çok zorlaşır. Eğer özdeşleşme yoksa, “gerçek sevgi”
sirkülâsyonu söz konusu ise, karşısındakini kendisine
benzetmeye çalışmaz. Onun zaafları; kabuklarıyla,
dejenerasyona uğramış yanlarıyla kahrolur, ama sevgisini
sürdürmeye çalışır, düzelmesi için dualarını eksik etmez.
Nefret duygusunun, sevginin yerini almasına izin vermez. Çünkü
“gerçek sevgi”
de tersine dönme olayı yoktur. Yani “gerçek sevgi”
nin nefreti olmaz; sevdiğiniz insan sizden nefret etse, hatta
tiksindiğini, çekilmez olduğunuzu söylese bile… “Gerçek
Sevgi” ödüllendirme/cezalandırma sistemlerinden
etkilenmez. Onları kaale almaz. Her koşulda sevgi, sevgidir…
Asla ve asla ayrım yapmak söz konusu değildir. Din, ırk vs.
gerçek sevginin tezahür etmesi için kesinlikle bir engel
oluşturmaz. Buna biz daha çok,
“Varlık Sevgisi”
diyoruz.
Anlayışın Egemen Olduğu Bir Sevgi
Gerçek
sevgi birleştirir, koparmaz bağlar, yıkmaz yapar. Gerçek sevgi
bencil değildir. Kendisi için istediklerini karşı tarafa da
verir. Hatta önce karşı tarafa verir. Verdiği şeyden kendisine
artmasa bile, karşı tarafa verdiği zaman, kendisi almış olduğu
zamankinden daha çok içsel bir huzur duyar. Çünkü gerçek sevgi
vermektir, vericiliktir, fedakârlıktır, bencilliklerin
terkidir. Gerçek sevgide vicdani bir durum vardır. Gerçek
sevgi koşullara bağlanmaz. Bu duruma gelebilmenin yolu kendini
tanımaktan/bilmekten geçer. Kendimizi tanımamaktan, maddeyle
özdeşleşmekten dolayı, ne kadar dejeneratif bir hayat yaşasak
da; eninde sonunda dönüş “+” olana olacaktır.
Hiçbir varlık, İlahi Murada hizmet etmekten başka bir şey
yapamaz. Onun sevgisini bünyeden, giderek daha fazla bir
şekilde geçirir hâle gelmek; bizim için, tekâmül etmektir.
Başka bir deyişle; İlahi Murada daha iyi hizmet eder hale
gelme süreci de giderek, “iyi kul” ifadesinde
anlamını bulan “pozitifleşmektir”.
Durum bu olduğuna göre; insanın yüceliğine yaraşır, erdemli ve
iffetli bir yaşam içinde, Rahman ve Rahim olan kıyam ettirici
etkiye giderek uyum sağlama(“Yukarıya doğru esneme”)
titizliği ve gayreti içinde kendi titreşimsel durumumuzu
yükseltmek zorundayız. Bu şekilde maddenin esâreti dışında
yaşamayı becermek ve bunun sonucu olarak sevgi enerjisini
giderek bünyemizden daha fazla geçirecek hâle gelmek
zorundayız. Bu da, mümkün olduğu kadar, maddenin az hamalı
olarak, dejenerasyonun oyuncağı olmayarak, negatif karma
oluşturmayarak, negatif formpanselerle astralimizi giderek
karartmayarak olacak/başarılacak bir iştir.
Neden Sevemiyoruz?
Şimdi
ise, neden bu haldeyiz, yani neden sevemiyoruz? Çünkü bu
günler(dejenerasyon dönemi); beşeriyetin
ruhtan/ruhsallıktan/kozmik insan idealinden en uzak konumda
bulunduğu dönemdir. Animalitenin her yönde artması, “-”
olan dişil ilkenin etkisinin yoğun olarak hissedilmesi
dönemidir. “Merkez”
i kaybeden birey, “Merkez” den gelen etkiyi,
sevgi ve bilgi enerjisini alamaz... Bu durum onun yozlaşma
içinde olduğunun göstergesidir. Dejenerasyon yolunu seçmiş
olan kimselerin dejeneratif yaşamda iyice doyuma ulaşıp,
kendilerine gelebilmeleri için; Sadıklar Planı’nın da
belirttiği gibi, “…tüm azgınlıkların dizginleri
gevşetilmiştir…” ama sınanmak için, uyanmak için.
Yoksa olmakta olanların marifet/fazilet olduğundan değil.
İyice bıkılıp, usanana, tiksinene, insanlığından utanana kadar
bu yolda ilerlemek durumundadırlar. Çünkü neftsen bıkılmadan,
vicdanın tadına varılmaz.
Görüldüğü gibi, “sevgi”
ve “dejenerasyon”
birbiriyle yakın ilişkili iki kavram. Beşeri varlıklar olarak
her birimiz, bünyemizden sevgi enerjisini daha çok geçirecek
hale gelmedikçe, bunun doğal sonucu olarak, birimizden ötekine
sevgi sirkülâsyonunu sürekli kılmadıkça, dejenerasyondan
kurtulamayacaktır. Ya da tersinden ifadesiyle, bugün içinde
bulunduğumuz genel dejenerasyondan kurtulmadıkça; sevgi
enerjisini bünyemizden daha çok geçirir ve dağıtır hale
gelemeyeceğiz. Çünkü barış ve huzur bize dışımızdan değil,
kendi içimizden gelecektir. Bunun gereği olarak da, beşeriyet
kendi durumu hakkında ruhsal/içsel bir idrake ulaşıncaya
kadar, bu dejeneratif çalkantı ve ıstırap süreceğe
benzemektedir.
Kuşkusuz, genel dejenerasyon içinde söz konusu
“idraklenme süresi”
ni kısaltmak için çeşitli toplumsal ve doğal şok olayları
yaşanması çok uzak bir olasılık değildir. Bütün bunların
hedefi, bize kendi kendimizi tanıtmak, bizi yersel(dünyasal,
beşeri) teslimiyetten kurtarmak, göksel teslimiyete
yükseltmektir. Dünyasal yanımız olan egoyu ve onunla
bağlantılı olarak duyguları kontrol altına almaya çalışmak
kolay değildir. Bundan dolayı insan, eğer kendini tanıma
bilincine de ulaşamamışsa; çeşitli teviller ve savunma
mekanizmalarıyla, ayrıca çeşitli beşeri empozisyonların(moda,
reklamlar, inançlar) arkasına saklanarak, egoyu tatmin yolunu
yeğler. Ahlaki yetersizlik ve cahillik içinde rahata
düşkünlük, bedensel ve zihinsel konfora yatkınlık beşeri
koşullandırma moda, aşırı kaale alınma, ilgi çekme gereksinimi
ve iğvalar, bizi kolayca dejenerasyonun oyuncağı hâline
getirebilmektedir. Bunlar aynı zamanda sevgi akışını tıkayan
dünyasal(hatta astral) tortu ve tıkaçlardır. Böyle bir
maddeleşme ve yozlaşma süreci içinde negatif karmalar
oluşturarak; enkarnasyon hedefimizden uzaklaşabilmekte,
dolayısıyla telafisi zor, gereksiz zaman kaybettirici
eprövlere girebiliyoruz. Eprövlere girmekten amacın, olayların
getirdiği(eprövleşerek gelen) bilgiyi almak olduğunu daha önce
de çeşitli vesilelerle belirtmiştik. Bilginin de taşıyıcısı
sevgidir. Şimdi biraz da sevgi açısından
“bilgi” yi ele
alalım.
Bilgi ve Sevgi
Epröv geçirmenin başka bir amacı da olaylara enkarne
vaziyette yakın çevremize/karşımıza kadar gelen bilgiyi
almanın yanı sıra, kendi içimizdeki yani mantalimizdeki
bilginin açığa çıkarılmasıdır. Günlük yaşam içinde
sözlerimizle ama daha çok hareketlerimizle çevremize çok
şeyler veririz ya da biz başkalarının davranış ve tutumundan
uyanıklığımız, sükûnetimiz ve fehim gücümüz oranında bazı
şeyler alırız. Bu şekilde yaşamlarıyla beşeriyete örnek olmuş
pek çok insan vardır. Bunlar aynı zamanda varlık sevgisine
sahip kimselerdir; diğerkâmdırlar, vericidirler, fedakârdırlar
çünkü bünyelerini sevgi enerjisini daha çok geçirecek şekilde
temizleyebilmişler, dünyasal
değerlere
ve beşeri empozisyonlara karşı sâdeleşebilmişlerdir. İşte
bunlar aynı zamanda; mâkul vicdan doğrultusunda bilgisinin
sorumluluğunu duyan ve bildiğini uygulayan insanlardır.
Bildiğini uygulayan kişi, başkalarının bazı yönlendirmeleriyle bunu yapıyor
olabilir. Yani o uygulama tamamen onun iradesinde değildir.
Başka bir ifadeyle, onun üretme projesine uygun değildir. İşte
bunun daha ileri bir aşaması,
“bildiğini, kendi bildiği gibi
uygulayan insan” dır. En
zor olan aşama da budur zaten. Bilgiyi nerede, nasıl, hangi
zaman ve mekân koşullarında uygulayacaksınız ve uygulamanın
sergilenişindeki doz ne olacak? Bu şekilde bir yığın
sorumluluk ve irade gücüyle beraber aksiyonunuzla ortaya çıkan
bilginin eşliğinde onun taşıyıcısı olan sevgi enerjisini de
ortaya çıkaracaksınız… Bunları yapabilenler oldukça nâdir
varlıklardır.
Bunlara örnek olarak; Hz. Muhammed, Hz. İsa, Atatürk, Türk
Spiritüalizminin kurucusu Dr. Bedri Ruhselman ve devamının
gelmesini sağlayan Ergün Arıkdal gibi üstün örnekleri
gösterebiliriz.
Bunlardan özellikle Hz. İsa’nın açmış olduğu yolda, O’nun
evrensel boyuttaki bazı bilgilerini anlayabilmek, maddeye olan
egemenliği elde edebilmek, kendi varlığımız üzerindeki
denetimi en güzel şekilde yapabilmek, yani
“oğullaşabilmek”
için, Merkez’e en yakın hale gelebilmek için ilerlerken,
muhakkak ki sevgiyi de ele almak gerekir. Gelişip, değişip,
değer kazanmak istiyorsak; sevgi konusunu halletmek
zorundayız. Yürüyüşümüzün ahengini sevgi ile belirlemenin
becerisini kazanmak zorundayız. Bu hiçbir zaman sevgi
realitesinde olmak demek değildir. Sevgi enerjisi, bir realite
değildir. İnsanın hedefi, dünyaya gelişi, sadece insanları
sevmek amacına yönelik olmaz. Örneğin, bir realite sizin için
o yaşamdaki hedefinizdir, niçin doğduğunuzun hedefidir. O
hedefe uygun olarak sizde sevgi doğar. Bu sevgi, hedefinize
uygun bir sevgidir. Her şeyi/herkesi sevmeyebilirsiniz. Her
şeyi sevgi yoluyla da halledemeyebilirsiniz. O sizin
realitenize bağlı bir husustur. Bu anlamda; insanların
sevgileri, realiteleriyle çok ilgilidir ama sevgi realite
değildir.
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi, mantaldeki bilgi birikimimizin, içinde
bulunduğumuz realitenin olanakları çerçevesinde dışa yani
dünya şuurumuza ve yaşamımıza yansıtabilmemizde, o bilginin
taşıyıcısı olan sevginin yolunun açılmasına bağlıdır. Yani
mantal ile astral, astral ile fiziksel yapımız arasındaki
bağlantının dirençlerden arındırılmış olması… Dolayısıyla
sevgi enerjisinin de mantal beden üzerinde bir etkinlik
gösterebilmesi için, mantalin de tanzimine ihtiyaç vardır.
İnsanların mantalinde sevgi enerjisinin birikmesi; söz konusu
“mantalin
tanzimi/tasfiyesi”
yle yakından ilgilidir. Bunu yapabildiğimiz oranda, mantalde
sevgi birikimi artar. Fizik plandaki sevgi uygulaması,
yardımlaşma ve birlik anlayışı; giderek mantal düzeyde sevgi
birikimine neden olur. İnisiyasyon çalışmaları bunun içindir.
Fizik plandan gelen etkileri mantal plana aktarabilmek. Özel
çalışmaların amacı budur. İnisiyatik öğretinin amacı bu esasa
yöneliktir: Mantal alanın uyarılması esası... Istırap ve
maksatlı ıstırapla, kendini tanıma ve saflaşma/sadeleşme
gayreti içinde fizik bedenle mantal beden arasındaki kirin,
pasın, tortunun(dirençlerin) en aza indirilmesi… Mantal ile
fizik arasındaki tıkanıklıkların açılması bu yolla olur.
İnsan
bu amaca yönelik samimi gayretiyle, payına düşen ruhsal
yardımı artırabilir. Bundan amaç, insanın evrensel
işlevlerinden biri olan(ruhsal planla madde arasındaki)
geçirgenliğini artırmak, bu sâyede
“Yaradılış
Nuru” nun maddenin
derinliklerine kadar nüfuzunu sağlamaktır. Onun için rehberlik
sistemi çerçevesinde, rehberlerimiz(öncelikle yüksek benimiz)
sürekli olarak mantalimizdeki kirlilikleri, pürüzleri
gidermekle, parlatmakla meşguldürler. Bu işlem, mantal beden
aracılığıyla yapılır. Bağlı olduğumuz ruhsal plandan gelen
etki(sevgi+bilgi) mantalimiz aracılığıyla yorumlanarak, astral
bedenimize oradan da yine yorumlanarak fizik bedene(dünyasal
kapalı şuurumuza) kadar iner. Dolayısıyla müteal(aşkın)
yanımızdan akıp gelen sevgi enerjisinin(ve onun taşıyıp
getirdiği bilginin) aslında en yakın şekilde sözlerimize ve
hareketlerimize yansıyabilmesi için; makul vicdan uygulaması
içinde saflaşmaya ve sadeleşmeye, dünyanın kendine benzetici
etkilerine karşı korunmaya titizlik ve özen göstermek
zorundayız. Neden sevemediğimizin, derinlerdeki nedenleri bu
konuyla da ilgilidir.
Söz konusu sadeleşme ve saflaşma içinde; mantaldan fiziğe
bilgi akımı(buna bağlı olarak sevgi akımı) daha kolaydır.
Yüksek benimizin, Planlarımızın bizden beklediği de budur.
Mantalden gelen bilgi önce vicdanda depolanır. Vicdanda
biriken bilgi belli bir akışkanlık ve yoğunluğa gelmeden
hareketlere ve yaşama yansımaz. İşte sevemeyişimizin bir
nedeni daha… Bu bakımdan, vicdanı akışkan ve işlek halde
tutmak gerek. Mantalden(dolayısıyla vicdandan) gelen bilgi,
fizikten kazanılan bilgiden(fizikten mantale aktarılan
bilgiden) daha değerlidir.
Bunun için, önümüze çıkan içsel gelişim fırsatlarını(aldığımız
etkileri), onlara hemen uyum sağlayarak çok iyi değerlendirmek
gerek. Bu anlamda başarılı olmak, çok büyük ölçüde
duygusallıklardan arınmışlıkla olasıdır. Aldığımız etkilere
gösterdiğimiz/göstereceğimiz tepki bu bakımdan da çok
önemlidir. Bu konu aynı zamanda
“yaşam sınavlarının
değerlendirilmesiyle” de ilgilidir. Bu anlayış
ve tutum; esneklik kapasitesinin artırılması açısından olduğu
kadar, karşılaştığımız etkilerin derin hâletlerinin sabır ve
dayanma gücü sergileyerek yaşanması yoluyla, fizikten mantale
doğru bilgi aktarımının gerçekleştirilmesi açısından da
önemlidir.
İşte tüm bunlardan dolayı manevi(içsel) cehtimizi elden
bırakmamak durumundayız. Bu cehit
aynı zamanda,
zaman
enerjisini en iyi şekilde kullanmak demektir.
Asıl uyanıklık budur.
Çünkü mantal uyanış olmadan fizik uyanış(şuurda uyanmak, kıyam
etmek) olmaz. Onun için mantal plandan uyarılmaya başlanmıştır
beşeriyet. Günümüz devre sonu beşeri için, fizikten hareketle
mantalin uyarılması daha önemli, ama olmuyorsa, gitgide
daralan zaman içinde doğrudan doğruya mantalin uyarılması söz
konusu olmuştur. Mantalin doğrudan etkilenmesiyle
“vicdanın önündeki
tıkanıklık” giderilmeye çalışılıyor. Gelişim ve
değişim süreci içinde; fiziğin mantale doğru yükselmesi,
mantal yaşamı tatması ve ruhâniyete ulaşması gerek.
Bu aşamanın da en belirgin niteliklerinden biri
“yardımlaşma ve dayanışma
bilinci” dir. Yardımlaşma ve dayanışma bilinci;
sevgi sirkülâsyonunun insanlar arasında kurulmasından sonra
yaşanacaktır. Çünkü ancak
“sevgi tesiri sayesinde insanların, birbirinin eli ve gözü
olması mümkün olacaktır.” Kuşkusuz o zaman,
“neden sevemediğimiz sorusu”
da çoktan tarihe karışmış olacaktır. |