Fedakârlık, günlük yaşamda sık sık
kullandığımız bir sözcüktür. Feda etmek, fedakârlıkta
bulunmak, özveride bulunmak hatta feda etmek anlamında terk
etmek gibi sözcük ve deyimleri sık sık kullanırız. Zaman zaman
iyi ya da kötü fedakarlık uygulamaları da yapmaya çalışırız.
Fakat önemli olan bunda ne kadar başarılı olduğumuzdur.
Fedakârlık yaparken, karşı taraftan bir şeyler beklemeli
miyiz, yoksa hiçbir karşılık beklemeden mi yapmalıyız? Elbette
ki karşılık beklemeden; zâten karşılık bekleyerek bir şeyi
feda etmek / vermek, fedakarlıktan çok, alış veriştir (“Al
gülüm, ver gülüm...”).
Ayrıca, herhangi bir nedenle, yani genel anlamda beklenti
içine girmek, erdemli yaşayışa ters düşen bir durumdur. Çünkü,
beşeri değer ve değerlendirmelerle içine girdiğimiz
beklentinin konusu olan şey bizim gerçek (içsel gelişim)
ihtiyacımız olmayabilir ve bu genellikle de böyledir. Çünkü
biz, beşeri varlıklar olarak gerçekten neye ihtiyacımız
olduğunu bilmekten çok uzağız. Zaten bundan dolayı da,
herhangi bir vicdani itilimle bir fedakarlık denemesi yapmaya
kalktığımız zaman bile, buna beklentilerimizi, sahte
benliklerimizi karıştırmadan edemiyor ve fedakarlık eylemimizi
/ uygulamamızı bulandırıyoruz, beşerileştirmiş oluyoruz..
Bu nedenle, maddesel birikimimizden, parasal
değerlerimizden önce; nefsani yanlarımızı, sahte
benliklerimizı ve beşeri zaaflarımızla ilgili sorunlarımızı
giderme yoluna gitmekte yarar var. Zâten esas fedakârlık da,
nefsaniyetten fedakârlık etmek, nefsaniyetle ilgili
yanlarımızı terketmek / feda etmektir. Bunu yapmak, maddesel /
parasal fedakârlıklardan çok daha zordur. Terketmemizin / feda
etmemizin daha yararlı olacağını düşündüğümüz yanlarımız
nelerdir? Bunlar, kendini bilme çalışmasının da konusu olan;
tutkularımız, bağımlılklarımız, eş koşmalarımız, ön
yargılarımız, sabırsızlığımız, idraksizliğimiz eve
anlayışsızlığımızdan başkası değildir. Nefsaniyetimizden
kaynaklanan bu beşeri zaaflarımızın üzerine giderek “nefsaniyette
yoksullaşmak” makbuldur ve gerçek fedakârlık açısından
gereklidir. Çünkü, erdamli insanlara özgü gerçek fedakârlığın
gereği olan ruh zenginliği, nefsaniyette fakirleşmekle
olasıdır. (“Ne mutlu nefste fakir
olanlara; çünkü, melekût onlarladır.”-Hz.İsa)
Bunu başarabildiğimiz oranda nefsaniyet kabalığını
yitirir, sahte benlikler sâkinleşir ve edeplenir; ama o oranda
da sadece uyanıklılığımız değil, uyum ve esneklik kapasitemiz
de artar. Burada, erdemli insanlara özgü fedakârlık
sergilemenin gereği olan belli derecedeki uyum ve esneklikten
kasıt; nefs ve sahte benlikler kanalıyla yataydan gelen beşeri
ve maddesel koşullandırmalar ile, düşey olarak Yukarı’dan
gelen şuurda uyandırıcı tesirleri bünyede dengelemektir. Bu
denge bünyede oluşturulduğu zaman, içinde bulunulan
zaman-mekân koşullarına uyum sağlanmış demektir.
Üzerinde enkarne vaziyette bulunduğumuz bu gezegen, evrenin bu
köşesindeki zor bir tekamül okulu olarak, esneklik ve uyum
pratikleri için bizlere bol bol olanak sağlayan, oldukça da “kaygan”
bir zemindir. Dünyanın bu durumundan dolayı, bir bakıma;
esneklik ve uyum dünya tekamül okulunun hedefidir. Çünkü,
burada esneklik ve uyumu gerektirecek çok çetin koşullar,
özellikle şu devre sonunun bitiş günlerinde yaygın
vaziyettedir. Aslında bu durum içsel gelişim açısından ve
dolayısıyla da fedakârlık uygulamaları açısından çok verimli
bir olanaktır.
Dünyada toplu halde yaşarken, yaptığımız işlerden çok,
beşeri ilişkiler çerçevesinde (ki bunların pek çoğu
rahatımızdan, bireysel ilke ve alışkanlıklarımızdan
fedakârlık gerektiriyor); sergilediğimiz müşterek çalışmalar
içinde bulunan bizlerin müştereken belli bir ilkeye ya da
ilkelere tabi olmasıdır. Örneğin; bir kütüphanedeysek, toplu
ulaşım aracında ya da barda isek, her ne topluluk içinde
bulunursak bulunalım; bu ortamlarda bizim kendi bireysel ilke
ve alışkanlıklarımızdan çok, içinde bulunduğumuz mekanın, bir
ferdi olduğumuz topluluğun ilkesine / yaptırımına uymak, ona
adapte olmak zorunluluğuna tabiyiz. O ilkeye (ya da ilkele ve
oranın koşullarına) esneyerek uyum sağlamak durumundayız ki bu
da zihinsel ve bedensel konforumuzdan, kendi beşeri
ilkelerimizden fedakârlık ederek, söz konusu uyum ve esnekliği
sergileyebilirsek, her seferinde fiillerimiz o oranda
erdemlere yönelik olacaktır.
Müşterek bir çalışmanın gereği olan bir ortak alanda bulunan
bireyler, kendi bireysel ilkelerinden feda edip, ortak alanın
ilkesine / ilkelerine uyum saylayabildikleri ölçüde, o alanın
süptilitesi artacak, tesir kuşağı güçlenecek ve Yukarı
ile(tesir planı ile) bağlantısı o derece güçlü olacaktır.
Belli bir amaç uğrunda başarıya ulaşmak ancak, bu anlamda
fedakârlıkla gelen uyum ile olasıdır.
Genel anlamda da olsa; bir ortak alanda,
fedakârlıklarla sağlanan uyum ve esnekliğin belli bir düzeyi
yakalamadıkça, başarıya ulaşılamaz.
Değişik kapsam ve kalitedeki ortak alanlar içinde
yaşarken, gerekli esnekliğin gösterilmesi, sadeleşmek ve
beşeri / nefsani zaafları terk ile artar. Bir ortama ve oranın
koşullarına uyum sağlayabilmek için esneklik şarttır. Bu uyum
belki imajinasyon ile kolaylaştırılabilir. Bir duruma fiziksel
olarak iyi bir şekilde adapte olabilmek için, önce imajinatif
olarak onu yaşamakta yarar olabilir.
Realite
basamakları açısından da; uyum sağlamadan, bir basamaktan
ötekine sıçranamaz. Bireyi bir üst basamağa sıçratacak uyum ve
esneklik ise, üzerinde bulunduğumuz basamakta olabildiğince
sadeleşmek ve elbette ki bu sadeleşmenin gereği olan
fedakârlıkları çevreden esirgememektir. Bu anlamda
sâdeleşebildiğimiz oranda yüksek / süptil tesirlere daha iyi
bir anten ya da daha temiz bir ekran oluşturma şansını
yakalayabiliriz. Bu tutum, şuurda uyandırıcı ve gelişime
zorlayıcı süptil tesirlere uyum hareketleri yapmakla olasıdır
ki, bu hareketleri olası hale getiren esneklik, fedakârlıkla
sağlanan sadeleşmenin sonucudur. Bu anlamda bir fedakârlık
uygulaması çerçevesinde sabrın / tahammülün haletini yaşamak;
içsel gelişim açısından bireye çok şey kazandıracaktır.
Bunda başarı için yukarıda sözünü ettiğimiz fedakârlık ve
sabır / tahammül uygulamasının yanı sıra, kendi içimizde de
uyumlu olmamız gerektiğini göz ardı etmemeliyiz. İçsel
uyumsuzluk ve dengesizlik, fedakârlık gibi başka erdemlerin
önünde de engel oluşturur. Bu nedenle, içsel gelişime katkısı
olacak bir fedakârlık sergileyebilmek için de birey önce kendi
içindeki çelişkilerinden kurtulmalıdır.
Yeni olana, yüksek / süptil tesirlere uyum sağlayamamak,
tutuculuğu ve atâleti beraberinde getirir. Uyum zorluğunu;
kendini tanıma çerçevesinde idraklenme cehti ile ortadan
kaldırabiliriz. Aksi taktirde uyumsuzluk, ıstırabın nedenidir.
Beşeri takıntılarımızı, özdeşleşme ve bağımlılıklarımızı terk
edememe (yani, onları feda edememe)beceriksizliğimiz
ıstıraplarımızın nedenidir. Tüm olaylar, uyum ve esneklik
kapasitemizi artırmak içindir; bu içsel gelişim olanağından
fedakârlık uygulamaları içinde yararlanmalıyız.
Fedakârlık
kavramıyla yakın ilgisinden dolayı özellikle son kısımlarda
sık sık değinmek zorunda kaldığımız sadelik ve safiyet içsel
gelişim açısınadan kazanılması gereken en değerli
erdemlerimizden birisidir. Çünkü, Hz.Muhammed’in
ümmiliğinde(1) anlamını bulan sâfiyet ve sâdelik ve böyle bir
titizlik içinde bulunmak “küre”nin (bağlı
olduğumuz ruhsal planın) merkezine yönelmektir. Sadıklar Planı
Tebliğlerindeki(2), “Sadelik ve basitlikte hikmet
vardır.” ifadesinde anlamını bulan bu durum geleceğe
uyum sağlamakla da ilgilidir: Geleceğe uyum, sadeleşmeyle
olacaktır. Bu uyum da; büyük ölçüde, etkilere karşı gerekli
esnekliğin gösterilmesiyle olasıdır. O halde, “nefsten
fedakarlık” ve nefsaniyetle ilgili zaafların terki
demek olan sadeleşmeye dikkat gerek...
Yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız önemine rağmen,
nefsaniyet ne kadar eğitilirse eğitilsin, o sadece
inceltilebilir ama asla sıfırlanamaz. Her fırsatta da
fedakarlık eylemlerimize sızarak onları bulandırmaya çalışır.
İşte bu yüzden “gerçek uyanıklık” bireyin kendi
nefsine karşı olan uyanıklılığıdır. Nefse karşı uyanıklık
gerçek samimiyettir. “Ferdin, nefsaniyeti karşısında
aldığı tavrı gerçek samimiyettir.”(3) Gurdjieff,
nefsine karşı uyanık ve samimi insanı, “kendini
hatırlayan insan” olarak kabul eder. Fedakârlık
hamleleri yerine, nefsani davranışlarda bulunmak bizi dünyasal
bir yerlere bağlar, değişim ve gelişim spiralinde
ilerleyişimizi engeller. Bu olumsuz durum bir bakıma
yukarıdaki anlamda “samimiyetsizlik”tir. Çünkü,
“Samimiyet, nefsaniyetin karşısında hakiki olarak vicdan
kanalı ile kendisine verilmiş olan bilginin her zaman galip
gelmesi için gösterilen cehittir. Görevini yerine getirmekte
olan varlığın, görevinin ana materyelleri üzerinde hiçbir
zorluğa aldırış etmeden uygulama içerisinde bulunması
sammiyeti ifade der.”(3)
Süptil yani fedakârlığın en üst
boyutunda; her türlü beşeri kirden, pastan uzak, bencillikten,
çıkarcılıktan arınmışlık, sevgi enerjisiyle dolu ve bilge
insanlara özgü, gerçek bir vericilik, fedakârlık ve terk
vardır. Tarihte bu tür fedakârlık gösteren bilinen ya da
bilinmeyen sayısız varlık vardır. Bunlar, fedakarlığı yaşam
tarzı haline getirmiş “pozitif yayın odakları”
dır. Bu durumda olan insan, Bütün’e sürekli pozitif katkıda
bulunuyor ve sürekli vericilik halinde genel tekamülü
kolaylaştırıcı, uyanmakta zorluk çekenlere yardımcı bir işlev
görüyor demektir. Bu insanda fedakârlık erdemiyle birlikte
yardımlaşma ve dayanışma bilinci de gelişmiştir. Onun
çevresine yardımı: adet olmuş, komşular alışverişte görsün ya
da birilerinin dikkatini çekmek ve gözlerine girmek için
değil, içten gelen bir itilim ile yardımlaşma ve dayanışma
bilincinin gereği olarak sergilenen bir eylemdir. Böyle bir
insan için kendinden başkalarına hizmet etmek / vericilik /
fedakârlık yapmak; var olmanın, insan olmanın gereğinden
başka bir şey değildir.
Beşer tarihinde en güzel fedakârlık örneklerini, Yukarı’ya
en yakın olan beşeriyetin öncüsü bu yüce varlıklar
yapmışlardır ki bunlar da adları bilinen ve bilinmeyen
peygamberler ve velilerdir. Onlar bunu en güzel ve doğal
olarak yapmışlardır. Çünkü onlar Dünya Rabb Planı’nın
merkezine en yakın noktalardan buralara kadar sarkmış
enkarnasyonlardır. Bu varlıklar, sessiz sedasız, sanki
geldikleri planların görünmeyen uzantıları olarak her türlü
sıfat ve övgüden uzak yaşamışlar, sürekli vericiliği
kendilerine günlük yaşam şekli haline getirmişlerdir. Zaten bu
varlıklar, kendilerinden başka herkese hizmeti, geliştirmeyi
kendilerine vazife edinmişler ve bu yönde maddenin kölesi
değil, efendisi, yöneticisi ve insanların da rehberi olarak
vazifelerini yapıp gitmişlerdir. Hz.İsa’yı burada örnek olarak
verebiliriz. Bu yüce varlık insanlık için kendini feda etmiş,
türlü işkenceler çekmiştir.
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, fedakârlık; ALLAH’ın en belirgin
isim sıfatlarından birini bedende tezahür ettirmektir ki bu da
Sufizm’de “ALLAH’ın rengi ile renklenmek”, ya da
“ Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmak...” olarak
geçer. Çünkü, fedakârlık esasen nefsaniyetten, sahte
benliklerin olumsuz ve uyumsuz yanlarından feda etmektir.
Onlar bunu başarmış ve bizler için taklit edilmeye değer yüce
varlıklardır.
Gerçek sâdeleşme ve arınma, bu anlamda olmak üzere
fedakârlıkla gelir. Maldan, mülkten feda etmek belki daha
kolaydır. Hatta biz bunu, toplum içindeki statümüzü
güçlendirmek ve daha çok kaale alınmak için de yaparız. Nefsin
feryadına rağmen; rahatından fedakârlık yapıp, birine /
birilerine hizmette bulunmak çok daha zordur. Oysaki, yardımın
makbulü gizli olarak yapılanıdır. İşte eğer sahte
benliklerimizi eğitememişsek, gerçek anlamdaki böyle bir
fedakârlığı ve yardımı yapamayız. Çünkü, beşeri bir çıkara
yönelik olmayan vericiliğe sahte benlikler izin vermez.
Zorluk ve ıstıraplara esneyerek, uyum sağlamak,
fedakârlık yapmamızı engelleyen dirençlerimizden kurtulmak,
duygusallıklarımızın ve nefsimizin tutsaklığından kurtulmak,
değişip, gelişmek, değer kazanmak ve (yeni insanlık
realitesine) tekamül sıçraması yapabilecek hale gelmek ve en
önemlisi bu okulu bitirip gitmek istiyorsak, fedakârlık
uygulamalarımızı ciddiyetle ele almalıyız. Çünkü kurtuluşumuz,
dünyasal olan her şeye karşı sâdeleşmede, terkte ve feda
etmededir.
Zamanı gelince ve her an, kullandığımız ve kullanmakta
olduğumuz araç ve gereci hemen yenisiyle değiştirebilecek,
yani onları hemen feda edebilecek mantalitede bulunmalıyız.
Bizler ruh ve beden ikilisinden oluşan varlıklarız. Ruh
varlığı yani özümüz için, feda edilecek, terk edilecek,
kazanılacak ya da kayıp edilecek bir şey yoktur. Çünkü onda
her şeyin bilgisi vardır ve evrenin aslen verici ve aktif
elemanıdır.. Easas olan da, bizim bedensel ben olarak;
aslımıza, öz kendimize benzemektir (Sufizm’de “Tanrı’nın
sıfatlarıyla sıfatlanmak.”).
Ruh varlığı için, mutlu ya da mutsuz olmak, azap çekmek
diye bir şey de söz konusu değildir; bunların hepsi ruhun
bedenli hali olan, bağlı şuura sahip beşerin(yani, bedensel
benin) sorunlarıdır. Oysaki esas olan, bedenli haldeyken de,
bedensizmiş gibi(olabildiğince ruh varlığı gibi) yaşamaktır.
Başka bir ifadeyle, bireysellikten kurtulmak, yardımlaşma ve
dayanışma bilinci içinde varlığın birliği şuuruna ulaşmaktır.
İşte bizi bu aşamaya yükseltecek en etkili uygulama fedakârlık
uygulamasıdır. Tüm dinlerin ve inisiyatik öğretilerin ezoterik
özünde binlerce yıl fedakârlığın önemi vurgulandı. Fedakârlık,
olgunluk, erdemlilik ve bilgelik göstergesidir. Fedakârlık,
eğer bir erdem ise, bu erdemin önündeki engel, nefsaniyet
kavramında anlamını bulan sahte benliklerdir: Açgözlü, nekes
ve elci (digerkâm) olmayan sahte benlikler, fedakârlığın
önündeki engellerdir.
Dünyaya geliş amacımız, özümüzdeki bilginin (yaşam planımızla
ilgili kısmının) uygulamasını yapmaktır. Varlık, İlahi İrade
Yasaları çerçevesinde, değişik zaman ve mekân koşullarına
uyarak maddesel mekanlarda tezahür eder, bedenlenir ki bu, ruh
varlığı için en büyük fedakârlıktır. Titreşim ve süptilite
olarak maddeden çok üstün durumda olan ruh varlığının, seçme
özgürlüğü ve iradesi doğrultusunda maddesel ortamlara
(oraların yasaları ile zaman-mekân koşullarına) uyum
yağlayarak tezahürata / yaratılışa hizmet etmek gerçi onun
kozmik görevidir ama bu aynı zamanda onun için en üst düzeyde
bir fedakârlıktır: Maddeyi geliştirmek için, maddeleşerek
maddenin içinde tezahür etmek... Bu uyum sağlama işi, ruhun
ezeli ve ebedi uğraşısıdır. Böyle yapmakla; kendi gelişirken,
maddeyi de geliştirir. Bu uyum sağlama işi, esâsen ruh varlığı
olarak, bizim en büyük fedakârlığımızdır. Bu etkileşimde ruh,
hep verici, madde ise alıcı taraftır; sonunda, madde de
giderek ruhsallaşır, ruhun ezeli ve ebedi fedakârlığı
sâyesinde.
Madde, ruh varlığına kendi olanaklarını sunmakla ona,
liyakat sınavları için laboratuvar malzemesi oluşturmuş olur,
maddeye enkarne ruh varlığının fedakârlık erdeminin bedende
tezahür etmesine araç olur. İçindeki gizli bilgiyi ve
yasaları keşfetmemiz için bizim her türlü deneme girişimimize
izin verir. Biz onunla özdeşleşmediğimiz sürece bu etkileşim
içsel gelişim yönünde sürüp gider. Aksi taktirde enkarnasyon
amaçlarımıza ulaşamadığımız (fedakârlık gibi öteki erdemleri
bedende tezahür ettiremediğimiz) gibi, maddeye karşı olan (onu
geliştiricilik) görevimizi de yerine getirememiş oluruz.
Madde, böyle bir bilinçle kullanıldığı zaman, esas olarak,
kendi doğası olarak şuursuzca da olsa vericidir.
Ama biz onu putlaştırmaya, onunla özdeşleşmeye
kalktığımızda, o bu işlevini gerçekleştiremez, bize araç olma
hizmetini yerine getiremez. Toprak anayı düşünelim; bağrını
ruh varlığına açmış, onun her türlü uygulamasına, insanın her
türlü kaprisine ve zararına tahammül ederek fedakârlıkta
bulunuyor. Tabii tüm bunların karşılığında o da gelişiyor.
Varlık varlığın gelişimine hizmet ettikçe, bunun için
fedakârlıklara katlanabildikçe gelişir.
Ruh ise, seçme özgürlüğü ve iradesi yönünde maddeye
yönelip, perispirital uzantısı aracılığıyla maddesel
uygulamalar yapıyor. Enkarnasyonları boyunca, maddeyi
geliştirerek, enkarne varlık olarak (ara plan görünümünde) ruh
ve madde âlemleri arasında iletişim görevini üstleniyor:
Fizikten aldığını fizik ötesine, fizik ötesinden aldığını
fiziğe aktarmaya çalışıyor. İşte bu girişim ruh varlığının
taaa başlangıçta sergilediği en büyük ve evrensel
fedakârlığıdır. Esasen ruh varlığı için ruh varlığı için,
fedakârlık diye bir şey yoktur çünkü, kendisi olduğu gibi ve
her şeyiyle(özü itibariyle) zaten fedakardır,tezahüratın
verici elemanıdır. Ruh varlığının bu hali bize göre
fedakârlıktır. O’nın için fedakârlık yapmamak, verici olmamak
diye bir durum söz konusu değildir. Ruh varlığı için
fedakârlık yapmak değil, vazife yapmak, bir üstüne hizmet
etmek söz konusudur. Çünkü bir üste hizmet etmek, Yaradan’ın
Muradı’nın gerçekleşmesine hizmet etmektir. Anlaşılacağı gibi,
fedakâarlık ve vazife arasında sıkı bir bağ vardır. Fedakârlık
erdemi bedende tezahür ettikçe vazife yapma becerimiz ve
kapasitemiz de artar.
Nefsani davrandığımız zaman, fedakâr olamıyoruz. Ne kadar
verici olsak, terkte bulunsak, feda etmiş olsak da, ne yazık
ki o fedakarlık sayılmıyor. Çünkü nefsaniyet hep alıcılık,
fedakârlık ise tam tersi hep vericilik. O halde, nefsimizi
kontrol altında tutabildiğimiz ölçüde fedakâr olabiliyoruz.
Fedakâr olabildiğimiz ölçüde de vazife yapma hakkımızı daha
çok kullanabiliyoruz. Varlığa puan kazandıran ve hamle
yaptıran, vazife yapma hakkını kullanış yüzdesi ve biçimidir.
Çünkü varlık esasen vazife yapmak için, hizmet etmek için
vardır ve bunun için şekilden şekle girerek tezahür eder,
enkarne olur. Hangi gelişim düzeyinde olursak olalım, her
hareketimizin amacı vazifedir çünkü evrende, vazife yapmanın;
yani, İlahi Murad’ın gerçekleşmesine hizmetin dışında bir
aksiyon yoktur.
Sonuç:
Yaşam
içinde, egoistçe ve çıkarcı olarak davranıp davranmadığımıza
dikkat etmeliyiz. Ruh varlığı olarak bizlere düşen,
fedakârlığımızı ve vericilik işlevimizi en süptil şekilde,
yani kendimizin bile farketmeyeceği kadar doğal bir şekilde
yapmalıyız. Maddenin câzibesiyle, beşeri endişe ve kaygılarla,
gösteriş olsun diye ya da bir çıkar karşılığında da şova
dönüşmüş, daha çok kaale alınmaya yönelik fedakârlık
gösterileri yapılabilir. Bu aslında işin başlangıcıdır,
fedakârlık antrenmanlarıdır ve nefsaniyetin baskısından
dolayıdır ama hiç yoktan iyidir. Nefsaniyet azaldıkça, uyumsuz
yanımız eğitildikçe fedakârlıklarımız da gitgide süptilleşir
ve aşkınlaşır. |