Dünya beşeri büyük ölçüde duygusal bir
varlıktır. Beşeri zaaflardan kurtularak “insanlaşmak”,
nefsin terbiyesi kapsamında; duyguların/duygusallıkların
kontrol altına alınarak, olumsuz duyguların yerine
olumluların, duygusallaşmak yerine duygulanmanın
geçirilmesiyle olasıdır. Genel görünüme baktığımız zaman
görüyoruz ki, temelinde; nefsin eğitilmemişliğinden
kaynaklanan duyguların/duygusallıkların kontrolsüzlüğü
bulunmaktadır.
Kendini tanıma kapsamında yapılan/yapılabilecek
çalışmaların önemli bir bölümünü, duyguları tanımak ve onları
kontrol altına almaya çalışmak oluşturur. Bireyin kendini
tanımasının ve beşeri zaaflardan kurtularak insanlaşmasının
yolu duyguların tanınmasından ve analizinden geçer. Beşeri
ilişkilerin “sağlıklı” nitelik kazanması ve
sürmesiyle, beşeri koşullara uyum ve başımıza gelenlerin içsel
gelişim yönünde değerlendirilmesi, içsel dengeye ve huzura
kavuşmak, bu şekilde toplumda güvenilir bir kişi olmak, büyük
ölçüde duygusallıklardan arınmakla olasıdır. Kadim bilgelik,
belli başlı inisiyasyonlar ve Kutsal Kelam yüzyıllar boyunca
hep bunu söyledi ve Peygamber daha açık ve net bir ifadeyle,
“Kendini bilen, Rabb’ini bilir!” dedi. Çünkü
kendini bilmek, nefsin eğitimi ve duygusallıkların kontrol
altına alınmasıyla kazanılan insani bir değerdir.
Apaçık gerçek bu olmasına karşın, bu güne
kadar; “Düşünüyorum, o halde varım…” diyen
maddeci zihniyet, yüzyıllar boyunca duyguları ihmal etti.
Günümüzde ise, bu ihmal daha da kabalaşarak,
“Tüketiyorum, o halde varım”a dönüşmüş durumda. Bugün,
“gününü gün etme” ve “nefsin heva-hevesi”
ne gereğinden fazla yer vermenin kaçınılmaz sonucu
olarak zaman zaman insanı insanlığından utandıran yüz
kızartıcı kusurlarda artış kaydedilmektedir. Duyguyu göz ardı
eden nefsanî ve çıkarcı yaklaşımlar, somut zevkleri ön plana
çıkarmış durumdadır.
İnsani değerlerle bağdaşmayan, bu çarpık gidiş
içinde insan, ekonominin ve politikanın malzemesi haline
getirilmiş ve günümüzde artık bilimsel istatistiklere de
yansımış bulunan, gelir dağılımındaki adaletsizlik, işsizlik
ve bir yığın çevre sorunu ortaya çıkmıştır. Oysa bireyin
kendini bilmesine yönelik bir eğitim ile nefs, duygular ve
zihin kontrol altına alınarak beşer bu hamlıktan
kurtarılabilir. Çünkü beşeri zihin, nefsin egemenliğinden
kurtarılabilirse, beyne iyi huylu esneklik
kazandırılabilmektedir. Bu güzel sonucu birçok bilge/arif kişi
bize, beşeri tarih boyunca uygulamayla kanıtladı. Bu,
olmayacak ya da sadece bilgelere ve ariflere/velilere özgü bir
şey değil; tüm peygamberler ve büyük inisiyeler bunu söyledi
ve uygulamayla bizlere gösterdi. Kişinin, kendisine
yapabileceği en büyük iyilik; duyguların ve nefsin kontrol
altına alınmasıyla zihnin eğitilmesidir.
Bu yazımızın ana teması,
duyguların/duygusallıkların kontrol altına alınmasının en
güzel ve erdemli insanlara özgü kazanımlarından biri olan
EMPATİ kavramıdır. Bu ana temaya girmeden önce; organik
bağlantısından dolayı, duygular üzerinde biraz daha durmak
istiyoruz.
Yazımızın girişinde, olumsuz duyguların, olumlulara
çevrilmesinin, duygularla haşır neşir olmanın gereği olduğunu
belirtmiştik. Yani, olumlu ve olumsuz duygularımız var;
bunlara “dürtüsel”, “psikolojik/sosyal”
duygular da deniyor(1).
Bunlardan “dürtüsel duygular”; açlık, susuzluk,
üreme, saldırganlık vb. iken; “olumlu/sosyal duygular”
da sevgi, güven, sadakat, empati, merhamet/şefkat vb.
olmaktadır. Dikkat edilirse “dürtüsel” denen
temel duygular hayvanlarda da vardır; kendini bilmez nefsanî
beşer, bunları kontrolde çok zorlanır ve bu nedenle zaman
zaman hayvandan da zalim hale gelir. Bu durumda olan beşer
tiplemesi için Kur’an’da “beyinsizler”(Bakara
142, Nisa 5, Cin 4, En’am 140), “davar”(Bakara
Suresi), “hayvan”(Furkan 144) gibi sözcükler
kullanılırken; insanlaşma yolunda nefsini terbiye ederek
duygusallıktan arınmış takva ehli insan için, “ALLAH’ın
halifesi”(Nur 55), “aklı ve gönlü işleyenler”(Bakara
179, Ali İmran 7) ve “Rablerinden bir hidayet üzere
olanlar”(Bakara 5) gibi ifadeler kullanılmıştır.
Tüm bunlar, duyguların önemini ortaya
çıkarmaktan öte, onların kontrolünü ve eğitilmesini de işaret
etmektedir. Yukarıda değinip geçtiğimiz dürtüler, kendini
eylemle ifade etmek isteyen duygulardır. Ancak
“dürtüsüzlük”(özellikle kendinden habersiz, bencil
beşeri) sadece tembelliğe/atalete değil, acizliğe ve
yalnızlığa da iter. Dürtülerin aşırı ifade edilmesi ise,
bireyi; acımasızlığa, aceleciliğe(sabırsızlığa), hatta
“alçakça” olarak bildiğimiz davranışlara iter. Kendine
ve çevreye zarar verici ve bireye telafisi zor negatif karma
yükleyen dürtüleri(ve bunlardan kaynaklanan olumsuz duyguları)
kontrol etmek, anlayışlı ve şefkatli(empatik) olmak için
olumlu duygusal alışkanlıklar ve sosyal beceriler elde
edilmesi gerekir. Bu konuda “duygusal zekâ”
tanımını temel ve uygar yaşam becerisi olarak ortaya koyan
Daniel GOLEMAN şunu söylüyor: “İki ahlaki tavra
ihtiyacımız var; kendine egemen olmak ve şefkat göstermek.”(2).
Duygusal
yaşamımızın akıllıca yönetilmesi duygusallıkları kontrolün
gereği olmakla, empatiye giden yolda bireyi tutabilecek bir
uygulamadır. Bu tutum aynı zamanda kendine egemen olmanın da,
nefsanî istek ve eğilimleri dizginlemenin de yoludur. Bu
şekilde kazanılacak diğerkamlık, empati kavramında anlamını
bulan insani bir beceri ve nefsin edeplendirilmesiyle gelen
bir başarıdır. Böyle bir başarıyla gelen, “başkalarının
hissettiklerini anlama becerisi” nin gereği de, akıl
ve kalbin birleştirilerek uygulamaya konmasıdır ki, bunun bir
adı da “makul vicdan” olmaktadır.
Maddeci zihniyet, görmemezlikten geldiği manevi
değerleri, modern yaşamın kazanımlarını koruyarak
“psikoloji”(ve daha sonra “parapsikoloji”)
adı altında tekrar hayata geçirmiştir. Bunun ifade
şekillerinden biri de “duygusal zekâ”
kavramıdır. Duygusal zekâsı olanlar, kendi duygularıyla
birlikte başkalarının duygularını da okuyabilen, egosundan ve
beşeri koşullandırmalardan bağımsız davranan ve sağlıklı
beşeri ilişkiler içinde uzlaşmacı/iyimser insanlardır.
Görülüyor ki, bu yazımızın ana teması olan “EMPATİ”
nin gereği, duygusal zekâya sahip olmaktır(3).
Duygusal zekâya sahip olmak, büyük ölçüde nefsin
başıboşluğundan kaynaklanan, nefsanî duyguların kontrol altına
alınması ve duygusallıkların en aza indirilmesiyle olasıdır.
Maddeci zihniyetin temsilcilerinin eseri olan
sözde “modernist” bakış, özgürlüğü;
dürtüleri(beşeri neftsen kaynaklanan itilimleri) serbest
bırakmak olarak tanımlarken, duygusal zekânın keşfiyle gerçek
özgürlüğün “dürtülerden özgür olmak” olduğu
ortaya çıktı. Bu aslında, geçmişin yeniden keşfi, kadim
bilgeliğin sözüne gelinmesidir. Başkalarını önemsemeyen,
sadece kendi çıkarını ve başarısını önceleyen, yaşamı bir
mücadele olarak algılayan ve öneren birey ve toplum itişme,
çekişme, didişme, aldatmaca ve kandırmaca ortamıdır. Mesleki
başarısı yüksek ama sosyal engelli, yalnız, bencil,
güvenilmez, nefsanî dürtülerini doyurmayı yaşam amacı edinmiş
bir toplumda doğal olarak “başlar ayak, ayaklar da baş”
durumundadır. Bu anlamda “modernist”
bakış üzerine kurulmuş olan kapitalizm, tüketimi hızlandırıp
daha fazla kar etmek için; “yardımlaşma, ürünün işlem
maliyetini artırır ve alçakgönüllü, anlayışlı olmak,
zayıflık/enayilik belirtisidir.” düşüncesini temel
aldığından, ortamı, rekabetçi çatışma alanına dönüştürmüştür.
Böylece, bir kısım bireyler, reklamlarla empoze edilen geçici
mutluluklar peşinde koşan tüketim aracı haline getirildi.
Nefsini gözetim altında tutup, duygularını kontrol etmeyi
başaran azınlık ise, insani değerleri hiçe sayan bu
aldatmacadan kendini koruyabiliyor.
O halde insanlaşmak ve toplum halinde insanca
yaşamak için, duyguların; kontrol ve gözetiminde ötesinde,
eğitilmesi gerekiyor. Beşeri eğilim ve edimlerimizin sanki
motor gücünü oluşturan duygular(kadim öğretilerde) “at”a
benzetilmiştir. Ehlileştirilmemiş atların, başa bela olmaktan
başka bir işe yaramayacağı ortadadır. Terbiye edilmemiş
duygular kendi haline bırakılırsa, sorumsuz/sınırsız bir
şekilde hareket etmek isterler: Özellikle cinsellik, açlık,
susuzluk gibi ilkel dürtüler, başına buyruk olma eğilimi
taşır. Bu duyguların eğitimi, tıpkı bir atın terbiye
edilmesi(bir köpeğin ehlileştirilmesi) gibi; sahibinin,
kendisini ve kurallarını o hayvana kabul ettirmesini
gerektirir. Bu durum, beşeri düzeyde, nefsin ve duyguların
eğitilmesiyle “beden olarak yaşamak”
tan kurtulmakla olasıdır. Beden olarak yaşamak “ölü
yaşamak” tır. Asıl “dirilik” ise, nefsin
ve duyguların kabalığının giderilmesiyle gelen bilge insanlara
özgü erdemliliktir. Duygu eğitimi, bu anlamda “dirilik”
e kavuşmada önemli bir aşamadır. Bunun da gereği; düşüncelerin
ve tasavvurların, kısaca zihnin içeriğinin nitelikli hale
getirilmesidir(4).
Duygusallık ve duyguların başıboşluğu, sabırsızlıkla yakından
ilgili beşeri bir zaaftır. Duygusal zekânın fark edilmesinden
sonra, duyguların denetiminde ve eğitiminde sabrın
önemi/gereği ortaya çıkmıştır. Çocuklara verilecek eğitim
kapsamında, bencilliğin giderilmesiyle ilgili olarak,
kazandırılacak en önemli meziyetlerden biri sabırlı olmaktır.
Bu konuda, “Çocuktur, büyüyünce öğrenir.” Demek,
kendini bilmez ebeveyne özgü bir sorumsuzluktur. Yetişkinlik
çağında, hala sabırsızlık belirtileri(emareleri) sergilemek,
çocukluktaki ihmallerin yetişkinlikte ortaya çıkan doğal
sonuçlarıdır. “Duygulardan sorumlu beyin alanarının
keşfedilmesinden sonra, sabrın, duyguları eğitmek konusunda,
beyne öğretilmesi gereken bir duygu olduğu düşünüldü…”(1).
Çünkü beşerde, doğuştan gelen acelecilik eğilimi vardır. Sabır
erdemi ise,; sonradan, ego eğitimiyle gelen insani bir
değerdir. Çocuklar bizim için önemliyse; bu erdemi, çok geç
olmadan onlara kazandırmak anne ve babanın görevidir. Bu,
çocuklukta ihmal edilirse; yaşam onu çocuğa/gence acımasızca
öğretecektir ki bu da, sıkıntılı eprövler ve mutsuzluk
demektir. Duyguyu, deneme-yanılma yöntemiyle öğrenmek yerine;
küçük yaşlardan başlayarak; yaşama sabırlı, insanlara
hoşgörülü bakmayı başarmaktır. Böyle bir hoşgörüyle gelen
merhamet ve şefkat, ayrıntılarına ileriki paragraflarımızda
gireceğimiz “EMPATİ” ye götüren insancıl
meziyetlerdir.
Aslında ve özellikle de kendinden habersiz
“beden olarak yaşayan” birey, aklına ilk gelen
şeyi söylemek, çoğunlukla düşünmeden konuşmak ve aklına ilk
geleni uygulamak eğilimindedir. Bu tutumun, Gurdjieff
öğretisindeki adı “hareket bedeniyle”(hareket
bedeninin aklıyla) tepki vermektir(5).
Aceleci ve sabırsız kişiler, normalden de farklı olarak,
“dikkat eksikliği” yaşayan ve genellikle
sorgulamadan karar veren bireylerdir(1).
Sabır, öteki erdemlerin üzerinde geliştiği temel bir insani
değerdir. Yaşamın zorluklarına bilgece tahammül edebilenler ve
bu zorluklardan ders alanlar, bunun karşılığını idraklenerek
alırlar(6).
Merhamet-Şefkat
Günlük yaşamda, “sabretme gücü”
kazanılmaksızın merhamet ve şefkat meziyetlerinin ortaya
çıkması, buradan hareketle empati durumuna girilmesi pek kolay
değildir. Bu nedenle, esas konumuz olan “EMPATİ”
ye girmeden önce “merhamet-şefkat”
ikilisinden de söz etmekte yarar var:
Her şeyden önce, şefkat ve merhamet, İlahi isimlerden biridir:
Rahim. Elbette ki; ALLAH, merhameti ve şefkati sınırsız
olandır. Bizler de, tekâmül olgusu içinde giderek ALLAH’a
benzemek durumunda olan varlıklar olduğumuza ve her şeyin
bunun için birer araç/malzeme olduğuna göre, bu erdemleri
bünyede tezahür ettirmek, bir bakıma varlık olmanın
sorumluluğu ve zorunluluğu gereğidir. Merhameti şefkat ve
empati(duygudaşlık); birbirini tamamlayan, olumlu/sosyal
duygulardır. “Bu duygu üçlüsünün günümüz bireyi için en
iyi ve doğal sakinleştirici olduğunu söyleyebiliriz.”
Diyor Prof. Dr. Nevzat TARHAN(1).
Örneğin, sinirli olduğumuz bir anda, elimiz; sigara ya da
herhangi bir müsekkin gibi uyduruk çarelere gideceği yerde, bu
üçlü içindeki duyguları harekete geçirebilirsek, beynimiz
“mutluluk hormonu” salgılamaya başlıyor. Son
yıllarda duygusal zekâ araştırmaları kapsamında yapılan
çalışmalar(“İşlevsel MR” araştırmaları) bu
duyguların beyinde biyokimyasal kökeninin olduğunu ortaya
koymuştur. Birine karşı merhamet, şefkat, acıma gibi
olumlu/sosyal duygular hissedildiği anda beyinde “iç
morfin” de denilen; endorfin, serotonin gibi mutluluk
hormonlarının salgılandığı saptanmıştır. Bu bilgiler,
mutluluğu hedefleyen kişilerin şefkat duygusunu daha çok
geliştirmeleri tezini ortaya çıkarmıştır.
Merhamet-Şefkat-Empati üçlüsünün, en geniş
kapsamlı üyesi birincisidir. Merhamet duygusu olan insan,
ayırım yapmaz. Günümüzde, sözde gelişmiş ülkeler de dâhil,
sergilenen çeşitli ayrımcılıklar henüz bu erdemin beşeriyette
filizlenmemiş olduğunun yüz kızartıcı ifadesidir. Merhamet,
karşı tarafın kimlik ve kişiliğini gözetmeden, herkese eşit
dağıtılan bir hoşgörüdür. Merhametin zıttı bencilliktir.
Merhamet arttıkça bencillik, bencillik arttıkça da merhamet
azalır. Birey iç dünyasında bunların hangisini beslerse, o
yöndeki hisleri gelişir.
Merhamet duygusu, beynin mutluluk hormonunu
salgılamasını sağlaması yönüyle, kişinin lehine bir duygudur.
Ayrıca, merhamet; mutluluğu düzenleyen beyin alanlarının aktif
duruma geçmesini kolaylaştırmaktadır. Budist
rahipler/rahibeler üzerinde yapılan bir araştırmada; bu
insanlara, vücudu yanan bir kişinin filmi izletilmiştir. Bu
sırada yapılan ölçümlerde(elektrotlu EEG) rahiplerde acıma
hissi ve iyilik yapma arzusu uyandığı saptanmıştır. Fakat aynı
görüntüler rahip olmayan/sıradan kişilere izlettirildiğinde;
onların beyinlerinde iğrenme/tiksinme duygusu harekete
geçmiştir.
“Başkalarının iyiliğini isteme arzusu”
da diyebileceğimiz merhamet, EMPATİ gerektirir. Çünkü EMPATİK
davranış bir yönüyle, karşımızdaki kişiyi mutlu etme ve
kendini iyi hissetmesini sağlama çabasıdır.
“Duygudaşlık” da denen EMPATİ, başkalarını anlamayı
sağladığı gibi, yaptığı iyilikten ötürü, kişinin kendisinin de
mutlu olmasına yardım eder.
Üçlümüzün ikinci üyesi olan şefkat’e
gelince; bunda “koşulsuzluk” söz konusudur.
Şefkat, insanları olumlu/olumsuz yönleriyle, olduğu gibi kabul
etmemizi sağlar. Muhatabın ihtiyaçlarını hissederek, ona özel
muamele söz konusudur. Şefkat, merhametin olgunlaştırılmış
hali ve bir adım ilerisidir. Bilgiyle geliştirilen merhametin,
şefkate dönüştüğünü söyleyebiliriz. Şefkat, duygusal
farkındalıkla kendini gösteren, hislerimizin aktarılmasında
biz istemesek de beden dilimize yansıyan bir haldir. Beden
dilimize yansıyıvermesi, idrakle ilgili bir durumdur. İdrak
edilmeyen(yani, uygulamayla özümsenmemiş) bilgi bedene
yansımaz, bireyi eyleme sürüklemez.
Başkalarıyla ilgilenmek, onların hislerine ve
düşüncelerine karşı duyarlılık, başkalarının acısına ortak
olmak gibi insancıl özellikler desteklenmezse(uygulamayla
sürekli kılınmazsa) körelir. Düşünceli ve nazik olmak, insan
olmanın gereği olduğu gibi, insanın fıtratında da(yaradılış
olarak da) vardır. Ancak onu, uygulamayla sürekli kılarak
beslemek gerek, sönümlenip gitmemesi için… Bu sürekliliği
sağlamanın uygulaması da EMPATİ pratikleri yapmaktır. Şefkat
ve merhamet duyguları ancak EMPATİ becerisi sayesinde
güçlenebilir. Bitkilerle, hayvanlarla, insanlarla(yani
çevresindeki her şeyle) EMPATİ kuramayan kişinin şefkat
duygusu, gerektiği gibi ortaya çıkmaz/gelişemez. EMPATİ,
şefkati kapsayan bir yetenektir. Karşı tarafın yaşadıklarını
anlamak ve ondaki duygusal ipuçlarını okumak için EMPATİ ve
şefkatin birlikte iş başında olmaları gerekir. EMPATİ yeteneği
sahibi insan, başkalarıyla iletişim ve etkileşim halindeyken;
onların duygularının arka planını tahmin etmeye çalışırken,
sözlerinin altındaki anlamları, “satır aralarını”
okumaya çalışır. Şefkat, EMPATİ ile birleştiğinde, insan
“başkasının gözüyle” bakmayı başardığında,
farklı dünya görüşlerini de tanır.
Bireyin, EMPATİK olmasının belli aşamaları vardır: Çocuklar
altı yaşına gelene kadar önce duygusal EMPATİ’yi, sonra da
zihinsel EMPATİ’yi öğrenirler. Zihinsel EMPATİ de:
“başkalarının gözüyle” olayları görmek, onun gibi
düşünmek ve bu düşüncelere uygun davranmak söz konusudur.
10-12 yaşlarında ise soyut EMPATİ yeteneği kazanılır. Soyut
EMPATİ, kişinin kendisinden daha az olanaklara sahip kimseler
için kaygılanması demektir. Bu gelişim süreci bize; EMPATİ’nin
kendiliğinden gelişen bir duygu olmasından çok, insanda
potansiyel halde bulunan bir eğilim/erdem olduğunu
göstermektedir. Acıma duygusunun; duygusal, zihinsel ve sosyal
EMPATİ’ye dönüşebilmesi için eğitim ve uygulama gerek.
Sempatinin EMPATİ’den farkı, karşı tarafın
hislerine aynı şekilde karşılık vermektir. İki-üç yaşındaki
çocuk, ağlayan kardeşinin yanına gelip, o da ağlamaya
başlarsa; bu, sempatizasyondan dolayıdır. Ama ağlamakla
yetinmeyip, ona yardım etmeye çalışırsa, EMPATİ uygulaması
yapmış olur(7).
Bir arada bulunan birçok bebekten biri ağlayınca, ötekilerin
de ağlamaya başlamaları, bu doğal sempatizasyondan dolayıdır.
İnsanlara, EMPATİ yeteneği kazandırmanın, şefkat geliştirmenin
ve merhameti doğru şekilde kullanmayı öğretmenin en doğru
zamanı, çocukluk çağıdır. Yaşamın ilk yıllarında öğrenilen
duygusal EMPATİ’nin, sonradan gelişecek zihinsel ve soyut
EMPATİ’ye çevrilmesi kolay olur.
Toplu halde yaşamanın sağladığı
olanaklardan yararlanarak insanlaşmaya çalışan beşeri
varlıklarız. Bu ilişki örüntüsü içinde, en az kendimizi
düşündüğümüz kadar(hatta daha da iyisi, kendimizden çok)
başkalarını düşünmek ve bu tutum ve titizlik içinde yaşamak
durumundayız. Başkalarıyla beraber yaşamanın en önemli koşulu
yardımlaşmaktır. Birilerinden aldığımız desteği, iyilik
yaparak başkalarına yansıtmak insan olmanın gereğidir. Bunu
yapamıyorsak, hiç değilse, Batı’ya özgü çıkarcı bir
zihniyetle; rahatsız edilmemek için, başkalarını rahatsız
etmemeye gayret göstermeliyiz. Ama nefsimizi yeterince
eğitebilmiş ve duygularımızı kontrol edebilir duruma
gelmişsek: “Merhamet + Şefkat + EMPATİ’den oluşan duygu
kümesi” ni geliştirmenin en kolay yolu, birlikte
yaşadığımız kişilere aksedecek yararlı işler yapmak, yani
“hizmet”tir, hele bu hizmet/yardım karşılıksız
olursa… Unutmaytalım, “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.”(Kur’an;
Tagabun 9, Yasin 21, Bakara 274). Teke tek yapılan iyilik,
karşı tarafta aynı duyguyu uyandırdığı için, bunun gelişmesini
sağlar; sonuçta, EMPATİ artarken, şefkat duygusu da yükselişe
geçer.
Sadece ilim değil, hem ilim, hem de irfan
sahibi olan kimseler(Kur’anca ifadesiyle “akıl-gönül
sahibi âlimler”) hiçbir şekilde kendilerini
başkalarından üstün görmezler. Gurur ve kibirden kaynaklanan
üstünlük duygusu, aslında kendini yetersiz gören egonun
“aşağılık kompleksi” ni gizleme gayretidir. İnsani
değerlerin, akademik değerler kadar önemli ve gerekli
olduğundan dolayı, bilge insan o değerleri yaşama geçirmeye
çalışır. “Arif olan anlar…” sözü, bu anlayışla
darb-ı mesel olmuştur. Bilgiyi uygulamaya geçiren ve bu
şekilde çevreye hizmet etmeye çalışmanın adı olan arifliğin
özellikleri, kültürümüz ve inanç sistemimizce “insan-ı
kâmil” in vasıflarından sayılarak, yüceltilmiştir.
EMPATİ ise, “diğerkâmlık” adı altında, yani;
başkaları içinde gam, keder ve kaygı hissedebilme şeklinde
yaşam kültürümüzde yer almıştır. Kendine egemen olmak ve
özdenetim, “nefis terbiyesi” adı altında tüm
kadim öğretilerde yerini almıştır.
----o0o---- |