Sevgi,
kaynağı sonsuzluklar olan ve bilgiyle birlikte tüm evrenleri
dolduran “evrensel ilâhi bir güç”tür.
Makbul olan, “Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmak”
ya da “Allah’ın renklerine bürünmek…”(1) ise;
sevgi enerjisinin kaynağı olmasak bile, sevgi adını verdiğimiz
bu “evrensel/ilahi çekim gücü”nü bünyemizden
geçirip, çevremize yansıtabilir duruma (sâfiyete / arınmışlığa)
gelmek gelişimin devre sonu insanına özgü bir göstergesi olsa
gerek. O halde, bir bakıma, “gelişmek”;
sevgi enerjisini aktarabilecek sâfiyete / seyyâliyete ulaşmak
demektir. Muhammed Peygamber, sevginin önemini vurgulamak için
onu, îmandan sonra ifâde etmiş: “Allah’a imandan
sonra, amellerin faziletlisi insanlara sevgi duymaktır.”
Sevginin önemini, İsa Peygamber başta olmak üzere, tüm öteki
peygamber ve inisiyeler de vurgulamıştır(2). Yani yüzyıllardan
beri, beşerin içsel gelişimi ve toplumun kurtuluşu bakımından
üzerinde çok durulan konulardan biri olmuştur sevgi.
Peki
uygulama ne durumda, bunu arzu ettiğimiz şekilde yapabiliyor
muyuz? Bu soruyu gönül rahatlığıyla “Evet.” diye
yanıtlayamıyoruz. Çünkü, içinde bulunduğumuz devre sonunun şu
bitiş yıllarında; hâla sevgisizliğin örneklerini (sadece
bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de) zaman
zaman yaşıyoruz.Yaptığımız her şeyi, ne yazık ki “sevgi
ile yapamıyoruz”, eylemlerimize / etkinliklerimize
sevgiyi katamıyoruz. Herkesi aynı derecede sevemiyoruz. Belki
herkesi (aynı derecede) sevmek mecburiyetinde de değiliz ama;
hiç değilse, nötr bile kalamıyoruz. Evet, ne yazık ki hâla genel
görünüm olarak sevgisizliği deneyimliyoruz; başka türlü
ifadesiyle, sevgisizliği deneyimleye deneyimleye sevgiyi
öğrenmeye, onun önemini kavramaya çalışıyoruz. Dünya beşerine
özgü bir gariplik: Kendini bilmeyen kişilere özgü bu tututum
içinde koskoca bir devrenin sonuna geldik. Genellikle hemen
hemen her şeyi ters uygulamayla öğreniyoruz. Yani önce olmaması
gerekeni deneyimleyerek idrak ediyor, ondan sonra olması
gerekene yöneliyoruz. Oysa kestirme ve insana yaraşır yol
yüzyıllardır öğütlenmekte….
Konumuz olan
sevgiyi, sevgisizliği yaşayarak; herkesi / her şeyi sevmeyi,
sevgi odağı olmayı, aramızdaki sevgi sirkülasyonunu artırmayı
öğrenmeye, böyle bir sâfiyete ulaşmaya çalışıyoruz. Peki, bunca
ilâhî ve inisiyatik tembihat ve öğüde rağmen, kestirme yol
dururken, niçin sarp yollarda, çıkmaz sokaklarda itişip
duruyoruz? Doğru ve kestirme yolda bulunmanın önündeki engel
nedir? Yani; sevgi enerjisini işlerimize / ilişkilerimize niçin
katamıyoruz, sevgi enerjisini bünyemizden niçin geçiremiyoruz,
bu enerjinin akışını engelleyen unsurlar (elemanlar / etmenler)
nelerdir? Bu “elemanlar”, genel bilgilerimiz
çerçevesinde; kendimizi tanıyamamış ve içsel bütünlüğe ve
belirli bir sâfiyete ulaşamamış olmamızdan dolayı tutkularımız,
özdeşleşmelerimiz, benliklerimiz, gururumuz / kibrimiz, ön
yargılarımız, otomatik yaşayışımız ve bunlarla bağlantılı
olarak, sahip olduğumuz astral tortular ve dirençlerimizdir.
Burada “astral tortular ve dirençler”den kasıt; aşkın
yanımızdan gelen sevgi enerjisinin akışını ve çevremizdekilerden
yansıyarak içimizde kaynamasını engelleyen maddesel ve beşeri
birikimlerdir.
O halde, biz
her şeyden önce; kendi kendimizin eğitimini tamamlamak
zorundayız. Okullardaki eğitim bu amaca, yani, insanın / çocuğun
kendi kendisini tanımasına, yukarıda sıraladığımız, sevgi
enerjisinin akışını engelleyen bünyemizdeki bu negatif
birikimleri tanıyarak, onları kontrol altına almaya, ortadan
kaldırmaya yönelik olmalıdır. Asında eğitim, ruh varlığının
evrensel işlevidir. Çünkü varlık varlığın gelişiminden
sorumludur. Bilen, bildiğinden sorumludur. Dolayısıyla elbette
ki, “Hiç bilen ile ilmeyen bir olur mu!” (3) Söz
konusu sorumluluğun gereği, bildiğini paylaşmaktır. Aynı
zamanda, paylaşırken / öğretirken öğrenmek ve yeni yeni
idraklenmelere ulaşmaktır. Bu durum, aynı zamanda varlığın
evrensel işlevidir: Evrensel yardımlaşma ve dayanışma olgusu,
evrensel ilişki ve etkileşim… İşte bu evrensel olgunun temelinde
değişik süptilitedeki sevgi enerjisi bulunmaktadır. O halde,
şunu rahatlıkla söyleyebiliriz sanıyorum: Sevgi sonsuz bir
enerji, eğitim de ruh varlığının sonsuz ve kozmik bir işlevi,
ilâhî bir vazifesidir. Bu durumu ve önemini Önder Plan’ın
bilgilerinden sonra daha iyi anladık… Böylesine, temelde ortak
niteliklere sahip olan bu iki kavramın birlikte ele alınmasında
yarar vardır: Sevgi ve eğitim, sevginin eğitimdeki rolü…
Sevgi ve
Eğitim
Sevginin,
sâdece eğitimde değil, her şeydeki rolü pozitiftir kuşkusuz;
yeter ki o, duygusallıkla, bencillikle, çıkarcılıkla kirletilmiş
olmasın. Bunların, sevgi enerjisi için “direnç” oluşturan
ve engel nitelikli elemanlar olduğunu, girişteki paragraflarda
belirtmiştik. Kuşkusuz, bu engellerin arasından süzülüp çıkmaya
çalışan sevgi enerjisi; yaralanmış / berelenmiş, bu elemanlarla
kirlenmiş ve sâfiyetini etkisini yitirdiği için, beklenen yararı
sağlayamayacaktır. O halde kabahat, sevgide değil; sevgiyi o
duruma getiren bireyde olmaktadır. İşte onun için diyoruz ki,
birey sâdece sevgi etkisini değil, aşkın (müteal) yanından
kaynayıp gelen, rehber varlıklardan gönderilen, vicdandan
kaynaklanan tüm düşey tesirlere aracılık edebilmesi için; kendi
kendini tanıma cehti ve zamanın değişime zorlayıcı şuurda
uyandırıcı etkisine uyum sağlama cehti içinde bulunmalıdır. Bu
uğraş ve cehit de, kişinin kendi kendini eğitmesinden (ve hatta,
“gerçek eğitim”den) başka nedir ki…
Demek ki,
birey kendini bu anlamda eğittikçe, daha da önemlisi, çocuklar
bu anlamda eğitildikçe, sevgi enerjisinin daha iyi bir
aktarıcısı oluyor. Böyle bir “yeni insanlık dönemi adayı”nın
başkalarını eğitmesi de herhalde; sevgi dolu, her hâliyle
pozitif etki dolu olacaktır. Bu şekilde sorumluluğunu yerine
getirdikçe de daha fazla sevgiye, daha fazla pozitif etkiye ve
yardıma lâyık olacaktır. Sevginin eğitimdeki rolünün derecesi
ruhsal gelişim düzeyiyle yakından ilgilidir. Bu nedenle, bu
yazımızda eğitimi; beşeri açıdan çok, ruhsal gelişim açısından
ve yeniçağ insanı olmaya adaylık açısından ele alacağız. Söz
konusu “içsel gelişim”, İsa
Peygamber’in özdeyişindeki “çocuk safiyeti”
kavramında anlamını bulan bir durumdur. “Çocuk safiyeti”nde
anlamını bulan bir içsel gelişim düzeyi; karşılıksız sevgi dolu,
herkese bir gözle bakan, çevresinde önyargısız yaklaşan bir
çocuğun sâfiyeti…
“Gönül”
Olmuş Kalp
Söz konusu “çocuk
safiyeti”nin veciz şekilde vurgulanışını, hatta yetişkinlere
hedef / örnek olarak gösterilişini, İsa Peygamber’in sözlerinde
buluyoruz; Aziz Hipoyte (Hipoyit) tarafından aktarılan bir İsa
kelâmı şöyleydi: “Beni arayan herkes, çocukların kalbinde
bulabilir, çünkü ben oradayım.” İsa Peygamber’in bu
veciz ifadesi bizlere şimdi ister istemez bir Kur’an ayetini de
anımsatıyor: (Mealen) “Ben hiçbir yere sığmam, ama mü’min
kulumun kalbine girebilirim…” Kuşkusuz, böyle bir
kalbin; çocuk kalbi gibi, saf ve tertemiz olması gerek. Yani,
yukarıda belirttiğimiz anlamdaki eğitimle ve terbiye ile bu
duruma getirilmiş olması, sanki sevgi enerjisiyle yıkanmış bir
kalp… Böyle bir kalp, zaten artık kalp olmaktan çıkmış ve
(Sufizm’deki ifadesiyle) “gönül” olmuştur.
İsa
Peygamber’in çocuk sâfiyetine verdiği önemle ilgili olarak
Markos İncili’nde de (10,13-16) güzel bir olay anlatılır:
“Bir gün, onlara dokunsun diye kendisine çocuk getiriyorlardı.
Fakat şakirtler, çocukları getirenleri azarladılar. İsa bunu
görünce, gücenip dedi; Bırakın çocuklar bana gelsin, onlara
engel olmayın; çünkü Tanrı’nın melekutu bu gibilerdir. ‘Doğrusu
size derim ki, kim Tanrı’nın melekûtunu çocuk gibi kabul
etmezse, ona asla giremez.’” Ve onları (çocukları)
kucaklayıp, ellerini üzerlerine koyarak, hayır dua etti.
Ayrıca,
başka bir yerde de, şöyle diyor: “Melekûta giren kimselere
benzer şu süt emen çocuklar….” Evet, tüm bunları niçin
aktarıyoruz? Çünkü, yukarıdaki satırlarımızda “eğitim”i,
beşeri açıdan çok, ruhsal gelişim açısından ele alacağımızı
belirtmiştik. Bizim için, şimdilik; ruhsal gelişimin hedefi de “çocuk
sâfiyeti ve masumiyeti”yle simgelenen içsel gelişim
düzeyidir. Bu aynı zamanda, “yeni insan”ın en
belirgin niteliği olacaktır. Büyük uyanıştan sonraki “yeni
çağın insanı”nın genel görünümü tüm öteki kutsal ve
inisiyatik öğretilerde de ortaya konmuştur. Hatta İsa
Peygamber’den asırlarca önce yaşamış Fisagor’un öğretisinde bile
bunun imalarını görüyoruz.
Çocuk
Sâfiyeti
Tüm
bunlardan anlaşılıyor ki, “yeni insan”nın en
belirgin niteliği “çocuk safiyeti”dir. İnsanların,
evrensel sevgi enerjisinin kendi paylarına düşen miktarını;
olduğu gibi değilse bile, aslına oldukça yakın bir şekilde
bünyelerinden geçirip, çevreye yayacak şekilde saflaşmaları… O
halde, ruhsal / içsel gelişim çerçevesinde, eğitimin amacı bu
olmalıdır: Çocuğun, ergenlik yıllarına kadar sahip olduğu
saflığı ve mâsumiyeti ömür boyunca sürdürmesini sağlamak. Bu
eğitim aynı zamanda ve pedagojik anlamda olmak üzere; “otonom
şahsiyet”i geliştirici bir eğitim anlayışıdır.
Sevgi ile ve “gerçek sevgi”ye yönelik yapılan bu
eğitimin başarısızlık şansı hemen hemen yok gibidir. Çünkü
sâdece hemcinslerimize değil, tüm tezahürata sevgi ile
yönelişimiz, bizdeki öteki erdemleri ortaya çıkaracağından;
bizler öğüt vermekten çok,onlara “örnek olarak yardım eden”
yetişkinler olacağız.
Başka bir
ifadeyle; eğitirken eğitilmiş, öğretirken biraz daha öğrenmiş
olacağız. Bu süreç sonsuzdur; elbette ki hiçbir varlığın
eğitiminin sonu yoktur. Ruh varlığı olarak, enkarne olduğumuz
andan itibaren, bedenimizi terk ettiğimiz ana kadar ve hatta
ondan da sonra, gerçek amacımız ve ihtiyacımız kendini bilme
cehti içinde eğitmek ve eğitilmektir. Tezahüratın her birimi hem
etkileyen ve hem de etkilenen durumdadır(4).
“Eğitim
beşikten mezara kadardır…” diye bir atalar sözümüz var,
ama biz bunu ölüm ötesine doğru, tekrar tekrar doğuşları
kapsayacak şekilde sonsuzluğa doğru uzatıyoruz. Çünkü yaşam,
beşik ile mezar arasına sıkışmış değildir; ölüm yok, sürekli
doğuşlar var. Bir kez dünyaya, bir kez dünya ötesine (ahirete /
spatyoma) doğuyoruz. Dolayısıyla hep varız, yok olmak anlamında
ölüm yok. Ölüm sadece bir geçiş olmaktadır. Bu sürekli doğuşlar
boyunca, varlığın evrensel işi, eğitmek ve eğitilmek, ya da
başka türlü söylemiyle hep değişip, dönüşüp gelişmek. Bu sonsuz
gelişim olgusu içinde, olup duran nedir? Sevgi enerjisini
giderek bünyeden daha fazla geçirip, çevreye dağıtabilecek
arılığa ve duruluğa gelmektir. Bu durumun ve oluşumun
ayrıntıları İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT (Ruh ve Madde Yayınları) adlı
eserde, elimizde bulunan en son şeklini almıştır.
Ayrıca, “varlıksal
ilkeler”le(5) ilgili bilgilerimizden de biliyoruz ki;
varlık, bu sözünü ettiğimiz olgu içine, seçme özgürlüğünü ve
özgür irâdesini kullanmaya başladığı andan başlayarak girmiş ve
sürmektedir. Seçme özgürlüğü doğrultusunda, bu şekilde maddeyle
bağlantı kuran varlık, yaratılışının gereği, özsel olarak sâhip
olduğu(fıtratında bulunan) bilgiyi (özündeki bilgiyi) uygulama
fırsatı bulur. Ruh varlığının evrensel / kozmik görevi gereği bu
fırsat; maddenin eğitimi, yani geliştirilmesi amacıyla başlasa
da, aslında o; ruh varlığının, sonsuzluk içinde, Yaradan’ını
tanıma doğrultusunda kendini eğitmesidir.
Evrende her
şey kaotik ve anlaşılmaz bir düzen içinde işler gibi görünüyorsa
da, aslında olup biten her şey İlâhî İrâde Yasaları’na tam bir
uygunluk hâlinde tezâhür etmektedir(6). Bizlerin bu “yarım
idrakli”(söylem Önder Plan’a âittir, sayfalar 50+58)
anlayamadığımız için, “kaotik” olarak
nitelendirdiğimiz bu düzen, varlığın eğitiminde esas rolü
oynamaktadır. Yani bu kaotik düzen; varlığın kendini bilmesinde,
kendini tanımasında ve başkalarının da kendilerini tanımalarına
yardım etmesinde, ihtiyacı olan tüm olanakları içerir ki, bu “içsel
gelişim olanakları”nın Kur’an terminolojisindeki
karşılığı “nimetler”dir(7).
Durum böyle
olunca, şimdi diyebilir miyiz; bu “yarım idrak”
düzeyiyle ele alınan eğitim, insanın gerçek doğasına en uygun
olan eğitim midir? Elbette evet. Bu eğitim ile, evrensel sevgi
enerjisiyle de şuurlu olarak destekleyebilirsek; bizler
farkında olalım ya da olmayalım, gerçek kimliklerimizi bu zaman
ve mekânda tezâhür ettirmeye aday varlıklar niteliğini
kazanabiliriz. Burada “gerçek kimlik” derken, “iç
potansiyelimiz”i kastediyoruz.Yani, iç potansiyelin, “öz
benliğimiz”(söylem Önder Plan’ın bilgilerinden
alınmıştır) olduğu gibi, ya da %100’e yakın bir şekilde bedende
tezâhür etmesi…
A i l e
Görüldüğü
gibi; “eğitim” ile “sevgi” arasında
önemli ve doğal bir ilişki var. İşte bu anlamda “gerçek
eğitim”; evrensel sevgi enerjisinin bedende daha çok
tezâhürüne olanak sağlayacaktır. Daha öncede belirttiğimiz gibi,
ruh varlığının eğitici işlevi, maddesel ortamlarda ve onların
doğal uzantısı olan (onların) spatyomlarında geçer. Bunun için,
maddeye enkarne olmak söz konusudur. Dünya ortamındaki insanlık
(beşeriyet) düzeyinde varlıkların enkarne oldukları yer âiledir.
Unutmayalım ki; evrensel bir ortak alan olan ailenin kuruluşunda
da önemli unsurlardan (elemanlardan) biri sevgidir.(Erkek-kadın
enkarnasyonları ve aile konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. RUH
ve KÂİNAT, Cilt 3, sayfa 800+805)
Ailenin
kurucu üyeleri olan “ana-baba”nın da bu bilinçte
oldukları ölçüde, çocukların eğitimine basiretli bir şekilde
katkıda bulunmaları söz konusudur sanıyorum. Bunun tersi olduğu
durumlarda, çocukların yanlış eğitimle aile içinde şımartılarak
dejenere olduklarını görüyoruz. Yapay, çıkarcı ve bilinçsiz
olarak aile bireylerinden yayılan sevgi enerjisi, ailenin
temel görevi olan ; kendine yararlı, çevresine yararlı,
güvenilir ve kısaca, “şuurlu çocuk yetiştirme”
işlevini yerine getirmesini engellemektedir.
Çocuk
Eğitimi = Ego Eğitimi
Çocuk
eğitimi, bir bakıma; egonun eğitiminden başka nedir ki? Ya da
başka türlü bir söylemle, eğitilmemiş bir çocuk, “eğitilmemiş
ego” demektir. Çocuğun bu anlamda eğitilmesi için, hiç
kuşkusuz önce yetişkin kendisini bu şuurla eğitmiş, egosunu
edeplendirmiş olması gerekir. Ego eğitimiyle, sevgi enerjisine
karşı geçirgenlik kazanmak; yani sevgi enerjisinin bireyden
bireye olan sirkülasyonu arasında yakın ilişki olduğunu daha
önce söylemiştik.
Ego
eğitiminin, dolayısıyla egonun isteklerine muhalefet edebilme
gücünün, ruhsal gelişim çerçevesinde “ihtiyaçlar”la
da bağlantısı var. İhtiyaçlar konusu ve onlara karşı
tavırlanmamız oldukça önemli. Çünkü ihtiyaçlar, bir bakıma “içsel
gelişim araçlarımız”dır. Yukarıda açıklamaya
çalıştığımız anlamda terbiye edilmemiş bir çocuk ve genç, çok
büyük ölçüde “yapay gereksinimler” ve “geçici
mutluluklar” peşindedir. Ayrıca, kişilerin ihtiyaç
(gereksinim) duydukları şeylerle, içsel gelişim düzeyleri
arasında da bir bağlantı kurulabilir. Bu nedenle, biraz da “ihtiyaçlar”
konusu üzerinde durduktan sonra, tekrardan sevgi ve eğitime
dönmemizde yarar görüyorum.
İ h t i y
a ç l a r
Zâten
ihtiyaçlar; belirli bir yaşam içinde, yaşam planımızın
gerçekleştirilmesiyle ilgili bir konudur. Yalnız, biz beşerî
varlıklar olarak, ve çoğu zaman da egomuzun eğitilmemişliğinden
dolayı, yapay ihtiyaçlar içinde kaybolur, gerçek (içsel
gelişim) ihtiyaçlarımızdan uzaklaşırız. Bu durum aynı zamanda,
yaşam planının doğru düzgün uygulanmaması anlamına gelen bir
tâlihsizliktir. Bildiğimiz gibi, yaşam planınımız kapsamında
olmak üzere, her enkarnasyonumuzla belirlenen ihtiyaçlarımız
başka başkadır. Neden bu böyle? Çünkü her tekrardoğuşta
gelişimimizin başka bir yanını ele alırız ruh varlığı olarak…
Aslında (tezahür uzantısı olduğumuz) asıl özkendimiz ve ruhsal
planımız açısından gerçek gelişim ihtiyaçlarımız belli bir
yaşamda sayı olarak çok fazla değildir. Ama yukarıda değinip
geçtiğimiz gibi, dünya koşullarında bu ihtiyaçlar, yine dünyasal
icaplara ve toplumsal koşullandırmalarla saçaklanarak çoğalır,
hatta enkarne varlık bu yapay icaplar ve ihtiyaşlar içinde
kaybolup gider. Beşerî yanımızın (bedensel benimizin) arzu
ettiği her şey gerçek (içsel gelişim) ihtiyacımız değildir. Bu
nedenle, gerçek ihtiyaçların karşılanması ile şuurlanma arasında
ve de egonun eğitilmişliği arasında (dolayısıyla sevgi
sirkülasyonu arasında) yakın ilişki vardır.
Buradan da
anlaşılıyor ki; gerçek eğitim, aynı zanda, kişiyi gerçek
ihtiyaçlarına yöneltebilen eğitimdir. Bu anlamda “gerçek
eğitim” bireyi (özellikle de çocukları ve gençleri), en
kötü beşerî zaaflarımızdan biri olan savurganlıktan, anlamsız
tüketicilikten korur. Bu arada, gerçek eğitimcinin görevi de;
önce kendisini bu seçimi yapabilecek duruma getirmek, sonra da
eğitim süreci içinde karşısındakinin gerçek ihtiyaçlarını
belirleyerek, ihtiyacı olanı ona sevgi ile vermektir. Demek ki,
bu anlamda sevmek; karşısındakinin egosunu okşamak, sokak
başlarında krize girmiş pozlarında sevgi şovları sergilemek,
dolayısıyla yapay / egoistik ihtiyaçların doyurulmasına yönelik
eylemlere yönelmek değildir. Tam tersine, sevmek;
karşımızdakinin gerçek ihtiyaçlarını görebilme / sezinleyebilme
kapasitesidir. Karşımızdakini her türlü kusuruyla kabullenip,
onu yüreğine sığdırmak ve içsel gelişimine katkıda bulunmak
adına onun doğru yolda kalmasına yardımcı olabilmektir. Bu
bakımdan, bu şuurda olmayan birinin, olayların dış görünüşüne
bakarak, eğitimci hakkında karar vermesi hiç de sağlıklı bir
tutum değildir. Çünkü bilinçli bir eğitimcinin ne yaptığı ve
nasıl yaptığı önemli değil, niçin ve ne niyetle yaptığı
önemlidir.
Tam bu
noktada, belki şu durumu da göz önüne almakta yarar var: Burada
“eğitimci” derken; toplumda belli bir yeri olan,
birkaç fakülte bitirmiş, sâdece bu işin eğitimini gören
kişileri kastetmiyoruz. Öğretimin / öğrenimin bile doğru dürüst
gerçekleşmediği okullarımızda bu anlamda eğitimden söz etmek
zâten olası değildir. Sigara ve uyuşturucu bağımlılığı ile
şiddetin (ABD okullarından ülkemize doğru) sızmakta olduğu ve
bununla mücadeleye çalışılan okullarımızda ego eğitimi
çerçevesinde idraklenme ve şuurlanmadan ve bunlara bağlı olarak
sevgi sirkülasyonundan söz etmek elbette olası değildir. Hele,
dinin eğitime âlet edilerek ayrımcılığı körükleyen eğitim hiç
değildir. Bizim burada “eğitimci”den kastımız,
kendisinin ve çevresindekilerin gelişimini hep pozitif yönde
destekleyen, varlık sevgisi yüklü bilge eğitimciyi kastediyoruz.
İşte böyle bir eğitimcinin belirgin özellikleri nelerdir,
birlikte görelim.
Gerçek /
Bilge Eğitimci
O her şeyden
önce “esnek ve uyumlu” bir insandır;
karşısındakine hatâ yapma şansı tanır, çünkü bilir ki başarı
kadar başarısızlık da gelişim açısından önemlidir. Hatta, hatâ
ve başarısızlıklar çok daha önemlidir çünkü kişiyi daha çok
gayrete, gelişmeye zorlar, uyanık tutar. Başarı ise, bir kez
elde edildi mi, bazılarını atâlete itebilir; ya da aynı başarı
düzeyini sürdürmenin rahatlığının rehâvetine itebilir. Bu
nedenle, iyi bir eğitimci, karşısındakine hatâ yapma şansı
tanır, kusurlarına, hattâ densizliklerine sabır gösterebilir.
Bu, kendisi için de bir hoşgörü ve esneklik uygulamasıdır.
Evet, hoşgörü de, herhalde bir eğitimcinin sâhip olması gereken
belirgin niteliklerinden bir tanesi olsa gerek… Hoşgörülü olmak;
hatâyı / noksanı anlayışla karşılamak ve karşıdakine yeni bir
deneme şansı tanımaktır.
Ayrıca, iyi
bir eğitimci, aynı zamanda “koruyucu ve kollayıcı”dır
da… Kendilerinden sorumlu olduğu kimseleri görüp gözetir;
onların dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle sevinir. Bunlara “anlayışlılığı
ve vericiliği” de ekleyebiliriz elbette. İyi bir eğitimci
sâdece anlayışlı değil, fedakârdır da… Kuşkusuz, tüm bu
meziyetleri bir arada bulundurabilmesi için duygularını kontrol
altında bulunduruyor olması gerekir. “Duyguları kontrol
altına almışlık” zâten “yeni insan”ın en
belirgin niteliklerinden biridir.
Demek ki,
olgun / bilge bir eğitimcinin hedefi; karşısındakinin gerçek
ihtiyacını objektif olarak belirlemek ve onu bu doğrultuda
yönlendirmektir. İşte tüm bunlardan dolayı, her öğretim, eğitim
değildir. İyi bir eğitimci; öğretimi de, eğitim amacıyla
kullanır. Öğrendiğimiz şeyler de gerçek anlamda eğitim
için(içsel gelişim için) birer araçtan başka bir şey değildir.
Öğrendiklerimizle ne yaptığımız, nasıl ve ne niyetle yaptığımız
önemlidir… Doğaldır ki; bu anlamda eğitilmemiş bireyin(özellikle
de çocukları ve gençlerin) öğrendiklerinden; ne kendine, ne de
çevresindekilere bir yararı vardır. Çünkü gerçek anlamda
eğitilmemiş birey, bildiklerini de egoistçe amaçlar
doğrultusunda kullanacaktır, doğru bildiklerini yaşamına
geçirmekten çok, eline geçen olanakları egosunu güçlendirme
yönünde kullanacaktır. Daha da kötüsü; olumsuz çevrelerin
çıkarcılığa yönelik aldatmacalarına kolayca kanacak, kötü
yollara saparak, telâfisi güç karmik birikim oluşturacaktır…
Öğretimi ve her şeyi eğitim amacıyla (beşerî zaaflardan
kurtulup, insanlaşma amacıyla) kullanmamanın getirdiği olumsuz
sonuçlardır bunlar. Ne yazıktır ki, günümüz gençliğinin büyük
çoğunluğunun bu üzücü durumda olduğunu görüyoruz.
Anne –
Çocuk İlişkisi
Bu son
belirttiğimiz durumun en doğal şeklini anne-çocuk ilişkisinde
görürüz: Anne, bu anlamda iyi bir eğitimci değilse; duygusal bir
analık içgüdüsüyle çocuğun her istediğini yapacaktır. Eğitimden
nasibini alamamış bir çocuğun beklentilerinin hemen hemen
hepside egoistçe (hep kendine yönelik) isteklerdir. Her istediği
yapılan çocuk ise bunu, annesinin ona olan sevgisinin bir kanıtı
zanneder. Bu yanılgı da çocuğu dejenerasyona sürükleyen
etmenlerden biri olabilir. Çocuğuna gerçek anlamda yararlı bir
annenin görevi, yavrunun bencillikten kurtulmasına yardım
duyarlılığı içinde; dikkatli bir gözlem ile sâdelik içinde
çocuğun gerçek gelişim ihtiyaçlarını keşfedip, onları ölçülü bir
şekilde karşılamak; büyük ölçüde söyledikleriyle değil,
hareketleriyle çocuğa örnek olup, yerli yerinde öğütlerle onu
gelişimine katkı sağlamaktır. Yoksa, çocuğun egosal
ihtiyaçlarını sürekli bir şekilde karşılamak değildir. Çünkü,
unutmayalım, az yukarıda da belirttiğimiz gibi; eğitilmemiş
çocuk, “eğitilmemiş kaba bir ego” demektir. Bu
anlayışla, sözüm ona eğitilen çocukların; bencilce arzular
içinde davranış bozuklukları göstermesi, uyumsuzluktan
uyumsuzluğa düşerek, dejenerasyon alanları içinde doyumsuz bir
kişi olarak yaşamaları (daha doğrusu, “sürünmeleri”)
doğaldır. Bu gidişin vahşice örneklerini zaman zaman Amerikan
okullarında görüyoruz. Eğitilmemiş kaba ego, ne kadar (maddesel,
ekonomik) varsıllık içinde bulunursa bulunsun, yine de
doyumsuzluk içinde kıvranmaktan kendini alamaz.
Kaale
Alınma açlığı
Bu
doyumsuzluğun ve eksiklik duygusunun neden olduğu itilimle bazı
kimseler sanki “kaale alınmak”
açlığı içinde görünüyor. Çevredeki bireyler tarafından kaale
alınmak, ilgi odağı olmak için gerek dış görünüş, gerekse
davranış şekilleri olarak göze batıcı uygulamalar sergiliyorlar.
Az yukarıda “ailede eğitim” konusuna
değinmiştik ama, bu son geldiğimiz noktayla bağlantılı olarak
bir duruma daha açıklık getirmekte yarar var: Anne-baba sevgisi
ve bu sevginin niteliği. Bu sevginin bir ayrıcalığı vardır.
Kaale alınmakla da bağlantılı olarak “anne-baba sevgisi”nin
öteki sevgilerden ayrıcalığı; onun kökeninin, doğmadan önceki “bedensiz”
hayatımıza kadar uzanmasıdır. Doğmadan önce varlık, yaşam
planına göre; annesi olacak “olası / aday”
varlıkla iletişime girer. Annenin rızası, o zamandan başlayarak
(anne rahmine düşmeden çok önce) alınmış olur. Bu “rızalaşma”;
varlıksal anlayışa dayalı sevgi ve sempatizasyondur. Bu şekilde,
anne sevgisinin tohumları doğmadan çok önce fizik ötesinde
atılmış olur. İşte bu şekilde tohumları spatyomda atılan sevgiye
dayalı bir iletişim, annenin çocuğa vereceği eğitim için gerekli
ortak alanı da sağlamış olur. Bu ortak alan içinde, anne rolünde
görülen varlığın, çocuk rolünü üstlenen varlığa uygulayacağı
eğitimin şekli ve kalitesi, her iki varlığın; yaşam planlarına,
ruhsal gelişim ihtiyaçlarına, annenin varlık anlayışına ve
kendini tanımadaki derinliğine / kararlılığına bağlıdır.
Sevginin temelleri bu kadar eskilere, doğumdan önceki zamanlara
dayanmasına rağmen; yine de her türüyle sevgisizlikler
yaşanıyor. Bunun nedeni, büyük ölçüde, kendini tanımakla /
tanımamakla ilgilidir. Kendini tanıma kapsamında doğru
bildiklerini uygulama süreci içinde birey; dirençlerinden (“kabuklarından”,
sahte benliklerinden) kurtulabildiği ölçüde, evrensel sevgi
enerjisini giderek kendinde daha çok tezâhür ettirebilir.
Konumuz olan “eğitim” söz konusu olduğunda da,
anne ya da baba olarak çocuğun gelişimine o derecede önemli
katkıları olur.
Ne tuhaf,
ama o derecede de ne yazıktır ki; dünyada oluşturduğumuz bu “kabuklar,
sahte benlikler” yüzünden, doğmadan önce ruhsal ailemize
(planımıza) verdiğimiz sözü bile tutamıyoruz.(8) Yukarılarda bir
yerde de değinip geçtiğimiz gibi, anne-baba kendilerini
tanıyabildikleri ölçüde çocuklarını da gerçek benlikleriyle
algılarlar.Yani çocuklarına, “çocuk” olarak değil
de, sâdece kendisinden sonra “enkarne olmuş bir ruh
varlığı” gözüyle bakar ve bu şekilde yaklaşırlar.
Gerçekte, yeni enkarne olmuş varlık, annesinden çok daha fazla
bir oranda Yukarı’ya, ruhsal planına (kendi özüne) bağlıdır.
Böyle bir anlayışa sâhip olmayan bir anne-baba tarafından
yetiştirilen çocuğun kendi özüyle olan bağlantısı, çocuğun
varlıksal yapısıyla pek ilişkili olmayan ve dolayısıyla da
kısır bir eğitimden dolayı gitgide unutulur. Çocuk, aklı kıt,
idraki dar, büyüklerinin himayesine her zaman muhtaç, sâdece
biyolojik ihtiyaçları olan bir yapı olarak ele alınır ve bu
zihniyetle yetiştirilir. Sonunda, bakarsınız karşımızda,
yetersizlik ve kendine güvensizlik içinde kıvranan, davranış
bozuklukları sergilemekten başka bir becerisi olmayan,
kandırılmaya ve dejenerasyona açık, ayrıca insana güven vermeyen
verimsiz bir nesil. (“Bir genç, her şeyden önce insana
güven vermelidir.” –Atatürk)
İşte bu
bakımdan çocuğu, “çocuk” olarak ele almayıp ta,
ruh varlığı olarak ona yaklaşırsak, onun öz kendisiyle olan
farkındalığını canlı tutmuş oluruz. Çünkü, bizim “çocuk”
dediğimiz o birey, enkarnasyon hedefini gerçekleştirmek üzere
doğmuş ve olgun bir ruh varlığının tüm niteliklerini taşıyan
sanki bir “tohum” gibidir. Bu anlamda “tohum”
kavramı İncil’de “hardal tanesi” olarak
simgelenmiştir. Hardal tanesi, tohumların en küçüğüdür ama,
verimli toprağa düştüğü zaman, dev bir ağaç olur. Burada ister
istemez, şu güzel özdeyiş de geliveriyor aklımıza: “Anne-babaların
kendilerini yetiştirmekle başlayacakları bir eğitimden daha
doğru bir eğitim olamaz. Bizler hepimiz her zaman öğrenci olarak
kalacağız…” Halil Cibran’ın da çocuklar ve eğitim
üzerine güzel bir şiiri vardır:
“Onlar, doğrudan doğruya
kendileri yaşamın çağrısının kızları ve oğullarıdır. Elinizden
geçerler, sizden gelmezler. Eğer sizlerle birlikteyseler bu, ‘onlar
sizindir’ anlamına gelmez. Onlara
sevginizi verin, fikirlerinizi değil. Çünkü onların kendi
fikirleri var. Bedenlerini barındırın, ruhlarını değil. Çünkü
onların ruhları, bizlere ve hayallerimize yasaklanan
yarınlardadır. Sizler onlara benzemeye çalışın, onları kendinize
benzetmeye değil. Çünkü yaşam kaynağına doğru çıkmaz ve geçmişe
takılmaz. Sizler yay; onlar çocuklarınız ise, yaydan fırlayıp
gidecek olan cıvıl cıvıl oklardır.” |