Unutmanın önce doğal olduğunu, sonra dünya deneyimlerinin
başarılı bir şekilde geçirilmesine engel olmadığını
inceleyip irdeledikten sonra(bkz. Kaynak eser sayfa 689 ve devamı),
önümüzde ele alınması gereken bir konu kalıyor ki; o da,
unutmanın gereği ve yararıdır. Evet, geçmiş yaşamları
unutmuş olmak, daha doğrusu anımsayamamak gerekli ve yararlıdır. Niçin?
Daha önceki yaşamları ve o yaşamlarda geçen olayları anımsamanın
birçok bakımdan sakıncaları ortaya konabilir. Biz bunlardan
bir kaçını örneklerle açıklamaya alışacağız:
1-
Bir pehlivan güreşine gidebilirsiniz. Bundan amacınız
heyecanlanmaktır. Eğer pehlivanların önceden pazarlıklı
olduğunu ve hangisinin yenileceğini, hangisinin yeneceğini önceden
bilmiş olsaydınız, onlara izlemeye gelmekteki amacınız gerçekleşebilir
miydi? O
zaman, sizin için burası anlamsız ve sıkıntılı bir yer
olurdu. Hiç heyecan duymadan ve amacınıza ulaşmadan buradan
uzaklaşırdınız. Sizi bu tatsızlığa düşüren etmen
gelecek işin sonucunu önceden bilmiş olmanızdır. Benzer şekilde,
sınavda soracağınız soruyu önceden haber verdiğiniz öğrencinin
başarılı olması onun lehine bir meziyet sayılabilir mi?
Burada öğrencinin başarılı olmuş sayılmaması, gene
kendisine sorulacak soru hakkında onun önceden bilgi sahibi
olmasıdır.
Örneğin,
bir kimsenin cesaretini sınamak için onu ateşe atar gibi bir
cesaret denemesi tasarlarsınız; fakat o, önceden bunun sâdece
bir deneme olduğunu ve ateşe asla atılmayacağını bilse,
ateşe atar gibi yaptığınız zaman, onun gülmesi ve korku
belirtisi göstermemesi cesaretine ve soğukkanlılığına kanıt
olur mu? Kuşkusuz, hayır. Keza burada da bu denemenin anlamsız
kalması, onun gelecek olay hakkında önceden bilgi sahibi olmuş
bulunmasından ileri gelir.
İşte
tüm bu haller tıpkı dünyaya inen bir varlığın spatyomda
imajine ettiği gelecek dünya yaşamıyla ilgili olayların
planlarını önceden anımsamasına benzer. Yukarıdaki örneklerde
olduğu gibi, biz de eğer önceki yaşamımızı ve o yaşamda
verilmiş olan gelecek yaşamın olayları hakkındaki kararları
anımsamış olsaydık, bu dünyadaki uygulamalarımızdan birçoğunun
değeri kalmazdı ve onları başarılı bir şekilde
tamamlamaya olanak bulamazdık.
Bir
deneyimin içeriğini ve ne kadar süreceğini önceden bilip,
ona karşı koymak başkadır; hiçbir şey bilmeden, nasıl
sonuçlar vereceğini tahmin etmeden ve bazen de olayları önleyici,
hesaplanmış kaçamak önlemleri alma girişiminde bulunmadan, o deneyimin/yaşam sınavının koşullarına ve
gereklerine göğüs germek başkadır. Bu yaşam sınavlarının
içeriklerini önceden bilmek, onların hedeflediği amaçlara
karşıdır. O hedefler ki, her şeyden önce; ruhun yanılarak,
aldanarak ve sonunda bir çok kez yuvarlanarak madde âleminde
etkinlik göstermesine ve bu etkinliklerden dolayı yeni yeni
olaylarla karşılaşmasına ve böylece görgü ve deneyimini
artırarak madde üzerinde ki tesirliliğini geliştirebilmesine
yöneliktir. Her olayın nasıl olup biteceğini önceden bilen
bir kimseyi bu hedefe ulaştırmaya yarayacak sonuçlardan dolayı
hata olasılıkları görece azalmış, bu da onun lehine değildir.
2-Dünya beşeri yasa ve genel vicdan karşısında "câni"
yada "rezil" damgasını yemiş
bir sabıkalı düşünelim. Bu, daha sonra pişman olmuş ve
toplum içinde faziletli bir birey gibi yaşamaya karar vermiş
olsun. Acaba bu kimse kendisini tanıyan çevresinde bu kararını
başarıyla uygulayabilir mi?
Yasa
ve toplum onu bu kez damgalamıştır ve onun tüm hareketlerini kayıt altına
almıştır. Kendisinin her hareketinden kuşku edilir ve hiçbir
konuda ona güvenilmez. Kim tarafından işlendiği bilinmeyen
her suçtan, önce o sorumlu tutulur. Eski hataları her
vesileyle yüzüne çarpılır ve birçok girişimine de engel
olunur. Kısaca, bu sabıkalının güven içinde iradesini özgürce
kullanarak namuslu insanlar gibi yaşamını kazanmasına fırsat
verilmez. Bu durum, onun esasen cılız olan ve doğru yolda henüz
emeklemeye özenmiş bulunan iç dünyasını daha da karartır,
kuvvetten düşürür.
Bundan
birkaç yıl önce doğrudan doğruya kendim tanık olduğum bir
olayı, iyi bir örnek olduğu için burada okuyucularıma
sunmak isterim. Devlet Demir Yollarında doktorluk yapıyordum.
Bir iş için ekspresin vagonunda yolculuk ederken, şu olayla
karşılaştım: Tren şefimiz yolcuların biletlerini kontrol
ederken, onların arasında, yıllarca önce kendisi henüz
bilet memuru iken treninde yankesicilik yaparken yakaladığı
ve polise teslim ettiği bir adamı görmüş ve tanımıştı.
Adamı getirdi ve trende bulunan sivil memura teslim etti.
Memurlar adamı sorgulamaya başladılar. O, yolculuğunun
nedenini anlattı. Söylediğine göre, bir yerden bir yere
zorunlu bir nedenle yolculuk yapan namuslu bir insan görünümündeydi.
Cebi yoklandı, 8-10 lira kadar bir para çıktı. Tren şefi
bunun herhalde yolculardan birine ait olması gerektiğini iddia
etti. Çünkü o, bir yankesiciydi. Adam bunu şiddetle protesto
etti: “Artık ben çoktan beri o işten
vazgeçtim, şimdi namusumla para kazanıyorum ve bu para
benimdir.” diye çırpınıyor ve parayı nasıl
kazandığını da uzun uzadıya anlatıyordu. Fakat o, bunları
söyledikçe, herkes kendisiyle alay ediyor, kimse onun söylediklerini
ciddiye almıyordu.
Tüm
parası elinden alındı; biletçiler yolcular arasında dağılarak,
parası kaybolan yolcu olup olmadığını soruşturdular, ama
kimse paraya sahip çıkmadı. Buna rağmen, sabıkalı şahıs
ilk gelen istasyona kadar gözetim altında tutuldu ve o
istasyonda polise teslim edilmek üzere indirildi. Bundan sonra,
tren şefinden bunun kim olduğunu sordum; “doktor” dedi. “Ben bu adamı 20 yıl önce
yankesicilik yaparken yakalamıştım. O zaman dan beri bu adama
trenimde her rasgelişte polise teslim ettim.” Ben
yine sordum: “Peki, o zamanlar onu hep yan
kesicilik yaparken mi yakaladın? ”Hayır.
” dedi. “Fakat
bu adam sabıkalıdır ve yolcular için tehlikelidir. Benim
trenime binmemesini, her yakalayışımda sıkı sıkı tembih
ettiğim halde yine de ara sıra onu trende görürüm. ”
Burada
belki tren şefi haklıdır ve belki bu adam kötü huylarında
vazgeçmemiş bir yankesicidir. Fakat olabilir ki, bu yoldan gerçekten
ayrılmış ve namusluca yaşamını kazanmanın yollarına başvurmuş
bir kimsedir. Bu konu orada; ne kendisinin birçok yıldan beri
hırsızlığını yakalayamayan tren şefi için, ne de o nu
tutuklayan polis için, ne de başka bir kimse için
bilinebilirdi. Şimdi bir an, bu adamın gerçekten yola girmiş
olduğunu varsayalım ve o, Eskişehir’den Bileciğe, ümit
ettiği bir işi izleyerek yaşamını kazanmak için bir
yolculuk yapmak zorunda kalmış olsun. Eğer onu tüm tren şefleri,
sabıkalı diye almazsa ya da yarı yolda indirip polise teslim
ederse; zaten bin bir zorluk içinde kazanabilen bu yaşam
kavgasında bu “zayıf
ruhlu” adam, canını namuslu yollarda nasıl
kurtarabilir? Bununla birlikte toplum onu böyle bir kayıt altında
tutmakla da haksız sayılmaz…
Fakat
geçici olan beşeri yaşamın toplumlarının bu haklı
uygulamasını İlahi İrade Yasaları başka türlü yapar ve
samimi olarak doğru yola girmek isteyenleri o yolda yürümelerine
engel olacak “lekeleri” onların suratlarından siler ki, burada doğanın kullandığı
en kusursuz temizleyici araç unutmaktır. Dünyada eski yaşamlardaki
suçlar unutulmalıdır. Çünkü bu gibileri kurtuluşu ve yükselmesi
buna bağlıdır.
3-Dünyada birbirine kötülük yapmış, öç alma
duygularıyla beslenmiş iki kişiyi gözümüzün önüne
getirelim. Bunların tekâmül için, her şeyden önce,
kendilerini böyle olumsuz duygularla kurtarmaları gerekir ki,
bu da öç alma duygularına karşı onların karşı koymalarıyla
olasıdır. Bunun için, bu iki kadim düşmanın yani bir yaşamda
o kadim hırslarını oluşturan hoş olmayan durumları
unutmaları gerekir. Çünkü bir tek yaşamın deneyimlerinde
başarılı olamayacak kadar “zayıf
ruhlu ” kimselerin, iki yaşamda birbiri üzerine yığılacak
deneyimlerin ağırlığı altında başarıyla kalabilmeleri
pek olası değildir. Esasen ruhların tekâmülünü hedefleyen
İlahi İrâde Yasaları bunu kolaylaştıracak hiçbir çareyi
ihmal etmiş değildir.
Nasıl
ki, bir yaşam önce birbirine “kanlı
bıçaklı düşman ” iki kimse Yasalar’ın sağladığı
bu kolaylıktan yararlanarak yeni yaşamlarında örneğin, iki
kardeş olarak yaşayabilirler.
Bu
durum aradaki nefretin, daha sonra yapılacak bir takım fedakârlıklarla
sevgiye dönüşmesine yardım eder. İlâhi İrâde Yasaları’yla
ruhlara böylece yarım edilirken, bu işi güçleştirecek ve
hattâ ona engel olabilecek eski nefret duygularının anıları
da onlarda yaşatılmak istenmez. Çünkü önceki yaşamlarında
birbirlerinin amansız düşmanı olduğu tüm çıplaklığıyla
bilen iki kardeş, aralarında diken gibi duran bu kin ve nefret
dolu anılarda
yaşarken birbirini nasıl sevebilir? Ayrıca, bu anlaşma
/ sevişme bu kimselerin güçleri dışında bir yığın
engeller yüzünden gerçekleşmezse, onların iki kardeş
olarak dünyaya gelmelerinin ne değeri kalır?
4-Varlık dünyaya enkarne olmadan önce, buradaki etkinlik
planını kendi tekâmül düzeyine uygun şekilde spatyomda
belirler. Fakat bu yaşam planı düzenlenirken, etkili olan
ruhsal hâlet, dünya maddelerinin içinde düşünen ve duyan
varlığın hâletinden başka türlüdür. Yaşam planı kapsamında
deneyimleyeceklerimiz bu dünya kafasına göre hazırlanmış
değildir. Çok sıkıntılı koşullar içinde yaşamak zorunda
kalan beşer, spatyomda tekâmül ihtiyaçlarını duymak ve
bilmek olanağına sahip değildir. Bundan dolayıdır ki, varlığın
orada yaptığı plana uygun düşmez. Aradaki farkı şöyle açıklayabiliriz:
Dünyaya
inmeden önce, varlığın hedeflediği amaç, dünyanın hemen
sürekli bir şekilde “acı” olan olayları içinde yoğrularak görgü ve
deneyimini arttırmaktır. Oysa ki bu düşünce ile dünyaya
inince, aynı varlığın anlayışı değişir; dünyada bulunuş
amacını maddelerin derinliklerinde ve onlarla kendi arasındaki
kuvvetli bağların yabancı zevklerinde arar. Bu durum onun
spatyomdaki düşüncesinin tamâmiyle aksine olduğundan, arada
oluşan “uçurum” onun için bir ıstırap nedeni olur. Maddelere egemen olmak
için bin bir zahmet içinde onların bağlarından kurtulmaya
çalışmakla, dünya zevklerine kapılarak maddenin esareti altında
kalmak arasında beliren ruhsal mücadele, ıstırap şeklinde
kendisini gösteren bir olaydır.
Tüm
bunlardan anlaşılıyor ki, duygu ve eğilimleri dünyanın
alaycı ve geçici mutluluklarına doğru yol almış beşer, eğer
spatyomdaki serbest koşullar altında belirlemiş olduğu ciddi
bir yaşam planını anımsar ve bilirse, onun burada yazılı
olan korkunç ve felâketlerle dolu deneyim yaşamına başlamaya
asla cesâreti kalmaz. Yarın ortaya çıkacağını kesin
olarak bildiğiniz bir felaket, ondan önceki sizin yirmi dört
saatlik yaşamınızı felç etmeye yeterken, tüm yaşamınız
boyunca birinden ötekine atlayarak ve belki de hiç ara
vermeden ardı ardına gelecek korkunç ve dayanılması güç,
acı ve felâketli olayları saati saatine önceden bilmeniz yaşamda
cesaretle etkinliklerinize ve girişimlerinize olanak bırakır
mı? O halde bunları bilmemek ve sırası geldiği zaman;
onlarla karşılaşınca, arkasından iyi günlerin geleceğini
ümit ederek deneyim yaşamında gerekli olan cesareti
yitirmemek en yararlı bir iş olur ki, bu da o günün olaylarını
sonuçlandıran geçmiş zamanki işlerimizi unutmakla olasıdır.
5-Nefsi onurlandırmanın, gelişimde olumlu etkisi olduğu
gibi, olumsuz etkisi de vardır. Bununla birlikte yeryüzünde
ortaya çıkan herhangi bir ruhsal hâletin yararlı olabilmesi
için ölçülü ve yerinde kullanılması gerekir. Dünyadaki
deneyimleri ilgilendiren ruhsal haller iyice ayarlanmış olmalıdır.
Bunların aralarındaki oranlarda oluşacak eksiklik ya da
fazlalık yararlı değil, zararlı sonuçlar doğurur.
Örneğin,
nefsin “onuru”
birçok durumda bireyi büyük kusurlardan koruyabilir: Kişi
nefsinin “onurunu”
düşünerek, kendini birçok aşağılık durumlardan ve aşağılanmalardan
kurtarabilir, birçok kötü hareketlerden ve kötü mekânlardan
/ ortamlardan uzaklaştırabilir. Fakat nefsin bu şekilde
yararlı olabilmesi bir tek koşula bağlıdır ki, o da nefsin
onurunun ancak fazîlet sâhibi bir kimse olabilmek için sarf
edilecek cehte eşlik edebilecek oranda ölçülü ve ayarlı
olmasıdır. Bunun ölçüsü de kişinin şuur ve vicdanı
tarafından denetlenir. Fakat bunun yanında birçok hodbince
(bencilce / egoistçe) ihtiraslara âlet olmak, başkaları üzerinde
bir üstün olma ve hüküm sürme aracı olarak kullanılarak,
bu ölçünün dışına çıkan öyle nefsi yüceltme /
onurlandırma durumları vardır ki, sâhibini en korkunç uçurumlardan
yuvarlamaya fazlasıyla yeterlidir. Bireyin tüm girişimlerini
kırar, cesaretini yok eder; kardeşleriyle, hem cinsleriyle
olan ilişkilerini incitir, toplum içinde kişiyi pasif, çekilmez,
çekinilir bir yaratık durumuna düşürür, hattâ daha ile
giderek; onu serkeş, küstah ve bir cani yapar. Kısacası, bu
durum kişinin gelişimini iyiden iyiye yavaşlatır. Böyle taşkın
bir nefsi yüceltme durumu gelişim aracı olmaktan da çıkar,
zehirli bir yılan hâlini alır ki, bunu geri bedensiz varlıkların
belirgin vasıflarından kabul eder. Bundan dolayı, bazı
kimselerin övünme ifadesi olarak kullandıkları, “İzzetinefsime
çok düşkünümdür…” söylem bir meziyet olmaktan
çok, beşeri bir kusur ve zaafın ifadesi olup, kendinden
habersizliğin dillendirilmesidir.
Görülüyor
ki, nefsi onurlandırmanın yararlı rolünü değerlendirebilmek
için, önce onu erdemler yönünde ölçülü olarak kullanılmasını
bilmek, sonrada; eğer bu huy kötü bir şekilde kullanılmaya
esasen alışılmış ise, onu daha çok tahriklerden korumak için,
yaşamdaki girişimlerde dayanma gücünün üzerinde ağır yükler
altına girmemek gerekir. Kişi bir önceki yaşamında neden başarılı
olmadığının hesabını vermek için değil, başarılı
olması gerektiği için dünyaya gelir. Demek ki burada içsel
gelişim için ona gerekli olan şey, geçmiş yaşamlarındaki
utandırıcı anılarının her vesileyle yüzüne vurulması değil,
beşerî zaaflardan kurtulmasına yarayacak durumlarla karşı
karşıya gelmesidir. Yani o yeryüzüne ceza çekmeye gelmez,
gelişip yükselmek için gelir. ALLAH dünya yaşamını, yapılmış
kaba hatâların intikamını almak için değil; varlıkların
yükselmesine, henüz güzelliğini ve iyiliğini tahmin bile
edemediğimiz çok parlak ışıklı ortamlara doğru uçup
gitmesine bir araç olarak yaratmıştır.
Bu
fikrimizi de bir örnekle açıklayabiliriz: Bir önceki yaşamının
deneyimlerinde başarılı olmamış maddesel olanaklarını dünyanın
aldatıcı zevk ve sefası uğruna harcamış ve yeryüzündeki
yaşamının bir amaç olmayıp, bir gelişim amacı olduğunu
anlayamayarak, bu yüzden dünyada birçok kötülükler, zulümler
ve işkenceler yapmış ya da bunların yapılmasına neden olmuş
bir şefi, bir sâhibi göz önüne getirelim. Birinci yaşam sınavından
başarısız çıkan bu varlığın ikinci dünya yaşamında
kusurlarını telâfi edici olanakları içeren bir yaşam içinde
bulunması gerekir. Böylece o, önceki yaşamında
hemcinslerine karşı gösteremediği yakınlığı, sevgiyi bu
kez göstermeye çalışacaktır. Birinci yaşamında o,
kudretli ve kuvvetli bir beşeri makama sahip olmakla bu işi
denemişti. Şef olmuştu, hükümdar olmuştu. Fakat bu
denemeye / deneyime dayanamadı ve yuvarlandı. Şimdi de tamâmıyla
bunun tersi olan bir yaşam şekli deneyecektir. Çünkü yol
daha kestirmedir ve öncekinden daha kolaydır.
Bundan
dolayı o, şimdi yeryüzüne dayanabileceği kadar ağır, kötü
ve sefil maddesel koşullar altında; hemcinslerine egemen değil,
mahkûm olarak gelir. Bunun için önce, onun bu koşulları içeren
maddesel bir durumda enkarne olması gerekir. Örneğin, ağır
bir bedensel rahatsızlık içinde; parasız, yersiz- yurtsuz,
sefâlet ve yoksulluk dertleriyle geçecek bir yaşam onun aradığı
şey olacaktır. Dahası, önceki yaşamında “frensiz” bir şekilde gelişimine yol vermiş olduğu
nefsini “kamçılayarak”
yeniden uyandıracak her şeyden onun uzaklaşmış olması
gerekir. Uzak durması gerekenlerden biri de geçmiş yaşamını
ve o yaşamında sürdürdüğü saltanatı ve sergilediği kötülükleri
tamamen unutturmaktır.
Eğer
böyle olacağı yerde, bu kimse ve çevresindekiler geçmiş yaşamlarının
bu zâlim, iğrenç ve korkunç simasını tanımış olsalardı;
ne çevresindekiler ona gereken şefkati ve tatlılığı gösterebilirlerdi,
ne de o çevresindekilerden bunu samimiyetle isteyebilirdi. Ayrıca,
çevresine karşı kalbini yumuşatması, çevresindekilere
sevgi ve ruh bağlarıyla yaklaşması için hasta ve merhamet
etmeye değer bir duruma gelmeye katlanan bu zavallı varlık; böyle
çevresindekilerden merhamet ve şefkat yerine, her vesileyle
hakaret ve intikam hırsı içeren tutumlar gördükçe, önce
uyanan, sonra da şahlanan nefsinin iç tepisine kapılarak
isyan eder ve eğer kendisine gösterilen hakaretleri hiçbir
kimseye iade edemeyecek bir durumda bulunuyorsa, yaşamına son
vererek denemesinde yine başarılı olmadan çekip giderdi.
Oysa ki, pişman olmuş, “yükselmeye” karar vermiş ve bunun içinde; ağır, özverili ve zor
bir yaşamı göze almış bir varlığın bu fedakârlığı ve
girişimi İlâhi İrâde Yasaları gereğince boşa gidemez. İyi
ve olumlu amaçlarla yapılmış her cehit kişiyi kesinlikle yükseltir
ve sevindirir.
6-Nihayet, çok sevdiğimiz bir kimseyi; babanızı, ananızı,
çocuğunuz ya da sevgilinizi yitirdiğiniz ilk acılı saatleri
anımsayınız. O anlarda sizi hiçbir şey teselli edemezdi ve
hiçbir şeye isteğiniz / ilginiz kalmamıştı: Tüm benliğiniz
karanlık alevlerin yakıcı ısısıyla yanmaktaydı ve gözünüz
dünyayı görmüyordu. Benliğinizi sâdece bir tek şey işgal
etmişti ki, o da sevdiğiniz en değerli bir şeyi belki
ebediyen yitirmiş olduğunuzu sanmanın içinizde teselliye yol
vermeyen acılarıydı. Eğer sevgiliyi unutma vetiresi araya
karışmış olmasaydı ve siz o ilk ıstıraplı saatlerinizin
duygularını aynı tazeliği ve ayrıntılarıyla duymakta ve düşünmekte
ölünceye dek devam etseydiniz yaşamınızın kalan kısmında
durumunuz nice olurdu? Fakat bilmek gerekir ki, birçok varlığın
geçmiş yaşamlarında unutulması gereken bu acılardan daha
çok büyük acıları ya da utandırıcı anıları vardır.
Bir
tek yaşamımızda bile birçoğumuzun unutulmasını istediğimiz,
bize karşı sergilenmiş olan ya da bizim yapmış olduğumuz
ne kadar yüz kızartıcı işleri ve maceraları vardır. Özet
olarak bizlerin yeryüzündeki dayanma gücünü, cesaretini ve “yükselme”
olanaklarını, anılarıyla incitecek olan daha önceki yaşamları
unutmak gerekir. Tezahürat ortamında hiçbir şey yersiz ve
gereksiz değildir. Hiç şaşmadan işleyen İlâhi İrâde
Yasaları altında her şey büyük amaca, yani ruhların “yükselmesi
” amacına uygun bir gidiş içindedir. Unutma
vetiresi de bu yasaların hikmetle dolu değişmez gerekleri
olarak kalacaktır.
|