Tekrardoğuştan söz ederken, birçok kimsenin aklına hemen şu
gelir: “Dünyada kadın ve erkek
birbirinden tamamıyla ayrı birer varlıktır. Morfolojik ve
fizyolojik doğal olaylar kadın ile erkeği sanki keskin bir sınırla
denilebilecek kadar birbirinden ayırmıştır. Bundan dolayı
tekrar, tekrar dünyaya gelişlerde; varlıkların bazen kadın,
bazen erkek olarak enkarne olmalarını kabul etmek akla uygun
ve bilimsel bir düşünce ürünü olamaz.” Buna karşılık
kadınların, hep kadın, erkeklerin de hep erkek olarak enkarne
olduklarını kabul edersek, bu fikir iddia olunan gelişim
olgusuna uygun gelmez. Çünkü cinsiyetin sonuçlandırdığı
birinde var olup; ötekisinde bulunmayan öyle özellikler vardır
ki, varlığın bunlardan yoksun kalması olgunlaşmaya ve gelişme
fikriyle bağdaştırılamaz. Böyle olunca; örneğin, kadındaki
şefkat hisleri, erkekteki cesâret ve metânet hisleri tek
taraflı olarak gelişmeye mahkum bırakılır.
Bu yaklaşımlar, dünya ile sınırlı olaylar içinde ele alındığında
doğru olabilir. Fakat dünyadaki olaylar uçsuz bucaksız
evrenin tüm olaylarını açıklayamaz. Dünyada olup bitenler
ve onlara bağlı yaklaşımlar sonsuzluk içim bir “hiç”
ten ibâret kalır. Çünkü ebediyet içinde bizim dünya yaşamımızı
çevreleyen zamanın hiçbir değeri, yoktur. Ruhun tekâmülü
yalnız bir tek dünyada oluşmaz; dünyaya benzer dünyalarda
ve sayısız âlemlerde yavaş yavaş olur. (Tedric Yasası…)
Bu şekilde ruh varlığı bir uzaysal objede (dünyada) noksan
kalan taraflarını başka bir uzaysal objede tamamlamak olanağına
her zaman ve sürekli olarak sahiptir. Esasen tekrar tekrar doğuşların
nedenlerinden biri de budur. Sâdece bizim dünyamızdaki gelip
gitme ihtiyaçlarını gidererek ayrılmış bir varlığı her
bakımdan tamamen gelişmiş sayamayız. Nasıl ki o başka
uzaysal objelerden de sürekli olarak noksan çıkacak ve
enkarne olduğu her maddesel ortamda sürekli olarak yeni görgü
ve deneyim kazanmak için yaşayacaktır. Durum böyle olunca, eğer
varlık; bu dünyaya hep kadın ya da
hep erkek olarak gelmiş olsaydı bile, noksan kalan
yanlarını bizimkine benzer başka uzaysal objelerle tamamlamak
olanağını her zaman bulabilirdi.
Bundan başka, bir toplumda kadınlardan daha duyarlı, onlardan
daha şefkatli erkekler de yok değildir. Keza, erkeklerin
bulunduğu toplumsal koşullarda yaşayan ve onlar gibi tepkiler
veren kadınlar da az sayılmaz. Bu durumun yeryüzünde giderek
belirginleşmesi bir cinste bulunan manevi özelliklerin öteki
cinste olamayacağı savını çürütmeye yeterlidir. Bununla
birlikte, bu düşüncelere girmeden, yukarıdaki itirazı, yani
tek yanlı gelişim iddiasını hükümsüz bırakacak olayları
bulup, öne sürebilecek durumdayız. Erkeklik ve kadınlık,
maddesel oluşumun gereği olan geçici bir tezahürdür. Bu
durum dünyanın maddeleriyle kazanılır ve gene dünyada bırakılır.
Dünyadaki koşulların bulunmadığı başka alemlerdeki kadınlık
/ erkeklik durumu bizdeki gibi değildir. Daha “yüksek”
âlemlerde ise, bu durum ortadan tamâmen kalkmıştır.
Erkeklik ve kadınlık demek, ruh varlıklarının;
bedenlerini bu cinslerden birisine özgü hormonlarla kurmuş
olması demektir. Hormon ise maddedir. Ruh varlıkları
istedikleri maddeyi dünyada kullanmakta serbesttirler. Tıp ve
biyoloji bize, insan bedenindeki hormanal durumlarda ortaya çıkan
değişmelerin ne kadar dikkat çekici değişimlere / başkalaşmalara
neden olduğunu açık olarak gösteriyor. Cinsiyetle ilgili
hormon bezelerinin birinde oluşan bozukluk bir erkeği yarı
kadın ya da kadını yarı erkek duruma getirebiliyor. Akıl
hastalıkları kitaplarında erkek giysileri içinde kadınları
ve kadın giysileri ile dolaşan erkeklerin resimleri görülebilir.
Fizyolojik ses değişimleri, kıllanmalar ve hatta
karakter değişiklikleri, hep cinsiyet organlarının gelişip
olgunlaşmasıyla paralel yürüyen olaylardır. Bu organlardaki
rahatsızlıklar insanın mânevi varlığı üzerinde tesirler
oluşturur. Bu bakımdan, bir harem ağasının erkekliği lafta
kalır. Verâset konusunda, maddesel oluşumun moral üzerinde
önemli etkileri olduğunu açıklamıştık. Doğrudan doğruya
bir hormon konusu olan cinsiyet irdelemesindeki biyolojik
olgular bu kuralların dışında kalamaz.
Ruhlar, maddeler arasına inecekleri sırada, daha
spatyomdayken, dünyasal koşullara göre hazırlanmaya başlarlar.
Dünyadaki hadımlık / erkeklik durumu onların orada içsel
gelişim gereklerine göre verecekleri karara bağlıdır. Onların
bu kararları, dünya maddeleri arasında şu ya da bu oluşumu
yeğlemeleriyle gerçekleşir. Bir kez, dünyaya örneğin,
erkeklik özelliklerini taşıyan bir bedenle enkarne olmuş ruh
varlığı, erkek olmanın gerektirdiği tüm maddesel ve
toplumsal koşullarda yaşamak zorunda kalır. Çünkü bu özellikleri
doğrudan fizyolojik ve biyolojik yasalar onun bu dünya koşullarını
zorunlu olarak belirlemiştir. Kadınlık hakkında da durum
aynen böyledir.
Bazı kadınlar / erkekler kendi cinsiyetlerini yeğlerler
ve erkek erkekliğini, kadın da kadınlığını bırakmak
istemez. Bu durumdan dolayı tekrardoğuş gerçeği aleyhindeki
itirazlar ortaya çıkar. Fakat bu durum dünyanın geçici
maddelerine bağlı, gelip geçici arzulardan doğmuş bir anlayış
ve yaklaşımdan başka bir şey değildir. Dünyada bırakılması
kaçınılmaz olan her maddesel anlayış gibi, bu anlayış da
burada bırakılmaya mahkûmdur.
Bu konu üzerinde bir toplantıda görüşülürken ben,
önceki doktorlardan bir arkadaşımın şiddetli hücumuyla karşılaşmıştım.
Bu doktor arkadaşımız, bir erkeğin kadın olarak dünyaya
gelmesini erkekliğin ciddiyeti ile bağdaştıramıyor ve bunu
sanki dayanılmaz bir “düşüklük”
sayıyordu.
Bu doktor o günkü düşüncesinde tamamen haklıdır. Nasıl
ki, böyle kusurlu bir anlayışa bağlı olarak yaşamak için
dünyaya geldiğini bilmemekte de haklı bulunmaktadır. O,
erkekliğin bir meziyet olduğuna inanacak ve bir dünya yaşamını
bu realite içinde geçirecektir. Onun buna kendi yaşam planı
gereği gereksinimi vardır. Fakat acaba aklı başında ve
olgunlaşmış bir kadın, doktorumuzun bu realitesini nasıl
karşılayacaktır? Bunun takdirini okuyucuya bırakıyorum.
Aslında ne erkeklik ne de kadınlık bir kusurdur; bunların
her biri dünyanın tüm maddesel oluşumu gibi, ruh varlığının
gelişimi için gerekli olan değerli birer araçtır. Her araç
hakkında olduğu gibi burada da bir ruh varlığı; kadınlık
ya da erkekliğin bir gelişim aracı olduğunu unutup, onu amaç
edinmeye kalkışırsa, gerçekle karşı kaşıya geldiği
zaman, doktorumuz gibi onun, isyanından dolayı bazı endişelerle
karşılaşması pek olasıdır. Fakat bu endişelerin de büyük
bir önemi yoktur. Çünkü sonunda bir gün dünya deneyimleri
sona erer; tüm maddeler, tüm hormonlar ve onlara bağ tüm
kabullenmeler mezar çukuruna terk edilir. İşte o zaman ruh
varlığı, ağır dünya yüklerinden kurtulmuş; serbest bir
varlık durumunda, kendi iç yaşamına ve kazanmış olduğu en
yüksek realitesine kavuşur. O zaman anlar ki, ortada ne kadınlık,
ne de erkeklik diye bir şey vardır. Bunlar, yeryüzünde sürekli
olarak edinilen ve bırakılan dünyanın gelip geçici koşullarıyla
ilgili kabullenmelerden ibarettir. Tüm buna benzer
kabullenmeler aslında enkarne varlığa ibretli ve yararlı
dersler veren “masallardan” doğmuş
gibidirler. Bu “masallar” o
kadar çoktur ki, bunların yanında “kadınlık
/ erkeklik masalı”
nın sözü bile olmaz.
Bir
ruh varlığı dünyaya enkarne olurken, gelişim planına uygun
koşulları arar. O, bunda serbesttir. Madde türleri ruhların
elinde birer oyuncak gibidir. Ruh varlıkları bu özgürlüklerinden
yararlanarak, içinde bulundukları âlemlerin maddeleri üzerinde
uygulamalar yaparlar. Koskoca bir bedeni (vücut organizmasını)
oluşturan bir ruh varlığının, o bedene erkek ya da kadın
formu verebileceğinden kuşkulanmaya bile gerek yoktur. Yeter
ki bu seçimi onun gelişim ihtiyacını karşılamış olsun. Eğer
bir ruh varlığının dünyaya enkarne olmaktaki amacı bir kadın
yaşamının gerekleri yerine getiriliyorsa, bunu yapmak olanağı
onun elinde olduğuna göre dünyaya bir kadın olarak gelmekte
ısrar etmesinin ya da erkek olarak gelmesinin bir nedeni ve
anlamı kalmaz. Bu durum tekrardoğuş fikrine aykırı
gelmedikten başka, tam tersine, onu zorunlu kılan gelişim
yasalarının bir gereği olur.
Her şeyden önce şunu unutmamak gerekir ki spatyomdaki
ruh varlıklarının cinsiyet hakkındaki görüşleri, dünyadayken
etkisi altında kaldığımız maddesel / beşer, eğilimlerden
ve doymazlıklardan ayrı, şuurlu ve yüksek amaçlara yöneliktir.
Bu görüşteki esaslı fark, kadınlık ve erkeklik hakkındaki
dünya ve ahiret anlayışlarının da esaslı bir şekilde
farklı olması sonucunu doğurur. Dünyaya enkarne olmuş bir
ruh varlığının, spatyomdayken iradi olarak yüklendiği ağır
kadınlık / erkeklik yükleri, yeryüzünde zorunlu olarak taşıma
durumu karşısında olabildiğince dayanılabilir bir şekle
sokabilmek için, bir takım aldatıcı duyularla “cilalanmıştır”. Oysa, yaşamını özgürce seçebilecek
kadar fehim ve ferasete sahip bir ruh varlığının görebildiği
yüksek amaçlar böyle “cilalanmalara”
gerek göstermez. Böyle bir varlığın biricik amacı, gelişerek
yükselmek ve gelişmenin çarelerine başvurmak olur.
Aile
Bir aile üyeleri bir sonraki yaşamlarında da aynı aileden
mi, yoksa başka aileden mi dünyaya gelecekler / gelirler?
Dahası, insanlar dünyaya her gelişlerinde başka başka
ailelerden enkarne olacaklarsa, aile üyeleri arasındaki
sevginin, akrabalığın akıbeti ne olur / olacaktır? Tekrardoğuş
konusunda zihinleri kurcalayan soruların bazıları da bunlardır.
Dolayısıyla bu soruların yanıtlarını araştırmak yararlı
olacaktır. Fakat bunların doğru yanıtlarını bulmak için,
her şeyden önce bağlı bulunduğumuz beşeri anlayışların
ve koşullanmışlıkların dışında kalmaya çalışmak ve
olayları tam bir tarafsızlıkla irdelemek gerekir:
Önce şunu anımsamakta yarar var: Aile oluşumu dünya
yasalarına bağlı doğal bir zorunluluktur. Özellikle
insanlar arasında en yüksek derecesine varan aile bağlarının;
hayvanlar âlemine ve daha aşağılara inildikçe gücünü
yitirmesi, söz konusu bağların bir gelişim zorunluluğu olduğu
düşüncesine bizi yönlendirir. En doğal bir aile bağı olan
çocuk ve ana–baba sevgisi, taslak hâlinde de olsa yüksek
hayvanlık düzeyinde de bulunur. Fakat aşağılara doğru
inildikçe bunlardan eser kalmadığı görülür. Bir maymunun,
bir kedinin hatâ bir kazın yavrularına karşı (derece farkıyla)
gösterdiği ilgi, örneğin; sinek, balık, kurbağa vb. gibi
hayvanlarda görülmez. Buna karşılık, bunlardan daha geniş
aile bağlantıları, insanlar arasında idealleşmiş olarak
vardır.
Aile oluşumlarında biz, birisi ötekinin aracı olan
ayrı iki elemanı hemen hemen her zaman birbirine karıştırırız.
Her şeyden önce bu elemanları ayırt etmek gerekir. Acaba bu
elemanlar nelerdir ve yukarıda bir “gelişim aracı”
olarak ifade ettiğimiz “aile bağları” bu elemanlardan hangisiyle ilgilidir? “Aile
bağları” söylemini anlamlandıran elemanlarından dünya
maddelerine ve o maddelerin bağlı bulundukları yasalara bağlı
olgu gruplarıdır. Bundan dolayı yeryüzüne inmek, bu olgu
gruplarıyla karşılaşmak demektir. Ne kadar küçük görünürse
görünsün, bu olgulardan hiçbirisi anlamsız ve gereksiz değildir.
Örneğin, benim bu dünyada, yazı yazmak için bir kalemim
olacak diyorum. Bu kaleme sahipliğim maddesel bir elemandır ve
bu eleman benim dünyaya inmekteki amacımı, yani olgunlaşmamı
sağlayacaktır. Böylece gelişip, olgunlaşmamın sağlanması
da mânevi elemandır. Şu halde maddesel elemanlar birer araç,
mânevi elemanlar ise amaçtır.
Aile oluşumlarının maddesel elemanlarını; analık,
babalık, kardeşlik ve başka adlarla anılan dünyasal / beşeri
yasalar kapsamında maddesel olgular oluşturur. Aile oluşumunda
amaç olan mânevi elemanlar ise ruhların birbirleri ile
ilgilenmeleri ve bu ilgiden doğan ölümsüz sevginin varlık
âlemiyle ilgili düzen ve uyumunun kurulmasıdır. Şu halde
analık, babalık, kardeşlik vb. gibi bir takım maddesel soyca
yakınlık şekilleriyle ortaya çıkan aile oluşumunun dış görünüşü,
ruh varlıklarının birbiriyle kaynaşarak ilâhi düzeni ve güzelliği
içinde liyakatli ve etkin birer etmen olmalarını kolaylaştıran
araçların ifâdesinden başka bir şey değildir.
Yeryüzüne inmek, maddesel araçları kullanarak,
onlardan gelişim yönünde / yolunda yararlanmak olunca; ruh
varlıkları arasındaki sevgiyi ve yakınlaşmayı sağlayacak
araçların en verimlisi olan aile düzeninden onların
yararlanmaları kaçınılmaz bir şekilde gereklilik olur.
Durum böyle olunca, gelişim gereği olarak kabul ettiğimiz
aile bağlarını, aile oluşumlarının maddesel elemanları
arasında aramamız gerekir.
Bir ailenin en yakın maddesel elemanları analık ve
babalık şeklinde ortaya çıkmış olanlardır. Ruh varlıklarının
bir aile içinde şekil olarak belirleyip kabul ettikleri
maddesel elemanlar, onların gelişim hedeflerine uygun olarak
duydukları gereksinime göre ayarlanmıştır. Bundan dolayı;
evlat, kardeş, torun, amca oğlu, hala kızı vb. gibi derece
derece birbirinden uzaklaşarak, doğan bireylerin aile içindeki
yerleri rastgele ya da bir kaprisle belirlenmiş değildir.
Bunlar, spatyomda verilmiş ince hesaplı bir akıl yürütmeye
bağlı kararın sonucudur. Böylece bir ailenin üyeleri,
duydukları içsel gelişim gereklerine göre dünyaya her inişlerinde
yerlerini (aile içi konumlarını) pekâla değiştirebilirler
ve hatta bu durum bazen bir zorunlulukta olabilir.
Sonuç olarak, bu maddesel araçların ölüme mahkûm
olduğunu bildiğimize göre, aile kurumunun yakınlık bağlarını
ifade eden bu aslında mânevi değerlerin gelişimine yarayan;
analık, babalık, kardeşlik vb. gibi maddesel soyca yakınlık
durumunun ancak dünya yaşamı ile mümkün olduğunu anlamakta
güçlük çekmeyiz. Gelişimimizde araç olan her maddesel
eleman; son nefesle arkada bırakacağımız beden gibi, mezara
gömülecektir. Dünyanın malı dünyada kalır. Bunlar yeryüzünün
demirbaş eşyasıdır ve oradan dışarı çıkarılmamaları
doğa yasalarıyla yasaklanmıştır. Görülüyor ki, aile oluşumunun
şekle ve maddeye ilişkin analık, babalık, kardeşlik vb.
gibi durumları dünyada bırakılacaktır. Çünkü bu
durumlarda gereği kadar (gelişim yönünden) yararlanılmış
ve sonunda bizi yükseltecek mânevi değerler kazanılmıştır.
İşte
tekrardoğuş açısından aileyi incelerken bu görüşümüze
konu oluşumlar bu maddesel elemanlarla ilgilidir. Çünkü
maddeye ilişkin olmaları bakımından tekrardoğuş vetiresini
bu elemanlar doğrudan ilgilendirir. Yeryüzündeki aile bağları
ruh varlıklarının birbirine manen yakınlaşmasına bir
vesile ve araç olunca, bu amacın gerçekleşmesi yolundaki
gereklere göre araçların istenildiği şekilde kullanılması
doğal bir hak olur. Acaba akrabâlık bağları dışında, söz
konusu mânevi yakınlığı sağlayacak, bir ailedeki iki kardeş
sevgisi kadar güçlü yakınlaşma araçları yok mudur? Be öyle
dostluklar bilirim ki, iki kardeşin birbirine göstermeyeceği
sevgiyi ve özveriyi kalbinde taşır.
Bundan başka, bireylerin birbirine yaklaşması akrabalık
yoluyla da olur. Birbirine yabancı iki uzak akraba günün
birinde bu yolla birleşirler ve bir aile oluverirler. Demek ki,
dünyamızda bile bu gereksinim duyulmakta ve bir aileden başka
aileye geçişler daha karmaşık yollardan sanki bir içtepiyle
oluvermektedir. Benzer şekilde, ileride ele alacağımız başka
beşeri oluşumlar da ruh varlıklarının yakınlaşmasına araç
/ vesile olmak bakımından bize göre büyük birer aile ocağı
sayılır.
Tüm bunlardan dolayı ruhları birbirine yaklaştırıcı
maddesel dünya
etmenleri yalnız aile oluşumuyla sınırlı değildir. Her tekâmül
aracında olduğu gibi, burada da sayısız ilerleme olanakları
vardır. Durum böyle olunca, bir yaşamda herhangi bir aileden
gelmiş varlıkların başka yaşamlarda mutlaka aynı ailenin
aynı fertleri (örneğin; babaların sürekli baba, kız kardeşlerin
hep kız kardeş vb.) durumunda doğmaları gibi bir koşul
olmadıktan başka, gelişim açısından çoğunlukla olası da
değildir. Erkeklik / kadınlık nasıl gelişim ihtiyacına gör
değişebiliyorsa, tıpkı bunun gibi, bir aile içindeki yakınlık
şekilleri de varlıkların serbest spatyom yaşamlarında, gelişim
ihtiyaçlarına göre vermiş oldukları karar gereği pekâlâ
yer değiştirebilir. Yani gelişim ihtiyacına göre bir baba,
bir sonraki yaşamda oğul, bir kız da anne olabileceği gibi;
bir karı, koca, bir dayı da hala olabilir. Şu halde bir
ferdin, bedeni terk edişi ve yeniden doğuşu ile ailesi arasındaki
önceki yerini yitirmesi, hattâ önceki yerini yitirmesi, hattâ
önceki ailesinden tamamen ayrılması tekrardoğuş gerçeği
aleyhinde hiçbir zaman kanıt olamaz. Böyle bir düşünce
tekrardoğuş olgusuna aykırı gelmek şöyle dursun; tam
tersine, onu destekler.
Bununla beraber, varlıklar arasındaki sempati, yakınlık
ve sevgi (dünyadaki yasalar kapsamında)aile fertleri arasında
epeyce yüksek derecesini bulmuştur. Bundan dolayı bu yakınlık
çoğunlukla onların birçok yaşamında sürekli olarak aynı
aileden dünyaya gelmelerini sonuçlandırabilir. Bundan başka,
bir aile üyelerinin duygu, düşünce ve yükseklik düzeyleri
de aşağı yukarı benzeyişler / andırmalar vardır ki,
bunlar da onların aynı yaşam koşulları altında ve aynı
deneyimleri geçirerek yaşamalarını gerektirir. Tüm bu
durumlar, ruhların varlıklarının yeryüzüne inmelerindeki
gelişim ihtiyaçlarına ve amaçlarına göre ayarlanmıştır.
Esasen “bedensiz”
varlıklardan alınan bilgiler de, bir aile üyeleri topluluğunun
çoğunlukla toplu halde ve aynı toplum içinde tekrardoğuşlar
yaptığını göstermektedir. Bununla birlikte, bir kez daha
yineliyoruz ki; bu maddesel araçlar spatyomdaki varlık
topluluklarını oluşturan sevgi ve yakınlık bağlarını güçlendirmek
içindir. Bu durumu unutup, maddesel araçları amaç edinerek
onları ebedileştirmeye kalkışanlar bu gafletlerini ancak
gelişim ilerleyişlerini yavaşlatmak ve zorlaştırmak bahasına
öderler. Neden?
Eğer bir aile bireyleri üyesi bulundukları topluluğu
amaç edinirlerse, o topluluğun selameti ve özellikle de sürdürülebilmesi
yolunda başka kimseler aleyhinde de olda, her aracı kullanmak
hakkını kendilerinde görmeye başlarlar. Bu durum, giderek
bir tür maddesel aile egoizması doğurur. Daha önce bireysel
egoizmanın yolunu şaşırıp maddesel değerleri amaç edindiği
zaman, o kimsenin gelişimini nasıl geciktirdiğinden söz etmiştik.
Aynı nedenlerden dolayı, ortaya çıkan aileyle ilgili egoizma
da doğal olarak aynı sonuçları beraberinde getirecektir.
Hattâ iyi düşünüldüğünde, buradaki tehlikenin öncekinden
daha fazla olduğu da anlaşılır. Şimdiye dek belirttiğimiz
gibi, aile oluşumlarının amacı varlıkların arasında
ortaya çıkması hedeflenen sevgi bağlarının güçlendirmek
ve bireylere, birbirine karşı; feragat, fedakârlık duygularıyla
hareket etmelerini öğretmektir. Eğer bu amaç, yalnız
maddesel çıkarlara yönelik olursa ve manevi etmenler / değerler
fedâ edilirse, başkalarına karşı bu amaç uğrunda doğal
olarak bir takım geçimsizliklerden kaynaklanan husumetler
kendini göstermeye başlayacaktır. Bu durum, o ailenin öteki
ailelerden ve şahıslardan uzaklaşmasına neden olur. Böyle
olunca, dünyaya inmekteki amaç yitirilmiş gelişimin düz
yolları tıkanmış olur. Çünkü yitirilen amacı yeniden
bulmak için ıstıraplı deneyimler ve hattâ ıstıraplı yaşamlar
kaçınılmaz olur. İşte bu yeni deneyimleri hazırlayan yaşam
koşullarından biri de; varlığın önceki ailesi çevresinden
geçici olarak ayrılıp, öteki kimselerle kaynaşması, yabancı
topluluklarla başka aileler içinde doğmak zorunda kalmasıdır.
Görüyoruz ki, ruh varlıklarının gelişim ihtiyaçlarına
göre bir aileden ya da başka ailelerden dünyaya gelmeleri sâdece
bir olasılık değil, aynı zamanda çoğunlukla da bir
zorunluluktur.
|