Giriş
Beşeri varlıklar olarak, sâdece dünyasal/maddesel ve
toplumsal yönlendirme ve yaptırımların etkisiyle, belli biçimlerde
düşünmeye ve davranmaya koşullanmışızdır. Bu durum, içsel
gelişim için gidişi ağırlaştıran bir görünüm olmaktan
öte, mutsuzluklarımızın/huzursuzluklarımızın da
nedenidir. Böyle bir içsel yapı ile her şeyin, Bir ve Tek
olan Bütün’ün hayrına değil de, çoğu bencilik içeren
kendi beklentilerimiz doğrultusunda olmasını isteriz, ısrar
ederiz hatta bu bilinçsizlik içinde isteklerimizi
ihtirasa/tutkuya dönüştürürüz.
Bu durumda olan birey olmakta olanı kabul edemez; nefsinin güdümündeki
beşeri zihni, kendisinin en haklı olduğunu ona empoze etmeye
çalışır durur. Bu durum, eğitilmemiş ‘zihin ürünü
benlik’e sahip olmanın sonucudur. Maddesel ve beşeri değerlerle
özdeşleşmiş böyle bir zihin için, özdeşleştiği değerlerden
başkası önemli değildir. Bu özdeşleşmeden dolayı her şeyin,
özdeşleşmeleri doğrultusunda gerçekleşmesini ister.
Olmakta olanın, herkesin ve Bütün’ün hayrına olduğu gerçeğini,
kabullenemez. Çünkü kendisinin düşündüğünün en doğru
olduğu zehâbındadır…
Oysa o, beğense de beğenmese de, karşı karşıya olduğu
durum ve içinde bulunduğu zaman-mekan koşulları, her şey;
kendi elinin emeğinin sonucudur ve aslında, ruhsal varlık
olarak(tekamül ve İlâhi Murad’a hizmet gereği)
nefsin/zihnin ürünü benliğin beğenmediği koşulların oluşmasını(belki
uzun süreler) bekleyerek, sonra onlara uyum sağlayıp, plan
yaparak enkarne olmuştur. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz
zaman-mekân koşulları, belli gelişim ihtiyaçları içinde
olan(ve aynı zamanda devre sonu enkarnasyonları olan) bizler için,
bu ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve İlâhi Murad’a
hizmet edeceğimiz en uygun durumdur/ortamdır.
O halde, alınacak en uygun ve gerçekçi tavır; ‘olan’ a uyum sağlayarak, gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda
ilerlemek. Bu anlamda “uyum”, doğru bildiğini uygulama
duyarlılığı içinde niçin sabrettiğini bilerek, gerektiğinde
hak ihlallerine tepki vererek yaşamaya çalışmaktır. Böyle
bir ilerleyiş, bir bakıma ‘olmak’ tır. Bu anlamda
‘olmak’,
yukarıda belirttiğimiz; yoksunluğundan yakındığımız iç
huzurunu deneyimlemek ve bunu sürekli kılarak devre sonunun şuurda
uyanmaya zorlayıcı koşulları altında; bir tür “ayar programı” uygulamak, sabır ve dayanıklılık ölçüsü
sergilemektir.
Söz konusu ‘zaman-mekân koşulları” na
dünya beşeriyeti olarak(bu son Adem Devri’nin
enkarnasyonları olarak) yaklaşık 7000 yıldan beri hazırlanmaktayız.
Bu nedenle, yukarıda değinip geçtiğimiz ‘olmak’
kavramında anlamını bulan bir ‘oluş
hâli’ içinde bulunduğumuzu da söyleyebiliriz. Bu
‘oluş hali’, yeni bir devre geçiş öncesi, tamamlamamız
gereken son hazırlıklarımızın toplamıdır. Yani, devre
sonunun şu bitiş günlerinde, aynı zamanda ‘oluş hâli’
içinde olan bir Dünya beşeriyeti söz konusu… Oluşta yer
almış, ‘geçiş’e
hazırlanıyoruz. Bu nedenle en akıllıca ve makbul tutum, her
şeye karşın, “Oluş düzeninde vicdanî
tesirlere uymak” tır. Bu “uyum”la
ilgili en önemli iki kavramı da, bu makalemizin esas konusunu
oluşturmaktadır: HUZUR ve TESLİMİYET…
Yukarıda da kısaca değinip geçtiğimiz ve besbelli ki son günlerini
yaşadığımız şu ‘geçiş’ e hazırlık döneminde(aynı
zamanda da son Adem Devri’nin bitiş günlerinde) her şeyden
çok ihtiyacımız olan iki nitelik; iç huzuru ve
teslimiyet. İç huzuru(gerçek mutluluk); çağlar
boyunca tüm inisiyatik öğretilerin, müritlerine kazandırmaya
çalıştıkları en belirgin nitelik… Teslimiyet; tüm kutsal
öğretilerin, çağlar boyunca cemaatlerini oluşturan
bireylere(müminlerine) işaret ettikleri en yücelerdeki ışıklı
hedef… Bu iki kavram(ve aynı zamanda, erdemli/bilge kişilere
özgü en belirgin nitelik); kıyamet enkarnasyonları(şuurda
uyanmaya aday enkarnasyonlar) olan bizler için de, ‘geçiş’
için gerçek anlamda güçlenmemiz ve titreşimimizi yükseltmek
için gerekli olan iki insâni değer.
Bunların hangisi ötekinden önce gelir, bilmiyoruz ama
herhalde, birbirlerini sanki tetiklediklerini düşünmek daha
yerinde olacak. Yani iç huzuru için gerekli olan koşullar
yerine getirildikçe teslimiyet artıyor; teslimiyet arttıkça
da, birey gerçek ve kalıcı(maddesel ve beşeri koşullardan
etkilenmeyen bir) iç huzuruna kavuşuyor. Bu ikisinin
birlikteliği, bir üçüncü değeri de beraberinde getiriyor
ki o da titreşimin yükselmesi. İşte bu önemlerinden dolayı;
şimdiye kadar çeşitli vesilelerle ele aldığımız bu
kavramlar üzerinde bir kez daha durmak istiyoruz.
Bunlardan iç huzurunu, şimdiye kadar, dünya beşeriyeti olan
bizler hep dışımızdaki adreslerde aradık, ama hep aradık…
Beşeri realitelerimizin en alt basamaklarından beri; rahatı
aradık, maddesel birikimin/maddenin verdiği avuntuların peşinde
kim bilir kaç yaşam geçirdik, yüksek makamlara/mevkilere göz
diktik mutlu oluruz da rahat ederiz diye. Ama bunların hepsinin
geçici olduğu hemen anlaşıldı ve ardından biz,(aslı esası
iç huzuru olan) mutluluk/haz arayışımızı başka dış
adreslere yönelerek sürdürüyorduk. Bizi bu arayışta sürekli
kılan, aslında(temelinde doymak bilmeyen açgözlülük değil),
ta derinlerimizden bir yerlerden kaynaklanan içsel huzur idi.
Aslımız esasımız ruh varlığı olduğu için; o, kalıcı
ve en süptil iç huzuru bedensel bende tezahür etmek
istiyordu.
Görünmeyeni Tezâhür Ettirmek
Esasen, enkarnasyonlardan bir amaç da bu değil midir? İçte
olanı(görünmeyeni) dışta(tezâhürat ortamında, düşünce,
niyet ve davranışlarda) tezâhür ettirmek. Ruhsal planların
tezâhür uzantıları olarak bizler, bu kalıcı huzuru bedende
de arıyorduk. Ama gerekli koşulları yerine getiremediğimiz için(iç
zeminimizi bu nitelikteki bir huzurun tezahürüne elverişli
hale getiremediğimiz için) gerçek huzuru/ mutluluğu hep dışta(maddesel
ve beşeri değerlerde) aradık durduk. Oysaki dışta olanın
esası, içte olandır ve görünenin esası görünmeyendir. Ya
da, dışta aradığın huzur, içten gelendir. Bu durum daha küresel
ve kapsamlı anlamda, enkarne varlığın, asıl kendisini (özbenliğini)
arayışıdır, asl’a yönelişidir.
Bize bu arayışta zaman kaybettiren başka bir aldanma da;
huzuru, hep gelecekte aramak oldu. Kuşkusuz bu yönde onu
bulamayınca, geçmişe yöneldik ve nostaljik avuntularla
oyalanmaktan kendimizi alamadık. Oysa, kalıcı ve değişmeyen
huzurun ne gelecekte, ne de geçmişte olmayıp, ‘AN’ da olduğu bize hep söylenmişti ama o zamanlar bunun ne
anlama geldiğini bile anlayacak durumda değildik. Kurtuluşun
ve asıl yapılması gerekenin; kendimizi plansal yanımıza bırakmak,
olmakta olanı şükürle karşılamak ve hatta her AN şükür
hâlinde(‘ibâdet’ halinde) olmak olduğunu yeni yeni anlıyoruz.
Olsun, bunda çok da gecikmiş sayılmayız. Bu anlayışımızı
idrake dönüştürerek, hemen yaşama geçirebilirsek, bu
gecikmişliği telâfi edebiliriz. Yeni boyutta, saf bilinçle
huzur içinde yol almak ve Yeni Çağın yüksek titreşimine
uyumlanmak, böyle bir idraklenmenin getireceği şuurlulukla
olanaklıdır. Geçmiş yoktur, gelecek illüzyondur(ya da en
fazla, bir olasılıktır) ama AN vardır
ve sâdece huzur değil, teslimiyette
AN’dadır.
AN’da
Kalabilmek
Huzur gelecekte aranmaz; o, AN’dadır. O halde; huzurun,
AN’da kalmanın ve teslimiyetin koşullarını yerine
getirmek, hemen hemen aynı olmaktadır. Bu koşullar, sanki
bireyi aynı hedefe götüren üç yol… O hedef de; devre
sonunun şuurda uyandırıcı tesirlerine / koşullarına bizi
uyumlu kılacak titreşim yüksekliği. Rahman ve rahim olan bu
etki ile olabildiğince uyumlu duruma gelmek. Başka bir söylem
ile, iç zemini bu tesirlerin enkarnasyonuna elverişli düzeye
çıkartmak… Şu bitiş günlerinde; huzur içinde kalıp,
enerjimizi yüksek düzeyde tutmaya o kadar gereksinimimiz var
ki… Bizi her türlü düşük titreşimlerden koruyacak olan
da bu titreşim yüksekliği. Her şeye karşın, şu geçiş günlerinde
‘olmak’
gerek. ‘Olmak’ demek; huzuru
deneyimlemek ve teslimiyet içinde ‘varlığını
yeniden var etmek’ tir.
Ne mutlu; devre sonunun değişime zorlayıcı rahman ve rahim
olan etkisi altında, erdemli insanlara özgü bir teslimiyet hâli
içinde, sâkin ve endişesiz yol alabilenlere… ‘Geçiş’
ya da ‘sıçrayış’ denen o en kritik hareketi yapmaya hazırlanan
bizler için teslimiyet içinde olmak, en az, huzurda kalmak
kadar önemli. Bu ‘oluş’
aşamasındaki tesimiyet niçin bu kadar önemlidir, birazda
bunun üzerinde yoğunlaşarak yazımızı sürdürelim:
Teslimiyet,
Ama Nereye?
‘Teslimiyet’ kuşkusuz, tüm
öteki kavramlar gibi değişik açılardan ele alınarak
irdelenebilir. Ama biz burada ‘teslimiyet’i, ‘birey-kutsal
ilişkisi’ olarak ele almak istiyoruz. Kutsalın
bireyle olan ilişkisi esâsen hep vardır. Çünkü birey(ve
tezâhüratın her bir birimi) Kutsal’ın tezâhüründen başka
nedir ki?... Dolayısıyla her şey O’ndandır ve tezahüratın
her bir zerresi O’nun izlerini/etkisini taşır(hologram). Her
şey O’nun çeşitli titreşim düzeylerindeki tezâhürleridir.
Bir ve Tek olan O, çokluk ve çeşitlilik halinde tezâhür
etmiştir. Bu evrensel gerçeğin bir Kur’an âyetindeki yankılanışı
şöyledir: “…Yeryüzünde ve kendi içinizde ALLAH’ın varlığına nice kanıtlar
vardır, görmez misiniz?” (Zariyat: 20/ 21). Dolayısıyla
“teslimiyet”, aslımız
ve öz kendimiz olan özbenliğimiz ve onun aracılığıyla yücelikleredir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ve devre sonu için yaşamsal önemi
olduğunu bildiğimiz titreşimi yükseltmek açısından çok
yararlı, gerekli ve bereketli olan söz konusu çokluk ve çeşitliliğe
rağmen; ‘varlıksal birlik’ tir esas olan. O’nunla birlik(“ibâdet
hâlini” nin sürekliliği). Her şey O’nun çeşitli
titreşim düzeylerindeki tezâhürleri olduğuna göre; varlık
O’ndan kendi titreşim düzeyinin süptilitesine göre
yararlanabilir. Titreşim düzeyinin bu anlamdaki yüksekliği,
O’na teslimiyeti ve O’ndan giderek daha çok yararlanmayı
da beraberinde getiren makbul bir durumdur. Esasen, içsel gelişim
denilen olgu’da; yaratılmış olan her şeyin, kendisini bir
üst titreşim düzeyine yükseltme cehti içinde(ki bu,
idraklenme ve şuurlanma cehdidir, işte böyle bir ceht içinde)
o düzeye uyumunu ve teslimiyetini artırmasıdır.
Yukarıdan
Enerji Çekmek
O’nun rahmetinden giderek daha çok yararlanabilir liyâkate
gelmek ve teslimiyeti giderek güçlendirmek ancak böyle bir
ceht ile olasıdır. Ayrıca, “Yukarıdan
enerji çekmek” deyiminde anlamını bulan makbul
durum da bundan başkası değildir. Yani, esas olan, Yüksek
Benimiz(özbenliğimiz) aracılığıyla, sonsuz ve sınırsız
yüceliklerle olan ilişkimizin giderek ve sürekli bir şekilde
derinleştirilip, süptilleştirilmesidir. Bireyi kurtuluşa(maddeden
özgürleşmeye) götürecek olan da bundan başkası değildir.
Bu anlamda bir ‘kurtuluş’ u birey
kendinde ne kadar tezâhür ettirebilirse; Bir ve Tek olan
Kutsal da, bireyde o kadar çok(yine de onun kaldırabileceği
kadar) tezâhür eder. Bu tezâhür ediş, elbette ki; bireyin süptilitesi/safiyeti/sadeliği(yani,
onun gücü ve titreşim düzeyi) kadardır(Sufizm’deki
ifadesiyle, “Kalbinin
temizliği kadar…”dır.). Takdir edersiniz ki, bu
da; yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız ‘teslimiyet’
le olasıdır.
Dolayısıyla, yüksek/süptil tesirlere nâil olmak Kutsal ile
olan ilişkiyi/iletişimi giderek artırmak(ya da dilerseniz ona
Sufi ağzı ile simgesel olarak, ‘kalp temizliği’
diyelim) bireyin kendi elindedir. “Kalbin
ALLAH’ın ilhamına konak olsun şeklinde dile
getirilen Sufi özdeyişinde anlamını bulan güzelliğe kavuşmak;
idraklenme cehti içinde, nefs terbiyesiyle oluşacak vicdan
kanalının açılışına bağlıdır.(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT
kitabındaki söylemi ile, “vicdan
mekanizmasının üst değerlerinin artması”,
sayfalar 181,117…)
Kalp Çakrasının
Önemi
Teslimiyet ve iç huzuru söz konusu olduğunda, kalbin(daha doğrusu
kalp çakrasının) gündeme gelişi nedendir? Çünkü
kalp/kalp çakrası(simgesel anlamda) ALLAH’ın beşere nazar
yeridir. Yani, birey artık kendisini(yukarıdan beri açıklamaya
çalıştığımız anlamda) ‘kurtuluş’
a erdirecek süptilitedeki tesirlere bağlamış, bu liyakate
kavuşmuş demektir. Dilerseniz, daha teknik ifadesiyle, şöyle
söylemek de mümkün: ‘Kalp temizliği’yle kastedilen, göğüs
çakrasının açıklığı/temizliği ve göğüs çakrasından
besleniyor olmak çok önemli bir merhaledir dünya gelişim
okulunda. Bu durumun devre sonunun bitiş günlerindeki önemini,
sağduyu sâhibi değerli okurlarımızın takdirine bırakıyoruz.
Onun için, esas olan; ‘kalp
çakrası insanı’ olmaktır. Böyle bir kalp,
Kutsal’ın nuru ile aydınlanmış bir kalptir ve artık o
kalp değil, ‘gönül’ dür. Kalbin, gönül
hâline getirilmesi de, tüm kutsal ve inisiyatik öğretilerin
ana konusu olmuştur, tüm ibâdet şekillerinin amacı da
bundan başkası değildir…
‘Kalp temizliği’ ve ‘gönül’
kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılmış olan bu durum, şimdilik
bizler için ulaşılması gereken ilk ve hem de burnumuzun
dibinde olan bir merhaledir. Birey- Kutsal ilişkisinin güçlendirilmesiyle
kat edilecek bu merhale, hızla değişmekte olan gezegenimizin
ufuklarında ışımaya başladı bile… Kıyam etmek(yani, şuurda
dirilmek) kavramında anlamını bulan bu merhale, simgesel
olarak ‘diri’
olmayı da beraberinde getiren bir değişimdir. ‘Diri olmak’, simgesel
anlamda, ALLAH ile olmaktır; daha açık ifadesiyle, bulunduğu
tekâmül düzeyinin ulaşabildiği en süptil noktasıyla(ki
orası da enkarne varlığın özbenliğidir) bağlantılı
olmaktır. Ama unutmayalım ki, bu bağlantı en son değildir;
o sadece bireyin içinde bulunduğu gelişim düzeyinin bir üstündeki
ve ulaşabildiği/ uzanabildiği(belki tutunabildiği) en üst
noktadır, beslenebildiği/ nemalandığı en süptil kaynaktır.
Ama ne kadar ‘yüksek’
olursa olsun, uzanılan her noktanın üzerinde de daha pırıltılı(süptil)
noktaların(sonsuz uzaklıklardaki ışıklı ortamların)
bulunduğunu hatırdan çıkarmamak ve idraklenme cehtini hiçbir
zaman elden bırakmamak gerek.
İşte tüm bunlardan dolayı, içinde bulunduğumuz bu ‘oluş’ dönemindeki akışta ‘teslimiyet’(hatta
bu teslimiyeti giderek güçlendirmek) esastır. Hepimize başarılar…
|