Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

 

İç Huzuru ve Teslimiyet

Derleyen: Selman GERÇEKSEVER

Giriş

  Beşeri varlıklar olarak, sâdece dünyasal/maddesel ve toplumsal yönlendirme ve yaptırımların etkisiyle, belli biçimlerde düşünmeye ve davranmaya koşullanmışızdır. Bu durum, içsel gelişim için gidişi ağırlaştıran bir görünüm olmaktan öte, mutsuzluklarımızın/huzursuzluklarımızın da nedenidir. Böyle bir içsel yapı ile her şeyin, Bir ve Tek olan Bütün’ün hayrına değil de, çoğu bencilik içeren kendi beklentilerimiz doğrultusunda olmasını isteriz, ısrar ederiz hatta bu bilinçsizlik içinde isteklerimizi ihtirasa/tutkuya dönüştürürüz.

  Bu durumda olan birey olmakta olanı kabul edemez; nefsinin güdümündeki beşeri zihni, kendisinin en haklı olduğunu ona empoze etmeye çalışır durur. Bu durum, eğitilmemiş ‘zihin ürünü benlik’e sahip olmanın sonucudur. Maddesel ve beşeri değerlerle özdeşleşmiş böyle bir zihin için, özdeşleştiği değerlerden başkası önemli değildir. Bu özdeşleşmeden dolayı her şeyin, özdeşleşmeleri doğrultusunda gerçekleşmesini ister. Olmakta olanın, herkesin ve Bütün’ün hayrına olduğu gerçeğini, kabullenemez. Çünkü kendisinin düşündüğünün en doğru olduğu zehâbındadır…

  Oysa o, beğense de beğenmese de, karşı karşıya olduğu durum ve içinde bulunduğu zaman-mekan koşulları, her şey; kendi elinin emeğinin sonucudur ve aslında, ruhsal varlık olarak(tekamül ve İlâhi Murad’a hizmet gereği) nefsin/zihnin ürünü benliğin beğenmediği koşulların oluşmasını(belki uzun süreler) bekleyerek, sonra onlara uyum sağlayıp, plan yaparak enkarne olmuştur. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz zaman-mekân koşulları, belli gelişim ihtiyaçları içinde olan(ve aynı zamanda devre sonu enkarnasyonları olan) bizler için, bu ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve İlâhi Murad’a hizmet edeceğimiz en uygun durumdur/ortamdır.

  O halde, alınacak en uygun ve gerçekçi tavır; ‘olan’ a uyum sağlayarak, gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda ilerlemek. Bu anlamda “uyum”, doğru bildiğini uygulama duyarlılığı içinde niçin sabrettiğini bilerek, gerektiğinde hak ihlallerine tepki vererek yaşamaya çalışmaktır. Böyle bir ilerleyiş, bir bakıma ‘olmak’ tır. Bu anlamda ‘olmak’, yukarıda belirttiğimiz; yoksunluğundan yakındığımız iç huzurunu deneyimlemek ve bunu sürekli kılarak devre sonunun şuurda uyanmaya zorlayıcı koşulları altında; bir tür “ayar programı” uygulamak, sabır ve dayanıklılık ölçüsü sergilemektir.

  Söz konusu ‘zaman-mekân koşulları” na dünya beşeriyeti olarak(bu son Adem Devri’nin enkarnasyonları olarak) yaklaşık 7000 yıldan beri hazırlanmaktayız. Bu nedenle, yukarıda değinip geçtiğimiz ‘olmak’ kavramında anlamını bulan bir ‘oluş hâli’ içinde bulunduğumuzu da söyleyebiliriz. Bu ‘oluş hali’, yeni bir devre geçiş öncesi, tamamlamamız gereken son hazırlıklarımızın toplamıdır. Yani, devre sonunun şu bitiş günlerinde, aynı zamanda ‘oluş hâli’ içinde olan bir Dünya beşeriyeti söz konusu… Oluşta yer almış, ‘geçiş’e hazırlanıyoruz. Bu nedenle en akıllıca ve makbul tutum, her şeye karşın, “Oluş düzeninde vicdanî tesirlere uymak” tır. Bu “uyum”la ilgili en önemli iki kavramı da, bu makalemizin esas konusunu oluşturmaktadır: HUZUR ve TESLİMİYET…

  Yukarıda da kısaca değinip geçtiğimiz ve besbelli ki son günlerini yaşadığımız şu ‘geçiş’ e hazırlık döneminde(aynı zamanda da son Adem Devri’nin bitiş günlerinde) her şeyden çok ihtiyacımız olan iki nitelik; iç huzuru ve teslimiyet.   İç huzuru(gerçek mutluluk); çağlar boyunca tüm inisiyatik öğretilerin, müritlerine kazandırmaya çalıştıkları en belirgin nitelik… Teslimiyet; tüm kutsal öğretilerin, çağlar boyunca cemaatlerini oluşturan bireylere(müminlerine) işaret ettikleri en yücelerdeki ışıklı hedef… Bu iki kavram(ve aynı zamanda, erdemli/bilge kişilere özgü en belirgin nitelik); kıyamet enkarnasyonları(şuurda uyanmaya aday enkarnasyonlar) olan bizler için de, ‘geçiş’ için gerçek anlamda güçlenmemiz ve titreşimimizi yükseltmek için gerekli olan iki insâni değer.

  Bunların hangisi ötekinden önce gelir, bilmiyoruz ama herhalde, birbirlerini sanki tetiklediklerini düşünmek daha yerinde olacak. Yani iç huzuru için gerekli olan koşullar yerine getirildikçe teslimiyet artıyor; teslimiyet arttıkça da, birey gerçek ve kalıcı(maddesel ve beşeri koşullardan etkilenmeyen bir) iç huzuruna kavuşuyor. Bu ikisinin birlikteliği, bir üçüncü değeri de beraberinde getiriyor ki o da titreşimin yükselmesi. İşte bu önemlerinden dolayı; şimdiye kadar çeşitli vesilelerle ele aldığımız bu kavramlar üzerinde bir kez daha durmak istiyoruz.

  Bunlardan iç huzurunu, şimdiye kadar, dünya beşeriyeti olan bizler hep dışımızdaki adreslerde aradık, ama hep aradık… Beşeri realitelerimizin en alt basamaklarından beri; rahatı aradık, maddesel birikimin/maddenin verdiği avuntuların peşinde kim bilir kaç yaşam geçirdik, yüksek makamlara/mevkilere göz diktik mutlu oluruz da rahat ederiz diye. Ama bunların hepsinin geçici olduğu hemen anlaşıldı ve ardından biz,(aslı esası iç huzuru olan) mutluluk/haz arayışımızı başka dış adreslere yönelerek sürdürüyorduk. Bizi bu arayışta sürekli kılan, aslında(temelinde doymak bilmeyen açgözlülük değil), ta derinlerimizden bir yerlerden kaynaklanan içsel huzur idi. Aslımız esasımız ruh varlığı olduğu için; o, kalıcı ve en süptil iç huzuru bedensel bende tezahür etmek istiyordu.

Görünmeyeni Tezâhür Ettirmek

  Esasen, enkarnasyonlardan bir amaç da bu değil midir? İçte olanı(görünmeyeni) dışta(tezâhürat ortamında, düşünce, niyet ve davranışlarda) tezâhür ettirmek. Ruhsal planların tezâhür uzantıları olarak bizler, bu kalıcı huzuru bedende de arıyorduk. Ama gerekli koşulları yerine getiremediğimiz için(iç zeminimizi bu nitelikteki bir huzurun tezahürüne elverişli hale getiremediğimiz için) gerçek huzuru/ mutluluğu hep dışta(maddesel ve beşeri değerlerde) aradık durduk. Oysaki dışta olanın esası, içte olandır ve görünenin esası görünmeyendir. Ya da, dışta aradığın huzur, içten gelendir. Bu durum daha küresel ve kapsamlı anlamda, enkarne varlığın, asıl kendisini (özbenliğini) arayışıdır, asl’a yönelişidir.

  Bize bu arayışta zaman kaybettiren başka bir aldanma da; huzuru, hep gelecekte aramak oldu. Kuşkusuz bu yönde onu bulamayınca, geçmişe yöneldik ve nostaljik avuntularla oyalanmaktan kendimizi alamadık. Oysa, kalıcı ve değişmeyen huzurun ne gelecekte, ne de geçmişte olmayıp, ‘AN’ da olduğu bize hep söylenmişti ama o zamanlar bunun ne anlama geldiğini bile anlayacak durumda değildik. Kurtuluşun ve asıl yapılması gerekenin; kendimizi plansal yanımıza bırakmak, olmakta olanı şükürle karşılamak ve hatta her AN şükür hâlinde(‘ibâdet’ halinde) olmak olduğunu yeni yeni anlıyoruz. Olsun, bunda çok da gecikmiş sayılmayız. Bu anlayışımızı idrake dönüştürerek, hemen yaşama geçirebilirsek, bu gecikmişliği telâfi edebiliriz. Yeni boyutta, saf bilinçle huzur içinde yol almak ve Yeni Çağın yüksek titreşimine uyumlanmak, böyle bir idraklenmenin getireceği şuurlulukla olanaklıdır. Geçmiş yoktur, gelecek illüzyondur(ya da en fazla, bir olasılıktır) ama AN vardır  ve sâdece huzur değil, teslimiyette AN’dadır.

AN’da Kalabilmek

  Huzur gelecekte aranmaz; o, AN’dadır. O halde; huzurun, AN’da kalmanın ve teslimiyetin koşullarını yerine getirmek, hemen hemen aynı olmaktadır. Bu koşullar, sanki bireyi aynı hedefe götüren üç yol… O hedef de; devre sonunun şuurda uyandırıcı tesirlerine / koşullarına bizi uyumlu kılacak titreşim yüksekliği. Rahman ve rahim olan bu etki ile olabildiğince uyumlu duruma gelmek. Başka bir söylem ile, iç zemini bu tesirlerin enkarnasyonuna elverişli düzeye çıkartmak… Şu bitiş günlerinde; huzur içinde kalıp, enerjimizi yüksek düzeyde tutmaya o kadar gereksinimimiz var ki… Bizi her türlü düşük titreşimlerden koruyacak olan da bu titreşim yüksekliği. Her şeye karşın, şu geçiş günlerinde ‘olmak’ gerek. ‘Olmak’ demek; huzuru deneyimlemek ve teslimiyet içinde ‘varlığını yeniden var etmek’ tir.

  Ne mutlu; devre sonunun değişime zorlayıcı rahman ve rahim olan etkisi altında, erdemli insanlara özgü bir teslimiyet hâli içinde, sâkin ve endişesiz yol alabilenlere… ‘Geçiş’ ya da ‘sıçrayış’ denen o en kritik hareketi yapmaya hazırlanan bizler için teslimiyet içinde olmak, en az, huzurda kalmak kadar önemli. Bu ‘oluş’ aşamasındaki tesimiyet niçin bu kadar önemlidir, birazda bunun üzerinde yoğunlaşarak yazımızı sürdürelim:

Teslimiyet, Ama Nereye?

  ‘Teslimiyet’ kuşkusuz, tüm öteki kavramlar gibi değişik açılardan ele alınarak irdelenebilir. Ama biz burada ‘teslimiyet’i, ‘birey-kutsal ilişkisi’ olarak ele almak istiyoruz. Kutsalın bireyle olan ilişkisi esâsen hep vardır. Çünkü birey(ve tezâhüratın her bir birimi) Kutsal’ın tezâhüründen başka nedir ki?... Dolayısıyla her şey O’ndandır ve tezahüratın her bir zerresi O’nun izlerini/etkisini taşır(hologram). Her şey O’nun çeşitli titreşim düzeylerindeki tezâhürleridir. Bir ve Tek olan O, çokluk ve çeşitlilik halinde tezâhür etmiştir. Bu evrensel gerçeğin bir Kur’an âyetindeki yankılanışı şöyledir: “…Yeryüzünde ve kendi içinizde ALLAH’ın varlığına nice kanıtlar vardır, görmez misiniz?” (Zariyat: 20/ 21). Dolayısıyla “teslimiyet”, aslımız ve öz kendimiz olan özbenliğimiz ve onun aracılığıyla yücelikleredir.

  Yukarıda sözünü ettiğimiz ve devre sonu için yaşamsal önemi olduğunu bildiğimiz titreşimi yükseltmek açısından çok yararlı, gerekli ve bereketli olan söz konusu çokluk ve çeşitliliğe rağmen; ‘varlıksal birlik’ tir esas olan. O’nunla birlik(“ibâdet hâlini” nin sürekliliği). Her şey O’nun çeşitli titreşim düzeylerindeki tezâhürleri olduğuna göre; varlık O’ndan kendi titreşim düzeyinin süptilitesine göre yararlanabilir. Titreşim düzeyinin bu anlamdaki yüksekliği, O’na teslimiyeti ve O’ndan giderek daha çok yararlanmayı da beraberinde getiren makbul bir durumdur. Esasen, içsel gelişim denilen olgu’da; yaratılmış olan her şeyin, kendisini bir üst titreşim düzeyine yükseltme cehti içinde(ki bu, idraklenme ve şuurlanma cehdidir, işte böyle bir ceht içinde) o düzeye uyumunu ve teslimiyetini artırmasıdır.

Yukarıdan Enerji Çekmek

  O’nun rahmetinden giderek daha çok yararlanabilir liyâkate gelmek ve teslimiyeti giderek güçlendirmek ancak böyle bir ceht ile olasıdır. Ayrıca, “Yukarıdan enerji çekmek” deyiminde anlamını bulan makbul durum da bundan başkası değildir. Yani, esas olan, Yüksek Benimiz(özbenliğimiz) aracılığıyla, sonsuz ve sınırsız yüceliklerle olan ilişkimizin giderek ve sürekli bir şekilde derinleştirilip, süptilleştirilmesidir. Bireyi kurtuluşa(maddeden özgürleşmeye) götürecek olan da bundan başkası değildir. Bu anlamda bir ‘kurtuluş’ u birey kendinde ne kadar tezâhür ettirebilirse; Bir ve Tek olan Kutsal da, bireyde o kadar çok(yine de onun kaldırabileceği kadar) tezâhür eder. Bu tezâhür ediş, elbette ki; bireyin süptilitesi/safiyeti/sadeliği(yani, onun gücü ve titreşim düzeyi) kadardır(Sufizm’deki ifadesiyle, “Kalbinin temizliği kadar…”dır.). Takdir edersiniz ki, bu da; yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız ‘teslimiyet’ le olasıdır.

  Dolayısıyla, yüksek/süptil tesirlere nâil olmak Kutsal ile olan ilişkiyi/iletişimi giderek artırmak(ya da dilerseniz ona Sufi ağzı ile simgesel olarak, ‘kalp temizliği’ diyelim) bireyin kendi elindedir. “Kalbin ALLAH’ın ilhamına konak olsun şeklinde dile getirilen Sufi özdeyişinde anlamını bulan güzelliğe kavuşmak; idraklenme cehti içinde, nefs terbiyesiyle oluşacak vicdan kanalının açılışına bağlıdır.(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabındaki söylemi ile, “vicdan mekanizmasının üst değerlerinin artması”, sayfalar 181,117…)

Kalp Çakrasının Önemi

  Teslimiyet ve iç huzuru söz konusu olduğunda, kalbin(daha doğrusu kalp çakrasının) gündeme gelişi nedendir? Çünkü kalp/kalp çakrası(simgesel anlamda) ALLAH’ın beşere nazar yeridir. Yani, birey artık kendisini(yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda) ‘kurtuluş’ a erdirecek süptilitedeki tesirlere bağlamış, bu liyakate kavuşmuş demektir. Dilerseniz, daha teknik ifadesiyle, şöyle söylemek de mümkün: ‘Kalp temizliği’yle kastedilen, göğüs çakrasının açıklığı/temizliği ve göğüs çakrasından besleniyor olmak çok önemli bir merhaledir dünya gelişim okulunda. Bu durumun devre sonunun bitiş günlerindeki önemini, sağduyu sâhibi değerli okurlarımızın takdirine bırakıyoruz. Onun için, esas olan; ‘kalp çakrası insanı’ olmaktır. Böyle bir kalp, Kutsal’ın nuru ile aydınlanmış bir kalptir ve artık o kalp değil, ‘gönül’ dür. Kalbin, gönül hâline getirilmesi de, tüm kutsal ve inisiyatik öğretilerin ana konusu olmuştur, tüm ibâdet şekillerinin amacı da bundan başkası değildir…

  ‘Kalp temizliği’ ve ‘gönül’ kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılmış olan bu durum, şimdilik bizler için ulaşılması gereken ilk ve hem de burnumuzun dibinde olan bir merhaledir. Birey- Kutsal ilişkisinin güçlendirilmesiyle kat edilecek bu merhale, hızla değişmekte olan gezegenimizin ufuklarında ışımaya başladı bile… Kıyam etmek(yani, şuurda dirilmek) kavramında anlamını bulan bu merhale, simgesel olarak ‘diri’ olmayı da beraberinde getiren bir değişimdir. ‘Diri olmak’, simgesel anlamda, ALLAH ile olmaktır; daha açık ifadesiyle, bulunduğu tekâmül düzeyinin ulaşabildiği en süptil noktasıyla(ki orası da enkarne varlığın özbenliğidir) bağlantılı olmaktır. Ama unutmayalım ki, bu bağlantı en son değildir; o sadece bireyin içinde bulunduğu gelişim düzeyinin bir üstündeki ve ulaşabildiği/ uzanabildiği(belki tutunabildiği) en üst noktadır, beslenebildiği/ nemalandığı en süptil kaynaktır. Ama ne kadar ‘yüksek’ olursa olsun, uzanılan her noktanın üzerinde de daha pırıltılı(süptil) noktaların(sonsuz uzaklıklardaki ışıklı ortamların) bulunduğunu hatırdan çıkarmamak ve idraklenme cehtini hiçbir zaman elden bırakmamak gerek.

  İşte tüm bunlardan dolayı, içinde bulunduğumuz bu ‘oluş’ dönemindeki akışta ‘teslimiyet’(hatta bu teslimiyeti giderek güçlendirmek) esastır. Hepimize başarılar…

 Yayın Tarihi:10 Şubat 2015 

 

© Astroset 2003-2015