Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

 

FOBİLER

Bedri Ruhselman’ın RUH ve KAİNAT adlı eserinin 3.cildi, sayfa 863 ve devamından günümüz Türkçesine uyarlayan Selman GERÇEKSEVER

  Fobi, bazı şeyler ya da olaylar karşısında duyulan ve görünürde hiçbir nedeni olmayan vehbi (doğal) bir korku türüdür. Bu tür korkudan daha önce de söz etmiştik ve hatta bir köprü fobisini de örnek olarak vermiştik. Doğrusu bazı insanlar görünürde hiçbir nedeni olmadığı halde, en önemsiz bir; durum, olay ve olgu karşısında anlamsız bir şekilde korkuya kapılır. Akıl hastalıkları konusunda uzman doktorlar birçok fobi türü saptanmış ve bunları adlandırmışlardır.

  Bunlar hakkında bir fikir verebilmek için, birkaç fobiden söz edeceğim. Bazı kimseler çarşıdan, pazardan korkarlar ve böyle yerlere gidemezler bile. Bu korku onlarca nedensizdir (agorafobi). Bazıları da kapalı yerlerden korkarlar. Bu gibilerde tek başlarına bir odaya / eve giremezler, ev içinde yalnız da kalamazlar (calaustrophobie). Bazı kadınlar da hemcislerinden korkarlar ve başka kadınlardan uzak dururlar (gynephobie). Birçok kimse de kan görmekten korkar. Bir kanama ya da kan birikintisi karşısında duramazlar ve nedensiz bir korkuya kapılırlar (hematophobie). Benzer şekilde akarsuların yanına yaklaşamayanlar ve onlara uzaktan bile bakmaya dayanamayanlar vardır (potamobhobie). Başka bir grup ise ölülerden korkar. Gerçi kadavra görmeye alışık olmayan herkeste buna benzer bir durum varsa da, söz konusu ettiğimiz kimselerde bu durum aşırı düzeydedir. Bunları kadavra düşüncesi bile korkutur ve eziyet düzeyinde rahatsız eder (necrophobie). Bazıları da madeni eşyaya dokunmaktan korkar (metallophobie). Daha birçok kimselerce ve tıp tarafından bilinen korku türü vardır. Örneğin biçimsiz bir şekle bakmaktan / yaklaşmaktan, vücutlarının bir tarafında bir bozukluğun oluşup oluşmadığını endişe ile sık sık orasını, burasını yakalayıp duranlar bile bulunmaktadır (dismorphobie). Hele bir hastalığa yakalanma korkusu vardır ki, herkesçe bilinir (nosphıbie). Bu gruptakilerden bazıları kuduracaklarından korkarlar (lyssophobie) Başka bir kısmı da uyuz olmaktan korkar ve bu hastalığa yakalanmak endişesi onları sürekli tedirgin eder (parasitophobie). Bazı kimseler de doğal olmayan bir şekilde mikroptan korkar; çıplak elleriyle hiçbir yere dokunamaz, bir şeyi tutamaz, hatta kendilerine sevgi ve içtenlikle el sıkışmak için uzatılmış tertemiz ellerle bile tokalaşmaktan iğrenirler. Yanlışla ya da mecburiyetten böyle bir şey olsa, hemen yanlarında taşıdıkları kolonya şişesini çıkarıp ellerini ve kollarını kolonya ile iyice ovarlar. Bir yere gittikleri zaman, oturacak yer bulamazlar. Şapkalarını, bastonlarını temiz farzettikleri bir büfenin, bir piyanonun ya da salonda itina ile ayrılmış bir yerlere koyarlar. Eğer evlerine bir misafir gelse; misafirin oturduğu yerin mikropla dolduğunu zannederek, oraları hatta odanın her yerine tekrar tekrar silip süpürürler. Uzun lafın kısası, bunlar sürekli olarak korku içinde yaşayan insanlardır (bacteriophobie).

  Daha birçok fobi türü bile vardır. biz, küçük bir fikir verebilmek için bunlardan ancak birkaçını yazabildik. Gerçi bu durumların bir kısmı dünyada görebildiğimiz bazı marazî nedenlere bağlıdır fakat birçokları da hiçbir nedene bağlanamaz ve tamamıyla ruhsal olay olarak kalır. Oysa kitabımızda yer yer yinelediğimiz gibi, evrende maddesel olaylardan yalıtılmış saf / ruhsal hiçbir durum söz konusu değildir. Her şey ruhla madde ilişkisinden doğmuştur. Bundan dolayı, eğer bir takım fobilerin bu dünyada maddesel / fiziksel nedenleri bulunamıyorsa, onları başka (önceki) yaşamların olayları arasında araştırmaktan korkulmamalıdır. Aksi takdirde, bu da ayrıca bir fobi olur.

  Örneğin, birisini tanırım ki, bu şahıs tamamıyla sağlıklı olduğu halde, elli yaşına dek süren bir korku onu sürekli izlemiştir. Bu da, boş bir eve girmek korkusuydu. Onun bu korkusuyla ilgili ortada hiçbir neden yoktu. O, ailesinin kendisini bu korkudan vazgeçirmek için harcamış olduğu tüm emeklere karşın, çocukluğundan beri bu korkuyu çektiğini söylerdi. Bu adam tüm işlerinde cesurdu ve her işi de normaldi. Ama kendi evine bile, yanında kimse olmadığı zamanlarda giremezdi. Onun içeri girebilmesi için, beş altı yaşında bir çocuğun bile evde bulunması yeterliydi.

  Benzer şekilde, tanıdığım ve toplumsal durumu oldukça iyi başka bir kişi daha vardı ki, bunun fobisi öncekinden daha acayipti: O, bir demir yolunun üzerinden hiçbir zaman herkes gibi dümdüz geçemezdi. Demiryolunun üzerine bir adım attıktan sonra orada durur ve tam bir dairelik devir yaptıktan sonra kendisini yıldırım hızıyla karşı tarafa atardı. O, bu hareketini şöyle açıklıyordu: “Tam demiryoluna adım atınca, içimde müthiş bir korku ortaya çıkıyor, sanki tren gelecek ve beni çiğneyip geçecekmiş gibi bir tesirin altında kalıyorum” Bu şahıs; normal düşünen, cesur ve herkes gibi her hâliyle normal bir adamdı. Bu duyguyu her seferinde canlandıracak bir kaza da geçirmemişti. O, kendisini bildi bileli böyle olduğunu söylüyordu. Hele, denizden korkup da “boğulacağım” diye ömrü boyunca sandala binmemiş kimselerin sayısı da az değildir. Bunların hepside aklı başında normal kimselerdir.

  Bu fobilerden birçoğunun bu yaşamda geçen olaylarla açıklanamadığını kabul ettikten sonra onların nedenlerini daha gerilerde araştırmak zorunda kalırız:

  Örneğin, demiryoluyla ilgili fobi, atalardan birinin tren kazası geçirmesiyle kazanılmış ve torunlara geçmiş bir “miras” olarak düşünülebilir miyiz? Bu şekildeki açıklama oldukça zorlama olur ve bizi birçok yerde yarı yolda bırakır ve karşımıza, çözülmesi kendinden güç sorunlar çıkarır. Daha önce de belirttiğimiz gibi veraset birçok şeyin açıklanmasına yardım eder ama her şeyin değil. Nasıl ki içgüdülerini doğuşunda  da verâsetin rolünü bir araç olarak kabul etmiştik. Bununla beraber, olayları ille de eldeki formüllere uydurmak amacıyla hareket edilirse; belirttiğim gibi, birçok yerleri fobilerin kendisinden çok açıklama gerektiren birtakım yeni bilinmezler karşısında kalınır.

  Gerçekten de burada birtakım duygu komplekslerinden söz etmek, içgüdüleri, röfulmanları, alışkanlıkları, veraset yasalarının resesif tiplerini öne sürmek gibi, akla gelen teorilere başvurmak olasıdır. Herhangi bir teorinin zayıf yanlarını olasılıklı hükümlere bırakmaya razı olduktan sonra, bu teorilerden herhangi biri bir dereceye kadar da savunulabilir. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, bir teoriden daha kuvvetli, daha açık ve daha iyi kanıtlanmış başka teori söz konusu olursa, önceki teoriyi zorla yaşatmaya çalışmanın bilimsel bir değeri / anlamı kalmaz. Buradaki durum da aynıdır. Bu fobili bilmem hangi atadan miras kalmış bir korku olarak kabul etmenin birçok itirazlı noktalarını düşünerek, geçmiş yaşamın bir izi gibi kabul etmek doğru bir yaklaşım olur. Çünkü birinci düşüncenin kuvvetli itirazlarla karşılanmasına karşılık, ikinci düşünceyi kuvvetle destekleyecek başka birçok kanıtlara sahip bulunuyoruz ki, gelecek sayfalarımızda bu kanıtların bir kısım ortaya konacaktır.

  Şu açıklama şeklinin olduğunu da biliyoruz: Tüm fobiler birer hastalık belirtisidir; dolayısıyla marazî bir durumdur. Her şeyden önce, iki tür fobiyi birbirinden ayırmak gerekir: Bunlar ayrı ayrı nedenlere bağlı olan ayrı ayrı şeylerdir. Hatta moral nedenlerden ileri gelmeyip, sâdece fizyopatolojik nedenlerden ileri gelenlere fobi sözcülüğü uygun görmek bile doğru olmaz.

  Fizyopatolojik fobiler esâsen başlı başına bir korku duygusu değildir. Bunlar bazı dış etmenlerin etkisiyle oluşan, organlarla ilgili karışıklıklara bağlı ıstıraplı ya da hoş olmayan duygulardır. Bu yüzden, buradaki nedenler bellidir ve tamamıyla bedenin rahatsızlıkları ile açıklanabilir. Bunlara “korku” demekten çok; var olan maddesel ve zararlı dış etmenlere karşı gösterilen bir “savunma tepkisi” demek daha doğru olur. Örneğin, fotofobi böyledir.. Buradaki durum, ışıktan korkma değildir. Herhangi bir hastalık yüzünden, göz organında ışığa karşı var olan marazî bir duyarlılıktan kaynaklanmış ışıktan korunma tepkisidir. Benzer şekilde hidrofobi de böyledir. Kuduz virüslerinin etkisi altında ortaya çıkan sinirsel ve kaslarla ilgili bir karışıklık yüzünden kudurmuş bir kimse yutkunamaz ve yutkunma hissi gelince, tüm boğaz kasları şiddetli bir kasılmayla büzülür ve hastaya pek büyük ıstırap verir. Oysa, suyun görünümü ve hatta düşüncesi bile bu ıstıraplı kasılmalara yeterli bir neden oluşturur. İşte hasta bu ıstıraptan kendisini korumak için sudan kaçar; yoksa, burada gerçek bir su korkusu yoktur, korkunun nedeni doğrudan su değildir, tam tersine hasta susuzdur ve su içme gereksinimi içinde kıvranmaktadır.

  Görülüyor ki, fobi adı altında dile getirilen duygular arasında tamamıyla maddesel nedenlere bağlı gerçekten fizyopatolojik olan durumlar vardır. Oysa, örneğin; yukarıda değindiğimiz demiryoluyla ilgili fobide böyle maddesel hiçbir neden yoktur. Bu fobi sahibinin organlarında ne maddeten ne de başka bir bozukluk / rahatsızlık yoktur. Bununla beraber, o sanki bir tren altına kalacakmış gibi, elinde olmadan ve görünürde nedensiz bir korku içinde bulunmaktadır.

  Demek ki, biz fobilerden söz ederken; birincileri değil, gerçek moral fobileri kastediyoruz. Bunun dışında kalanlar tıp doktorlarını ilgilendiren ve bizim incelemelerimizin dışında kalan durumlardır. Şimdi bu fobilerin tamamı için, “patalojik durumlardır” deyivermekle, sorunu çözmüş olur muyuz? Yukarıda belirttiğimiz, organlarla ilgili nedenlere bağlı fobiler, fizyopatolojik esaslar kapsamında pek güzel açıklanabilirler ama demiryoluyla ilgili örnekteki fobiyi hangi organik başkalaşma ile açıklamak olanaklıdır? Bunun patolojik bir durum olduğu iddiasını haklı çıkarmak için yenilip durulan birçok söze ve teoriye karşın, ömründe tren kazası görmemiş bir adamın kafasındaki korkunun oluşumunu bilimsel ve doyurucu bir şekilde açıklamak olanaklı olmuyor. Bunun rahatsızlık olarak kabul edilmesi, sıra dışı durumundan ileri geliyorsa, bu düşünce bir realitenin ürünü olabilir. O zaman, elimizde rahatsızlık olur, hipnotik uyku, somnambüllizma, rüya telestezik ve telekinetik tüm olaylar (yani tüm medyomluk halleri) ve hatta “yüksek” düşünceler ve duygular, deha vb. gibi sıradan almayan birçok durumlar da rahatsızlık olur. Yalnız burada unutulmaması gereken nokta şudur ki, olayların sıradan ya da sıra dışı oluşu, bir kısım insanların anlayışlarına göredir. Ama evrenin mukadderatı, insanların çok değişken olan anlayışlarıyla belirlenmiş değildir. Bundan başka kendi realitemizle biz; fobileri rahatsızlık olarak kabul etsek bile, onun ruhsal yanımızdaki büyük nedenlerini araştırıp bulmak kaydından kendimizi kurtaramayız.    

  Bu konunun bir açıklamaya şekli daha düşülebilir: Acaba fobileri, insanın bir tek yaşamında geçen birçok karışık olayların şuuraltı izlerinden doğmuş bir duygu kompleksinin fobi şeklinde ortaya çıkmış tezahürü gibi düşünebilir miyiz? Bu yaklaşım pek doğru ve yerinde olur. Ancak, “bir tek yaşamdaki” kaydını kaldırmak koşulu ile… Esasen şuuraltına bağlı olan ruhsal olayların hiçbirisi bir tek yaşamda edinilmiş duygu ve fikir kompleksi teorisiyle açıklanabilir durumda değildir. Bundan dolayı fobileri haklı olarak, şuuraltı yolu ile açıklamaya başlamadan önce şuuraltı konusunda anlaşmış olmak için biraz konuşmak gerekir.

Şuur ve Şuuraltı 

  Şuur şuuraltı, şuurustü vb. vb. gibi sözcükler ruhsal durumlardan bazılarının görünümüne göre insanlar tarafından verilmiş; gerçek olmayan, var sayılmış isimlerdir. Gerçekte, şuuraltı ve üstü yoktur. Biz ruhçulukta sâdece bir tek şuur hâli tanımlıyoruz. O da daha önce tanımını “bedensiz” dostumuz Üstad’ın söylemiyle yaptığımız ruhun kendi içindeki genel bilgisidir. Ancak, çeşitli âlemlerin türlü türlü maddelerine bağlanma dolayısıyla ruhta bulunan genel bilgi hali bir takım evreler gösterir ki, insanlar bunlara dikkat edip yukarıda saydığımız değişik adları vermişlerdir. Ruh dünyadaki maddelerle ilişki ve etkileşime girebilmek için, o maddelerle uyumlu araçları kullanmak ve sâdece bu araçların yardımı ile çevresini idrak etmek zorunda kaldıkça, şuurunun tezâhür zemini kullandığı bu araçların maddeselliği oranında daralır ve ruhun gösterebileceği kabiliyetlerle beraber çevresinden aldığı bilgilerde o oranda dar / kısıtlı olanaklar içinde ortaya çıkar. Eğer biz ruhun bu sınırsız araçlar ortamında değişmeye mahkûm şuurunu kullanma olanaklarına ayrı ayrı adla koymaya kalkışırsak, bu adları sığdırmaya kitaplarımızın hacmi yetmez.

  Bununla birlikte yeryüzünde ruhların kullandıkları maddesel araçlar aşağı yukarı sâbit olduklarından, biz ruhun bu araçlarla olan ilişkileri bakımından beliren değişik şuur hallerine uygun görülmüş klasik deyişleri korumayı yararlı görüyoruz. İnsanların genellikle yüksek değer verdikleri şuur hâli, bu sözünü ettiğimiz asıl şuur hâlinin dünya maddeleri arasından süzülüp geçebilmiş çok küçük bir kısmıdır. Bundan dolayı, asıl büyük değer, geri kalan ve madde âleminde tezâhür etmeyen kısımlardadır. Deneysel ruhçuluktaki (spiritizm) araştırmalar bu durumun belirgin kanıtlarını bize göstermiştir. Örneğin, hipnoz durumundaki bir süje iyice ve dikkatlice incelenirse; onun, birbirinden farklı birçok ruhsal aşamalar geçirdiği görülür. Her şeyden önce, onun kendiliğinden imajinasyon hâli vardır. Bu durundayken o, tüm şahsiyetini yitirmiş bir otomattan başka bir şey değildir gibi görünür. Kendisine hangi iş telkin edilir ya da hangi fikir aşılırsa, onu büyük bir uysallıkla kabul eder. Bu durumdaki süje, belirli sınırlar içindeki tüm telkinleri tam bir pasivite durumunda aynen gerçekleştirir. Örneğin, ona bir avukat olduğunu söylerseniz, derhal mahkeme salonundaymış gibi, müvekkilini büyük bir sadâkatle savunmaya başlar. Savunmasının en hareketli bir yerindeyken, davasını yitirmiş bir suçlu olduğunu telkin ederseniz, hemen değişir ve bir suçlunun tüm teslimiyetini yansıtan tavırlar içinde yumuşak huylu bir kişi tiplemesine dönüşür.

  Bununla birlikte, yine tam bu sırada kendisine büyük ve zafer kazanmış bir komutan olduğu fikrini aşılarsanız, az önceki yumuşak huylu ve perişan durumunu derhal unutur ve haşmetli bir komutanın her şeye egemen tavırları ile yüksekten atıp tutmaya başlar. Görülüyor ki, kendiliğinden imajınasyon durumu bir dereceye dek, başkasının etkilenmesiyle hareket etmeyi ifâde eden bir ruh hâlidir. Bu duruma, klasik söylemle bilinçaltının tezahürü mü diyeceğiz? Peki, şimdi hipnoz durumunun klasik ikinci aşamasına geçiyorum: Bu aşama katalepsi denilen durumu gösterir. Buradaki durum öncekinden bambaşkadır. Katalepsi durumundaki süjenin telkin kabiliyeti azalmıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz telkinler onda artık etkisini gösteremez ve tüm veriler emirler yanıtsız / tepkisiz kalır ama onda hareketlere (özellikle de müziğe karşı) büyük bir ilgi başlamıştır; normal durumdayken anlayamadığı müzik eserlerini tüm ruhuna nüfuz ettiğini gösteren tepkiler verir. Örneğin, melankolik bir eser karşısında büyük ve hatta aşırı bir hüzün gösterir. Zahitlere özgü bir eser çalınırsa, kendisinden geçmiş bir durum sergiler. Bir oyun havası karşısında da, oynamasını bilsin bilmesin, sıçrayıp/ zıplayıp durmaya başlar. Oysa, müziğe karşı onun normal zamandayken hiçbir ilgisi yoktur.

  Şimdi onun bu durumuna ne diyelim, bu da mı bilinçaltı? Peki, öyle olsun. Hipnoz durumunun 3. aşamasına geliyoruz. Bu duruma giren süjelerde telkin olanağı hemen hemen ortadan kalkmıştır. Süjede, normal durumunda iken görülmeyen bir zekâ akıl yürütme becerisi ortaya çıkar: Düşünceleri “yüksek” tir, duyguları normal durumunda olduğundan daha “temiz ve derin” dir. Hele “somnambilizma” dediğimiz bu durumun biraz ilerlemiş aşamalarında süje, normal durumunda olduğundan daha çok geçiş bilgilere sâhip bir şahsiyete dönüşür. Bilmediği ve hatta işitmemiş olduğu yabancı dillerde konuşmaya başlar. Normal durumunda tamamen yabancısı olduğu birtakım konular üzerinde iddialı lâflar eder, tartışmaya kalkar. Sonbanbülizmin daha da derin aşamalarına dalınca, iyice değişir, örneğin; başka ülkelerde yaşayan bir dille, âdetlerle, tavır ve davranışlarla bambaşka bir insan olduğunu iddia eder. Bu durumuyla o, gerçekten normal durumundakine benzeyen yüksek düşünceli, derin bilgili ve ince duygulu başka bir şahsiyete bürünür. Bu da onun bilinçaltı durumu mudur? Değilse, bilinçaltını özel kılan belirli işaretler nelerdir? Çünkü bu sözünü ettiğimiz 3-4 tipteki şahsiyetin birbirinden ayrıldığı, bunlardan herhangi birisiyle normal / her zamanki şuur durumu arasındaki ayrılıktan çok daha belirgindir.

  Nasıl ki, bu durumları inceleyen araştırmacılar “bilinçaltı” deyişini yeterli görmemişler, bir de “fevkaşşur” durumu deyişini benimsemek zorunda kalmışlardır (super conscsence). Yineliyoruz, bunlara ayrı ayrı adlar uydurmaya hem gerek yoktur, hem de olanak. Burada önemli olan, ruhların; hipnoz, vecid (vecd) dedeubluman vb. gibi durumlarda ortaya çıkan madde ile bağlantılarının gevşemesi oranında şuur hâlinin genişlemesi, tam tersine olarak, bağlantının sıkışmış olduğu normal durumlarda ise şuur hâlinin daralması durumudur. Biz enkarne varlığın her zamanki şuur hâlini asıl şuur hâlinden “bağlı şuur” kaydıyla ayırdık. “Bağlı şuur” ile “serbest şuur” arasındaki sınır asla sabit ve belirli değildir ve bunlardan birincisi, ikincisinin ancak kısmi bir tezâhürüdür. Bu tezâhürün sınırı, ruh ile madde arasındaki ilişkilerin derecesine göre değişir.

  İnsan düşünmek ve eski bilgilerini kullanabilmek için az çok kendi iç âlemine “dalmak” zorundadır. Bunun, klasik deyişle anlamı bilinçaltına “inmek”, bizim anladığımız anlamdaki deyişi ise, ruhun; çevresindeki maddelerle olabildiğince ilgisini keserek, yani az çok maddesel bağlarını gevşeterek dikkatini kendi “içindeki” genel bilgisine çevirmesi ve yapabildiği kadar serbest şuur haline geçebilmesidir.

  Şu halde, eğer her zamanki sıradan ve klasik söylemimizi kullanarak fobileri bilinçaltı teorisiyle açıklamak istersek; bu söylem, yukarıda tanımladığımız genel ve geniş çerçevesi içinde anlamlandırmak koşuluyla bu açıklama doyurucu olur. İşte o zaman, tekrardoğuş konusu da, açıklamayı destekleyici bilgileri bize verir. Artık tüm bu açıklamalardan sonra, yeniden örneğimize dönebiliriz. Tren altında kalmış ya da büyük bir tren kazası geçirmiş, ya da en sevdiği bir yakınını tren kazasında yitirmiş ve sonunda trenden uzak durmayı gerektiren herhangi bir olay içinde yaşamış bir insanı gözümüzün önüne getirelim. Bu adam / kadın bir yaşam sonra yeniden dünyaya geldiğinde; olayı unutmakla beraber, onun kendisinde derin izler bırakmış olan izlenimlerini bağlı şuurunda saklı olarak dünyaya getirecektir. İşte bu şekilde onunun yeryüzündeki bağlı şuuru sürekli zenginleşir. Bu saklı izlenimler, toplumsal koşullara göre içeriğini de az çok değiştirerek (bazen de hiç değiştirmeden) tezâhürler şeklinde ortaya çıkar. Bize göre, dostumuzun demiryolu konulu fobisini böylece eser hâlinde fikir işlerini taşıyan geçmiş yaşamın, bağlı şuurunda (maddeci bilime göre “bilinçaltı”nda) kalan bir izlenimdir.

Dejavüler

  Tam fikir hâlindeki anıların oluşumuna doğru bir adım daha ilerlemiş bulunuyoruz. Doğrusu, burada ele alınacak olay, geçmiş yaşamların izlenimleriyle ilgili az çok karmaşık (bir arada bulunan) bazı duygulardır. Bu duygulara “dejavü” deniyor. Bu tür duygularda (pek ilkel olmakla birlikte) fikir elemanları bulunur. Önce görülmüş olduğundan bile kuşku duyulamayacak belli belirsiz anımsamalardan başlayarak gerçek anımsamalar denecek derecede güçlü izlenimler varıncaya dek giderek belirginleşen geçmişle ilgili anılar arasında dejavüler dikkate değer yer tutar.

 Bu nasıl bir duygudur görelim: Bazı kimseler yeni bir olayla karşılaştıkları ya da bilmedikleri bir yeri ziyaret ettikleri zaman, sanki orasını önceden görmüş gibi tuhaf bir duygunun etkisi altında kalırlar. Bu etkiyle insan bazen o şeyi / yeri önceden görmüş olduğu bir şeye, bir yere benzetir gibi olur. Daha önce vermiş olduğumuz bir örnekte geçen Prens Witgenstein’in kuzeninin yüzyıllarca önce kendisiyle ilgili olan madalyonunu gördüğü zaman uğradığı duygu bu tür ruhsal hallerdendir (Bkz. Cilt III. Sayfa 875).

  Görülen ya da işitilen bir sözün / sesin kişiye yabancı gelmemesinin çeşitli nedenleri olabilir. Örneğin, insan daha önce görmüş olduğu bir yerin bazı taraflarına benzerliği yüzünden, yeni gördüğü bir yeri önceden de görmüş hissine kapılabilir. Fakat ne olursa olsun, bir kurala uymayan histen ibaret olan bu türden duygularda aşağıdaki örneklerde görülen güven ve açıklık yoktur.

  Doğrusu bir bahçe köşesinin başka bir bahçenin köşesine benzemesinden dolayı yanılmalarda en gizli ayrıntılara varılıncaya dek, ayrıntılı açıklama verilemez. Şu halde, dejavüleri açıklamak için, klasik düşünce şeklinin yeğlendiği noktalardan biri olan bu yanılmalar tüm bu olayları açıklamaya yetmez. Bununla birlikte hem bu yanılmalar, hem de gerçek anımsamalar aynı derecede mümkün olan ruhsal durumlardır. Ben, bir şeyi çok eski zamanlarda görmüş ve unutmuş olduğum başka bir şeye benzeterek, onu önceden de görmüşüm gibi yanıltıcı bir hisse kapılabilirim. Yalnız unutulmamalıdır ki, yanıltıcı olaylar, böyle olmayanların değerini ortadan kaldırmaz. Böylece, görmüş ve unutmuş olduğum bir şeyi yeniden görünce, belirsiz bir şekilde de olsa, anımsayabilmem, yukarıda değindiğim yanıltıcı histen daha az doğal bir olay olamaz.

  Demek ki, yanıltıcı duygu ile gerçek duyguları birbirinden ayırmak gerek ve bunları ayırmak için de, her şeyi olduğu gibi; düşünceyi tek taraflı değil, her tarafa akıcı / işlek bir duruma getirmek gerek. Büyük ruhsal olguların incelenmesinde ve irdelenmesinde hiçbir sâbit fikre saptanmak, herhangi bir tarafın düşüncesi ve otoritesi ile hareket etmek zorunluluğunu duymamak ve olup bitenleri büyük bir duygu ve düşünce özgürlüğü ile gözlemlemeye çalışmış olmak gerekir. Böyle bir gözlem becerisi ile söz konusu ettiğimiz olay incelenirse, gerçek duygularla yanıltıcı duygular arasında çok belirgin farkların bulunduğu görülür. İlimde özellikle, canlılıkla ilgili olayların ortaya çıkışında bir oluşun gerçek kimliğini gösteren belirtiler bazen o oluşta başka bir durumu da gösterip, insanı çoğu kez yanıltabilir. Doğada bunun örneği çoktur: Memenjizma durumu ile memenjit hastalığı, ilk görünüşte aynı belirtiyi gösterdiği halde, bunlar birbirinden tamamıyla farklı şeylerdir. Dikkatli bir doktor gözlemci, birbirine tamamıyla benzeyen  bu iki sendrom karşısında; hangisinin gerçek, hangisinin yalancı olduğunu ayırdetmekte zorlanmaz. Çünkü her birinin gene kendine özgü (her sıradan göze çarpmayan) özellikleri bulunmaktadır. Benzer şekilde yalancı anjin ile gerçek anjin arasında da şaşırtıcı ve birbirinin aynı görünen ortak belirtileri vardır. tıpta sık sık görülen bu yanıltıcı olayların içinden çıkmak için özel bir uzmanlığa gerek varken, onlardan daha yanıltıcı ve daha ince olan moral olaylar üzerinden araştırmalar yapan kimselerin bu gereksinimden ayrı kalacaklarını sanmıyoruz.

  Bununla birlikte, ne üzücüdür ki, iç hastalıklar dalında oldukça ilerlemiş olan bu konulardaki gözlem olanakları akıl hastalıkları dalında birçok noktalarda geri durumda. Bu durumun bir sonucu olarak, sıradaşı görünen tüm ruhsal durumlar tek yanlı, yani sâdece marazî bakımdan ele alınıyor. Ruhla ilgili bilgilerde büyük gelişmelere ve açılımlara hizmet edebilecek en doğal ve değerli olgular birçok akıl hastalıkları doktoruna göre herhangi bir hastalığın belirtisidir. Ruhun dünyada ortaya çıkan bazı hallerini belirli formüllere sığdırmak bir dereceye kadar olanaklıdır. Bu durum bilimsel bazı incelemeleri kolaylaştırması bakımından belki yararlı görülebilir ama genel ruh bilgisi ve enkarne varlığın dünyalar arasındaki ve hatta değişik enkarnasyonlarındaki mukadderatın incelenmesi konusunda bu dar formüller içinde düşünmek yararlı ve bilimsel sonuçların elde edilmesinde engeldir. Bununla beraber, bu realiteyi kabul edebilmek bazı koşullara bağlıdır ki, bu koşulların başında; realitelerin sonsuzluğunu iyice anlamış olmak, ruhun sonsuzluğunu kabul etmiş bulunmak ve nihayet yeryüzü yaşamının üç beş günlük bir tek ömürden ibaret olmadığını bilmek gelir. Zannedersem, her biri yüksek birer realite olan bu gereklilikleri göz ardı ederek birkaç hastalığın üzerinde yapılmış istatistiklere dayanıp tüm ruh varlığında cereyan eden sıra dışı olguları hastalık tezâhürü olarak bilmek ve tüm ruhsal durumları bizim ancak üç beş kalemlik aksiyon ve reaksiyonların ve tüm ruhsal durumları bizim ancak üç beş kalemlik aksiyon ve reaksiyonlarımıza bağlayıvermek, bilgi yaşamımız için yararlı bir iş olmaz. Örneğin, akıl hastalıkları doktorlardan bazılarının, hükümleri genelleşmiş olsaydı; tüm medyomlar aktif ve pasif tüm metapsişik süjeleri, hattâ tüm metapsişik bilim insanları birer “deli” diye akıl hastanelerine kapatılmak gerekirdi ve böyle yapılmış olsaydı, insan hakkındaki bilgimiz, en aşağı, bugünkünün yarısından az olurdu. Bereket versin, araştırıcı ruhun, dogmatik otoriteleri kırmak içgüdüsü vardır. Bu iç güdünün önüne hiçbir olumsuz hareket geçemez. Tüm bunlardan dolayı, şu ya da bu ekole mensup bir doktor ne derse desin; örneğin, bir telestezi, bir telekinezi vb. durumları böyle bir aydın gözlemcinin dikkatinden kaçamaz. Fakat bu aydın bilim insanı bu olayların değerini ölçerken başkalarının yaptığı gibi, mutlaka hastane terazilerini kullanmak zorunluluğundan kendini kurtarmış bulunmaktadır. İşte bu düşüncelerle incelenmesi gereken dejavülerle ilgili aşağıda birkaç örnek verilmiştir.

  Bağlı şuurun derindeki tabakalarında uyumakta olan pek eski anıların herhangi uyarıcı bir olay ve herhangi uygun bir durum karşısında ortaya çıkabildikleriyle ilgili canlı örneklerden bir kısmını rüyalardan alabiliriz. Örneğin, sıkça rastlanan bir olay vardır: Kişi, ömründe biç görmediği bir binayı, bir bahçeyi ya da bir ülkeyi rüyasında görür; önce o, buna hiç değer vermez. Fakat günün birinde bir yolculuk sırasında rüyasında gördüğü şeylerin gerçek olduğunu anlayınca, şaşırır kalır. Bu tür olaylar birçok nedenlerin etkisi altında ortaya çıkacağı gibi, ruh varlığının derinliklerinde “uyuklayan” kadîm bir anının pasif uyku sırasında canlanmış olması ve rüya vetiresi ile beyin cevherlerine aksetmiş bulunmasıyla da açıklanabilir. Hatta başka dejavüleri ve anımsamaları da biz aşağı yukarı buna yakın bir yaklaşımla açıklıyoruz.

Böyle rüyalardan üç tanesini örnek olarak aşağıda paylaşıyorum:

  “Çocukluk yıllarımda babamın, köprü inşaatında bulunduğu Trilport Kasabası’na sık sık giderdim. Büyüdükten sonra bir gece rüyamda; kendimi çocukluk zamanında yaşadığım Trilport Kasabası’nda gördüm. Yanında üniformalı bir adam bardı. Ona kim olduğunu sorduğum zaman, “C….” olduğunu ve köprüyü korumakla görevli olduğunu söyledi. Uyandım. Bu adam kimdi? Tanıdıklarım arasında böyle bir kimsenin bulunduğunu bir türlü anımsamıyordum. Beni çocukluğumda sık sık Trilport’a götüren va hala hayatta olan yaşlı hizmetçiye sordum. Yanıt olarak, evvelce “G….” adında bir köprü bekçisi olduğunu söyledi. Hiç kuşkusuz o zaman bu adamı, hizmetçimiz gibi ben de görmüştüm ama onu tamamen unutulmuş anılarım canlanmıştır.”

  “Yukarıdaki rüyayı bir gün dostum M.F.’ye anlatmıştım. Onun da doğrudan doğruya kendisinin gördüğü bazı rüyalar üzerinde gözlem ve incelemeleri vardır. Bundan dolayı , benimkinden daha ilginç olan rüyasının anlattı: M.F. çocukluğunda yaşadığı Montbrison kentinden 25 yıldan beri uzak bulunuyordu. Günün birinde baba dostlarını ziyaret etmek ve önceki memleketini görmek için Torez’e dek bir yolculuk yapmaya karar verdi. Hareketinin ertesi günü yolda bir rüya gördü. Rüyasında Montbrison’un bir yerinde bulunuyordu ama burası onun daha önce gördüğü bir yer değildi. Karşısında da hiç tanımadığı bir adan vardı. Bu adam, kendisine babasının arkadaşı olduğunu ve adının da “T….” olduğunu söylüyordu. M.F. yolculuğunu bitirdi ve Montbrison’a geldi. Fakat oralarda dolaşırken, rüyasında gördüğü yerle karşı karşıya gelince, hayret etmedi. Çünkü onu, rüyasında aynen gördüğü gibi bulmuştu ve “T…”adındaki şahıs da oradaydı. O aynen rüyasında gördüğü gibiydi. Yalnız yüzünün çizgileri biraz daha fazlalaşmış ve ihtiyarlamıştı da…”

  “Birkaç gün önce birbiri ardınca rüyamda; beyaz kravatlı, kenarları geniş şapkalı acayip yüzlü, Amerikalılara benzeyen bir adam görüyordum. Bu adamın yüzü hiç de tanıdık bir simaya benzemiyordu. Bu rüyamda hayal gücümün uydurduğu bir tip olarak kabul etmiştim. Fakat aradan birkaç ay geçtikten sonra, bir sokakta onu karşımda görünce, hayretten donakaldım. Gerçekte, karşılaştığım bu şahıs; şapkasının şekliyle, beyaz kravatıyla, redingotu ve Amerikalı tavırlarıyla, birkaç ay önce benim birbiri arkasından geceleri rüyamda gördüğüm adamın ta kendisiydi. Bu adamı Clichy Caddesine kadar izledim. Fakat onun Batignolles’e doğru ilerlediğini görünce, yolunun fazla uzayacağını düşünerek peşini bıraktım. Aradan bir ay daha geçti. Gene bir gün Chichy Caddesi’nden geçiyordum. Tekrar aynı adamla karşılaştım. Artık durum anlaşılmıştı. Ben, birkaç yıl önce, özel derslerim nedeniyle haftada 3 kez bu caddeden geçmek zorunda bulunmuştum. Hiç kuşkusuz o adama, bu yolda şimdi olduğu gibi, belki birkaç kez rast gelmiştim. Fakat o zaman bu tip, benim dikkatimi çekmemiş ve hatırımda da onunla ilgili bir şey kalmamıştı.”

  Maury bu olayın, rüyasında nasıl canlanmış olduğunu, akla yakın olan aşağıdaki fikirleriyle açıklıyordu: “Bu eski anının rüyada neden canlandığını iyice düşündüm ve çok da zorlanmadan nedenini buldum: Bu adamı rüyada görmezden birkaç gün önce rastladığım bir kadınla birkaç saat konuşmuştum. Bu kadın evvelce, haftada 3 kez Clichy Caddesi’nden geçmeme neden olan işlerim hakkında benimle görüşmüştü. Hiç kuşkusuz, bu konuşma bende eski anıları tazelemiş ve o zaman dikkatimi çekmeyen beyaz kravatlı adamı da olaylar arasına karıştırarak rüyamda karşıma çıkartmıştı.”

  Şimdi, bu kimselerin hiçbirinde, örneklerde gördüğümüz rüyalarından dolayı akıl hastalığı vardır denemez. Oysa bunlar da başka tertipte tezahür eden birer dejavüdür. Bunlardan her biri, önceden görülüp, sonradan unutulmuş olaylarla, beklenmedik zamanda karşılaşmaktan dolayı birer anımsamadır ve gerçek olayların ortaya konuluşudur. Böyle dejavüler, rüyalara karışarak nasıl oluyorsa, rüya dışında da öylece ortaya çıkabilir. İşte aşağıda vereceğim birkaç örnek bu sonuncu gruptaki olaylarla ilgilidir ve bu örneklerde gittikçe canlı anımsamalara yaklaşan belirgin fikir öğeleri vardır:

  I- Bu örnek, Pierre-Jules Bertlay’ın Camille Flammarion’a göndermiş olduğu anısıyla ilgilidir. “Bu şahıs, daha önce hiç bulunmadığı Lyon kentine gidiyordu. Orada bulunduğu ilk günlerinde, öğrencilerden birisi kendisini Saint – Just – Doiyeux’e götürmek istiyor. Yolda tam Sait – Paul – en – Jarret’e gelince, Pierre- Jules bir hayret çığlığı atıyor. Çünkü bu kenti o kadar iyi tanıyor ki, hiçbir rehbere gerek kalmadan istediği yeri ziyaret edebilecek kudreti kendinde görüyor. Çünkü o, buralarını bir yıl önce tüm ayrıntısıyla rüyasında görmüştü.”

  İlk bakışta bu da önceki örneklere benzetilebilirse de; biraz dikkat edilince, arada önemli bir farkın bulunduğu anlaşılır. Önceki örneklerde, rüyada yinelenen rüyetin ifâde ettiği gerçek olayı, bu yaşamın az çok uzak, geçmiş zamanların birinde saptıyoruz. Oysa bu son örnekteki rüyanın gerçek nedenini öncekiler gibi bu yaşamdaki bir olgu ile saptayamıyoruz. Önceden görülmemiş bir olayın anımsanması söz konusu olamaz. O halde, bu rüyada anımsanan olay, bu yaşamda görülmemiş ise, ne zaman görülmüştür? Burada öne sürülebilecek kompozisyonculuk becerisi ve durugörü yeteneği birçok bakımdan bu olayı açıklamaya yetmez. Bu duruma göre rüyada görülen vizyon bir anıdır ve bu anının kökünü bu yaşamda bulamayınca, geçmiş yaşamlarda aramak gerekir. Burada akla gelebilecek bir açıklama şekli de, bu yerlerin daha önce fotoğraflarda görülmesi ya da kitaplarda okunmuş olmasıdır. Bununla birlikte, aşağıdaki örnek bu düşünceyi açık bir şekilde çürütür:

  II- “….on yıl önce Roma’ya gitmiştim. Bu kenti önceden hiç bilmiyordum. Fakat orada gezdikçe, sık sık tanıdık yerlere rastgeliyordum. Gerçi bu aşinalığın açıklaması, daha önceden görülmüş fotoğraf ve tablolarla olasıdır ama böyle bir açıklama, sâdece heykeller ve yapılar hakkında düşünülebilir. Oysa, karanlık labirentler tahtelarz katakompler (**) için bu yolda bir açıklama söz konusu olamaz. Birkaç gün sonra Fivoli’ye gittim. Orası da bana tanıdık çıktı. Daha önce bu kentle ilgili hiçbir şey okumamıştım ve hiçbir resim de görmemiştim. Bununla beraber dilimin ucuna bir sürü sözler geldi ve kadim zamanlarda, nelerin nerelerde bulunmakta olduğunu söylemeye başladım. Çevremde bulunan rehberler bu kent hakkında önce derin incelemeler yapmış olduğuma kanaat getirdiler. Oysa aslında ben bu kenti ancak birkaç günden beri tanımaya başlamıştım. Fakat bu anılar bir süre sonra, kararmaya / silikleşmeye başladı. O anda, rolünü unutan bir tiyatro oyuncusu gibi, birden sustum ve hiçbir şey söyleyemez oldum. Tüm anılar, parçalanan bir mozaik gibi dağılıp gitmişti.”

  Eğer ruhun sürüp gitmesini ve geçmiş yaşamların var olduğunu, her şeye karşın kabul etmemeyi bir ilke olarak benimsersek, dejavülere neden olan olguları bu dünya yaşamında bulamadığımız halde, sırf önceki yaşamların olgularını yadsımak için onları; ya akıl ve mantığın kabul edemeyeceği, karışık bir takım yollarda açıklamaya çalışırız ya da onların açıklamalarına yanaşmamayı yeğleriz ki, bunlar da bize ilim yaşamında hiçbir şey kazandırmaz.

  III- “A….ünlü bir Romen artisttir ve eski bir Romen ailesinden gelmektedir. İlk büyük savaşta Londra’daydı ve askerdi. Bir gün, Comte de Berkshire’de tatbikat sırasında yüzbaşı ile birlikte at sırtında giderken, bir tepeyi uzaktan görünce, ‘A….’ya bu tepeyi sanki önceden tanıyormuş gibi bir duygu geldi ve  çevreyi betimlemeye  başladı. Bundan hayrete düşen yüzbaşı bunları önceden görüp görmediğini sorunca, ‘A….’ Yaşamı boyunca,  daha önce asla buralara gelmemiş olduğunu söyledi. Hattâ, o sâdece bu tepeyi değil, tepenin arkasında bulunan ve henüz görünmeyen yerleri de betimledi. Arka tarafta, koni şeklinde bir dağın bulunduğunu, bu dağın küçük bir ormanla süslenmiş olduğunu belirtti ve onun çevresindeki araziyi de anlatmaya başladı.  Buralarda doğmuş büyümüş  olan yüzbaşı her yeri karış karış biliyordu. ‘A…’nın anlattıkları tamamen doğruydu. Sonunda, bu olay unutuldu, aradan zaman geçti. Bir yıl sonra orada bir kazı yapılmıştı. Bu kazı sonucunda taştan bir anıt ortaya çıktı. Bu anıt, Romenler’in Büyük Britanya’yı işgal ettikleri zamanla ilgiliydi ve üzerinde de orada ölenlerin adları yazılı bulunuyordu. Bu adlar arasında ‘A…’nın atalarından birinin adı da vardı.

  Bu yerleri iyice bilen “A…’ın anıtta adı yazılı kişi olabileceğini düşünmekten bizi alıkoyacak neden ne olabilir? Verdiğimiz bu örnekteki dejavüler gerçek birer olayın anısıdır ve marazî hallerden yersiz / anlamsız hislerden ayrı bir şeydir. Böyle yersiz hislerden ortaya çıkan dejavülerde; ne bir kenti eskiden beri biliyormuşçasına rehbersiz olarak dolaşabilmenin, ne de bir ülkenin kaya mezarlarına ve gizli yerlerine varıncaya dek her yanı hakkında öteki gezginleri de hayrete düşürecek derecede bilgi verebilmenin ve ne de kendi ülkesinden kilometrelerce uzak yörelerdeki dağları / tepeleri betimleyebilmenin olanağı vardır.

  IV- Bu kategoriden vereceğimiz son örnek öncekinden daha dikkat çekicidir ve bizi, gelecek kısımlardaki anımsama yolu ile geçmiş yaşamların irdelenmesine yarayan örneklere hazırlayıcı içeriktedir. Bu örneği bir dereceye kadar kısaltarak yazıyorum. Gerçek bir dejavü olan bu olay, aslen Fransız olan Bayan Mathilda de Krampkoff’a aittir:

  “1893’te eşimle beraber Rusya’daki Rivaldia’ya gidiyorduk. Daha önce ben Rusya’yı hiç görmemiştim. Rus sınırını birkaç gün önce geçmiştik. Biraz da annemin istememesine karşın, genç bir Rus ile evlenerek büyük bir arzu ile özlediğim bu uzak Rus kentine gelmiştim. Eşim Rus asilzadelerinden biriydi. Bu ülke her şeyiyle beni, nedeni bilinmez bir şiddetle kendine çekiyordu. Bu yerlerde yaşamanın düşüncesi bile beni mutlu etmeye yetiyordu. Buraya gelirken, Rus sınırını geçmeden önce, sınıra yaklaştıkça, kalbim büyük bir heyecanla çarpmaya başlamıştı. Süslü siyah – beyaz renkler benim gözümde en parlak ışıklara bedeldi. Çevremde Rusça konuşuldukça, sanki bu dili önceden biliyormuşum gibi oluyordum. Odesa’ya geldik. Gördüğüm hiçbir şeyi yadırgamıyordum, hatta kendimi vatanımda hissediyordum. Yalta’ya çıktığımız zaman, yeniliklere susamış bir Fransız kadını gibi değildim. Tıpkı, Kırım’ın güzel sahillerinde birkaç gün geçirmek için yeniden gelmiş olan bir yerli gibiydim.

  İmparatorun yakın çevresinde olan kayınbiraderin buradaki uçsuz bucaksız ormanları bana tanıtmak için debdebeli bir süvâri alayı hazırlattırdı. Bu geziden bir gün önce içim içime sığmıyordu; sanki tüm varlığım, bu gezeceğimiz yerlere doğru fırlayıp gitmiş gibiydi. Bu seferki duygularım, Rusya’ya ilk geldiğim zamankinden daha garip ve şiddetliydi. Gezintimizin daha ilk saatlerinde, ormanlar karşı konulamaz bir şekilde gözlerimi büyülü bir mıknatıs gibi çekmişti. Alayımıza, bu ormanları çok iyi bilen iki Tatar rehberlik ediyordu. Birçok yerden geçtik, pek çok yerlerde durduk. Akşama doğru atlar ve süvariler yorulmuştu. Rehberler önde, bizler arkalarında yürüyorduk. Benim kalbim binbir türlü acayip ve karmaşık duyguların tesiri altında çarpıyordu. Ruhum sanki o yollarda benden önde yürüyordu. İlerleyişimiz sırasında, bir an geldi ki, rehberimiz telaşlanmaya başladı. Sağa sola bakıyorlar, çevrede bir şeyler görmeye çalışıyorlardı. Sonunda alayı durdurdular ve yollarını yitirdiklerini söylediler.

  Gerçekten de dar yollar gittikçe belirsiz ve karmaşık bir görünüme bürünmüştü. Rehberler hangi yola sapacaklarını bilememişlerdi. Topluluğu genel bir hüzün ve belirsizlik kapladı. Hatta korkuya kapılanlar bile gözden kaçmıyordu. Akşam karanlığı bastırdıkça, orman daha gizemli ve korkunç görünüyordu. Sonu yokmuş gibi görünen bu ormanda soğuk bir gece nasıl geçecekti… Eşim beni teselli etmeye başlamıştı ama ben hiç de telaş ve ürküntü içinde değildim. Çünkü nerede olduğumuzu iyi bir şekilde biliyordum. O anda sanki içimde buraları çok iyi bilen bir varlık bulunuyordu. Bu varlık, sâdece bu yöreyi değil, tüm ülkeyi çok iyi biliyor gibiydi. Bu duygular içinde âmirane bir ses ile herkesin sâkin olmasını, çünkü ormanda kaybolmadığımızı söyledim. Sözümü sürdürerek, sol taraftaki patikayı izlememizi, bu patikanın bizi daha geniş bir patikaya çıkaracağını ve onun da ağaçsız bir meydana açılacağını ve sonunda bir sıra ağaç olduğunu ve orada yarı Tatar, yarı Rus bir kasabanın bulunduğunu belirttim. İşin garibi, ben o sırada bu betimlediğim yerleri ‘görüyordum’. Zihnimdeki resimde, bu kasabanın evleri dört köşeli bir meydanın çevresinde dizilmişti. İleride Bizans tarzı güzel sütunlar üzerine kurulmuş bir revak da vardı. Bu revakın altında mermerden yapılmış güzel bir çeşme vardı. Revakın arkasında da eski bir evin verandası bulunuyordu. Zihnimdeki bu manzara o kadar güzel ve uyumluydu ki…

  Tüm bu gördüklerimi son derece hızlı ve kendimden emin bir dille anlatı vermiştim. Gördüklerim çok açık, seçik ve netti. Dahası, bu gördüklerimin söze gelmez duygusunu da içimde taşıyordum. Bu arada, herkes çevremi sarmış, şaşkınlık dolu gözlerle beni dinliyordu. Onlara göre benim bu anlattıklarım tuhaf, belki de yersiz ve şakadan başka bir şey değildi. Ben ise sararmış, solmuş ve sanki donakalmıştım; eşim beni endişeyle kontrol etmeye çalıyordu. Bağırarak yinelemekten kendimi alamamıştım: ‘Evet, evet, evet ! Söylediklerim doğrudur, göreceksiniz.’ Atımın dizginini sola çekiştirerek dar patikaya girdim. Topluluk beni izlemeye başladı. Seslendirdiğim zihinsel resim hâla canlıydı ve ben sâkindim. İlerledikçe orman ağaçları seyrekleşmeye başlamıştı. Ben menzile bir an önce varabilmek için o kadar hızlanmıştım ki, yanımdaki eşim ve onun kardeşi geride kalmıştı. Topluluğumuza bir sessizlik çökmüştü; sis yükseliyordu ama ortalıkta henüz benim betimlediğim meydana benzer bir açıklık yoktu. Bununla birlikte ben iyice biliyordum ki, orada, ileride bir meydan vardı ve ben kendimden emin bir şekilde oraya doğru at sürüyordum.

  Sonunda, elimdeki kırbacı ileri doğru uzatarak, ilerimizde belli belirsiz ortaya çıkmaya başlayan meydanı işaret ettim. Arkamdaki topluluktan uğultu şeklinde bir hayret nidası yükseldi ve atlar hızlandı. Evet gerçektende bu, zihnimdeki meydandı. Bu meydanın karşı ucu sisler içinde kaybolmuş görünmüyordu. Sâdece insanlar değil, atlar bile doğru yönde olduğumuzu anlamış gibi koşmaya başlamıştı. Yeniden büyük bir ağaçlığın içinde bulduk kendimizi. Orada ben artık kendimde değildim, son perde de yırtılmıştı çünkü belli belirsiz bir ışık göründü ileride. O sırada bana bir ses de gelmeye başlamıştı, nereden geldiği belli değildi ama onu  zihnimde duyumsuyordum ve şöyle diyordu. ‘Marina, sen misin? Gene geliyorsun! Bak, çeşmen hala susmadı, evin hâla yerinde duruyor. Hoş geldin,  sevgili Marina.’  Oh! Bu ne heyecandır, ne beşer üstü bir sevinç! Her şey orada… Benim gözlerimin önünde; revak, çeşme, ev… Hepsi orada. Ama artık bu çok olmuştu. Sendeledim ve yuvarlandım ama eşim beni düşmeden yakaladı.

  Kendi malım olan bu toprağa ve o güzel çeşmenin yanına beni eşim yavaşça yatırdı. Ben hıçkırıklar içinde ve yarı trans haldeydim. Birtakım gölgeler koşuşturdular. Bunlar Rusça ve Tatarca konuşuyorlardı; beni eve doğru götürdüler. Sendeleyen bacaklarım güçlükle yürüyordu. Evin eşiğini geçerken kalbim, parçalanacak gibi çarpıyordu. Fakat tam bu sırada tüm vizyonlar zihnimde siliniverdi onların yerine o akşamın bilinen realitesi geçiverdi. Şimdi artık tamamıyla yabancı bir odayı, yabancı şeyleri görüyordum. Marina’nın varlığı silindi. Ben onun kim olduğunu ve ne zaman yaşamış olduğunu asla bilmeyeceğim. Fakat biliyorum ki, o buradaydı ve çok genç bir yaşta burada ölmüştü. Bunu duyuyorum ve bundan eminim.

  Eşim bana sıcak sıcak bir çay içirdi, tüm gezi arkadaşlarım çevremi sardı. Herkes hayret içindeydi ve herkes tüm bunları benim nasıl bildiğimi öğrenmek istiyordu. Ben eşiğe oturdum. Bu evin kime âit olduğunu ve kimlerin burada yaşamış bulunduğunu eşime sordum. Fakat kimse bu konuda çok fazla bir şey bilmiyordu. Eşim bu evin bir Lehli’ye ait olduğunu bildiğini söyledi. Bu evin gerçek eski sâhipleri bilinmiyordu. Fakat ben, Marina, emindim ki bu evde yaşamıştım.

  Yıllarca Rusya’da oturdum. Ama bu ülkede kendimi hiçbir zaman yabancı olarak duyumsamadım; tam tersine, kendimi evimde gibi algılamıştım. Tatillerde Fransa’ya gittiğim zaman, orada kendimi buradaki kadar vatanımda duyumsamıyordum. Şunu da eklemeliyim ki, Rusya’nın başka hiçbir yerinde bu yakınlığı duymadım. Artık durumu daha iyi anlamış bulunuyorum ve yine anladım ki, Marina ile ben, aynı Mathilde de Krapkoff’dan başka kimseler değiliz.”

  Bu olayı bazı kimseler sıradan bir durugörü olarak kabul etmeye eğilimli görünürler. Gerçi burada ruhun bu melekesi işe karışmamış değildir. Fakat durugörü melekesinin bu müdahelesi, bu olayda eski olayın anısının bulunduğu fikrini ortadan kaldırmak bir yana, bu anımsamanın ne yoldan olduğunu açıklamış olması bakımından da onu desteklemektedir. Gerçekten buradaki anımsama, sıradan bir iç duygusu şeklinde değildir: Gidilecek yöreye daha varmadan önce dejavü olayının ortaya çıkması, bu yerler hakkında sıradan bir anımsama değil; canlı, ayrıntılı bir vizyon olgusunun gerçekleşmesi ve sonunda tüm bu olayların içine orada herkesçe hatta doğrudan doğruya Bayan Mathilde’nin kendisince ne olduğu belirsiz bir “Marina” öyküsünün karışması, bu bayanın geçmiş zamanlarda da buralarda yaşamış olduğu hipotezini destekleyen etmenlerdir. Görülüyor ki, burada bir dejavü ile beraber, onu destekleyen iki ruh melekesi daha söz konusudur ki; bunlardan biri psikometri, ötekisi de telestezi’dir.

  Eğer bayan “M…” bu kasabaya gittikten sonra orasını tanımış olsaydı, bu sıradan bir dejavü olurdu. Nasıl ki önceki örneklerde bunu gördük. Fakat bu bayan ormana girince, kaybolma tehlikesi karşısında bir uyanma / kendine gelme durumunda kalınca; daha önce içinde yaşadığı evine gelmeden, maziye doğru olup bitenleri anımsamaya başlamıştır. Bu bir psikometri durumudur. Burada onun anımsadığı olaylar; başkasıyla değil, yine kendisi ile ilgilidir. Fakat bu anımsama aynı zamanda uzaktan bir görü ile ortaya çıkmıştır. O, yolları, meydanı ağaçlardan olma bir duvarı, evleri, revakı, çeşmeyi vb. vb. daha oralardan uzaklarda bulunurken, bir vizyon halinde görmüştür ki, bu da bir durugörü olgusudur. Bununla birlikte bunu böylece kabul etmekle, bu olayın geçmiş zamanla ilgili bir olguyu ifade eden dejavü olduğunu yadsıma durumu ortaya çıkar mı? Asla! Çünkü eğer bu olay önceden var olmuş olmasaydı; onu ne psikometri ne de telestezi yolu ile açıklayabilirdik ve esasen o zaman bu olay zaten böyle cereyan etmezdi. Durugörü demek, var olan bir şeyi uzaktan algılamak demektir. Oysa burada; ev, revak, vb. gibi şeyler var olunmakla birlikte Marina ve onun anıları yoktur. Dolayısıyla bu nokta psikometri ile açıklanamaz. Olmayan bir geçmişin uydurulması yolunda bir psikometri tanımlanamamıştır. Yani psikometrik olgularda, bir hareket noktasından başlayarak; ileriye ya da geriye doğru, gelecek ya da geçmiş realiteleri dile getirmek özelliği vardır. şu halde burada var olan; hem  durugörü, hem de psikometri halleri geçmiş olayların dejavü şeklinde şuur yüzeyine çıkmasına yardım etmiştir. 

(**) Katakomp à Kaya mezarı  

 Yayın Tarihi:19 Haziran 2015 

 

© Astroset 2003-2015