Fobi, bazı
şeyler ya da olaylar karşısında duyulan ve görünürde hiçbir
nedeni olmayan vehbi (doğal) bir korku türüdür. Bu tür
korkudan daha önce de söz etmiştik ve hatta bir köprü
fobisini de örnek olarak vermiştik. Doğrusu bazı
insanlar görünürde hiçbir nedeni olmadığı halde, en önemsiz
bir; durum, olay ve olgu karşısında anlamsız bir şekilde
korkuya kapılır. Akıl hastalıkları konusunda uzman
doktorlar birçok fobi türü saptanmış ve bunları adlandırmışlardır.
Bunlar
hakkında bir fikir verebilmek için, birkaç fobiden söz edeceğim.
Bazı kimseler çarşıdan, pazardan korkarlar ve böyle yerlere
gidemezler bile. Bu korku onlarca nedensizdir (agorafobi).
Bazıları da kapalı yerlerden
korkarlar. Bu gibilerde tek başlarına bir odaya / eve
giremezler, ev içinde yalnız da kalamazlar (calaustrophobie).
Bazı kadınlar da hemcislerinden korkarlar ve başka kadınlardan
uzak dururlar (gynephobie). Birçok kimse de kan görmekten korkar. Bir kanama ya da kan
birikintisi karşısında duramazlar ve nedensiz bir korkuya kapılırlar
(hematophobie).
Benzer şekilde akarsuların yanına yaklaşamayanlar ve onlara
uzaktan bile bakmaya dayanamayanlar vardır (potamobhobie). Başka
bir grup ise ölülerden
korkar. Gerçi kadavra görmeye alışık olmayan
herkeste buna benzer bir durum varsa da, söz konusu ettiğimiz
kimselerde bu durum aşırı düzeydedir. Bunları kadavra düşüncesi
bile korkutur ve eziyet düzeyinde rahatsız eder (necrophobie).
Bazıları da madeni
eşyaya dokunmaktan korkar (metallophobie). Daha birçok
kimselerce ve tıp tarafından bilinen korku türü vardır. Örneğin
biçimsiz bir şekle bakmaktan / yaklaşmaktan, vücutlarının
bir tarafında bir bozukluğun oluşup oluşmadığını endişe
ile sık sık orasını, burasını yakalayıp duranlar bile
bulunmaktadır (dismorphobie). Hele bir hastalığa
yakalanma korkusu vardır ki, herkesçe bilinir (nosphıbie).
Bu gruptakilerden bazıları kuduracaklarından korkarlar (lyssophobie) Başka bir kısmı da uyuz olmaktan
korkar ve bu hastalığa yakalanmak endişesi onları sürekli
tedirgin eder (parasitophobie). Bazı kimseler de doğal olmayan
bir şekilde mikroptan korkar; çıplak elleriyle hiçbir yere
dokunamaz, bir şeyi tutamaz, hatta kendilerine sevgi ve içtenlikle
el sıkışmak için uzatılmış tertemiz ellerle bile tokalaşmaktan
iğrenirler. Yanlışla ya da mecburiyetten böyle bir şey
olsa, hemen yanlarında taşıdıkları kolonya şişesini çıkarıp
ellerini ve kollarını kolonya ile iyice ovarlar. Bir yere
gittikleri zaman, oturacak yer bulamazlar. Şapkalarını,
bastonlarını temiz farzettikleri bir büfenin, bir piyanonun
ya da salonda itina ile ayrılmış bir yerlere koyarlar. Eğer
evlerine bir misafir gelse; misafirin oturduğu yerin mikropla
dolduğunu zannederek, oraları hatta odanın her yerine tekrar
tekrar silip süpürürler. Uzun lafın kısası, bunlar sürekli
olarak korku içinde yaşayan insanlardır (bacteriophobie).
Daha birçok
fobi türü bile vardır. biz, küçük bir fikir verebilmek için
bunlardan ancak birkaçını yazabildik. Gerçi bu durumların
bir kısmı dünyada görebildiğimiz bazı marazî nedenlere bağlıdır
fakat birçokları da hiçbir nedene bağlanamaz ve tamamıyla
ruhsal olay olarak kalır. Oysa kitabımızda yer yer yinelediğimiz
gibi, evrende maddesel olaylardan yalıtılmış saf / ruhsal hiçbir
durum söz konusu değildir. Her şey ruhla madde ilişkisinden
doğmuştur. Bundan dolayı, eğer bir takım fobilerin bu dünyada
maddesel / fiziksel nedenleri bulunamıyorsa, onları başka (önceki)
yaşamların olayları arasında araştırmaktan korkulmamalıdır.
Aksi takdirde, bu da ayrıca bir fobi olur.
Örneğin,
birisini tanırım ki, bu şahıs tamamıyla sağlıklı olduğu
halde, elli yaşına dek süren bir korku onu sürekli izlemiştir.
Bu da, boş bir eve girmek korkusuydu. Onun bu korkusuyla ilgili
ortada hiçbir neden yoktu. O, ailesinin kendisini bu korkudan
vazgeçirmek için harcamış olduğu tüm emeklere karşın, çocukluğundan
beri bu korkuyu çektiğini söylerdi. Bu adam tüm işlerinde
cesurdu ve her işi de normaldi. Ama kendi evine bile, yanında
kimse olmadığı zamanlarda giremezdi. Onun içeri girebilmesi
için, beş altı yaşında bir çocuğun bile evde bulunması
yeterliydi.
Benzer şekilde,
tanıdığım ve toplumsal durumu oldukça iyi başka bir kişi
daha vardı ki, bunun fobisi öncekinden daha acayipti: O, bir
demir yolunun üzerinden hiçbir zaman herkes gibi dümdüz geçemezdi.
Demiryolunun üzerine bir adım attıktan sonra orada durur ve
tam bir dairelik devir yaptıktan sonra kendisini yıldırım hızıyla
karşı tarafa atardı. O, bu hareketini şöyle açıklıyordu:
“Tam demiryoluna adım atınca,
içimde müthiş bir korku ortaya çıkıyor, sanki tren gelecek
ve beni çiğneyip geçecekmiş gibi bir tesirin altında kalıyorum”
Bu şahıs; normal düşünen, cesur ve herkes gibi her hâliyle
normal bir adamdı. Bu duyguyu her seferinde canlandıracak bir
kaza da geçirmemişti. O, kendisini bildi bileli böyle olduğunu
söylüyordu. Hele, denizden korkup da “boğulacağım” diye
ömrü boyunca sandala binmemiş kimselerin sayısı da az değildir.
Bunların hepside aklı başında normal kimselerdir.
Bu
fobilerden birçoğunun bu yaşamda geçen olaylarla açıklanamadığını
kabul ettikten sonra onların nedenlerini daha gerilerde araştırmak
zorunda kalırız:
Örneğin, demiryoluyla ilgili fobi,
atalardan birinin tren kazası geçirmesiyle kazanılmış ve
torunlara geçmiş bir “miras” olarak düşünülebilir
miyiz? Bu şekildeki açıklama oldukça zorlama olur ve bizi
birçok yerde yarı yolda bırakır ve karşımıza, çözülmesi
kendinden güç sorunlar çıkarır. Daha önce de belirttiğimiz
gibi veraset birçok şeyin açıklanmasına yardım eder ama
her şeyin değil. Nasıl ki içgüdülerini doğuşunda
da verâsetin rolünü bir araç olarak kabul etmiştik.
Bununla beraber, olayları ille de eldeki formüllere uydurmak
amacıyla hareket edilirse; belirttiğim gibi, birçok yerleri
fobilerin kendisinden çok açıklama gerektiren birtakım yeni
bilinmezler karşısında kalınır.
Gerçekten de burada
birtakım duygu komplekslerinden söz etmek, içgüdüleri, röfulmanları,
alışkanlıkları, veraset yasalarının resesif tiplerini öne
sürmek gibi, akla gelen teorilere başvurmak olasıdır.
Herhangi bir teorinin zayıf yanlarını olasılıklı hükümlere
bırakmaya razı olduktan sonra, bu teorilerden herhangi biri
bir dereceye kadar da savunulabilir. Ancak, daha önce de
belirttiğimiz gibi, bir teoriden daha kuvvetli, daha açık ve
daha iyi kanıtlanmış başka teori söz konusu olursa, önceki
teoriyi zorla yaşatmaya çalışmanın bilimsel bir değeri /
anlamı kalmaz. Buradaki durum da aynıdır. Bu fobili bilmem
hangi atadan miras kalmış bir korku olarak kabul etmenin birçok
itirazlı noktalarını düşünerek, geçmiş yaşamın bir izi
gibi kabul etmek doğru bir yaklaşım olur. Çünkü birinci düşüncenin
kuvvetli itirazlarla karşılanmasına karşılık, ikinci düşünceyi
kuvvetle destekleyecek başka birçok kanıtlara sahip
bulunuyoruz ki, gelecek sayfalarımızda bu kanıtların bir kısım
ortaya konacaktır.
Şu açıklama şeklinin olduğunu da
biliyoruz: Tüm fobiler birer hastalık belirtisidir; dolayısıyla
marazî bir durumdur. Her şeyden önce, iki tür fobiyi
birbirinden ayırmak gerekir: Bunlar ayrı ayrı nedenlere bağlı
olan ayrı ayrı şeylerdir. Hatta moral nedenlerden ileri
gelmeyip, sâdece fizyopatolojik nedenlerden ileri gelenlere
fobi sözcülüğü uygun görmek bile doğru olmaz.
Fizyopatolojik fobiler esâsen
başlı başına bir korku duygusu değildir. Bunlar bazı dış
etmenlerin etkisiyle oluşan, organlarla ilgili karışıklıklara
bağlı ıstıraplı ya da hoş olmayan duygulardır. Bu yüzden,
buradaki nedenler bellidir ve tamamıyla bedenin rahatsızlıkları
ile açıklanabilir. Bunlara “korku”
demekten çok; var olan maddesel ve zararlı dış etmenlere karşı
gösterilen bir “savunma tepkisi”
demek daha doğru olur. Örneğin, fotofobi böyledir.. Buradaki
durum, ışıktan korkma değildir. Herhangi bir hastalık yüzünden,
göz organında ışığa karşı var olan marazî bir duyarlılıktan
kaynaklanmış ışıktan korunma tepkisidir. Benzer şekilde
hidrofobi de böyledir. Kuduz virüslerinin etkisi altında
ortaya çıkan sinirsel ve kaslarla ilgili bir karışıklık yüzünden
kudurmuş bir kimse yutkunamaz ve yutkunma hissi gelince, tüm
boğaz kasları şiddetli bir kasılmayla büzülür ve hastaya
pek büyük ıstırap verir. Oysa, suyun görünümü ve hatta düşüncesi
bile bu ıstıraplı kasılmalara yeterli bir neden oluşturur.
İşte hasta bu ıstıraptan kendisini korumak için sudan kaçar;
yoksa, burada gerçek bir su korkusu yoktur, korkunun nedeni doğrudan
su değildir, tam tersine hasta susuzdur ve su içme
gereksinimi içinde kıvranmaktadır.
Görülüyor ki, fobi adı
altında dile getirilen duygular arasında tamamıyla maddesel
nedenlere bağlı gerçekten fizyopatolojik olan durumlar vardır.
Oysa, örneğin; yukarıda değindiğimiz demiryoluyla ilgili
fobide böyle maddesel hiçbir neden yoktur. Bu fobi sahibinin
organlarında ne maddeten ne de başka bir bozukluk / rahatsızlık
yoktur. Bununla beraber, o sanki bir tren altına kalacakmış
gibi, elinde olmadan ve görünürde nedensiz bir korku içinde
bulunmaktadır.
Demek ki, biz fobilerden söz
ederken; birincileri değil, gerçek moral fobileri
kastediyoruz. Bunun dışında kalanlar tıp doktorlarını
ilgilendiren ve bizim incelemelerimizin dışında kalan
durumlardır. Şimdi bu fobilerin tamamı için, “patalojik durumlardır”
deyivermekle, sorunu çözmüş olur muyuz? Yukarıda belirttiğimiz,
organlarla ilgili nedenlere bağlı fobiler, fizyopatolojik
esaslar kapsamında pek güzel açıklanabilirler ama
demiryoluyla ilgili örnekteki fobiyi hangi organik başkalaşma
ile açıklamak olanaklıdır? Bunun patolojik bir durum olduğu
iddiasını haklı çıkarmak için yenilip durulan birçok söze
ve teoriye karşın, ömründe tren kazası görmemiş bir adamın
kafasındaki korkunun oluşumunu bilimsel ve doyurucu bir şekilde
açıklamak olanaklı olmuyor. Bunun rahatsızlık olarak kabul
edilmesi, sıra dışı durumundan ileri geliyorsa, bu düşünce
bir realitenin ürünü olabilir. O zaman, elimizde rahatsızlık
olur, hipnotik uyku, somnambüllizma, rüya telestezik ve
telekinetik tüm olaylar (yani tüm medyomluk halleri) ve hatta “yüksek” düşünceler ve duygular, deha vb. gibi sıradan
almayan birçok durumlar da rahatsızlık olur. Yalnız burada
unutulmaması gereken nokta şudur ki, olayların sıradan ya da
sıra dışı oluşu, bir kısım insanların anlayışlarına göredir.
Ama evrenin mukadderatı, insanların çok değişken olan anlayışlarıyla
belirlenmiş değildir. Bundan başka kendi realitemizle biz;
fobileri rahatsızlık olarak kabul etsek bile, onun ruhsal yanımızdaki
büyük nedenlerini araştırıp bulmak kaydından kendimizi
kurtaramayız.
Bu konunun bir açıklamaya şekli
daha düşülebilir: Acaba fobileri, insanın bir tek yaşamında
geçen birçok karışık olayların şuuraltı
izlerinden doğmuş bir duygu kompleksinin fobi şeklinde ortaya
çıkmış tezahürü gibi düşünebilir miyiz? Bu yaklaşım
pek doğru ve yerinde olur. Ancak, “bir
tek yaşamdaki” kaydını
kaldırmak koşulu ile… Esasen şuuraltına
bağlı olan ruhsal olayların hiçbirisi bir tek yaşamda
edinilmiş duygu ve fikir kompleksi teorisiyle açıklanabilir
durumda değildir. Bundan dolayı fobileri haklı olarak, şuuraltı
yolu ile açıklamaya başlamadan önce şuuraltı konusunda
anlaşmış olmak için biraz konuşmak gerekir.
Şuur
ve Şuuraltı
Şuur şuuraltı,
şuurustü vb. vb. gibi sözcükler ruhsal durumlardan bazılarının
görünümüne göre insanlar tarafından verilmiş; gerçek
olmayan, var sayılmış isimlerdir. Gerçekte, şuuraltı
ve üstü yoktur. Biz ruhçulukta sâdece bir tek şuur hâli
tanımlıyoruz. O da daha önce tanımını “bedensiz” dostumuz Üstad’ın söylemiyle yaptığımız
ruhun kendi içindeki genel bilgisidir. Ancak, çeşitli âlemlerin
türlü türlü maddelerine bağlanma dolayısıyla ruhta
bulunan genel bilgi hali bir takım evreler gösterir ki,
insanlar bunlara dikkat edip yukarıda saydığımız değişik
adları vermişlerdir. Ruh dünyadaki maddelerle ilişki ve
etkileşime girebilmek için, o maddelerle uyumlu araçları
kullanmak ve sâdece bu araçların yardımı ile çevresini
idrak etmek zorunda kaldıkça, şuurunun tezâhür zemini
kullandığı bu araçların maddeselliği oranında daralır ve
ruhun gösterebileceği kabiliyetlerle beraber çevresinden aldığı
bilgilerde o oranda dar / kısıtlı olanaklar içinde ortaya çıkar.
Eğer biz ruhun bu sınırsız araçlar ortamında değişmeye
mahkûm şuurunu kullanma olanaklarına ayrı ayrı adla
koymaya kalkışırsak, bu adları sığdırmaya kitaplarımızın
hacmi yetmez.
Bununla birlikte yeryüzünde ruhların
kullandıkları maddesel araçlar aşağı yukarı sâbit
olduklarından, biz ruhun bu araçlarla olan ilişkileri bakımından
beliren değişik şuur hallerine uygun görülmüş klasik deyişleri
korumayı yararlı görüyoruz. İnsanların genellikle yüksek
değer verdikleri şuur
hâli, bu sözünü ettiğimiz asıl şuur
hâlinin dünya maddeleri arasından süzülüp geçebilmiş
çok küçük bir kısmıdır. Bundan dolayı, asıl büyük değer,
geri kalan ve madde âleminde tezâhür etmeyen kısımlardadır.
Deneysel ruhçuluktaki (spiritizm) araştırmalar bu durumun
belirgin kanıtlarını bize göstermiştir. Örneğin, hipnoz durumundaki bir süje iyice ve dikkatlice
incelenirse; onun, birbirinden farklı birçok ruhsal aşamalar
geçirdiği görülür. Her şeyden önce, onun kendiliğinden imajinasyon hâli vardır. Bu durundayken o, tüm
şahsiyetini yitirmiş bir otomattan başka bir şey değildir
gibi görünür. Kendisine hangi iş telkin
edilir ya da hangi fikir aşılırsa, onu büyük bir uysallıkla
kabul eder. Bu durumdaki süje, belirli sınırlar içindeki tüm
telkinleri tam bir pasivite durumunda aynen gerçekleştirir. Örneğin,
ona bir avukat olduğunu söylerseniz, derhal mahkeme
salonundaymış gibi, müvekkilini büyük bir sadâkatle
savunmaya başlar. Savunmasının en hareketli bir yerindeyken,
davasını yitirmiş bir suçlu olduğunu telkin
ederseniz, hemen değişir ve bir suçlunun tüm teslimiyetini
yansıtan tavırlar içinde yumuşak huylu bir kişi tiplemesine
dönüşür.
Bununla birlikte, yine tam bu sırada
kendisine büyük ve zafer kazanmış bir komutan olduğu
fikrini aşılarsanız, az önceki yumuşak huylu ve perişan
durumunu derhal unutur ve haşmetli bir komutanın her şeye
egemen tavırları ile yüksekten atıp tutmaya başlar. Görülüyor
ki, kendiliğinden
imajınasyon durumu bir dereceye dek, başkasının
etkilenmesiyle hareket etmeyi ifâde eden bir ruh hâlidir. Bu
duruma, klasik söylemle bilinçaltının tezahürü mü diyeceğiz?
Peki, şimdi hipnoz
durumunun klasik ikinci aşamasına geçiyorum: Bu aşama katalepsi denilen durumu gösterir.
Buradaki durum öncekinden bambaşkadır. Katalepsi durumundaki süjenin telkin
kabiliyeti azalmıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz telkinler onda artık etkisini gösteremez ve tüm
veriler emirler yanıtsız / tepkisiz kalır ama onda
hareketlere (özellikle de müziğe karşı) büyük bir ilgi başlamıştır;
normal durumdayken anlayamadığı müzik eserlerini tüm ruhuna
nüfuz ettiğini gösteren tepkiler verir. Örneğin, melankolik
bir eser karşısında büyük ve hatta aşırı bir hüzün gösterir.
Zahitlere özgü bir eser çalınırsa, kendisinden geçmiş bir
durum sergiler. Bir oyun havası karşısında da, oynamasını
bilsin bilmesin, sıçrayıp/ zıplayıp durmaya başlar. Oysa,
müziğe karşı onun normal zamandayken hiçbir ilgisi yoktur.
Şimdi onun bu durumuna ne diyelim, bu
da mı bilinçaltı?
Peki, öyle olsun. Hipnoz durumunun 3. aşamasına geliyoruz. Bu
duruma giren süjelerde telkin olanağı hemen hemen ortadan
kalkmıştır. Süjede, normal durumunda iken görülmeyen bir
zekâ akıl yürütme becerisi ortaya çıkar: Düşünceleri “yüksek”
tir, duyguları normal durumunda olduğundan daha “temiz ve derin” dir.
Hele “somnambilizma”
dediğimiz bu durumun biraz ilerlemiş aşamalarında süje,
normal durumunda olduğundan daha çok geçiş bilgilere sâhip
bir şahsiyete dönüşür. Bilmediği ve hatta işitmemiş olduğu
yabancı dillerde konuşmaya başlar. Normal durumunda tamamen
yabancısı olduğu birtakım konular üzerinde iddialı lâflar
eder, tartışmaya kalkar. Sonbanbülizmin daha da derin aşamalarına
dalınca, iyice değişir, örneğin; başka ülkelerde yaşayan
bir dille, âdetlerle, tavır ve davranışlarla bambaşka bir
insan olduğunu iddia eder. Bu durumuyla o, gerçekten normal
durumundakine benzeyen yüksek düşünceli, derin bilgili ve
ince duygulu başka bir şahsiyete bürünür. Bu da onun bilinçaltı
durumu mudur? Değilse, bilinçaltını özel kılan belirli işaretler
nelerdir? Çünkü bu sözünü ettiğimiz 3-4 tipteki şahsiyetin
birbirinden ayrıldığı, bunlardan herhangi birisiyle normal /
her zamanki şuur durumu arasındaki ayrılıktan çok daha
belirgindir.
Nasıl ki, bu durumları inceleyen araştırmacılar
“bilinçaltı” deyişini yeterli görmemişler, bir de “fevkaşşur”
durumu deyişini benimsemek zorunda kalmışlardır
(super conscsence). Yineliyoruz, bunlara ayrı ayrı adlar
uydurmaya hem gerek yoktur, hem de olanak. Burada önemli olan,
ruhların; hipnoz, vecid (vecd) dedeubluman vb. gibi durumlarda
ortaya çıkan madde ile bağlantılarının gevşemesi oranında
şuur hâlinin genişlemesi, tam tersine olarak, bağlantının
sıkışmış olduğu normal durumlarda ise şuur hâlinin
daralması durumudur. Biz enkarne varlığın her zamanki şuur
hâlini asıl şuur hâlinden “bağlı
şuur” kaydıyla ayırdık. “Bağlı
şuur” ile
“serbest
şuur” arasındaki sınır asla sabit ve belirli değildir
ve bunlardan birincisi, ikincisinin ancak kısmi bir tezâhürüdür.
Bu tezâhürün sınırı, ruh ile madde arasındaki ilişkilerin
derecesine göre değişir.
İnsan düşünmek ve eski bilgilerini
kullanabilmek için az çok kendi iç âlemine “dalmak”
zorundadır. Bunun, klasik deyişle anlamı bilinçaltına “inmek”,
bizim anladığımız anlamdaki deyişi ise, ruhun; çevresindeki
maddelerle olabildiğince ilgisini keserek, yani az çok
maddesel bağlarını gevşeterek dikkatini kendi “içindeki” genel
bilgisine çevirmesi ve yapabildiği kadar serbest şuur haline
geçebilmesidir.
Şu halde, eğer her zamanki sıradan
ve klasik söylemimizi kullanarak fobileri bilinçaltı
teorisiyle açıklamak istersek; bu söylem, yukarıda tanımladığımız
genel ve geniş çerçevesi içinde anlamlandırmak koşuluyla
bu açıklama doyurucu olur. İşte o zaman, tekrardoğuş
konusu da, açıklamayı destekleyici bilgileri bize verir. Artık
tüm bu açıklamalardan sonra, yeniden örneğimize dönebiliriz.
Tren altında kalmış ya da büyük bir tren kazası geçirmiş,
ya da en sevdiği bir yakınını tren kazasında yitirmiş ve
sonunda trenden uzak durmayı gerektiren herhangi bir olay içinde
yaşamış bir insanı gözümüzün önüne getirelim. Bu adam
/ kadın bir yaşam sonra yeniden dünyaya geldiğinde; olayı
unutmakla beraber, onun kendisinde derin izler bırakmış olan
izlenimlerini bağlı şuurunda saklı olarak dünyaya
getirecektir. İşte bu şekilde onunun yeryüzündeki bağlı
şuuru sürekli zenginleşir. Bu saklı izlenimler, toplumsal koşullara
göre içeriğini de az çok değiştirerek (bazen de hiç değiştirmeden)
tezâhürler şeklinde ortaya çıkar. Bize göre, dostumuzun
demiryolu konulu fobisini böylece eser hâlinde fikir işlerini
taşıyan geçmiş yaşamın, bağlı şuurunda (maddeci bilime
göre “bilinçaltı”nda)
kalan bir izlenimdir.
Dejavüler
Tam fikir hâlindeki anıların oluşumuna
doğru bir adım daha ilerlemiş bulunuyoruz. Doğrusu, burada
ele alınacak olay, geçmiş yaşamların izlenimleriyle ilgili
az çok karmaşık (bir arada bulunan) bazı duygulardır. Bu
duygulara “dejavü”
deniyor. Bu tür duygularda (pek ilkel olmakla birlikte) fikir
elemanları bulunur. Önce görülmüş olduğundan bile kuşku
duyulamayacak belli belirsiz anımsamalardan başlayarak gerçek
anımsamalar denecek derecede güçlü izlenimler varıncaya dek
giderek belirginleşen geçmişle ilgili anılar arasında dejavüler
dikkate değer yer tutar.
Bu nasıl bir duygudur görelim: Bazı
kimseler yeni bir olayla karşılaştıkları ya da bilmedikleri
bir yeri ziyaret ettikleri zaman, sanki orasını önceden görmüş
gibi tuhaf bir duygunun etkisi altında kalırlar. Bu etkiyle
insan bazen o şeyi / yeri önceden görmüş olduğu bir şeye,
bir yere benzetir gibi olur. Daha önce vermiş olduğumuz bir
örnekte geçen Prens Witgenstein’in kuzeninin yüzyıllarca
önce kendisiyle ilgili olan madalyonunu gördüğü zaman uğradığı
duygu bu tür ruhsal hallerdendir (Bkz. Cilt III. Sayfa 875).
Görülen ya da işitilen bir sözün
/ sesin kişiye yabancı gelmemesinin çeşitli nedenleri
olabilir. Örneğin, insan daha önce görmüş olduğu bir
yerin bazı taraflarına benzerliği yüzünden, yeni gördüğü
bir yeri önceden de görmüş hissine kapılabilir. Fakat ne
olursa olsun, bir kurala uymayan histen ibaret olan bu türden
duygularda aşağıdaki örneklerde görülen güven ve açıklık
yoktur.
Doğrusu bir bahçe köşesinin başka
bir bahçenin köşesine benzemesinden dolayı yanılmalarda en
gizli ayrıntılara varılıncaya dek, ayrıntılı açıklama
verilemez. Şu halde, dejavüleri açıklamak için, klasik düşünce
şeklinin yeğlendiği noktalardan biri olan bu yanılmalar tüm
bu olayları açıklamaya yetmez. Bununla birlikte hem bu yanılmalar,
hem de gerçek anımsamalar aynı derecede mümkün olan ruhsal
durumlardır. Ben, bir şeyi çok eski zamanlarda görmüş ve
unutmuş olduğum başka bir şeye benzeterek, onu önceden de görmüşüm
gibi yanıltıcı bir hisse kapılabilirim. Yalnız unutulmamalıdır
ki, yanıltıcı olaylar, böyle olmayanların değerini ortadan
kaldırmaz. Böylece, görmüş ve unutmuş olduğum bir şeyi
yeniden görünce, belirsiz bir şekilde de olsa, anımsayabilmem,
yukarıda değindiğim yanıltıcı histen daha az doğal bir
olay olamaz.
Demek ki, yanıltıcı duygu ile gerçek
duyguları birbirinden ayırmak gerek ve bunları ayırmak için
de, her şeyi olduğu gibi; düşünceyi tek taraflı değil,
her tarafa akıcı / işlek bir duruma getirmek gerek. Büyük
ruhsal olguların incelenmesinde ve irdelenmesinde hiçbir sâbit
fikre saptanmak, herhangi bir tarafın düşüncesi ve otoritesi
ile hareket etmek zorunluluğunu duymamak ve olup bitenleri büyük
bir duygu ve düşünce özgürlüğü ile gözlemlemeye çalışmış
olmak gerekir. Böyle bir gözlem becerisi ile söz konusu ettiğimiz
olay incelenirse, gerçek duygularla yanıltıcı duygular arasında
çok belirgin farkların bulunduğu görülür. İlimde özellikle,
canlılıkla ilgili olayların ortaya çıkışında bir oluşun
gerçek kimliğini gösteren belirtiler bazen o oluşta başka
bir durumu da gösterip, insanı çoğu kez yanıltabilir. Doğada
bunun örneği çoktur: Memenjizma durumu ile memenjit hastalığı,
ilk görünüşte aynı belirtiyi gösterdiği halde, bunlar
birbirinden tamamıyla farklı şeylerdir. Dikkatli bir doktor gözlemci,
birbirine tamamıyla benzeyen bu
iki sendrom karşısında; hangisinin gerçek, hangisinin yalancı
olduğunu ayırdetmekte zorlanmaz. Çünkü her birinin gene
kendine özgü (her sıradan göze çarpmayan) özellikleri
bulunmaktadır. Benzer şekilde yalancı anjin ile gerçek anjin
arasında da şaşırtıcı ve birbirinin aynı görünen ortak
belirtileri vardır. tıpta sık sık görülen bu yanıltıcı
olayların içinden çıkmak için özel bir uzmanlığa gerek
varken, onlardan daha yanıltıcı ve daha ince olan moral
olaylar üzerinden araştırmalar yapan kimselerin bu
gereksinimden ayrı kalacaklarını sanmıyoruz.
Bununla birlikte, ne üzücüdür ki,
iç hastalıklar dalında oldukça ilerlemiş olan bu
konulardaki gözlem olanakları akıl hastalıkları dalında
birçok noktalarda geri durumda. Bu durumun bir sonucu olarak, sıradaşı
görünen tüm ruhsal durumlar tek yanlı, yani sâdece marazî
bakımdan ele alınıyor. Ruhla ilgili bilgilerde büyük gelişmelere
ve açılımlara hizmet edebilecek en doğal ve değerli olgular
birçok akıl hastalıkları doktoruna göre herhangi bir hastalığın
belirtisidir. Ruhun dünyada ortaya çıkan bazı hallerini
belirli formüllere sığdırmak bir dereceye kadar olanaklıdır.
Bu durum bilimsel bazı incelemeleri kolaylaştırması bakımından
belki yararlı görülebilir ama genel ruh bilgisi ve enkarne
varlığın dünyalar arasındaki ve hatta değişik
enkarnasyonlarındaki mukadderatın incelenmesi konusunda bu dar
formüller içinde düşünmek yararlı ve bilimsel sonuçların
elde edilmesinde engeldir. Bununla beraber, bu realiteyi kabul
edebilmek bazı koşullara bağlıdır ki, bu koşulların başında;
realitelerin sonsuzluğunu iyice anlamış olmak, ruhun sonsuzluğunu
kabul etmiş bulunmak ve nihayet yeryüzü yaşamının üç beş
günlük bir tek ömürden ibaret olmadığını bilmek gelir.
Zannedersem, her biri yüksek birer realite olan bu
gereklilikleri göz ardı ederek birkaç hastalığın üzerinde
yapılmış istatistiklere dayanıp tüm ruh varlığında
cereyan eden sıra dışı olguları hastalık tezâhürü
olarak bilmek ve tüm ruhsal durumları bizim ancak üç beş
kalemlik aksiyon ve reaksiyonların ve tüm ruhsal durumları
bizim ancak üç beş kalemlik aksiyon ve reaksiyonlarımıza bağlayıvermek,
bilgi yaşamımız için yararlı bir iş olmaz. Örneğin, akıl
hastalıkları doktorlardan bazılarının, hükümleri genelleşmiş
olsaydı; tüm medyomlar aktif ve pasif tüm metapsişik süjeleri,
hattâ tüm metapsişik bilim insanları birer “deli” diye akıl
hastanelerine kapatılmak gerekirdi ve böyle yapılmış olsaydı,
insan hakkındaki bilgimiz, en aşağı, bugünkünün yarısından
az olurdu. Bereket versin, araştırıcı ruhun, dogmatik
otoriteleri kırmak içgüdüsü vardır. Bu iç güdünün önüne
hiçbir olumsuz hareket geçemez. Tüm bunlardan dolayı, şu ya
da bu ekole mensup bir doktor ne derse desin; örneğin, bir
telestezi, bir telekinezi vb. durumları böyle bir aydın gözlemcinin
dikkatinden kaçamaz. Fakat bu aydın bilim insanı bu olayların
değerini ölçerken başkalarının yaptığı gibi, mutlaka
hastane terazilerini kullanmak zorunluluğundan kendini kurtarmış
bulunmaktadır. İşte bu düşüncelerle incelenmesi gereken
dejavülerle ilgili aşağıda birkaç örnek verilmiştir.
Bağlı şuurun derindeki tabakalarında
uyumakta olan pek eski anıların herhangi uyarıcı bir olay ve
herhangi uygun bir durum karşısında ortaya çıkabildikleriyle
ilgili canlı örneklerden bir kısmını rüyalardan
alabiliriz. Örneğin, sıkça rastlanan bir olay vardır: Kişi,
ömründe biç görmediği bir binayı, bir bahçeyi ya da bir
ülkeyi rüyasında görür; önce o, buna hiç değer vermez.
Fakat günün birinde bir yolculuk sırasında rüyasında gördüğü
şeylerin gerçek olduğunu anlayınca, şaşırır kalır. Bu tür
olaylar birçok nedenlerin etkisi altında ortaya çıkacağı
gibi, ruh varlığının derinliklerinde “uyuklayan” kadîm bir anının pasif uyku sırasında
canlanmış olması ve rüya vetiresi ile beyin cevherlerine
aksetmiş bulunmasıyla da açıklanabilir. Hatta başka dejavüleri
ve anımsamaları da biz aşağı yukarı buna yakın bir yaklaşımla
açıklıyoruz.
Böyle rüyalardan üç tanesini örnek
olarak aşağıda paylaşıyorum:
“Çocukluk
yıllarımda babamın, köprü inşaatında bulunduğu Trilport
Kasabası’na sık sık giderdim. Büyüdükten sonra bir gece
rüyamda; kendimi çocukluk zamanında yaşadığım Trilport
Kasabası’nda gördüm. Yanında üniformalı bir adam bardı.
Ona kim olduğunu sorduğum zaman, “C….” olduğunu ve köprüyü
korumakla görevli olduğunu söyledi. Uyandım. Bu adam kimdi?
Tanıdıklarım arasında böyle bir kimsenin bulunduğunu bir türlü
anımsamıyordum. Beni çocukluğumda sık sık Trilport’a götüren
va hala hayatta olan yaşlı hizmetçiye sordum. Yanıt olarak,
evvelce “G….” adında bir köprü bekçisi olduğunu söyledi.
Hiç kuşkusuz o zaman bu adamı, hizmetçimiz gibi ben de görmüştüm
ama onu tamamen unutulmuş anılarım canlanmıştır.”
“Yukarıdaki
rüyayı bir gün dostum M.F.’ye anlatmıştım. Onun da doğrudan
doğruya kendisinin gördüğü bazı rüyalar üzerinde gözlem
ve incelemeleri vardır. Bundan dolayı , benimkinden daha ilginç
olan rüyasının anlattı: M.F. çocukluğunda yaşadığı
Montbrison kentinden 25 yıldan beri uzak bulunuyordu. Günün
birinde baba dostlarını ziyaret etmek ve önceki memleketini görmek
için Torez’e dek bir yolculuk yapmaya karar verdi.
Hareketinin ertesi günü yolda bir rüya gördü. Rüyasında
Montbrison’un bir yerinde bulunuyordu ama burası onun daha önce
gördüğü bir yer değildi. Karşısında da hiç tanımadığı
bir adan vardı. Bu adam, kendisine babasının arkadaşı olduğunu
ve adının da “T….” olduğunu söylüyordu. M.F. yolculuğunu
bitirdi ve Montbrison’a geldi. Fakat oralarda dolaşırken, rüyasında
gördüğü yerle karşı karşıya gelince, hayret etmedi. Çünkü
onu, rüyasında aynen gördüğü gibi bulmuştu ve
“T…”adındaki şahıs da oradaydı. O aynen rüyasında gördüğü
gibiydi. Yalnız yüzünün çizgileri biraz daha fazlalaşmış
ve ihtiyarlamıştı da…”
“Birkaç
gün önce birbiri ardınca rüyamda; beyaz kravatlı, kenarları
geniş şapkalı acayip yüzlü, Amerikalılara benzeyen bir
adam görüyordum. Bu adamın yüzü hiç de tanıdık bir
simaya benzemiyordu. Bu rüyamda hayal gücümün uydurduğu bir
tip olarak kabul etmiştim. Fakat aradan birkaç ay geçtikten
sonra, bir sokakta onu karşımda görünce, hayretten donakaldım.
Gerçekte, karşılaştığım bu şahıs; şapkasının şekliyle,
beyaz kravatıyla, redingotu ve Amerikalı tavırlarıyla, birkaç
ay önce benim birbiri arkasından geceleri rüyamda gördüğüm
adamın ta kendisiydi. Bu adamı Clichy Caddesine kadar izledim.
Fakat onun Batignolles’e doğru ilerlediğini görünce,
yolunun fazla uzayacağını düşünerek peşini bıraktım.
Aradan bir ay daha geçti. Gene bir gün Chichy Caddesi’nden
geçiyordum. Tekrar aynı adamla karşılaştım. Artık durum
anlaşılmıştı. Ben, birkaç yıl önce, özel derslerim
nedeniyle haftada 3 kez bu caddeden geçmek zorunda bulunmuştum.
Hiç kuşkusuz o adama, bu yolda şimdi olduğu gibi, belki
birkaç kez rast gelmiştim. Fakat o zaman bu tip, benim
dikkatimi çekmemiş ve hatırımda da onunla ilgili bir şey
kalmamıştı.”
Maury bu olayın, rüyasında nasıl
canlanmış olduğunu, akla yakın olan aşağıdaki
fikirleriyle açıklıyordu: “Bu eski anının rüyada neden
canlandığını iyice düşündüm ve çok da zorlanmadan
nedenini buldum: Bu adamı rüyada görmezden birkaç gün önce
rastladığım bir kadınla birkaç saat konuşmuştum. Bu kadın
evvelce, haftada 3 kez Clichy Caddesi’nden geçmeme neden olan
işlerim hakkında benimle görüşmüştü. Hiç kuşkusuz, bu
konuşma bende eski anıları tazelemiş ve o zaman dikkatimi çekmeyen
beyaz kravatlı adamı da olaylar arasına karıştırarak rüyamda
karşıma çıkartmıştı.”
Şimdi, bu kimselerin hiçbirinde, örneklerde
gördüğümüz rüyalarından dolayı akıl hastalığı vardır
denemez. Oysa bunlar da başka tertipte tezahür eden birer
dejavüdür. Bunlardan her biri, önceden görülüp, sonradan
unutulmuş olaylarla, beklenmedik zamanda karşılaşmaktan
dolayı birer anımsamadır ve gerçek olayların ortaya konuluşudur.
Böyle dejavüler, rüyalara karışarak nasıl oluyorsa, rüya
dışında da öylece ortaya çıkabilir. İşte aşağıda
vereceğim birkaç örnek bu sonuncu gruptaki olaylarla
ilgilidir ve bu örneklerde gittikçe canlı anımsamalara yaklaşan
belirgin fikir öğeleri vardır:
I- Bu örnek, Pierre-Jules Bertlay’ın
Camille Flammarion’a göndermiş olduğu anısıyla ilgilidir.
“Bu
şahıs, daha önce hiç bulunmadığı Lyon kentine gidiyordu.
Orada bulunduğu ilk günlerinde, öğrencilerden birisi
kendisini Saint – Just – Doiyeux’e götürmek istiyor.
Yolda tam Sait – Paul – en – Jarret’e gelince, Pierre-
Jules bir hayret çığlığı atıyor. Çünkü bu kenti o
kadar iyi tanıyor ki, hiçbir rehbere gerek kalmadan istediği
yeri ziyaret edebilecek kudreti kendinde görüyor. Çünkü o,
buralarını bir yıl önce tüm ayrıntısıyla rüyasında görmüştü.”
İlk bakışta bu da önceki örneklere
benzetilebilirse de; biraz dikkat edilince, arada önemli bir
farkın bulunduğu anlaşılır. Önceki örneklerde, rüyada
yinelenen rüyetin ifâde ettiği gerçek olayı, bu yaşamın
az çok uzak, geçmiş zamanların birinde saptıyoruz. Oysa bu
son örnekteki rüyanın gerçek nedenini öncekiler gibi bu yaşamdaki
bir olgu ile saptayamıyoruz. Önceden görülmemiş bir olayın
anımsanması söz konusu olamaz. O halde, bu rüyada anımsanan
olay, bu yaşamda görülmemiş ise, ne zaman görülmüştür?
Burada öne sürülebilecek kompozisyonculuk becerisi ve durugörü
yeteneği birçok bakımdan bu olayı açıklamaya yetmez. Bu
duruma göre rüyada görülen vizyon bir anıdır ve bu anının
kökünü bu yaşamda bulamayınca, geçmiş yaşamlarda aramak
gerekir. Burada akla gelebilecek bir açıklama şekli de, bu
yerlerin daha önce fotoğraflarda görülmesi ya da kitaplarda
okunmuş olmasıdır. Bununla birlikte, aşağıdaki örnek bu düşünceyi
açık bir şekilde çürütür:
II-
“….on yıl önce Roma’ya gitmiştim. Bu kenti önceden hiç
bilmiyordum. Fakat orada gezdikçe, sık sık tanıdık yerlere
rastgeliyordum. Gerçi bu aşinalığın açıklaması, daha önceden
görülmüş fotoğraf ve tablolarla olasıdır ama böyle bir açıklama,
sâdece heykeller ve yapılar hakkında düşünülebilir. Oysa,
karanlık labirentler tahtelarz katakompler (**) için bu yolda
bir açıklama söz konusu olamaz. Birkaç gün sonra
Fivoli’ye gittim. Orası da bana tanıdık çıktı. Daha önce
bu kentle ilgili hiçbir şey okumamıştım ve hiçbir resim de
görmemiştim. Bununla beraber dilimin ucuna bir sürü sözler
geldi ve kadim zamanlarda, nelerin nerelerde bulunmakta olduğunu
söylemeye başladım. Çevremde bulunan rehberler bu kent hakkında
önce derin incelemeler yapmış olduğuma kanaat getirdiler.
Oysa aslında ben bu kenti ancak birkaç günden beri tanımaya
başlamıştım. Fakat bu anılar bir süre sonra, kararmaya /
silikleşmeye başladı. O anda, rolünü unutan bir tiyatro
oyuncusu gibi, birden sustum ve hiçbir şey söyleyemez oldum.
Tüm anılar, parçalanan bir mozaik gibi dağılıp gitmişti.”
Eğer ruhun sürüp gitmesini ve geçmiş
yaşamların var olduğunu, her şeye karşın kabul etmemeyi
bir ilke olarak benimsersek, dejavülere neden olan olguları bu
dünya yaşamında bulamadığımız halde, sırf önceki yaşamların
olgularını yadsımak için onları; ya akıl ve mantığın
kabul edemeyeceği, karışık bir takım yollarda açıklamaya
çalışırız ya da onların açıklamalarına yanaşmamayı yeğleriz
ki, bunlar da bize ilim yaşamında hiçbir şey kazandırmaz.
III- “A….ünlü
bir Romen artisttir ve eski bir Romen ailesinden gelmektedir. İlk
büyük savaşta Londra’daydı ve askerdi. Bir gün, Comte de
Berkshire’de tatbikat sırasında yüzbaşı ile birlikte at sırtında
giderken, bir tepeyi uzaktan görünce, ‘A….’ya bu tepeyi
sanki önceden tanıyormuş gibi bir duygu geldi ve çevreyi
betimlemeye başladı.
Bundan hayrete düşen yüzbaşı bunları önceden görüp görmediğini
sorunca, ‘A….’ Yaşamı boyunca, daha
önce asla buralara gelmemiş olduğunu söyledi. Hattâ, o sâdece
bu tepeyi değil, tepenin arkasında bulunan ve henüz görünmeyen
yerleri de betimledi. Arka tarafta, koni şeklinde bir dağın
bulunduğunu, bu dağın küçük bir ormanla süslenmiş olduğunu
belirtti ve onun çevresindeki araziyi de anlatmaya başladı. Buralarda
doğmuş büyümüş olan
yüzbaşı her yeri karış karış biliyordu. ‘A…’nın
anlattıkları tamamen doğruydu. Sonunda, bu olay unutuldu,
aradan zaman geçti. Bir yıl sonra orada bir kazı yapılmıştı.
Bu kazı sonucunda taştan bir anıt ortaya çıktı. Bu anıt,
Romenler’in Büyük Britanya’yı işgal ettikleri zamanla
ilgiliydi ve üzerinde de orada ölenlerin adları yazılı
bulunuyordu. Bu adlar arasında ‘A…’nın atalarından
birinin adı da vardı.
Bu yerleri iyice bilen “A…’ın anıtta adı
yazılı kişi olabileceğini düşünmekten bizi alıkoyacak
neden ne olabilir? Verdiğimiz bu örnekteki dejavüler gerçek
birer olayın anısıdır ve marazî hallerden yersiz / anlamsız
hislerden ayrı bir şeydir. Böyle yersiz hislerden ortaya çıkan
dejavülerde; ne bir kenti eskiden beri biliyormuşçasına
rehbersiz olarak dolaşabilmenin, ne de bir ülkenin kaya
mezarlarına ve gizli yerlerine varıncaya dek her yanı hakkında
öteki gezginleri de hayrete düşürecek derecede bilgi
verebilmenin ve ne de kendi ülkesinden kilometrelerce uzak yörelerdeki
dağları / tepeleri betimleyebilmenin olanağı vardır.
IV- Bu kategoriden vereceğimiz son örnek
öncekinden daha dikkat çekicidir ve bizi, gelecek kısımlardaki
anımsama yolu ile geçmiş yaşamların irdelenmesine yarayan
örneklere hazırlayıcı içeriktedir. Bu örneği bir dereceye
kadar kısaltarak yazıyorum. Gerçek bir dejavü olan bu olay,
aslen Fransız olan Bayan Mathilda de Krampkoff’a aittir:
“1893’te eşimle beraber
Rusya’daki Rivaldia’ya gidiyorduk. Daha önce ben Rusya’yı
hiç görmemiştim. Rus sınırını birkaç gün önce geçmiştik.
Biraz da annemin istememesine karşın, genç bir Rus ile
evlenerek büyük bir arzu ile özlediğim bu uzak Rus kentine
gelmiştim. Eşim Rus asilzadelerinden biriydi. Bu ülke her şeyiyle
beni, nedeni bilinmez bir şiddetle kendine çekiyordu. Bu
yerlerde yaşamanın düşüncesi bile beni mutlu etmeye
yetiyordu. Buraya gelirken, Rus sınırını geçmeden önce, sınıra
yaklaştıkça, kalbim büyük bir heyecanla çarpmaya başlamıştı.
Süslü siyah – beyaz renkler benim gözümde en parlak ışıklara
bedeldi. Çevremde Rusça konuşuldukça, sanki bu dili önceden
biliyormuşum gibi oluyordum. Odesa’ya geldik. Gördüğüm hiçbir
şeyi yadırgamıyordum, hatta kendimi vatanımda hissediyordum.
Yalta’ya çıktığımız zaman, yeniliklere susamış bir
Fransız kadını gibi değildim. Tıpkı, Kırım’ın güzel
sahillerinde birkaç gün geçirmek için yeniden gelmiş olan
bir yerli gibiydim.
İmparatorun yakın çevresinde
olan kayınbiraderin buradaki uçsuz bucaksız ormanları bana
tanıtmak için debdebeli bir süvâri alayı hazırlattırdı.
Bu geziden bir gün önce içim içime sığmıyordu; sanki tüm
varlığım, bu gezeceğimiz yerlere doğru fırlayıp gitmiş
gibiydi. Bu seferki duygularım, Rusya’ya ilk geldiğim
zamankinden daha garip ve şiddetliydi. Gezintimizin daha ilk
saatlerinde, ormanlar karşı konulamaz bir şekilde gözlerimi
büyülü bir mıknatıs gibi çekmişti. Alayımıza, bu
ormanları çok iyi bilen iki Tatar rehberlik ediyordu. Birçok
yerden geçtik, pek çok yerlerde durduk. Akşama doğru atlar
ve süvariler yorulmuştu. Rehberler önde, bizler arkalarında
yürüyorduk. Benim kalbim binbir türlü acayip ve karmaşık
duyguların tesiri altında çarpıyordu. Ruhum sanki o yollarda
benden önde yürüyordu. İlerleyişimiz sırasında, bir an
geldi ki, rehberimiz telaşlanmaya başladı. Sağa sola bakıyorlar,
çevrede bir şeyler görmeye çalışıyorlardı. Sonunda alayı
durdurdular ve yollarını yitirdiklerini söylediler.
Gerçekten de dar yollar gittikçe
belirsiz ve karmaşık bir görünüme bürünmüştü.
Rehberler hangi yola sapacaklarını bilememişlerdi. Topluluğu
genel bir hüzün ve belirsizlik kapladı. Hatta korkuya kapılanlar
bile gözden kaçmıyordu. Akşam karanlığı bastırdıkça,
orman daha gizemli ve korkunç görünüyordu. Sonu yokmuş gibi
görünen bu ormanda soğuk bir gece nasıl geçecekti… Eşim
beni teselli etmeye başlamıştı ama ben hiç de telaş ve ürküntü
içinde değildim. Çünkü nerede olduğumuzu iyi bir şekilde
biliyordum. O anda sanki içimde buraları çok iyi bilen bir
varlık bulunuyordu. Bu varlık, sâdece bu yöreyi değil, tüm
ülkeyi çok iyi biliyor gibiydi. Bu duygular içinde âmirane
bir ses ile herkesin sâkin olmasını, çünkü ormanda
kaybolmadığımızı söyledim. Sözümü sürdürerek, sol
taraftaki patikayı izlememizi, bu patikanın bizi daha geniş
bir patikaya çıkaracağını ve onun da ağaçsız bir meydana
açılacağını ve sonunda bir sıra ağaç olduğunu ve orada
yarı Tatar, yarı Rus bir kasabanın bulunduğunu belirttim.
İşin garibi, ben o sırada bu betimlediğim yerleri ‘görüyordum’.
Zihnimdeki resimde, bu kasabanın evleri dört köşeli bir
meydanın çevresinde dizilmişti. İleride Bizans tarzı güzel
sütunlar üzerine kurulmuş bir revak da vardı. Bu revakın
altında mermerden yapılmış güzel bir çeşme vardı. Revakın
arkasında da eski bir evin verandası bulunuyordu. Zihnimdeki
bu manzara o kadar güzel ve uyumluydu ki…
Tüm bu gördüklerimi son derece hızlı
ve kendimden emin bir dille anlatı vermiştim. Gördüklerim çok
açık, seçik ve netti. Dahası, bu gördüklerimin söze
gelmez duygusunu da içimde taşıyordum. Bu arada, herkes çevremi
sarmış, şaşkınlık dolu gözlerle beni dinliyordu. Onlara göre
benim bu anlattıklarım tuhaf, belki de yersiz ve şakadan başka
bir şey değildi. Ben ise sararmış, solmuş ve sanki donakalmıştım;
eşim beni endişeyle kontrol etmeye çalıyordu. Bağırarak
yinelemekten kendimi alamamıştım: ‘Evet, evet, evet ! Söylediklerim
doğrudur, göreceksiniz.’ Atımın dizginini sola çekiştirerek
dar patikaya girdim. Topluluk beni izlemeye başladı.
Seslendirdiğim zihinsel resim hâla canlıydı ve ben sâkindim.
İlerledikçe orman ağaçları seyrekleşmeye başlamıştı.
Ben menzile bir an önce varabilmek için o kadar hızlanmıştım
ki, yanımdaki eşim ve onun kardeşi geride kalmıştı.
Topluluğumuza bir sessizlik çökmüştü; sis yükseliyordu
ama ortalıkta henüz benim betimlediğim meydana benzer bir açıklık
yoktu. Bununla birlikte ben iyice biliyordum ki, orada, ileride
bir meydan vardı ve ben kendimden emin bir şekilde oraya doğru
at sürüyordum.
Sonunda, elimdeki kırbacı ileri
doğru uzatarak, ilerimizde belli belirsiz ortaya çıkmaya başlayan
meydanı işaret ettim. Arkamdaki topluluktan uğultu şeklinde
bir hayret nidası yükseldi ve atlar hızlandı. Evet gerçektende
bu, zihnimdeki meydandı. Bu meydanın karşı ucu sisler içinde
kaybolmuş görünmüyordu. Sâdece insanlar değil, atlar bile
doğru yönde olduğumuzu anlamış gibi koşmaya başlamıştı.
Yeniden büyük bir ağaçlığın içinde bulduk kendimizi.
Orada ben artık kendimde değildim, son perde de yırtılmıştı
çünkü belli belirsiz bir ışık göründü ileride. O sırada
bana bir ses de gelmeye başlamıştı, nereden geldiği belli
değildi ama onu zihnimde
duyumsuyordum ve şöyle diyordu. ‘Marina, sen misin? Gene
geliyorsun! Bak, çeşmen hala susmadı, evin hâla yerinde
duruyor. Hoş geldin, sevgili
Marina.’ Oh! Bu ne
heyecandır, ne beşer üstü bir sevinç! Her şey orada…
Benim gözlerimin önünde; revak, çeşme, ev… Hepsi orada.
Ama artık bu çok olmuştu. Sendeledim ve yuvarlandım ama eşim
beni düşmeden yakaladı.
Kendi malım olan bu toprağa ve o
güzel çeşmenin yanına beni eşim yavaşça yatırdı. Ben hıçkırıklar
içinde ve yarı trans haldeydim. Birtakım gölgeler koşuşturdular.
Bunlar Rusça ve Tatarca konuşuyorlardı; beni eve doğru götürdüler.
Sendeleyen bacaklarım güçlükle yürüyordu. Evin eşiğini
geçerken kalbim, parçalanacak gibi çarpıyordu. Fakat tam bu
sırada tüm vizyonlar zihnimde siliniverdi onların yerine o akşamın
bilinen realitesi geçiverdi. Şimdi artık tamamıyla yabancı
bir odayı, yabancı şeyleri görüyordum. Marina’nın varlığı
silindi. Ben onun kim olduğunu ve ne zaman yaşamış olduğunu
asla bilmeyeceğim. Fakat biliyorum ki, o buradaydı ve çok genç
bir yaşta burada ölmüştü. Bunu duyuyorum ve bundan eminim.
Eşim bana sıcak sıcak bir çay içirdi,
tüm gezi arkadaşlarım çevremi sardı. Herkes hayret içindeydi
ve herkes tüm bunları benim nasıl bildiğimi öğrenmek
istiyordu. Ben eşiğe oturdum. Bu evin kime âit olduğunu ve
kimlerin burada yaşamış bulunduğunu eşime sordum. Fakat
kimse bu konuda çok fazla bir şey bilmiyordu. Eşim bu evin
bir Lehli’ye ait olduğunu bildiğini söyledi. Bu evin gerçek
eski sâhipleri bilinmiyordu. Fakat ben, Marina, emindim ki bu
evde yaşamıştım.
Yıllarca Rusya’da oturdum. Ama
bu ülkede kendimi hiçbir zaman yabancı olarak duyumsamadım;
tam tersine, kendimi evimde gibi algılamıştım. Tatillerde
Fransa’ya gittiğim zaman, orada kendimi buradaki kadar vatanımda
duyumsamıyordum. Şunu da eklemeliyim ki, Rusya’nın başka
hiçbir yerinde bu yakınlığı duymadım. Artık durumu daha
iyi anlamış bulunuyorum ve yine anladım ki, Marina ile ben,
aynı Mathilde de Krapkoff’dan başka kimseler değiliz.”
Bu olayı bazı kimseler sıradan bir
durugörü olarak kabul etmeye eğilimli görünürler. Gerçi
burada ruhun bu melekesi işe karışmamış değildir. Fakat
durugörü melekesinin bu müdahelesi, bu olayda eski olayın anısının
bulunduğu fikrini ortadan kaldırmak bir yana, bu anımsamanın
ne yoldan olduğunu açıklamış olması bakımından da onu
desteklemektedir. Gerçekten buradaki anımsama, sıradan bir iç
duygusu şeklinde değildir: Gidilecek yöreye daha varmadan önce
dejavü olayının ortaya çıkması, bu yerler hakkında sıradan
bir anımsama değil; canlı, ayrıntılı bir vizyon olgusunun
gerçekleşmesi ve sonunda tüm bu olayların içine orada
herkesçe hatta doğrudan doğruya Bayan Mathilde’nin
kendisince ne olduğu belirsiz bir “Marina”
öyküsünün karışması, bu bayanın geçmiş zamanlarda da
buralarda yaşamış olduğu hipotezini destekleyen etmenlerdir.
Görülüyor ki, burada bir dejavü ile beraber, onu destekleyen
iki ruh melekesi daha söz konusudur ki; bunlardan biri
psikometri, ötekisi de telestezi’dir.
Eğer bayan “M…”
bu kasabaya gittikten sonra orasını tanımış olsaydı, bu sıradan
bir dejavü olurdu. Nasıl ki önceki örneklerde bunu gördük.
Fakat bu bayan ormana girince, kaybolma tehlikesi karşısında
bir uyanma / kendine gelme durumunda kalınca; daha önce içinde
yaşadığı evine gelmeden, maziye doğru olup bitenleri anımsamaya
başlamıştır. Bu bir psikometri durumudur. Burada onun anımsadığı
olaylar; başkasıyla değil, yine kendisi ile ilgilidir. Fakat
bu anımsama aynı zamanda uzaktan bir görü ile ortaya çıkmıştır.
O, yolları, meydanı ağaçlardan olma bir duvarı, evleri,
revakı, çeşmeyi vb. vb. daha oralardan uzaklarda bulunurken,
bir vizyon halinde görmüştür ki, bu da bir durugörü
olgusudur. Bununla birlikte bunu böylece kabul etmekle, bu olayın
geçmiş zamanla ilgili bir olguyu ifade eden dejavü olduğunu
yadsıma durumu ortaya çıkar mı? Asla! Çünkü eğer bu olay
önceden var olmuş olmasaydı; onu ne psikometri ne de
telestezi yolu ile açıklayabilirdik ve esasen o zaman bu olay
zaten böyle cereyan etmezdi. Durugörü demek, var olan bir şeyi
uzaktan algılamak demektir. Oysa burada; ev, revak, vb. gibi şeyler
var olunmakla birlikte Marina ve onun anıları yoktur. Dolayısıyla
bu nokta psikometri ile açıklanamaz. Olmayan bir geçmişin
uydurulması yolunda bir psikometri tanımlanamamıştır. Yani
psikometrik olgularda, bir hareket noktasından başlayarak;
ileriye ya da geriye doğru, gelecek ya da geçmiş realiteleri
dile getirmek özelliği vardır. şu halde burada var olan; hem
durugörü, hem de psikometri halleri geçmiş olayların
dejavü şeklinde şuur yüzeyine çıkmasına yardım etmiştir.
|