Sâdece görmediklerimiz değil, aklımızın ermediği
ve anlayamadıklarımız da bizim için “ gayb
“ dır. “ Gayb “, yok değil; anlaşılmamış,
keşfedilmemiş, henüz farkına varılmamış, algılanmamış
olandır. Varlık âleminde “ yok”, diye bir şey söz konusu olamaz. Varlık âleminde
yokluk yoktur, her şey ve her olasılık göz ardı edilemez.
Esâsen “ yarı
idrakli
“(kavram için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar
50+58) enkarne varlıklar olarak; sınırlı
bilgilerimizden, bilmediklerimizin çokluğundan (câhilliğimizden)
dolayı henüz anlayamadıklarımız
/ algılayamadıklarımız aslında mümkün olan şey(ler)dir.
Tarih içinde gördüğümüz kadarıyla; bugün
bilinmeyen, yarın bilinir olmuştur. Belli bir zaman-mekân
kesitinde bulunan bir varlığın, ne kadar gelişmiş olursa
olsun, mutlak anlamda her şeyi bilmesi / görmesi / ölçmesi /
tartması olası değildir. Çünkü bilmek, gelişim ve
idraklenme süreci gerektiren bir olgudur. Evrenlerdeki verlıklar
ve onların tezâhür uzantıları olan organizmalar da gelişime
tâbi olduklarından, ne kadar gelişmiş ve idraklenmiş / şuurlanmış
olurlarsa olsunlar; önlerinde sürekli olarak bilinmeyenler
(“ gayb “) ve belirsizlikler olacaktır. Mutlak anlamda her şeyi
bilen Yaradan’dan başkası değildir. Esâsen O’nun isim sıfatlarından
biri de “ Âlimul
Gayb “dır(gaybı bilen). O’nun bu isim sıfatı
Kur’an’ın birçok âyetinde(*) “ Âllâmul Guyûb
“(gaybları çok iyi bilen) olarak geçer. Gaybın O’nun
tekelinde oluşu, varlığın gaybdan nasipsizliği anlamında
değildir; tam tersine, O bizlerin, idraklenme ve dolayısıyla
şuurlanma cehti içinde, âyetleri değerlendirmemizi,
Kur’an’ı ağır ağır, irdeleye irdeleye anlamamızı ve
âyetlerden ibretlik dersler çıkarmamızı Kur’an’da
defalarca yineliyor.(**) Bu durumda gelişim, bir bakıma,
gaybdan şuhûda(bilmeye, tanıklığa) gidiş olmaktadır.
Gelişime
(idraklenmeye ve şuurlanmaya) tâbi olan varlıkların önünde
sonsuza dek bilinmeyen (gayb) ve belirsizlikler hep olacaktır. Enkarne varlık,
bilgisinin yetersizliğinden ve biraz da egosuna yediremediği için,
aklının ermediği şeye, “Yok,
olmaz öyle şey, olanaklı değil…” vb.vb. deyip,
kestirip atabilir ama onun egosunun kabul etmediği o konu bir gün
apaçık gerçek (plain truth) olarak karşısına çıkacaktır
ve hep de böyle olmamış mıdır? Çünkü ALLAH,
Kur’an’da, “Gökte
ve yerde hiçbir gayb yoktur ki, açık bir kitapta yazılı
olmasın.”diyor(Neml 75).
Tüm bunlardan dolayı, daha önce ilgi alanımız dışında
kalmış ve aklımızın ermediği bir konuya, “Ona
bizim aklımız ermez ALLAH bilir, çok kurcalamayalım…” demek;
aklını işletmek ve biraz fikir çilesi çekmek zahmetinden kaçan
tembellere özgü bir tutumdur. Tembel ve âtıl zihniyetin bu
tutumu doğru olsaydı, ürünlerinden her alanda yararlandığımız
beşerî bilim ve teknoloji bugünkü düzeyine gelebilir
miydi…
Durum böyle olunca, yıllardan beri ruhçuluk kültürüyle
yoğurulmuş kişiler olsak da, bizler için; insanın gerçek
doğasıyla ilgili pek çok, gayb nitelikli bilinmeyen ve
belirsizlik ancak İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı bilgi külliyatı ile aydınlanabilmiştir.
Bu eseri dünya beşeriyetine indiren ve kazandıran varlıkları
şükran ve minnetle anıyoruz. Beşer şuurlandıkça, pekçok
bilinmeyen ve belirsizlik, önce saptanmış(***) sonra “gayb” niteliğini yitirmiştir. Bunun gibi, geçmişin kadîm
zamanlarından günümüze kadar, dünya beşeri şuurlandıkça,
pek çok bilinmeyen ve belirsizlik gayb olmaktan çıkmıştır. Çünkü şuurlanmak, daha
derin bilgilere (bilinmeyenlere) ulaşma liyâkatini de
beraberinde getirir.
Daha derinlikli bilgilere lâyık olmak ve bunun için şuurlanmak
bizler için önemliyse, idraklenmeyi elden bırakmadan liyâkati
artırmak gerek. Bunun için önce, elde olanı iyice inceleyip,
irdeleyip, derinine nüfuz etmek ve uygulayarak yaşama geçirmekte
yarar var.... İşte kadîm zamanlardan günümüze kadar dünya
beşeri böyle bir performans sergileyebildiği ölçüde, vahy
kanalıyla sürekli olarak bilgilendirilmiştir. Vahyin bu
anlamda bir tanımı da, “Gaybı bilir hâle getiren ilâhî mesajlar külliyâtı”
olarak yapılabilir.
Dinsel öğreti (din kurumu)
Hz.Muhammed
ile tamamlanmıştır ama vahy, ilâhî rahmet olarak kesilmemiştir;
genel medyomluk mekanizması kapsamında bu akış, çeşitli ve
değişik liyakat düzeylerine göre, tarihin derinliklerinden günümüze
dek sürmüş ve sürmektedir. Yâni geniş anlamda “gayb hazinesi“ nden,
bilgi nasibi olan tüm varlıkların resul(elçi) kavramı içinde
ele alınmasında, Kur’an’sal açıdan bir engel yoktur.
Burada “resul ”u, “dinsel
sistem getirmiş kişi” olarak dondurmak Kur’an’a
terstir. Peygamberler ve büyük inisiyeler (****) başta olmak
üzere, öyle vazifeli varlıklar dünyadan gelip geçmiştir
ki; bunlar, “
ilâhî gayb hazinesi “nden çeşitli adlar altında,
beşeriyete (daha doğrusu bu konuda liyâkatini artırmış
olan bireylere / topluluklara) bilgi aktarmışlardır. Bu “ vazifeliler ” i bilen
bilir, burada tek tek sıralamaya gerek yok.
ALLAH rahman ve rahîmdir, nimetleri tüm yaratılanlara
verendir. Yeter ki bizler, idraklenme ve şuurlanma cehti içinde,
ALLAH’ın lutfuna lâyık düzeye gelelim. O’nun rahmeti sürekli
akış hâlindedir ve her yerdedir, “görenin de önünde görmeyenin de…”(SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ,
Ruh ve Madde Yayınları). Gözleri, görecek hâle getirmek “
bakar körlük “ten
kurtulmak gerek. Çünkü “çevremiz
âyetlerle dolu” ama “gören
gözler “ için(*****). İdraklenme ve şuurlanma
cehti içinde, bu anlamda “ körlük
“ten kurtulmak, bilinmeyenlere / belirsizliklere ( “gayb “) nüfuz etmek,
varlıksal ve evrensel etkinliğimiz olan gelişmek olmuyor mu?
|
(*)
Hûd 123,Nahl 77, Kehf 26, Neml 65, Hucurât 18, Bakara 33,
Yunus 20, Mâide 109, En’am 59+73, Tevbe 18+94+105, Ra’d 9,
Secde 6, Fâtır 38, Zümer 46.
(**)
Nisa 82, Muhammed 24
(***)
Söz konusu saptamanın belgelenmiş onuru, ünlü bilim insanı
Heisenberg’e âittir.(KUANTUM BİLGELİĞİ- Haluk Berkmen, HİDROJEN-ODTÜ
Yayınları).
(****)
BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları.
(*****)
“Gören gözler için çevreniz âyetlerle doludur…” meâlindeki
Kur’an âyetleri; Rûm 21+22+23+24, Câsiye 3+4 +13, Bakara
164+171, Nahl 12, Ra’d 4, Zariyat 20+21, Fussilet 53, Neml 52,
Secde 26, Naziat 26, Ali İmran 14, Enbiya 44.
|