Düşünme;
mümkün olan / olmayan, gerçek ya da gerçek dışı, olası
ya da rastlantı olan (anlamlı rastlaşma)hemen tüm alanları
kuşatır. Bununla birlikte, düşünmenin de tamamen kuşatmadığı
anlamlar vardır. Örneğin, Mutlak Varlık alanı, düşünmeden
daha çok, inanmanın alanına girer. Düşünme çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Düşünme yeni
bir durumu hemen kavrarsa, düşünmenin bu şekline “zekâ”
; belli problemleri tasarlar, onları açık seçik anlatıp açıklarsa
buna “akıl” denir. Eğer düşünme bir şeyi ya da bir
durumu bir takım kavramlara gerek duymadan hissederse
(duyumsarsa), onun bu şekline ise “sezgi” (intuition)
denir. Hiçbir kayıt ve koşula bağlı bulunmadan ortaya çıkan
düşünme şekli de “hayal” dir.
Tüm
bunlara ek olarak, bir şeyi düşünebiliyorsak; o ne kadar
soyut olursa olsun, bir yerlerde var demektir. Düşündüğünüz
şey / konu bizim bulunduğumuz çevrede hatta dünyada olmasa
bile, evrende bir yerlerde var demektir. Çünkü var olmayan
bir şey düşünülemeyeceği gibi, kavramla da ifâdeye
konamaz. Düşünce söz konusu olunca; “doğru düşünmek”
ya da “yanlış düşünmek” kavramları akla gelir:
“Pozitif düşünmek gerek…” deriz. İsa Peygamber, “Düşüncelerinizden
de sorumlusunuz” demiştir. İlk Çağ filozoflarından ünlü
Parmanides’e göre, doğru düşünmek, var olanı düşünmektir.
Ona göre varlık vardır ve var olmayan şey yoktur, vb.vb.
Düşünme,
“önermeler arasında bağlantı kurup, bunların birbiriyle
olan ilişkilerini ortaya çıkarmak
ve bunlardan hareketle başka bir sonuç elde
etmektir.” Düşünme konumuz olan bilgiyi bilgi ile sınamak ve bilgiden
bilgi elde etmek düşünmekle olasıdır. Her şey gibi bilgi
de bir gelişim aracıdır ve onu işletip / işleyip ondan
yararlanmak düşünmekle oluyor. Biliyoruz ki, düşünmek,
zihnin çalışması ve aklın işletilmesiyle olası. Durum böyle
olunca; düşünmeye, özgürce düşünmeye önem vermedikten
sonra, bilgi artamaz. Düşünmek, bilgiyi kullanmaktır ve
bilgi de kullanılıp uygulansın diye vardır zaten… Kullanılan
bilgi çoğalır, paylaştıkça artar ve genişler. Böyle yapıldığı
zaman bilgi kendini bireysel iç zeminlerde ve mekânlarda
kendini “inşa eder ve kök salar”. Tüm bunlar düşünme,
daha da iyisi isâbetli ve becerikli bir kavrayış ile olur.
Düşünce,
düşünülmüş ve ortaya konmuş bir fikirdir; düşünme ise,
bir eylemdir; aklın eylem durumunda, işler durumda olmasıdır.
Bu durumda düşünce, düşünme işinin bir ürünüdür. Düşünerek
yararlı / doğru düşünceler üretmek, bildiğini
sorgulamakla, bilgiyi bilgi ile sınamakla olasıdır. Bu makbul
durum da, aklın; sürekli eylem durumunda, işler durumda olmasıyla
olanaklıdır ve esâsen ALLAH da bizden, aklımızı bu şekilde
kullanmamızı ısrarla istiyor. Çünkü gelişim açısından,
içine girip çıktığımız olguları ve yaşam sınavlarını
halletmemiz bakımından çok önemli. İsâbet ve becerikli bir
kavrayış ile kullanılan akıl, sağlıklı düşünmek başta
olmak üzere; ibret ve öğüt almak, cehâlet içinde kalmamak,
(gönül yönünden) kör ve sağır olmamak ve hidâyete ermek bakımından kişiye yarar sağlar. Görülüyor
ki, aklı isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanmak, her iki
âlemde de işlerin en ulusu ve hayırlısıdır. Hz.
Muhammed’den rivâyet edilen şu hadis de; aklın hem dünyadaki,
hem de öte âlemdeki önemini en güzel şekilde vurgulamaktadır:
“Cebrail’e, insanlarda ululuğun önderliği neyle olduğunu
sordum, ‘Akılla’ dedi.” (Abdurraûf Al Munâvi: Künûz
Al Hakayık Fi Hadîsi Hayr Al Halâyık)
Birey
zihnini çalıştırma ve aklını isâbetli ve becerikli bir şekilde
kullanma duyarlılığı içinde yaşarsa (ki bu düşünce
eylemdir); bu duyarlı tutumu onu gerçeklerin keşfine yönlendirir.
Bundan dolayı, Kur’an’daki birçok âyette ek olarak; sâdece
Hz. Muhammed değil, Hz. Ali de aklın ve akıllıca hareketin
erdemini ve “doğru yolu” un akılla bulunabileceğini, aklı bir kenara koyarak, yalnızca
imânla hareket etmenin makbul olmadığını ve her vesileyle
anlatmaya çalışmışlardır.
ALLAH bizden böyle olmamızı istiyor ve belki de “ALLAH’a
yakın olmanın güzelliği” (Ali İmran 14) buradadır.
Aklı
çalıştırmayıp, inanç / imân durumunda kalmak, atâlet sözcüğünde
anlamını bulan tembelliktir ki, câhillik (câhiliye) döneminden
kalma Araplar, Peygamberin tüm uyarılarına karşın atalarından
kendilerine aktarılmış bulunan bilgilerin onları
irdelemeden, doğruluk derecelerini anlama zahmetine girmeden
uygulamakta ısrar etmişler ve sonunda kaybeden kendileri olmuştur.
Ataların
bu şekilde tartışmasız kabul edilerek putlaştırılması
(ecdatperestlik); sâdece Müslümanlık’ta değil, Hristiyanlık’ta
da insanları körü körüne taklitçiliğe sevk ederek, gelişim
açısından ağır bedeller ödemelerine neden olmuştur. Bu,
iyiyi kötüden ayırt etme (temyiz) yoksunluğundan kurtulmak için
sıkıntılı yaşam sınavları vermek zorunda kalmışlardır.
Akıllarını kullanıp, Peygamber’in uyarı ve öğütlerine
uymuş olsalardı, bu sıkıntılara ve ıstıraplı eprövlere
gerek kalmayacaktı. Örneğin, eğer Mekke müşrikleri akıllarını
isâbetle ve becerikli bir şekilde kullanabilen temyiz sâhibi
kimseler olmuş olsalardı, atalarını körü körüne taklit
etmenin, insanı aşağılatan sefâletine asla düşmemiş;
taklit ettikleri şeyin kökenini araştırarak atalardan kalma
inançlarını irdeleyerek, taklidin aslında kendilerini yavaş
yavaş ALLAH’tan nasıl ulaştırmış olduğunu idrak etmiş
olacaklardı.
Aklın isâbetle ve (gelişim açısından) olumlu
yönde kullanılmaması, vicdan yoksunluğunu ve akıl fukaralığını
da beraberinde getirdiğinden; sâdece İslamiyet’te değil,
İslamiyet öncesinde de aşikâr ve gizli şirk yaşanmıştır. Bu durum, ne kadar kötü bir talihsizlik ise;
aklı, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şekilde işletmek
ve kullanmak da o kadar makbul ve erdemli bilge insanlara özgü
bir durumdur. Ünlü İslam filozofu Kindî’den öğrendiğimiz
kadarıyla, İlkçağ filozoflarından Eflatun akıl gücü üstün
gelen insanı meleğe benzetmiştir. Ünlü filozofun bu
konudaki söyleminin tamamı şöyledir: “Açgözlülük /
doymazlık gücü kendisine üstün gelen kimse; domuz, öfke gücü
üstün gelen köpek, akıl gücü üstün gelen ise
melektir.” Nefsin egemenliğinden kurtarılmış böyle
bir akıl ile kişi birçok şeyi idrak etmekle kalmaz,
kendisinin bir yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla bir
yaratıcının da olması gerektiğini anlar ki, bunlar “inanıp
sâlih amellerde bulunan” (İnşikak 25) kimselere özgü ya
da buna aday bireye yaraşır güzel durumlardır. Akıllarını
isâbetle ve gelişim yönünde beceriklilikle kullanabilen gönül
akıl sâhiplerinden beklenen de budur.
Zihin
çalışması ve aklın işletilmesi demek de olan düşünmenin
önemine çeşitli açılardan buraya değin değindikten sonra,
düşüncenin ve düşünmenin biraz da teknik yanına bakarak
yazımızı sonlandıralım: Düşünce, enkarne varlığın aşkın
şuurunun;
mekânı, zamanı ve realitesidir. Varlığın aşkın şuurunun
zamanı, mekânı ve realitesi arasında yaptığı gidiş gelişler
(sirkülasyon, cevelan) onun “düşünce hareketleri”ni oluşturur.
Bedene bağlı öz şahsiyetimizin bedendeki tavırlarından biri düşünce
(ler) şeklinde kendini gösterir. İnsan düşünürken bir
enerji etkinliği içindedir. Bu enerji, öz şahsiyetimizin şuur
enerjisidir. Görülüyor ki, düşünce, şuurun,
enerjetik etkinliklerinden biridir ve bedende görünen şeklidir.
Şuur enerjisi, enkarne varlığın aksiyon alanının
gerektirdiği tüm koşullara göre bedende düşünce olarak
ortaya çıkar.
Varlığın
şuurunun söz konusu enerjetik etkinliği, dünyadaki bedenini
terk ettikten sonra da (spatyomda) sürüp gider. Ancak, şuur
enerjisinin bu tavırlanması / etkinliği değişik bir şekilde
oluşur; o tavır doğrudan doğruya şuur enerjisinin tavrıdır
artık.
Tüm
bunlardan anlaşılıyor ki, düşüncenin kaynaklandığı yer
beyin değil, beşerin aşkın yanının şuur etkinliğidir.
Enkarne durumundayken özbenliğimizin şuuru, başka enerji mekânları
ile bağlantılıdır. Bundan dolayı, ilham alırız, vahy alırız,
ruh planlarının lütfettikleri enerjileri alırız.
|