Ruhun tam bir tanımını yapmaya olanak yoktur. Bunun neden böyle
olduğu da okuyucularıma mâlum olmuştur. Boyut ve evren
konusunda bazı düşünceler ileri sürülürken, üç boyutlu
âlemimizin dışındaki maddeler hakkında hiçbir bilgiye
sahip bulunmadığımızı ve bunları tanımlamaktan bile âciz
olduğumuzu belirtmiştik. Madde evrenimizin bir adımlık ötesinde
bile hiçbir tanıma sığmayan maddelerle (ruhsal celselerde)
karşılaştığımızı anımsarsak, tüm bu maddesel
kavramlardan yalıtılmış ruh gibi bir varlığı tanımlamaya
kalkışmamızın ne kadar anlamsız olduğunu anlamakta güçlük
çekmeyiz.
Bununla beraber, ruhun; sezebildiğimiz bazı tezahürlerine
bakarak ve ruhla ilgili olarak Üstadlarımız’dan kırıntılar
hâlinde almış olduğumuz bilgileri de buna ekleyerek, ruh
hakkında ancak aramızda anlaşabilmemize yarayacak kadar ve
elbette çok noksan ve basit bir tanım yapmaya çalışacağız.
Fakat bir kez daha yineliyorum ki, bu; ruhu tanımlamaktan çok,
ruh hakkında konuşabilmemize olanak vermek için ortaya atılmış
bir söylem olacaktır. Üstadlarımız’la görüşerek, ruhun
iki önemli özelliği olduğunu öğrenmiştik. Bunlardan
birisi, ruhun tesirlilik sahibi olduğu, ötekisi de şuura sâhip
bulunduğudur.
Ruhu maddeden ayıran en önemli fark bu iki özelliğidir.
Ruhun tesirlilik (müessiriyet) gücü vardır. yani ruh,
maddeler üzerinde özgür irâdesiyle, gücü yettiği oranda
değişik durumlar ortaya çıkarabilir (1). Ruhun ikinci özelliği olan şuurun ne olduğuna gelince;
Üstad (2)
şuuru şöyle tanımlıyor: “Şuur, ruhun kendi içindeki genel bilgisidir.” Şimdi bu
iki özelliğin anlamını göz önünde tutarak, ruh hakkında
şöyle bir söylem kullanabiliriz: Ruh, kendisindeki genel
bilgisi ile tesirlilik kudretine sâhip ilâhi bir pırıltıdır.
Bu “ilâhi
pırıltı” adını da yine Üstad’tan almış
bulunuyoruz. İşte, ruh hakkında Üstadlarımız’la görüşmelerimiz
sonucunda anladık ki, bu konuda yukarıdakilerden daha fazla
bilgi almak olanaklı değildir. Bu konuda okuyucularımızın
doğrudan doğruya kendileri hüküm verebilmeleri için ruh
hakkında Üstad’tan aldığımız tebliğlerden bazılarını
paylaşıyorum:
Soru
(S) :
Doğrudan doğruya ruhun kendisi madde midir?
Yanıt (Y):
Madde değildir, ilâhi bir pırıltıdır. Bu kadar söyleyebilirim.
S:
Öyle ise, madde olmayan bir varlık da var demektir, öyle mi?
Y:
Madde olmayan varlıklar birden fazladır fakat madde olmayan
varlık olarak biz yalnız ruhu görüyoruz.
S:
Demek ki, maddesel idrak, evrendeki varlıkların ancak belirli
ve sınırlı bir kısmını kapsıyor ve bunların dışında
sonsuz varlıklar vardır, öyle mi?
Y: Evet,
ama onları size tanımlayamam.
S:
Ruh, maddeden başka bir varlık olduğuna göre, neden maddesel
varlıklar içinde bunalıp kalıyor?
Y:
Ruhun tekâmülü, İlahi İrade Yasaları gereği, ancak
bununla oluyor.
S:
Ruhun geriliği hangi bakımdandır?
Y:
Deneyim ve görgü bakımından.
S:
Ruh ilk zamanlarda deneyimsiz ve görgüsüz müydü?
Y:
Evet.
S:
Peki, az önce “Ruh ilâhi bir pırıltıdır.”
demiştiniz. İlâhi bir pırıltının görgüsüz ve
deneyimsiz olduğunu nasıl kabul edebiliriz?
Y:
Unutmayınız ki, ilâhi bir pırıltı dediğim zaman, size
ancak bu kadar tanımlayabilirim de demiştim. Bunu ancak,
ALLAH’ın bir pırıltısı anlamında almayınız.
S:
ALLAH’ın bir pırıltısı olarak almadan bile, ALLAH’ın,
bizlerin anlamayacağı kadar kapsamlı büyüklüğü ile ruhu
karşılaştırınca, ona ne şekilde olursa olsun deneyimsizlik
ve görgüsüzlük uygun görmek nasıl olur?
Y:
Unutmayın ki, hâşâ ALLAH’ın bir cüz’ü (parçacığı)
demedim.
S:
“Bir
cüz’ü” demediniz ama, ALLAH’tan çıkan mı?
Y:
“Çıkan”
da demedim.
S:
ALLAH’a oranlanan ? Bu sözümü onaylıyor musunuz?
Y:
ALLAH’ı demek istiyorsanız, hayır. O’nun yarattığı
(mahlûku), O’nun vücud verdiğini kasdediyorsanız, evet.
S:
Bu duruma göre, sözlerinizden şunu çıkaracağız: İlâhi pırıltıdan
şunu anlayacağız: İlahi pırıltıdan maksat, ALLAH’ın vücud
verdiği, var ettiği demektir, öyle mi?
Y:
Evet, başka türlü tanımlayamam.
Bu konuda alacağımız bilgiler bundan fazla olamayacağını
doğal olarak kabul etmemiz gerekir. Madde hakkında geçen sözlerden
bunu çok iyi anlarız. Şu halde, ruh için uygun bulunan tüm
melekeler onu bize yeterince tanıtmış olmayacaktır. Hattâ
belki hiç tanıtmış olmayacaktır. Çünkü ruhun yüksek
varlığı ve bilmediğimiz yüksek melekeleri yanında
bildiklerimiz hiçbir şey değildir. İnsan ruhunda gördüğümüz
irade, imajinasyon vb. gibi yüksek moleküller ruh
melekelerinin kuşkusuz en yükseği değildir. Nasıl ki,
bitkideki bir ruhta bunların hiçbirini göremiyoruz. Bizler de
bitki bedeninde bulunduğumuz zaman bu melekelerimizin var olduğundan
haberdar değildik. Oysa bitki ile aramızdaki uzaklık,
ruhumuzun maddesel evrende kat edeceği sonsuz gelişim aşamalarından
olan uzaklığa oranla bir hiç değerindedir. Bu kadar kısa sürede
belirginleşen insan ruhunun bu yüksek melekeleri yanında,
sonsuz uzaklıklarda ortaya çıkacak başka melekelerini şimdiden
tasavvur bile etmeye olanak yoktur. Biz, gelişimimize paralel
olarak melekelerimizin, farkına vardıkça, bir an gelecek ki,
şimdi o yüksekliği ile gururlandığımız beşerî
melekelerimiz onların yanında bize çok ilkel görülecektir.
O halde, biz ruhu, ancak üç buutlu evrenimizde melekelerini
kullanmak için bulabildiği tezahür zemini oranında tanıyoruz.
Bu kadar kısa biliş ve görüşle onun tüm varlığına ve
hayatına nüfûz etmek olanaklı değildir. Kitabımızın değişik
yerlerinde ruhun biraz daha yüksek melekeleriyle ilgili bazı
sezinlemeler görülecektir, fakat bunlar da bizi ruhun ne olduğu
hakkında öncekilerden daha iyi aydınlatmış olmayacaklardır.
Ruh Doğrudan Doğruya
İnceleme Alanımıza Girer mi?
Ruh nerededir? Ruhu, neden, kuş tutar gibi, bir ökseye yapıştıramıyoruz
ya da onu hiç olmazsa neden rüzgârın elimize çarpması gibi
algılayamıyoruz? Çünkü tüm maddesel özelliklerden
kurtulmuş %100 saf / hâlis ruh hâlindeki bir varlık bizim için
söz konusu olamaz. Bunun içindir ki, böyle bir ruhu şimdiye
dek hiçbir bilge, hiçbir filozof bize anlatamamıştır.
Burada şöyle düşünenler olabilir: İnsan hiçbir şekilde
tanımadığı bir varlığa nasıl inansın? Bu doğrudur,
fakat şurası da doğrudur ki, bir şeyin var olduğuna ya da
yokluğuna inanmak, o şeyin var ya da yok olmasını
gerektirmez. Uzaklara gitmeye gerek yok; kendi yakın âlemimizde,
hattâ dünyamızda bile öyle şeyler vardır ki, biz onların
ne olduklarını bilmediğimiz halde, eserlerini maddeler üzerindeki
etkilerini inceleyerek gerçekliklerine nüfuz etmeye çalışırız.
Mıknatisiyet nedir? Genel çekim (gravitation) nedir?
Elektronik nedir? Bunların gerçekten ne olduklarını kimse
bilmiyor ve onları doğrudan doğruya kimse de görmüş değildir.
Fakat insanlar bu etmenlerin maddeler üzerindeki etkilerini
inceleyerek, onlar hakkında az çok açık bir fikir almaya çalışıyorlar.
Böyle maddesel şeylerin bile doğrudan doğruya incelenmesini
yapamazken, tüm maddesel idrakin dışında kalan ruhu, kuş
yakalar gibi ökse ile yakalamak sevdasına kapılmayacağımız
aşikârdır. Şu anda Broussais’in sözleri aklıma gelmemiş
olsaydı, bu kadar kaba bir örneği bulup söyleyemezdim.
Broussais diyor ki, “Ben birçok kadavralar açtım
ama bisturimin ucuna ruh diye bir şeyin takıldığımı aslâ
görmedim.”
Şu halde şimdiye dek söylendiği gibi, insan bedeninin içinde
bir “ruh” yoktur. Ne olduğu
kesinlikle anlayamayacağımız varlıkları, maddenin bildiğimiz
ya da henüz bilmediğimiz yasalarına bağlı maddeler içinde
hapsetmeye de yetkimiz yoktur. Tamâmıyle madde dışı olan ve
maddeler hakkında söz konusu olmayacak özelliklere sâhip bir
varlığı, hattâ kendi âlemimizde olduğu gibi, en geri
maddelerin tâbi olduğu zaman – mekân koşullarıyla doğrudan
doğruya bağlamak olur mu?
Dahası, örneğin, sevgi nerededir, sevinç, korku, fikir
nerededir? Bunları bedenimizde duyumsamamız; bunların,
bedenimiz içinde hapsolmuş bir varlıkla ilgili olduklarını
kanıtlamaya yeterli değildir. Bu, olsa olsa nihâyet şuurlu
varlıkların maddeler üzerinde tezâhür etmek gereksinimi içinde
bulunduklarını gösterir. Ruhu, tıpkı bir ipek böceğinin
kozası içinde oturduğu gibi herhangi bir madde kütlesinin
bir köşesinde sıkışıp kalmış bir şey olarak düşünmekten
daha büyük bir kusur tasavvur edilemez.
Tüm bunlardan çıkarmak istediğim ilk fikir şudur: Biz doğrudan
doğruya ruhla hiçbir zaman karşı karşıya gelemeyiz. Ruh
denince, bizim için ancak onun çeşitli yoğunluktaki maddeler
üzerinde ortaya çıkan tesirliliği ve bu tesirliliğin tezahürleri
söz konusu olabilir. Eğer ben dostum “X” i karşımda görüyorsam
bu gördüğüm şey ne onun ruhudur, ne de (söylendiği gibi)
ruhunun yoğun bir zarfıdır. Hangi maddesel âlemde olursa
olsun, bu gördüğüm şey ancak dostumun ruhunun yüksek
seyyal maddeler yolu ile yoğun maddeler üzerinde, o maddelerin
doğasına uygun olarak ortaya çıkan tesirliliğiyle ilgili
hareketler, şekiller ve fiiller hâlindeki tezahürleridir.
Burada konu biraz karışık gibi görünüyor. Fakat biraz kaba
olmakla beraber, bunu daha maddesel bir örnek ile açıklamak
olanaklıdır: Bir heykele baktığımız zaman, onda neler görürsünüz?
Önce, o bir taş parçasıdır. Fakat sizin gözünde onun taş
parçası durumundakinden başka bir özelliği vardır: Doğadaki
işlenmemiş taşlar üzerinde hiçbir zaman rast gelmediğimiz
bu özellik heykelin ifâde kudretini sağlayan çizgileri ve şekilleridir.
Demek, burada bir ifâde, bir duygu ve fikir vardır. Bu da, hiç
kuşkusuz, bir zekanın eseridir; kendini duyan ve ne yaptığını
bilen bir varlığın eseridir. Bu zekâ nerededir? Hiç kuşkusuz,
o, bu taş parçalarında değildir. Ayrıca, taştan ayrı bir
varlık olan bu şuurlu kudretin sâhibi bu heykelin ortasında
bir yere saklanmış da değildir. Bu taş parçasına yansımış
olan ifâde, bu eseri oluştururken, bir sanatkârın etkin
haldeki tasavvurunun o âna özgü içeriğidir.
Durum böyle olunca, bu heykele; “Bir sanatkârın, belli bir âna özgü ‘donmuş’ bulunan ruh hâlinin canlandırdığı bir varlıktır…”
diyebiliriz. Bu noktayı iyice belirginleştirdikten sonra, örneğimizi
şöyle sürdürelim: Eğer bu sanatkâr yeterli derecede
maddesel olanaklara sâhip olup duygu ve tasavvurlarının yalnız
bir âna özgü olan kısımlarını bir sinema şeridinde olduğu
gibi ardı ardına gelecek şekilde bu taş parçasının üzerinde
gösterebilmiş olsaydı, o zaman biz karşımızda, cansız bir
heykel değil, canlı bir insan görürdük. Fakat sanatkâr
yine heykelin içinde olmazdı. Dünyanın çok sınırlı
olanakları içinde tasavvur edebildiğimiz bu durumu, manüpülasyon
olanakları sınırsız maddelerde çalışan (3) ruhlar hiç kuşkusuz, daha geniş bir ölçekte
ve daha ideal bir şekilde gerçekleştirebilirler.
Ruhlar Nereden
Gelip Nereye Giderler
İnceleme alanımızın dışında kalan ruhun yaratılışını
değişik bakımlardan, onun madde evrenimizde doğmuş olmasıyla
bir tutmuyoruz. Yaratılışın sonsuzluğu başka birtakım düşüncelerin
yardımıyla bize bu fikri telkin ediyor. Önce, bizim için
maddelerin sonsuz olduğuna inanıyoruz. İkinci olarak, madde
evreninin dışında da sayısız varlıkların bulunduğuna
inanıyoruz. Tüm bunlardan sonra, ruh hayatının ve tekâmülün
ebedi olduğuna inanıyoruz. Son olarak da, hiçbir ruh olgunluğunun
tanrılıkla karşılaştırılmasının söz konusu olamayacağına
inanıyoruz. İşte tüm bunları bir araya toplayıp düşünce,
ruh hayatının ve varlığının sınırlı bir madde evreni içinde
doğup söneceğine inanmıyoruz.
Kitabımızın başka yerlerinde de belirttiğimiz gibi, ruhun
madde evrenindeki varlığı ebedi varlığından geçen bir
merhaledir ve biz buna “tekâmül merhalesi”
diyoruz. Fakat bu da bize sonsuz ve sınırsız görünüyor.
Oysa, ruhun genel hayatı içinde bu merhalenin çok kısa ve sınırlı
olması olasıdır. Çünkü ebediyet içinde ne kadar sonsuz görünürse
görünsün sınırlı olan her şey kısadır, küçüktür,
hattâ bir hiçtir.
O halde ruh, küçük maddesel yaşamında var ve yok olamaz. O,
bundan önce vardı, bundan sonra da hep olacaktır. Bu düşünceye
göre; ruhun madde evreniyle bağlantısını sağlayan araçlarına
bağlandığı ânı, onun yaratılış tarihiyle karşılaştıramayız.
Bunlar birbirinden tamamıyla farklı şeyler olmak gerekir.
Ruhun madde evreniyle bağlantı kurması, yâni orada ortaya çıkması
ne zamana rastlıyor? Bunun bilmiyoruz ve aslâ da bilemeyeceğiz.
Yalnız kırıntı hâlinde, oradan buradan topladığımız
bilgilerle şimdilik şu kadar söyleyebiliriz: Ruh, kendisine
ayrılmış bulunan tekâmül aracı ile maddeler üzerinde
etkili olur (4).
Ruh, çeşitli yollardan maddeler üzerindeki tesirliliğini
kullanarak, yüksek amaçlara doğru durmadan “yürür”. Bu yolda ilerleyen ruh her adımında maddeler
evrenindeki tesirliliğini arttırır. Tesirliliğini arttırdıkça
daha yüksek alanlara çıkar ve o oranda asıl ruhânî hayatına
öncekinden daha kudretli ve etkili olarak yaklaşmış olur (5).
Acaba ruh, madde evrenindeki tekâmülünü tamamladıktan sonra
ne olur? Bu konuda hiçbir şey söylemek olanaklı değil.
Madde evreni boyunca ruh hayatı hakkında yapabileceğimiz hiçbir
tahmin yoktur. Zâten doğrusunu söylemek gerekirse, bunu
bilmenin; bizim için ne gereği ne de bir yararı vardır.
Oralardan, hiçbir şekilde yararlanamayacak kadar uzaklarda
bulunuyoruz…
Madde ve Ruh
Ne ruhun ne de maddenin başlangıcından ve sonundan söz etmek
aklımızın ucundan geçer. Burada kesin bir olasılık vardır.
Fakat gene yukarıda belirttiğimiz gibi âşikar olan başka
bir gerçek daha vardır ki, o da; maddenin tüm özelliklerinden
ayrı ve madde fikriyle bağdaştırılması mümkün olmayan
bir varlığın, daha doğrusu maksatlı bir tesirliliğin
maddesel hareketler arasında görünmesidir. Burada iyi düşünülmezse,
olası bir hataya düşülebilir: Bu hatâ, madde içindeki
enerjiyi bu şuurlu tesirlilikle bir tutmaktır.
Maddesel enerji hiçbir zaman maddeden ayrılmaz, maddeden ayrı
düşünülemez. Bu enerji madde içi hareketlerin bir bileşkesidir
ki bu, maddesel oluşun zorunlu bir sonucudur. Bu bakımdan
maddeyi “kendi içinde bulunan enerjinin tezâhür etmiş hâlidir”
diye tanımlarsak, belki gerçekten pek uzaklaşmış olmayız.
Oysa, ruh şeklinde (ruh olarak) idrak ettiğimiz varlığın
tezâhürleri, daha doğrusu ruhun tesirliliği, tam tersine
tamamıyla maddeden ayrı bir kavramdır. Onun varlığının
zorunluluğu, öncekinden tamamıyla aksine olarak maddeden ayrı
bulunmak şeklindedir. Bununla maddeyi birleşmiş görmek ancak
maddesel enerjinin bu etkili yanından yönetme ve yönlendirme
olduğunu kabul ettiğimiz anda mümkün olur.
Bu durumu bir örnekle açıklayabiliriz: Akmakta olan bir su
kitlesini tasavvur edelim. Burada bir hareket vardır. dışarıdan
bir etki gelmedikçe bu hareket ebediyen böylece hiç değişmeden
sürecektir. Madde yasası bunu bize böyle öğretiyor. Tüm
maddesel olgular aynı koşullar altında her zaman aynı sonucu
verir. Biz buna maddenin atâlet duyarlılığı diyoruz. Bu atâlet
durumunu kabul etmek, maddelerin maksatlı değişme olanağını
ortadan kaldırır. Çünkü belirli hedeflere doğru değişebilen
maksatlı hareketlerle, hareket yönü asla değişmemek özelliğinde
olan atâlet durumunu aynı şey olarak kabul edemeyiz.
Şimdi, bu suyun akışında bize göre ortaya çıkmış (görünür
hâle gelmiş) hiçbir amaç yoktur.Şu halde, bu akış âtıl
bir harekettir. Bunun yanında başkaca bir takım katı
maddeler daha vardır ve bunlar bağlı oldukları yasalara göre
yoğunluklarıyla suyun akıcılık özelliğine karşı
koyabilirler ama bunlar da öncekiler gibi âtıldırlar. Bu iki
maddenin birbirine zıt özelliği karşılaştığı zaman,
birbirini etkisizleştirmeye çalışır. Yani eğer katı
maddenin katılığı / sertliği, sıvı maddenin akıcılığından
daha kuvvetli ise, ona karşı koyar. Fakat bunların ikisi de
âtıl olduğundan hiçbir zaman katı bir cisim kendiliğinden,
belirli bir amaca göre akan suyun önünde durmaz. Bu durum
ancak dışarıdan bir etkinin yardımıyla olur. Eğer bu
etkide / tesirde bir amaç yoksa; o zaman biz bunu, yönleri
kendi kendine değişmeyen iki kuvvetin rastgele çarpışmasından
ibâret sayarız. Fakat bu iki hareketin çarpışmasından
maksatlı bir olay ortaya çıkarsa, o zaman âtıl olan
maddesel enerjiye başka bir etmenin karıştığını ve bu
etmenin tesirliliği ile öncekilere egemen olduğunu kabul
etmek zorunda kalırız.
İşte bu noktada maddesel enerji ile bu şuurlu etmenin
birbirinden ayrıldığını görürüz. Çünkü evvelce
maddesel enerjinin maddeden asla ayrılmayacağını ve hatta
bunun söz konusu bile olmayacağını daha önce belirtmiştik.
Oysa burada suyun ve katı maddenin
bilinen enerjilerine, kendilerinde evvelce tanımadığımız
üçüncü bir enerjinin karıştığını görüyoruz. “Bu
nereden çıktı?” derseniz; biz böyle maksatlı bir
hareketi hiçbir maddede görmüyoruz. Hayli ucuz bir açıklama
yolu olarak; insan elinden çıkmış olanları, beyin
cevherlerine, sinir sisteminin keşfedilmemiş işlevlerine bağlayalım.
Fakat insan elinden çıkmamış doğanın bu tür maksatlı başka
sonsuz olaylarını hangi maddenin sırtına yükleyeceğiz? Doğanın
da bir beyni, bir sinir sistemi mi var? Öyleyse, önce bunun
anatomisini ve fizyolojisini yazmak gerekir.
Bununla birlikte, örneğimizdeki suyun akışını maksatlı
olarak değiştiren bir etmen, maddelerce yüklenmiş bir şey
de değildir. O, ancak bir amaç uğrunda maddesel enerjiye yön
veren bir etmendir. Bunun harekete geçirici gücü maddenin ne
içindedir, ne de dışında. Ayrıca, ona bir mekân
belirlemeye de olanak yoktur. Bu şuurlu etmenin maddeden ayrı
bir varlık olduğunu şundan da anlıyoruz ki, olaylarda bir
tezâhür görülmediği anda da maddeler değerlerinden hiçbir
şey yitirmiyor. Örneğin, yukarıdaki örnekte arâzi koşullarına
bağlı olarak, herhangi bir nedenle suyun yönünü değiştirmesiyle,
bir tarlayı sulamak için onu başka yere akıtmak aynı değerde
fiziksel bir olgudur. Bununla beraber, ikincisine başka bir
etmen karışmıştır ki, bu da amaç ve bilgi uygulamasıdır..
Burada ayrıca önemli bir nokta daha vardır ki; o da, bu amacın
bir tesirlilikle beraber yürümesi. O halde, tüm bu olup
bitenlerde doğrudan doğruya göremediğimiz bir etmen
bulunuyor ki, biz onu ancak maddeler üzerinde amaçlı bir
tesirlilik şeklinde tezahürleri ile tanıyabiliyoruz. Şimi âlimleri
fizikoşimik maddelerin ne basit, ne de bileşik hallerinin hiç
birisinde böyle amaçlı bir tesirlilik tezâhürünün
bulanabileceğinden söz etmiyorlar.
Amaçlı tesirlilik atâletin zıddıdır ve bu; maddenin âtıl
durumu ile bağdaştırılamaz, açıklanamaz. Amaçlı
tesirlilik, hareketlere ebediyet kadar çeşitli şekiller
verebilir. Oysa, âtıl olan maddesel enerji, maddenin oluş
durumuyla değişmeden sürüp gider. O halde, bu maddesel
enerjiye karışan amaçlı tesirlilik etmenini dışsal ve geçici
bir şey olarak ele almak gerekir.
Burada bir önemli konuya daha değinmek zorundayız: Acaba
evrende amaçlı tesirliliği bünyesinde taşımayan maddesel
tezâhürler varmıdır? Hayır, yoktur. Zâten eğer maddesel
evrenin olaylarında amaçlı tesirliliklerin rolü olmasaydı,
bu olayların anlamı kalmazdı(6)
ve evrende düzenden söz edilemezdi. Oysa, bu amaçlı
tesirlilikler; maddeden maddeye, bir olaydan başka bir olaya
atlayarak binbir tür düzenlemeler içinde âtıl maddesel
enerjilere, evrenin düzenine göre yön vermektedir. Bu arada,
akla hemen şu itiraz gelebilir: Mâdem ki amaçsız maddesel
tezâhür yok, o halde amacı maddesel tezâhürlerden ayırmak
ya da ayrı düşünmek yerinde olmaz ve yukarıdaki irdeleme ve
düşünceler de bu bakımdan kendiliğinden çürümüş olur.
İlk bakışta bu düşünce doğru gibi görülebilir. Fakat
gerçekte böyle değildir. Dikkat edilirse, olaylardaki amaçların
sık sık değiştiği görülür. Aynı hareketler üzerinde
sayısız değişmeler gösteren bu amaçlı tezâhürleri
maddenin değişmeyen hareketleriyle karıştırmamak gerekir.
Belirli bir yöne / hedefe doğru fırlattığım bir taş parçasının
elimden aldığı kuvvetle olan hareketi başka bir şeydir, o
hedefe gitmek için olan hareketi başka şeydir. Bunlardan
birincisi fizikoşimik bir olaydır, ikincisi ruhsal bir tezâhürdür.
Bu taş bir cam kırabilir, bir kediyi kurtarabilir, bir çukuru
doldurabilir vb. vb. Fakat tüm bu sayısız amaçlı değişmelere
araç olan taşın hareketi her zaman aynı ve âtıl madde
hareketidir.
Evrenin yaradılışı, aklımızın almadığı yüksek amaçlara
yöneliktir. Tüm maddesel varlıkların nedeni bu olduğuna göre,
maddesel olayların bu amaçlar yönünde ve yolunda araç
olarak kullanılacağı ve hiçbir maddesel enerjinin, bunu sağlayan
yüksek etmenlerin tesirliliğinden kurtulamayacağı doğaldır.
Maddenin hareketi kör bir enerji şeklinde ortaya çıkar.
Bunda kendiliğinden bir amaç aramak abestir. Çünkü bu
hareketin ortaya çıkışı şu ya da bu amaç için olmayıp,
maddenin bir oluş zorunluluğudur. Bu hareketin herhangi bir
amaç uğrunda kullanılması, ancak başka bir etmenin
tesirliliğiyle ilgili bir keyfiyet olur ki, bu da amaçlı
tesirliğinin maddesel enerjiye karışmasıdır.
Özetle, atâletle vasıflanmış olan evrenin hiçbir
maddesinden kendi kendine amaçlı bir hareket beklenemez.
Bunlar âtıldırlar, “kördürler” ve eğer evren bunlardan ibâret olsaydı, bir
karmaşa içinde çoktan yıkılıp giderdi. Fakat her maddenin
oluşu, her olayın ortaya çıkışı Mutlak Varlık’ın
Yasaları altında cereyan eder. Bu arada, ruhlar da sayısını
bilmediğimiz başka varlıklar gibi tekâmül derecelerine göre
bu yasaları uygulamak konusundaki tesirlerini maddesel evrende
gösterirler. İşte bu noktadan başlayarak, Mutlak Varlık ve
ruh hakkındaki “yüksek” duygularımız
tüm maddesel fikirlerden yalıtılmış bir durumda içimizde
yavaş yavaş doğmaya başlar. Kendimizi yoklayalım; eğer böyle
bir duygunun nüvesini henüz varlığımızda bulamıyorsak, doğa
bilimleri ve özellikle de insan bilgisi yollarında kat etmemiz
gereken daha çok uzun uzaklıklar var demektir.
|