Ruh Beden İlişkisi Hakkında
Yeni Ruhçu Görüş Nereden Çıktı?
Burada
bizim söyleyeceğimiz ve klasik bilgiye ekleyebileceğimiz şeyler,
dört buutlu âlemdeki üstadlarımızdan almış olduğumuz
bilgilere dayanır. Bunlar, klasik ruhçuluk bilgilerini dışlayıcı
değil, tam tersine onları doğrulayıcı ve destekleyici içeriktedir.
Dört buutlu âlemdeki üstadlarımızdan aktardığımız
bilgiler tırnak işareti içinde gösterilmiştir.
Burada, her şeyden önce şunu bildirmeliyim ki, bu
bilgilere aracı olan medyomumuz, o sıralarda; ruhçuluğun ya
da deneysel ruhçuluğun öğretilerinden herhangi birinin
teorisinden bile haberi yoktu. Bununla beraber, alınan
bilgilerde ruhçuluğun en yüksek derecedeki bilgileriyle örtüşen
ve onu birçok yerlerinde tamamlayan bilgiler vardır. Fakat sık
sık yinelediğim gibi, hiçbir fikrin doğruluğu hakkında, hiçbir
kimseyi inanmaya zorlamak amacında ve niyetinde değiliz. Buna
ne gerek vardır, ne de olanak.
Perisprinin
Bedenle Bağlantısını Sağlayan Maddesel Araçlar
Ruhu
maddeden ayıran en önemli özellik, onun tesirlilik
kudretidir. Ruh bu kudretinin gelişimi oranında maddeleri
kullanır. Bununla birlikte, bu tesirliliğin maddeler üzerindeki
etkisi gene maddeler aracılığıyla olur. Ruh, bir maddeye,
ancak o madde ile ilgisi bulunan başka maddeler aracılığıyla
etki eder. Bu aracıların arasında; ruhtan aslâ ayrılmayan,
ruhun madde evreninde oluşturduğu perisprisi vardır. Şu
halde bedenle “birleşmesi”,
perisprinin onunla birleşmesi demektir. Gerçekten, perispiri
bedenin her yerine nüfuz etmiş durumdadır. Üstad şunu söylüyor:
“Ruh
perisperisi
ile bedenin her yerine nüfuz eder.” (1)
Fakat
burada akla başka şeylerde gelir. Daha önce perispri hakkında
yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi, ruhun bu tesir aracı
doğal hâlinde iken, son derece akışkandır. O kadar ki, onun
bu durumu ile dünyamızdaki hiçbir madde üzerine doğrudan doğruya
etki edebilmesi söz konusu olamaz. Bunun içindir ki; biz, ölmüşlerimizin
ruhsal tezâhürlerini dünyamızda doğrudan doğruya göremiyoruz.
Şu halde perispri beden ile ilişki durumuna geçebilmek için
önce bir hal değiştirmek zorundadır. Kitabımızın tekrar
doğuş bölümünde bu konuya değinilmiştir.
Bununla
birlikte, madde ile birleşmek üzere perisprinin az çok yoğun
bir hâle gelmiş olması da yetmez. Bunun için başka aracı
maddelere de gerek vardır. Bu maddeler perispri ile beden öğeleri
arasında bir takım akışkan (seyyal / süptil) aracılardır.
Bu aracı akışkanlar bizim sıradan inceleme, araştırma ve
ölçüm araçlarımızla saptanamayacak kadar ince / yüksek
titreşimlere sâhip bulunduğundan kolaylıkla belirlenemezler.
Bundan dolayı biz bunların pek azını ve belki de en az önemli
olanlarını tanımaya çalışıyoruz. İşte ısı ve elektrik
gibi etmenler bu aracıların en beliren ve en kaba olanlarıdır.
Bununla
birlikte, asıl önemli ve daha yüksek tertipte bir takım
etmenler daha vardır ki, bunlar perisprinin bedenle bağlantısında
doğrudan rol oynarlar. Bunlar, hareketlerindeki hız ve doğalarındaki
incelik bakımından, dünyamızın belki de en yüksek
tertipteki maddeleri arasında bulunan bir takım yaşamsal ögelerdir.
Bunlardan bizim ilk değinmek istediğimiz öğe sinirsel akışkandır.
İlerideki konularda, aynı derecede önemli, manyetik kuvvet,
hayvansal mıknatısiyet, beşerî radyoaktivite vb. adlarla değişik
araştırmacı yazarlar tarafından adlandırılmış başka bir
akışkandan söz edilecektir ki, biz buna “yaşamsal
akışkan” demeyi yeğliyoruz. Çünkü bunun ya doğrudan;
ya da sinirsel akışkan üzerinden, saptanmasıyla bedenle
perispri arasındaki ilişkileri sağlayan önemli bir unsur
olduğuna emin bulunuyoruz.
Burada
şunu da unutmayalım ki, ruhsal tesirlilik ile bu yaşamsal alışkanlıklar
bir birine dönüşebilir. Örneğin sinirsel akışkan, yaşamsal
akışkan hâlini alabildiği gibi, ısı da başka bir akışkana
dönüşebilir. Tüm bu işler, vücudun gereksinimine göre
ayarlanmış olan; daha önce biraz değinip geçtiğimiz,
kimyasal olaylardaki gibi, ruh tarafından düzenlenir ve tüm
bu olup bitenlerden bizim haberimiz yoktur.
Görülüyor
ki, bu yaşamsal öğelerden herhangi birisi vücutta; azalır,
çoğalır ya da ölçüsüz değişmelere uğrarsa, önem
derecesine göre, beden ile perispri arasındaki bağlantılar
gevşemeye başlar ve hattâ bu değişimler aşağıdan ya da
yukarıdan yaşam için gerekli olan sınırı geçerse
perispri–beden gevşekliği arta arta belirgin bir degajmana(2)
kadar gidebilir, yani perispri bedenden
kesin olarak ayrılır ve ölüm olayı
gerçekleşir. Tüm bunlardan dolayı, beden–perispri
ilişkilerini sağlayan ve sürmesine aracı olan bu yaşamsal
etmenlerin vücutta azaltıp çoğaltan tüm iç ya da dış öğeler
(etki derecelerine göre) perispri ile beden arasındaki bağları
az çok gevşetir ya da tümden koparabilir.
Vücutta
sürüp giden; sindirim, kan dolaşımı, solunum vb. bir takım
yaşamsal işlevler ile azaltma ve çoğaltma fiillerini kolaylaştırma
yolu ile vücut için gerekli olan bu yaşam öğelerini cansız
ve kaba maddelerden sağlamak amacına yöneliktir. Görülüyor
ki, dışarıdan aldığı maddelerin, isteğe bağlı ve
nicelikle ilgili değerlerine göre insan kısmen irâdesiyle de
beden–perispri ilişkileri üzerinde bazı etkiler yapabilir.
Nefis kırma(riyâzet) çalışmaları kapsamında, aç kalarak
gerekli hammaddeler dışarıdan yeterince alınmayınca
beden–perispri ilişkilerini sağlayan yaşam cevherleri az çok
bir zaman sonra vücutta azalmaya başlar. Bu durumun sonucu
olarak, önce perispri ile beden arasındaki bağlar gevşer ve
ruh varlığı beden dışında daha serbest olarak melekelerini
kullanma olanağına kavuşur. Böyle bir insanda paranormal bir
takım tezâhürler belirir. Tüm bu konulardan haberi
olmayanlar bu durumları kerametler olarak adlandırırlar. Bazı
mezhep / tarikat izdeşleri arasında bu durumlarla ilgili örnekler
vardır. Fakirler ve bazı zahitler de bu cümledendir.
Bununla
birlikte, yaşamsal öğeler üzerine doğrudan etki ederek,
onların isteğe bağlı ve nicelikle ilgili durumlarını değiştirerek,
irâde dışında kaldığı için; elbette, öncekinden daha aşağı
düzeyde bir beden – perispri gevşekliği ve bunun sonucunda
da bir degajmanı (1)
, ruh serbestliğini ortaya çıkarabilir.
Bunlar, bir takım hammaddeleri vücuda sokmakla olur ki, bu
maddelerin önemli bir kısmı hekimlikte kullanılmaktadır.
Bunlar genellikle zehirli maddelerdir ve başlarında da afyon
ve afyon bileşikleri gelir. Bununla birlikte tüm uyutucu, uyuşturucu
ve uyarıcı maddeler yaşam öğelerini azaltarak / çoğaltarak
beden–perispri ilişkisi üzerinde az çok etkili olabilir.
Hekimlik bunlardan (çoğu kez ampirik olarak) (3)
çeşitli amaçlarla yararlanma yoluna
gitmektedir. Dahası, bunların etkileri o kadar ileri gidebilir
ki, eğer bu maddelerden pek kuvvetli dozlar vücuda sokulursa,
sonuçta ortaya çıkacak olan beden–perispri gevşemesi kesin
bir kopma ile sonuçlanabilir.
Bunların
örneklerini de Ortaçağda yaygınlaşmış olan sihirbazlarda
görürüz. Kitabımızın hipnoz ve dedubluman bölümlerinde
bu konuyla ilgili biraz daha ayrıntılı olarak durulacaktır.
Bunlardan ayrı olarak, ruhsal tesirlerle de, beden-perispri ilişkisini
düzenlemeye yarayan bu yaşam öğelerinden bazı nicelikle
ilgili ve isteğe bağlı değişiklikler
oluşturularak degajman (1)
durumlarının ortaya çıkması olasıdır.
Gelecekteki, akılla ilgili tıp branşının bu ruhsal
durumlardan çok yararlar sağlayacağını sanıyoruz. Bize öyle
geliyor ki, telkin ve kendi kendine telkin denemelerinde şimdilik
bunun, belki çok ilkel bir şekilde incelenmesine ve
idraklenmesine girişilmiştir bile… Okuyucularımız bu
konuyla ilgili bazı ayrıntıları da ikinci cildimizde
bulacaktır.
Beden–perispri
bağlantısıyla ilgili yaşamsal öğeler hakkında bu genel
irdelemeyi yaptıktan sonra biraz da sinirsel akışkandan söz
etmeyi uygun görüyoruz. Sinir sisteminde böyle bir akışkanın
dolaşıp dolaşmadığı konusu tüm fizyologlar tarafından oy
birliğiyle halledilmiş değildir. Bazıları bu akışkanı
kabul etmez ve duyularla ilgili idrakin oluşumu için
sinirlerin titreşimini yeterli görür. Gerek fizyolojiden
gerekse metapsişik araştırmalardan alınmış sonuçlar bizi,
sinirlerde bulunan bir akışkanı kabul etmeye zorluyor. Bunları
ayrı ayrı ve uzun uzadıya burada anlatmak olanaklı değildir.
Ancak, bizleri bunu kabul etmeye zorlayan durumlardan birkaçını
burada kısaca paylaşmayı gerekli görüyorum:
Maddesiz
titreşim olmaz. Titreşimlerin inceliği / yüksekliği de
kendilerinde bulunan maddelerin inceliği / yüksekliği ile bağlantılıdır.
Bu da maddeyle ilgili bir ilkedir. Örneğin bir davuldan, kemanın
dördüncü oktavıyla ilgili bir ses bekleyemeyiz. Oysa ne
kadar yüksek tertipte yapılmış olursa olsun, sinir
sisteminin fizikokimyasal öğeleri, esîr içerikli titreşimleri
doğrudan doğruya alabilecek özellikte değildir. Çünkü
bunlar gene bu tür titreşimleri alma özelliğinden yoksun
olduğu bilinen, vücudun öteki maddesel öğelerinden başka türlü
maddelerle vücut bulmuş değildir. Oysa, buna karşın onlarda
vücudun başka organlarının sâhip olmadığı bir özellik
vardır ki, o da “sinirsel
akışkan” dediğimiz öğeleri üretebilme
becerisidir. İşte bu beceri onları, vücudun daha yüksek
tertipteki öğeleri arasına koymuştur.
Biliriz
ki, bir sinir ortasından kesilirse, bir süre sonra, dışta
kalan parçası ölür, oysa merkez tarafında kalan kısım yaşamayı
sürdürür. Bundan ilk çıkan sonuç şu olur: Sinir
merkezinden sinirleri besleyici öğeler çıkar ve bunlar sinir
yollarında akarak onları besler. Acaba sinirleri besleyen bu
öğeler nelerdir? Bunların ne olduklarını ve içeriklerini
araştırmayı fizyoloji uzmanlarına bırakalım ama bizim
burada saptayacağımız nokta şudur: Önce, sinir merkezleri,
sinir yollarını besleyici bir “yaşam
öğesi” üretir. İkinci olarak bu öğe sinirlerde
akıp gider. Bu öğeye ya da akışkana verilecek adın değeri
ikinci derecede kalır. Gene konumuza dönerek diyoruz ki, sinir
yollarında bir takım akışkanlar akar ve bunlar sinir
merkezlerinde üretilir. İşte biz bu akışkanı, bedenle
perispri arasındaki ilişkiyi sağlamaya yarayan bir yaşam öğesi
olarak kabul ediyoruz.
Bu
akışkan nedir? Hiç kuşkusuz, bir maddedir; hem de evrenin öteki
“yüksek” maddelerine
oranla oldukça yoğun bir maddedir. Bu maddenin laboratuar
yoluyla kimliğinin henüz saptanamamış olması, onun doğrudan
doğruya fizikokimyasal araçlarımızla ilgili bulunmamalarından
ileri gelmektedir. Bunlar ancak kendileriyle uyumlu yüksek
titreşimlerden etkilenirler ve gene o türden titreşimler üzerinde
etkili olabilirler. İşte bunun içindir ki, gerçek kimliği
saptanamadığından, şimdiye dek esîrin varlığı nasıl
fizikçiler arasında uzun tartışmalara konu olmuş ise; tıpkı
onun gibi, sinirsel akışkanın var olup olmadığı konusu da
fizyologlar arasında tartışılmaktadır.
Metapsişik
araştırmalar bakımından perispri ile beden arasında aracı
maddesel öğeler bulunduğunu gösteren birçok deneysel gözlemlerden
başka, böyle aracıların bulunmasını zorunlu kılan
nedenler de vardır. Bu nedenlerden birisi; az yukarıda yazdığımız
gibi, perisprinin kaba dünya maddeleriyle doğrudan doğruya
ilişkiye geçemeyecek kadar süptil (ince, lâtif) bir doğada
olmasıdır. Ruh, doğrudan doğruya bedene tesir edemeyeceği
gibi, perisprisyle de ona doğrudan doğruya etkili olamaz. Bunu
bir örnekle açıklamak istiyorum:
Ben
şu satırları yazarken, katı bir madde olan kalemi gene katı
bir haldeki maddeler aracılığıyla harekete geçirebilirim.
Bu aracılar et ve kemikten oluşmuş kolum, elim ve parmaklarındır.
Fakat burada yazı yazdıran etmen hiç kuşkusuz, bunlar değildir.
Gerçi, bunlar kaleme göre etken durumdadır ama elimi yöneten,
yüksek sinir sistemine göre edilgen durumdadırlar. Daha doğrusu,
öncekine göre etmen, ikincisine göre araçtır. Görülüyor
ki, kalemle elimi yazdıran daha yüksek bir araç / aracı vardır
ki, bu da sinir sisteminde bulunan sinirsel akışkandır. Fakat
bunlar da esas etmen değildir; kendilerinden daha yüksek aracıların
aracısıdır. Felçli hastaların durumu bize bu konuda bir
fikir verebilir. Bu hastalarda sinirsel akışkanları üreten
merkezler; herhangi bir nedenle harap olmuş durumda bulunduğundan,
bu akışkanlar oluşmamakta ve ruhsal uyaranlar vücudun
herhangi bir kısmına iletilememekte / aktarılamamaktadır.
Ruh varlığı ile bedenin felçli olan kısmı arasındaki aracı
maddeler zincirden bir halka eksik olduğu için, tüm arzusuna
karşı hasta, vücudunun o kısmını hareket ettiremez.
Durum
böyle olunca, sinirlerdeki akışkan daha yüksek cevherler
yolu ile ruh varlığından gelen titreşimleri vücudun her
noktasına götürdüğü gibi, dışarıdan gelen titreşimleri
de aynı yollardan ruh varlığına aktarır. Bu durumu
zihnimizde canlandırabilmek bakımından; ruh varlığı bir
dairenin merkezinde gibi düşünürsek, merkez ile çevre (yani
beden) arasında bir takım maddesel içe doğru ve içten dışa
(çevreye) doğru yolların bulunduğunu ve bu yolların çeşitli
maddelerden yapıldığını söyleyebiliriz.
Sinir
sistemiyle ilgili bir merkezin ölümü, o merkezle ilgili vücudun
herhangi bir yerindeki canlılığın azalmasına neden olur.
Yani sinir sistemiyle ilgili bir merkezin ürettiği yaşamsal
akışkandan yoksun kalan vücudun bir kısmındaki yaşamsal işlevlerin
aksamaya uğradığı görülür. Tüm sinirsel merkezlerin işlemlerini
/ işlevlerini tamâmen durdurması da aynı nedenle, tüm
bedenin ölümüyle sonuçlanır. Bu durum, bize göre, ruhun
tesirliliğini beden üzerinde gerçekleştirecek perisprinin
bedenle ilişkisini sağlayan yaşamsal öğelerden yoksun
kalmasının bir sonucudur.
Perisprinin
Gereği
Ruh,
madde evreninde perispiri ile bağlantı kurarak doğmuştur.
Perispiri, ruhun madde evreninde, kendisine eşlik etmesi
zorunlu olan bir tesir aracıdır. Ruh varlığının perispri
ile olan bağlantısı o kadar sıkıdır ki; onun madde
evrenine doğması, perispri ile birleşmiş duruma geçmesi
demektir diyebiliriz. Ruh, evrendeki görgü ve deneyimlerini
arttırmak için bir tesir aracına gereksinimi vardır. O, ilk
zamanlarda acemice kullandığı tesirliliğini, ancak bu araç
ile gidererek daha görgülü ve deneyimli bir şekilde
kullanabilme melekesini kazanacaktır. Perisprinin gereğiyle
ilgili olarak Üstadımız’dan aldığımız bazı bilgileri
aynen aktarıyorum. Bunlar, bizim söyleyebileceklerimizden çok
kapsamlı ve verimli anlamlar taşır:
“Perispri,
ruhun madde âleminde bir tesir aracıdır. Ruhların maddeler
âlemindeki bulunmaları için bu etkileme aracı kesinlikle
gereklidir. Ruhların madde ile bağlantısı, daha önceki
celselerimizden birinde de geçen perispri iledir. Acaba
perispriden ayrı bir ruh düşünülemez mi? Düşünülebilir.
Fakat böyle bir ruh madde âleminde hiçbir tezahür gösteremez.
Önce de belirttiğimiz gibi, perispriden ayrı düşünülen
bir ruh artık bizim maddesel evrenimizde bulunmaz. Şu halde
perispri ruhun kendisinden ayrılmayan bir parçası (ruha âit
bir şey) değildir. Bununla beraber madde evrenimizde bulunan
bir ruh, perispriden asla ayrılamaz. Perisprisiz bir ruh düşünülebilir:
Fakat böyle perisprisiz bir ruh madde âleminde kendini göstermez.
Ruh, perispriden hiçbir zaman ayrılamamakla birlikte, ruhun
mevcudiyeti için perispri bir koşul değildir. Ruhun
perispriden ayrılamaması, var oluşun onsuz gerçekleşemeyeceğinden
değil, onu kendisine bir var olma yeri
(ikamet yeri) kabullenmesinden dolayıdır. Tıpkı her
hangi bir cismin var olabilmesi için mekâna ihtiyacı yokken
mekândan serbest olmaması gibi.”
Görülüyor
ki, ruhun perispriyle olan bağlılığı, onun madde evreninde
var oluşunun bir zorunluluğudur. Daha doğrusu, ruhun bu
evrendeki var oluşu fikri, perispriyle olan bağlantısı
fikrinden ayrılmaz, bunların ikisi beraber gider. Perispiri
ruhun yöresel bir yoğunlaşması / odaklanmasıdır. Ruhun
madde evreninde tezahürü, onun buradaki tezahür olanakları
ve tesirliliği bakımından perisprinde
toplanmıştır.
“Perispride
rejenerasyon olmaz”
(4) Bu da, ruhun perispiriden
ayrılmayacağını başka bir bakımdan doğrulayan bir söylemdir.
Perispiri, aşağıda belirteceğimiz gibi tamamlanır. Fakat
onda, fizik bedende gördüğümüz gibi, hücrelerin ölmesi ve
yerine yenilerinin gelmesi söz konusu olamaz.
Ruh
ile perispri arasındaki bağlantı yalnız çözülmez olmakla
kalmaz, aynı zamanda bu bağlantı son derece sıkı ve içtendir.
Hattâ Üstad; bir yerde , “Ruh ancak perisprisi ile
maddedir.” diyor. Demek ki, madde olmayan ruha,
perispriyle bu sıkı bağı yüzünden madde gözüyle
bakabiliriz. İşte bu nedenledir ki, hiçbir filozof, hiçbir
âlim maddeden ayrı bir ruh düşüncesini kabul etmemiş ve
anlatamamıştır. Hattâ filozofların ve birçok kâdim
bilgenin saf halde tasavvur eder gibi göründükleri ruhu gene
maddesel özelliklerinden ayıramadıklarına tanık oluyoruz.
Perispri
Nedir?
Kuşkusuz,
perispri bir maddedir. “Perispri ruhu kendi enerjisi ile yoğunlaştırdığı lâtif bir
maddeden ibârettir.” Akademik konular arasında
bu türden bir maddenin adı geçmemiştir. Bu durum
perisprinin fizikokimyasal araçlarımızla doğrudan doğruya
ilgili olamayacak kadar yüksek bir süptillik (lâtiflik,
incelik) derecesine sâhip bulunmasından ileri gelmektedir. Esâsen
yukarıda da belirttiğimiz gibi, bundan daha az süptil olan
sinirsel akışkanlar bile bizim araçlarımızla algılanamaz.
Nasıl ki, yukarıda değindiğimiz felçli bir kimsenin yoğun
maddelerden yapılmış kolu; aradaki geçirgen sinirsel akışkanlardan
yoksun kalınca, nasıl perispri ile bağlantı kuramıyor ve
ruhtan gelen emirlere itaat edemiyorsa, bir bilim insanının
araç gereci de öylece perisprital maddeden doğrudan doğruya
etkilenmez. Çünkü perispriyi oluşturan maddelerden daha süptildir.
Yani bu türden maddeler dünyamızın doğal koşulları altında
tanıdığımız maddeler arasında bulunmamaktadır. Bu konuda
Üstad’ın açıklaması şöyle: “Perisprinin en yoğun hâli de
insanlarca henüz bilinmeyen yüksek maddesel düzeylerde
bulunur. Bu düzeylerdeki maddeler, sizce bilinen tüm yoğunluk
düzeylerinden daha süptildir. Dolayısıyla, en geri bir
perispriyi oluşturan maddeler dünyanın en süptil
maddelerinden daha süptildir.”
Perispiriyi
doğrudan saptamaya çalışanlar çok olmuştur. Örneğin,
hemen ölümün ardından, cesedin birkaç gram hafiflediği görülerek,
aradaki bu ağırlık farkı perispriye atfedilmiştir. Fakat
yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, dünyamızın
maddeleri arasında yer tutmayan bir maddenin kaba dünya ölçüleriyle
doğrudan doğruya saptanamayacağını kabul etmemiz gerekir. “Perispriyi bugünkü dünya araçlarıyla
sâbitlemek olası değildir.” diyen Üstad, bu konuda
sormuş olduğumuz bu soruya aşağıdaki tamamlayıcı açıklamayı
da ekleyerek bizleri aydınlatmıştır: “Siz perisprileri doğrudan doğruya idrak edemezsiniz; ancak yardımcı
araçlarla onları doğal halde saptamak olasıdır.”
Buna rağmen, araştırmacılar bu vasıtalara da başvurmamış
değildir. Örneğin, 1934 yılı Barselona Uluslararası Ruhçuluk
Kongresi’ne verilen bir rapora göre, Dr. Ra. Watters
1933’te Vilson odasının fizik olanaklarından ve koşullarından
yararlanarak orada çekirge ve fareleri öldürüp, bu hayvanların
perisprilerini fotoğrafla saptamayı başarmıştır. Bu
deneyle ilgili Uluslararası Ruhçuluk Kongresi’ne verilmiş
rapordan bazı parçaları özetleyerek aktarıyorum
Bu konudaki deneyi yapan araştırmacı Dr. Ra Watters’dir.
Kendisi ABD’de bilimsel bir enstitünün müdürü ve tanınmış
bir âlimdir. Deneyi anlatmaya başlamadan önce, atomun yapısı
hakkında kısa bir açıklama vermek gerek: Maddenin atomlardan
oluştuğunu biliyoruz. Atomlar, negatif elektrik yüklü
elektronlarla, pozitif yüklü protonlardan oluşur.
Elektronlar, tıpkı güneş çevresinde gezegenlerin döndüğü
gibi, merkezdeki proton çevresinde hareket ederler. Bir
elektron, yörüngesi üzerinde saniyede 1400 mil hızla hareket
eder. Buna göre bir elektron, protonun çevresinde, saniyenin 1
milyonda biri kadar kısa bir zaman içinde yaklaşık 7 bin
milyon kez döner.
Elektrik
yükü bakımından bir atom nötrdür. Eğer bu atomun
elektronlarından birkaç tanesi kaldırılırsa, denge bozulur;
yani protonun (+) elektrik yükü üstün basar ve atom pozitif
bir iyona dönüşür. Bunun tersine atoma elektron eklenirse,
gene denge bozulur fakat elektronların (-) yükü atomda üstün
geldiği için, o negatif bir iyona dönüşür. İşte bu
duruma iyonizasyon denir. Son zamanlarda (1940’lı yıllar)
radyoaktivitenin keşfi atomun etkinlik şekliyle ve yapısıyla
ilgili gizeme biraz daha nüfuz edebilmemize olanak sağlanmıştır.
Radyoaktif maddelerden alfa ve beta ışınları çıkar. Eğer,
örneğin; bir atom alfa ışınlarıyla bombardıman edilirse,
bu atomun yapısını incelemeye uygun birtakım tepkimeler
ortaya çıkar. İşte bunları incelemek için “Wilson Odası” ndan yararlanılır. Cihazın camla kaplı gözlem
odasına incelenecek madde konur. Burası kuvvetli bir ampul ile
aydınlatılır. Ayrıca, odanın içinde, gerektiğinde sis de
oluşturulabilir. Bu sis yoğunlaşınca, katı cisimlerin üzerinde
toplanma eğilimindedir. Örneğin bir parça suyu kaynatırken,
gördüğümüz madde, su buharının kendisi değildir. Çünkü
su buharı görünmez. Bu görünen, hava zerrelerinin üzerinde
toplanmış su buharının yoğun hâlidir.
Bu
deneyde bombardıman ışını olarak kullanılan alfa ışını
son derece yüksek bir hıza sâhiptir. Bununla birlikte, bu
ışın, örneğin havanın atomları arasından geçerken,
onların ancak bir iki elektronunu koparabilir. Fakat bu şekilde
elektronları eskimiş olan atomlar bir iyon hâline geçer,
yani burada bir iyonizasyon olayı ortaya çıkar. İyonların
özelliklerinden biri de rutubeti çekmeleridir. İşte bu
deneyde cihaza su buharı gönderilmesinin nedeni budur. Çünkü
odada oluşmuş iyonlar üzerinde buhar zerreleri toplanarak,
onları görünür ve hattâ fotoğrafı çekilebilir bir hâle
koyar. Bunları kısaca bu şekilde anlattıktan sonra,
perispirinin bu yolla fotoğrafını çekmek işlemini anlamak
kolaylaşır.
Mâdem
ki, su buharı iyonlar üzerine yapışarak onları fotoğrafla
saptayabilecek bir hâle koymaktadır, o halde; acaba eğer,
iddia olunduğu gibi, fizik bedenin dışında daha ince bir esîrî
bedeni (corps etherique) varsa, ne kadar ince olursa olsun, bu
bedenin eczası üzerine de, iyonlardan olduğu gibi, konarak
onu görünür, fotoğrafı alınabilir bir hâle sokmaz mı?
İşte
yukarıda adı geçen Amerikalı doktorun irdelemek istediği
konu bu olmuştur. Doktorun burada deney hayvanı olarak kullandığı
canlılar; çekirge, kurbağa, kelebek ve faredir. Önce çekirgeler
üzerinde yapılan deney şöyle hazırlanmıştır: Çekirgeler
uyuşturulduktan sonra, eter emdirilmiş bir pamuğa sarılmış.
Bu şekilde hareketsizleştirilen hayvanlar eterin etkisiyle gözlem
odasında ölüme terk ediliyorlardı. Artık çekirgenin can çekişme
hâlini beklemek gerekiyordu. Bu ânın geldiğine hükmedilince,
hemen odaya su buharı verilerek fotoğraf makinesi harekete geçiriliyordu.
Hayvan, ölümün arkasından, derhal gözlem odasından çıkarılıyor
kendisine güçlü bir uyaran olan adrenalin enjekte ediliyordu.
Bazen adrenalin verilmesinin ardından çekirge yeniden canlanıyor
ve bu şekilde fotoğraf çekilmesinin uygun bir âna
rastgelmemiş olduğu anlaşılıyordu. Deneylerden şu sonuçlar
çıkmıştır:
Önce
100 tane çekirge alınmış, bunların 50’si esas deneye,
kalan 50’si de hangi tür öldürme şeklinin uygun olduğunu
anlamak için yapılacak başka bir deneye ayrılmıştır. 50
çekirgeden 14’üyle ilgili plağın üzerinde çekirgelerin
hayâli görülmüştür. Bu çekirgelerin hepsi adrenalin
deneyinden sonra 8-14 saat gözlem altında kalmış ve hiçbirisi
yaşam eseri göstermemiştir. Öteki klişelerde hiçbir hayal
görülmemiştir. Bunlardan bir kısmı, fotoğrafı çekildikten
sonra yeniden dirilen, yani ölmezden önce resmi alınan, kalan
kısmı büyük bir olasılıkla resmi çekilmeden ölen çekirgelerle
ilgili klişelerdir. Yani bunlarda ölüm ânının
belirlenmesinde bir isabetsizlik vardır. Çünkü bu ânı
belirlemek gerçekten güçtü. Çekirgeler değişik zamanlarda
ölüyordu ve bunun tahmin edilmesi her zaman isâbetli
olmuyordu.
Burada
hayâli şekillerin birtakım gaz bulutları ya da lekelerle
ilgili olması olasılığını düşünenlere karşı doktor şu
noktaları öne sürüyor: Gölgeler tamâmen çekirge bedenine
benzemektedir. Ayrıca, fizik beden ile bu şeklin çevreleri
birbirine tamâmen uymaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki,
esîrî beden fizik beden büyüklüğündedir. Bundan başka;
kurbağalar, fareler ve kelebekler üzerinde de aynı deneyler
yapılmış ve onlarla ilgili klişelerde de bu hayvanların
fizik bedenlerine uygun gölgeler görülmüştür. Örneğin,
alınan birçok olumlu klişede, hiçbir zaman kurbağanın gölgesi
çekirgenin bedenine ya da çekirgenin gölgesi kurbağanın
bedenine uygun gelmemiştir.
Bu
konuda yapılan yüzlerce denemeden sonra, araştırmacılar / gözlemciler
şu sonuca varmıştır: Ölüm ânında, tıpkı bir elbiseden
soyunuyor gibi; cesetten, o cesede benzer esîrî bir cisim ayrılmaktadır.
Her ne kadar deneyler şimdiye dek en basit yaşam şeklini
temsil eden hayvanlarla sınırlı kalmışsa da, insanlar da dâhil
olduğu halde, en yüksek yaşam şeklinde de aynı deney koşullarına
uyarak aynı sonuçların alınacağı açıktır. Demek ki ölmek,
fizik bedene karşılık olan bir başka bedenin serbest duruma
geçmesidir. Ölüm de canlı vücutta ancak fizik bedene etkili
olmaktadır. Bu durum, deneysel ve bilimsel olarak saptanmış
bir gerçektir.
Buradaki
işlem, perispiriyi tartmak gibi kaba bir iş değildir. Bu işteki
başarının derecesi hakkında Üstad’ın değerlendirmesini
sorduk ve şu yanıtı aldık: “Yapılan
deneyler, dünyanızda elde olmayan eksiklikler içerse de esasında
isâbetlidir.” Demek ki, bu girişim, perispirinin ne
olduğunu araştırmak için akademik bir yolda atılmış ilk
adımlardan biridir. O halde henüz fizikokimyasal alanımızda
bulunmayan perispiyle ilgili yüksek maddeleri şimdilik nerede
ve nasıl aramalıyız?
Anlaşılan
o ki, bunlar dünyamızın maddeleri arasında, hemen elimizi
uzatıvermekle bulabileceğimiz yerlerde değildir. Bugünkü
(1940’lı yıllar) görünüşe bakılırsa, bu maddelerin
emin bir şekilde inceleyebilmek için; her şeyde olduğu gibi,
burada da doğayı taklit ederek işe başlamakta yarar vardır.
Doğa, fizikokimyasal maddelerle perispirinin arasına bir geçiş
aracı olarak yukarıda değindiğimiz, daha yüksek tertipteki
maddeleri, yani sinirsel akışkanı, yaşam akışkanını
koymuştur. Bunlar olmayınca, perispri nasıl doğrudan doğruya
dünyamızla ilişkiye geçemiyor ve ruh dünyadan ayrılıyorsa,
bunun gibi, bu araçlara başvurmadan kaba cihazlarımızla
perisprinin incelenmesi olası değildir.
İşte
başka âlemlerdeki ruhun maddeler üzerindeki tesirliliğini
araştırmak ve özellikle dünyamızdaki kendi varlığımızı
daha derin ve kapsamlı bir anlayışla tanıyabilmek için,
perisprinin incelenmesini bu yoldan yapmaya çalışan bugünün
(1940’lı yılların) metapsişikcilerini “bilimsel
çalışma yollarına aykırı” bir yolda görmek,
olumsuz bir alışkanlığın doğurmuş olduğu ruhsal bir hâlettir.
Dahası, bu; yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı,
bilimsel bir düşünce ürünü olmaktan uzaktır. Bununla
birlikte, bugünkü laboratuar araç gereçlerimiz bu ince
maddelerden etkilenebilecek duyarlılığa getirilebilirse, hiç
kuşkusuz, kolaylığı ve manipülasyon olanaklarının daha
geniş olması bakımından işi onlarla sürdürmek belki de yeğlenebilir.
Görünen
o ki, şimdilik yapılacak iş; iyi kullanılmak koşuluyla,
canlı varlıkların sinirsel ve yaşamsal akışkanlıklarından
ve hattâ sinir sisteminden yararlanmaktadır. “Sinirsel
bir durumdur…” deyip , susarak geçiştirmek isteğimiz
birçok psikofizyolojik öyle durumlar ve olaylar vardır ki, eğer
şimdiye dek onlar üzerinde bilimsel bir yetki ve kudretle
durulmuş olsaydı, bugün insanın gerçek doğası hakkındaki
bilgimiz bambaşka olurdu. Çünkü o olaylar dünyaya sığmayan
varlığımızı, yüksek maddelerle ilgimizi, nihayet doğrudan
doğruya kendimizi bize bugünkünden daha çok iyi tanıtmış
olacaktı.
Şimdiye
dek her metapsişik araştırma süjesi, hatta bu süjelere değer
vermek isteyen her metapsişikçi insafsızca ve düşüncesizce
“deli”
olarak damgalamıştı. Fakat böyle kolayca verilmiş
bir hükmün kendi özbenliğimizle ilgili bilgileri karartıcı
sonuçlarından dolayı, bugün duyan ve takdîr eden bilim
insanlarının sayısı yeterince çoğalmıştır. Burada örnek
olarak, her biri akademik ilim alanında bir otorite sâhibi
bilim insanlarından birkaç tanesinin fikirlerini okuyucularıma
sunmak, bu yolda uzun uzadıya söz söylemekten daha yararlı
olacaktır:
Önce, ünlü
kriminoloji uzmanı ve Turin Üniversitesi
sinir ve akıl hastalıkları profesörü Dr. Cesare
LOMBROSO’dan söz etmek isterim. Çünkü bu bilim insanı,
ruhçuluk ve metapsişikle ilk tanıştığı yıldan önce tüm
ruhçuları hiç sorgulamadan akıl hastanesine göndermek
isteyenlerin başında geliyordu. Fakat bilimsel karakteri ve
derin görüşleri sonunda kendisini uyardı ve önceki
hareketlerinin anlamsızlığını açıkça itirafa mecbur kıldı.
İşte gerçek bir âlime yakışan temizlikle bu profesör şunları
söylüyor: “Ruhçulukla
ilgili olguların son derece büyük bir önem taşıdığını
ve ilim câmiasının zaman yitirmeden dikkatini bu tezâhürler
üzerine çevirmesi gerektiğini söylemeye kendimi mecbur kabul
ediyorum… Ruhçuluk konusuna karşı önceki katı tutumumdan
dolayı şimdi utanıyorum.”
Aşağıdaki
sözlerde Darwin’in rakibi, İngiliz Antropoloji Derneği başkanı
ve ünlü doğa bilimcilerinden Russel WALLACE’ındır: “Ben
o kadar tam ve inanmış bir materyalist idim ki, ruhsal bir
varoluşla ilgili kafamda hiçbir şey bulunmazdı. Fakat
olaylar inatçı şeylerdir. Üst üste gelen olaylar beni
yendi. Ruhçulukla ilgili konular öteki tüm bilim dallarının
alanlarına giren konular kadar pozitiftir.”
Şimdi de Prof. Dr.
Oliver LODGE’u dinleyelim. Bu bilim insanının birkaç yıl
önce Cumhuriyet Gazetesi ülkemizde beş makalesiyle tanıtmıştı.
Kendisi elektrik konularında ve özellikle de iyonlar hakkındaki
teorileriyle ün kazanmış büyük bir İngiliz fizikçisidir.
Prof. Lodge diyor ki, “Kendi
hesabına ve tüm sorumluluk duygularımı idrak etmiş olarak
derim ki; bu kadar emin olma duygusu, ruhçulukla ilgili
incelemelerim sonunda ve zaman içinde yavaş yavaş ortaya çıkıp
belirginleşti. Yirmi yıllık incelemelerimden sonra, sadece ölümden
sonra varoluşun sürüp gittiği gerçeğine değil; aynı
zamanda spatyomdan, güç olmakla beraber bazı özel koşullar
altında bize gelebilecek bir iletişimin de mümkün olabildiğine
şimdi emin bulunuyorum. Bu, hakkında kolayca hüküm
verilebilecek konulardan değildir. Bu olaylarla ilgili kanıtlar,
bu işin irdelenmesine ve incelenmesine ciddi olarak kendilerini
adamış olan kimseler tarafından ortaya çıkarılabilir.”
Fizik
alanında birçok keşifleriyle tanınmış büyük İngiliz
fizikçi William CROOKES’un bu konudaki sözleri öncekilerden
daha az kesin değildir. Birçokları arasına; thallium
elementini, radyometreyi keşfeden, maddenin radyan hâlini tanıtan
ve X-ışınlarının kendi adıyla anılan tüpleri (“crookes
tüpleri”), katot ışınları üzerindeki deneyleri
yapan bu büyük bilim insanının metapsişik hakkındaki sözleri
anlamsız olamaz: “Gerçekliğine
inanmış olduğum ruhçulukla ilgili olaylar hakkındaki tanıklığımı
reddetmek ahlâksal bir alçaklık olur. Ben bunların olabileceğini
söylemiyorum, vardır diyorum. Sıradan insan zekâsından başka
zekâlar tarafından kullanılan bir kuvvetin var olduğunu kanıtlamak
için yaptığım deneylerle ilgili tutanakları 30 yıl önce
yayınlamıştım. Bugün, o zamanki söylemlerimin arkasında
olduğumu söylemekle beraber, onlara birçok yenilerini de
ekleyebilirim.”
Frederic
MYERS, Cambridge Üniversitesi’nde profesördür. 1900’de
Paris Uluslararası Psikoloji Kongresi fahri başkanlığına seçilmişti.
Bu âlim şunları söylüyor: “Telepati
aracılığıyla; sâdece yaşayanların değil, dünyadan ayrılmış
olanlarla da görüşüldüğüne, aralarında benim de bulunduğum
birçok araştırmacı katılmış durumdadır.”
Örnek
çoktur ama bu kadarını yeterli görüyoruz. Tüm bu araştırmacılar,
yukarıda aktardığım fikirlerini yazarken, bu işlerle yakından
ilgili olmayan birçoklarının akıl hastası
kabul ettiği insanlardan yararlanmışlardır. Bize göre
bunlar akıl hastası değildir. Bunlarla birlikte akıl hastalıklarıyla
ilgili kliniklerde bu bakımdan etüd konusu olacak ne kadar çok
hasta vardır!
Perispri
bizce bilinen maddelerden yapılmış olmadığı için, onda
bizim maddelerle ilgili tanıdığımız özellikleri aramak boşuna
olur. Dahası, şunu bile söyleyebiliriz ki; eğer biz maddeyi,
bizden öncekiler gibi sâdece fizikokimyasal özellikler gösteren
cevherlerden ibâret sanmış olsaydık, bu anlamdaki perispriyi
maddelikten çıkarmaya ve ona gayri maddîlik damgasını
vurmaya mecbur olurduk. İşte önceden de söylendiği gibi;
gerek batı, gerek doğu teozoflarının aldandıkları nokta
buradadır. Onlar ruhu, belirli bir olgunluk düzeyinden sonra,
maddeden tamamıyla kurtulmuş ve saf bir duruma gelmiş (ya da
en azından maddesel “giysilerinin” böyle bir nitelik kazanmış) olduğuna inanırlar.
Bu inanç, hiç kuşkusuz, maddenin kapsamı hakkındaki düşüncenin
ihmal edilmiş olmasından ileri gelmektedir.
Gene,
önce söylendiği gibi, maddenin bizim için sonu yoktur.
Evrenimizde bulunan her şey maddedir. Her ruhsal tezâhür
ancak madde ile gerçekleşme zemini bulabilir. Fakat bizim
madde hakkındaki idrakimiz ne kadar genişlemiş olursa olsun,
onun son merhalelerine kadar uzanmaya yetmez ve bir an gelir ki,
orada bizim maddesel idrakimiz durur. Bundan sonra, ya ötesini
inkâr ederiz, ya da maddeye “gayri
maddîlik” (madde olmayan) nitelemesini yapıştırırız.
Esâsında, ne o doğru olur, ne de bu. İşte perisprinin
durumu da; maddeciler, ve teozoflar tarafından bu âkıbete uğratılmıştır.
Ruhların
Bedeni Etkileme Şekli ve Perisprinin Halleri
Ruhlar
bedeni ne şekilde etkilerler? Bu sorunun yanıtını doyurucu
bir şekilde vermek olanaklı değildir. Çünkü maddenin yüksek
dereceleri üzerinde ruhun tesirliliğinin nasıl olduğunu
anlamaya maddesel idrakimiz elverişli değildir. Biz burada
ancak ruhun, kaba maddeler üzerinde görebildiğimiz kaba
etkisini incelemeyi araştırma konusu yapabiliriz. Fakat bunlar
bile birçok yerlerde bizim için çözülmesi güç bir takım
bilinmezler hâlini alır ve bizi çoğu kez çıkmaz sokaklara
yönlendirir.
Perisprinin
hakkında da aynı sözleri söyleyebiliriz. Hele az yukarıda söz
konusu edildiği gibi, perispriyle ilgili cevherlerin, bizim
inceleme alanımızda bulunan maddeler arasında olmaması bu işi
daha da güç bir şekle sokar. Bundan dolayı bu konuda
toparlayabileceğimiz bilgiler ancak yüksek tertipteki inceleme
araçları ile, yani sinir akışkanları yolu ile, daha doğrusu
insan bedeniyle olabilir. Dahası, bizim ancak bu yoldaki çalışmalarımızla;
noksan, fakat çok yararlı bulduğumuz bilgileri edindik. Bu
konuları inceleme girişiminde bulunan öteki araştırmacıların
da yaptığı gibi.
Ruh,
perisprisi aracılığıyla maddelere istediği şekli verir;
gene o aracı ile maddeleri tekâmül ihtiyacına göre inceltir
ya da kabalaştırır. Fakat bunun için ruhun önce kendi
perisprisine egemen olması ve onu istediği zaman kolaylıkla
herhangi bir süptil madde ile girişim / etkileşim durumuna
getirebilmesi gerekir. Ruh ancak bu yolla kendinde potansiyel
olarak bulunan yüksek melekelerine yüksek amaçlarına uygun
bir şekilde kullanma olanağına kavuşur. İşte ruhun madde
evrenindeki tekâmülü fikrine bu düşünce ile ulaşabiliriz.
Acaba ruh, perispri üzerinde nasıl işler ve onu işlevsel
duruma getirmek için nasıl hareket eder?
Ruhun
kendi varlığında bir enerji bulunur; bu enerji ile o,
maddesel bağlantılarını sağlayan araçları kurar. Bu araçlar
da çeşit çeşittir. Her zaman yinelediğimiz gibi, birçok
ruhçu düşünürün kanaatlerinin tersine olarak; bir maddesel
bağlantıyı bir neden değil, sonuç olarak kabul ettiğimiz
gibi, bu bağlardan kurtulmayı da tekâmülün bir amacı değil,
aracı olarak kabul ediyoruz. Çünkü eğer maddesel araçları
ruhun kendi enerjisinden doğan bir sonuç ve onlarla birleşmesinde
bir araç olarak kabul etmezsek, ruhun yaradılışı ile
maddesel evrene girişini aynı şey olarak düşünmemiz
gerektiği gibi, ruhun madde evrenindeki yaşamıyla, tekâmül
vetiresi arasındaki ilişkileri de anlayamaz bir hâle geliriz.
Üstad bu konuda şunları söylüyor:
“Ruhun
maddeye olan tesiri, kendinde bulunan bir enerji ile olur ve bu
tesir, ruhun maddesel bağlantılarını sağlayan bir araçtır.”
Ruh, perisprisinin evrenin maddelerinden yapmıştır. Bunlar dünyamızın
süptil maddelerinden çok daha süptil olmakla beraber, evrenin
yüksek hallerdeki maddelerine oranla çok yoğun bir halde
bulunur ve bunun yoğunluk derecesini belirleyen şey de ruhun
olgunluk düzeyidir. “Her ruh kendisiyle ilgili perispriyi maddeden alır. Bu madde tam esîr
değildir. Ruhun irâdesiyle ve kabiliyetine uygun bir şekilde
yoğunlaştırılmış bir şeydir.” Öyle anlaşılıyor
ki, ruhun kabiliyetine ve olgunluk derecesine göre değişen
birbirinden farklı yoğunlukta perispriler vardır. Dahası,
ruh melekelerinin ortaya çıkışı perisprinin yoğunluğuyla
orantılıdır. Demek oluyor ki, ruhun tekâmülü ile
perispirinin hafifliği arasında bir ilişki vardır. “Daha önce de belirttiğim gibi; perispri, ruhun yüksekliği
derecesiyle bağlantılı olarak esîrden daha yoğun olduğu
gibi, daha hafifleşir de… Bununla birlikte o hafifleşme
ruhun tekâmül alanına bağlı olduğu için, sonradan olur.
Çünkü ruhun tekâmülü ile perispirisi gitgide hafifler.
Yani ancak ruhun tekâmülü ve madde üzerindeki tesirliliği
ile perisprisi hafifler. Öte yandan, ruh tekâmülü ile
perispirini esîrden daha süptil bir duruma getirmiş ise, esîrin
üzerindeki bir âlemde yer alır.”
Burada
önemle yinelemek istediğim bir konu var: Üstad’ın sözünü
ettiği esîri âlem ile, geçtiğimiz paragraflarda aktardığımız
teozofların anlayışındaki esîri âlemin bir ilgisi yoktur.
Teozoflara göre bu âlem dünyamıza en yakın olan ve hattâ dünyamız
maddeleri arasında bulunan maddeleri içerir. Oysa, Üstad’ın
söyleminde geçen “esîr”, her türlü maddesel idrakin üstünde ve hemen
hemen üç buutlu âlemle daha yüksek buutlu âlem arasındaki
sınır maddelerini oluşturacak kadar akışkan maddelerdir. Nasıl ki, aşağıdaki söylem
de bunu doğruluyor: “Dört buutlu âlemde bulunan
ruhların perispirileri esîrden biraz daha hafiftir. Sizin
madde kavramınızın dışında çıkacak kadar yükselmiş
olan perisprinin halden hâle girerek değişim ve dönüşümleri
sizin idrakinize girebilecek şekilde açıklanamaz.”
Perisprital titreşimleri
yükselmiş olan ruhlar, o oranda kozmik maddeler üzerinde
tesirliliğini gösterip, o maddeleri istedikleri gibi kullanmak
olanağını elde etmiş olurlar. İşte ruhların madde âlemindeki
enkarnasyonlarının nedeni ve hikmeti budur. Tüm bu açıklamalardan
sonra; her tekâmül aşamasında, giysi değiştirir gibi,
ruhların perisprilerini yani tesirlilik(müessiriyet) araçlarını
terk ettikleri hakkındaki hipotezlerin, ruhun evrenimizdeki
varlığını gerektiren amaçlara neden uygun bulmadığımızın
nedeni daha iyi anlaşılır.
“Ruhların,
perisprilerini kullanmaları” demek, önce onları
istedikleri gibi “hafifleştirip”
“yoğunlaştırabilmeleri”
demektir. Ruhlar bu işte ne kadar kolaylık ve ustalık başarılı
olabilirlerse, tesirliliklerini maddeler üzerinde o oranda
fazla göstermiş olurlar. Bu da onların madde âlemindeki
egemenliklerini o oranda artırır.
Özetle,
ruhlar; perisprilerini, tesirlilik göstermek istedikleri
ortamlardaki maddelerin hallerine uydurmaya ve bu yoldan onlar
üzerinde egemen olmaya alışmış bulunmaktadırlar. İşte
ruhun “maddesel
esâretten kurtulması” nın anlamı budur. Bu da,
yineliyoruz; ruhların, değişik madde âlemlerinde bir süre “yaşaması”
ile ve perisprilerini o âlemlerin maddeleri içinde yoğurmalarıyla
olur ki, “deneyim
ve görgü” deneyimin anlamı da budur. Bu da demek
oluyor ki, ruhlar perisprilerine istedikleri şekli ancak
deneyim ve görgülerinin artması oranında, başka bir deyişle,
tekâmülleri oranında vermeyi başarırlar. “Ruh,
madde üzerindeki egemenliğini kullanarak onu istediği şekle
sokabilir. Fakat ruhun tesirliliği onun tekâmül düzeyiyle
orantılıdır. Bundan dolayı o, perisprisine istediği şekli
sınırlı bir şekilde verebilir.”
Eğer
ruhlar bu evrene ilk girdikleri andan başlayarak, araçlarını
istedikleri gibi kullanmak kudretine sahip olmuş olsalardı, bu
kadar tekâmül vetirelerine gerek kalmazdı. Çünkü onlar bu
araç ile evrenin en yoğun ve en ince maddeleri üzerinde
derhal egemen bir duruma girmiş olurlar ve bu evrene
inmelerindeki amaçları olan etkinliklerini tam bütünlüğü
içinde gösterebilirlerdi. Bu durumda onların maddelere bağlanmalarını;
yani “esir”
olmalarını, bu kadar çeşitli ihtiraslar eğilimler ve
arzular içinde ıstırap çekmelerini ve sonunda madde
evreninde bir süre esâret yaşamı geçirmelerini anlamlandıramazdık.
Şunu hatırdan hiç çıkarmamak gerekir ki; ruhun tekâmülünden
amaç, daha doğrusu evrene inmesinden amaç, ona egemen olmak
ve İlahi İrâde Yasaları kapsamında oluşmuş olan bu
egemenliğini ebedîyen korumaya kudretli yetecek duruma
gelmektir. Bunun için o, bu amacına ulaşmada araç olan
perisprisi üzerindeki egemenliğini arttırmak ve onu ebediyen
korumak zorundadır.
Tüm
bunlardan anlaşılıyor ki, ruhların tekâmülü ile
perisprilerinden ayrılmamaları ve madde evrenindeki ebedî
tesirliliklerine araç olacak bir duruma perisprilerini
getirmeleri fikri birbirinden ayrılmayan kavramlardır. “Ruhlar perispirilerini
istedikleri gibi yoğunlaştırabilecek durumdadırlar. Ancak,
perisprinin inceliğini arttırmak ancak bir dereceye kadardır
ki, o da tekâmül düzeyi ile biter.” Acaba ruhlar
perisprilerini nasıl inceltebilirler? Bu sorunun yanıtını
sadece fizikokimyasal verilere dayanarak kolay kolay veremeyeceğimizi
aşağıdaki tebliğ bilgisinden anlıyoruz:
“Perisprinin
hafifliğinden / inceliğinden maksat, birim hacmindeki parçacıkların
azalıp çoğalması değildir.(5)
Buradaki hafiflik / incelik, ağırlık
karşılığı olarak kabul edilmemeli. Ruhun perispirisi üzerindeki
tesirliliği tekâmül düzeyine bağlı olmakla beraber,
perispirisini tamamlamak için kullandığı pek çeşitli araçlar
vardır. Bu araçlardan bazıları da, sizin söylediğiniz
gibi, perispriyi yoğunlaştırmak için ona madde eklemek,
atomik titreşimleri değiştirmek vb. vetirelerin hepsidir.
Maddenin derecelerinde yükseldikçe, niteliklerinden pek çoğunun
değişip dönüştüğünü biliyorsunuz. Bu şekilde
perispirinin niteliklerinden bir kısmı gider, onların yerine
başka nitelikler geçer.”
Ruhlar
perisprilerini gerektiği düzeyde işlek bir duruma
getirebilmek için birçok deneyimler geçirmek, birçok şeyler
öğrenmek; kısaca, perispirilerini kendi melekelerinin
maddesel evrenle ilgili olan kısımlarına uydurmak zorundadırlar.
Bu işi sağlayan, bizim bildiğimiz / bilmediğimiz birçok tekâmül
vetireleri vardır ki, bildiklerimiz arasında, ruhların yoğun
maddelerden oluşmuş dünyalarda yaşamaları gelir. Dünyamızda
yaşayan ruhlara “enkarne varlıklar”
diyoruz. Bu deyim, deneysel ruhçuluktan alınmış olup, “ete girme” anlamına
gelir. Doğuş (ete “girme”) ve tekrar doğuş konusu ikinci kitabımızı
baştan sona dolduracağı için, burada onun üzerinde
durmuyoruz. Ancak, perispirinin rolünden burada biraz söz
etmek gereği vardır.
Perispirinin
yoğun maddelerle bağlantısı, belli bir yoğunluk derecesine
girdikten sonra, mümkün olur Görünen o ki, ruh varlığının
sıradan bir tekrardoğuş ya da deneysel bir kendiliğinden
materyalizasyon şeklinde dünya maddeleriyle bağlantıya geçmesi
ve bu sâyede dünya varlıklarıyla iletişime girmesi için,
önce perispirisini her zamanki hâlinden ayırması ve bir
dereceye kadar yoğunlaştırması gerekir. Klasik ruhçulukta gördüğümüz
gibi, ruhların dünya ortamına girmeden önce spatyomda bir
hal değişimi geçirmeye başlamaları, “ağırlık”
duymaları, şuurlarında bulanıklık algılamaları bu şekilde
açıklanabilir. Tüm bu haller onların “inecekleri”
dünyadaki maddelere göre perisprilerini odaklandırmaya başlamalarından
dolayıdır. Çünkü ancak böyle yoğun bir perispri üzerine
onlar dünya maddeleriyle ilgili bir duruma girmesi
gerekmektedir. Böyle bir perispri bedenin her kısmına nüfuz
etmiş olarak onu kurar. Bunu kaba bir örnekle Wilson Odası’ndaki
adamlar üzerinde yoğunlaşmış olan ve bu şekilde görünür
bir duruma gelen su buharına benzetebiliriz.
Ruh
varlıklar bedenlerini oluşturmazdan önce, perispirilerini
beden şekillerine göre biçimlendirirler. Bu işlem, ruh varlıklarının
spatyomdaki ilkel(kaba, titreşimi düşük) enerjileriyle
olur. Bu enerji enkarnasyondan sonra, yoğun maddelere bağlılık
yüzünden azalır. Bunu, kabaca, parlak bir ışık kaynağının
önüne konmuş kalın bir buzlu cam örneğine benzetebiliriz.
Bununla beraber, varlığın spatyomdaki ilkel enerjisiyle oluşmuş
olan maddesel egemenliği tüm dünya yaşamı boyunca sürer.
İşte bunun içindir ki, henüz dünya maddeleriyle birleşmeden
önce perispirilerine istedikleri şekli veren ruh varlıkları,
ete “girdikten”
sonra, onu ve ona bağlı bedenlerini esaslı bir şekilde değiştiremezler.
“Ruh
arzu ettiği maddeden kendisine bir parça alarak, onu cisimsel
bir hâle koyar. Örneğin, bir maddeyi yoğunlaştırarak size
görünebilir. Ruhun dünya üzerindeki varlığı ise madde ile
bağlantısı derecesindedir. Ruh varlığı perisprisi ile
bedenin her bir yanına nüfuz eder. Ruh varlığı perisprisini
dilediği gibi değiştirebilir. Örneğin, Ahmed kılıklı bir
kimsenin ruhu
maddeden bir pay alarak vücudunu istediği şekle sokabilir.
Kimlikler birleşmemek koşuluyla bu olabilir. Ruhun madde üzerinde tüm enerjisini
kullanması, dünyayla ilgili tüm ilişkilerinden kurtulduğu
zamandır. Dolayısıyla insanın doğumundan öleceği ana dek
geçirdiği normal cisimsel oluşum, ruhun maddeyle
ilgilenmezden önceki irâdesiyle olur. Maddeye
bağlandığı zamanda ruhun egemenliği sürer, fakat enerjisi
azalmıştır. Ruh, madde ile ilgisinden önceki irâdesinin ürünü
olan egemenliğini koruduğu
için, bir beden ‘içinde’ yaşarken perisprisinin ve bedeninin şeklini değiştiremez. Örneğin,
bir insan oluşmuş
olan vücudunun şeklini ruhsal tesirleriyle değiştiremez;
mavi gözlü iken kara gözlü olamaz. Burnu, eli ayağı kısaca
tüm vücudu belli bir şekli almış olan bir beden kendi şeklini
değiştiremez. Çünkü bu şekil, ruhun madde ile ilgisinden
önceki irâdenin ürünüdür. Bununla birlikte belirttiğim
gibi; ruhun tüm
enerjisini kullanmaktan onu alıkoyan, madde ile olan bağlantısıdır.
Dolayısıyla, herhangi bir nedenle, dünyada iken ruh; madde
ile bağlantısını tamâmen ya da kısmen devre dışı bırakırsa,
bu değişiklik olabilir.”
Üstad
varlığın bu bilgilerinden geleceğin metapşişik çalışmalarıyla,
insan varlığı üzerinde ne kadar büyük değişimler oluşturulabileceğini
tahmin edebiliyoruz.
Yeni
Ruhçuluk Penceresinden Ruh ve Madde İlişkilerinin Amacı Hakkında
Bir Değerlendirme
Yaratılmışların
sonu yoktur. Burada başlangıç ve son bizler için söz konusu
olamaz. Bu âlemin bildiğimiz küçük bir kısmı maddedir.
Fakat bu madde hakkındaki cahilliğimizin de ne kadar tam ve
kapsamlı olduğunun farkındayız. Madde âleminin dışındaki
varlıklara gelince, bu konuda bir teori üretmemize bile olanak
yoktur. Yaratılmışların sonsuzluğu hakkında Üstad ile
aramızda geçen bir görüşmeyi aktarmakta yarar görüyorum:
Soru:
Şu halde maddeden başka bir varlık daha söz konusu
olabiliyor, öyle mi?
Yanıt:
Maddeden başka varlıklar birden fazladır. Fakat biz maddeden
başka olmak üzere yalnız ruhu görüyoruz.
Soru:
Demek, maddeden başka sonsuz varlıklar vardır, öyle mi?
Yanıt:
Evet, fakat ben onları size tanımlayamam.
Bu
sonsuzluk ve ebediyet içinde ruhun etkinliğini arttırması ve
İlahi İrâde Yasaları altında tesirliliğini evrenlere yaygınlaştırması
zorunlu görünüyor. Bu nedenle ruh, birçok tekâmül aşamalarından
geçerek; her aşamada, o aşamanın olanakları içinde
kudretlerini geliştirebilecektir. Bununla birlikte, ruhun o aşamalara
uğraması, oralardan gelip geçmesi için değil, o aşamalarda
ebedileşecek olan egemenliğini kurması içindir. Böyle bir düşünce
dışında ruhun soyut ve bencilce bir olgunluğunu hiçbir sağduyu
kabul etmez. Burada söz konusu edilen egemenliği, tahakküm
fikriyle karıştırmamak gerek. İlâhi İrade Yasaları tüm
yaratılmışlar hakkında geçerlidir. Bu yasaları uygulamaya
konmasında rol alabilecek bir liyakat derecesine varmış olan
ruhlar, evrenleri yönetirler, yani İlâhi İrade Yasaları’nın
uygulanmasında etkili ve yetkili olurlar. İşte ruhun egemenliğinden
amaç budur. Bizim madde evrenimizde ruhların uğradığı bu
sonsuz gelişim aşamalarından biridir. Bu aşamaların her
biri birer ebediyettir. Madde evrenimiz de bizim için bir
ebediyettir. Çünkü onun başı ile sonu bizce
bilinmemektedir. Ayrıca bu iki uç arasındaki sınır; ne
zaman, ne de mekân olarak bizim ölçülerimize girebilecek bir
doğadadır. İşte ruhlar bu madde evreninin bilmediğimiz bir
noktasından başlayıp, bilmediğimiz başka bir noktasına doğru
belirli amaçlarına uygun olarak “akıp giderler”. (6)
Yukarıdan beri belirttiğimiz gibi, perispri bu konuda en temel
araçtır.
Ruhun,
perisprisine nasıl bağlandığını bilmiyoruz ve bilemeyeceğiz.
Özetle, madde evrenine doğan bir ruhun kendisine araç olan
perisprisini kendi irâdesine her konuda bağlı ve çevre ile
her türlü ilişkilerini sağlamaya uygun bir duruma koymak için,
en “ağırından”
en “hafifine”
kadar tüm maddelerle onun karşılaşması ve bu yoldan deneyim
ve görgüsünü arttırmaya çalışması zorunludur. Bu bir
tekâmül yoludur ve bu yol, ruhu maddesel evrenin de üstüne
çıkaracak ve ona, evreni İlâhî İrâde Yasaları’yla yönetmesini
öğretecektir. Esâsen bu düzeye gelmiş olan bir ruh için
evrenin içi ya da dışı düşünülemez. Çünkü o,
perisprisine olan bağlılığı yüzünden madde evreninin içindedir
fakat bu evren üzerindeki egemenliği yüzünden, onun üstüne
yükselmiş olması bakımından da evrenin dışındadır.
Görünen
o ki, ruhun perisprisinden ayrıldığını düşünmek,
maddesel evrenle tüm ilgilerin kesilmiş olmasını kabul etmek
demektir. Bu durum ise, onun; önceden de uzun uzun anlattığımız
gibi, evrendeki varlığının nedeni ile bağdaştırılamaz.
Ruhun yaratılışından ayrı olduğunu bildiğimiz evrende doğmasını,
orada yeniden ölmesiyle değil, ebedileşmesiyle anlamlandırabiliriz.
Böyle olunca, biz “saf”
haldeki bir ruhun bir takım gömlekler gibi giyilip çıkarılan
bedenlerinden söz eden bazı ruhçu düşünceleri kabul
etmemekle anlayışla karşılayabiliriz.
|