Mikrosundan
makrosuna kadar yaratılmış olan her şey birer birim düalitedir(*).
Birim düaliteler hem tesir alır, hem tesir yayar. Durum böyle
olunca, olaylar silsilesinden ibaret olan yaşam içinde ömür
boyu, tesir bombardımanı altındayız demektir . Çünkü sadece
bizim yaşam ortamımız ve kendimiz değil, tüm evren tesirler
ağıyla örülüdür. “Otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(**)
enkarneleri olarak aldığımız tesirlere göre hareket eden canlı
“makineler” gibiyiz sanki...
Bu anlamda “uyur
gezer makineler” durumundan kurtulmak, yâni ezoterik anlamda
“uyanmak” ve makinelikten kurtulmak için kendini tanıma/bilme
duyarlılığı içinde idraklenip şuurlanmak durumundayız. Zâten
yaşamın ve var oluşun amacı da bu değil midir? Bunun önündeki en
büyük engel kendi nefsaniyetimizdir. Akıl vicdan nefsin
egemenliğinden kurtarılmadıkça, insanın kendinin gerçek doğasını
tanıma konusundaki başarısı hemen hemen olanaksızdır.
Dolayısıyla önce ham yanımız olan nefsaniyetten(onun
zaaflarından, özelliklerinden, kabalıklarından vb.) başlamak
gerek. Bencilliğin iplerinden kurtulmadıkça, gerçek anlamda
özgürlüğe kavuşulamaz.
Gerçek ve kalıcı
özgürlük ve hatta mutluluk/iç huzuru, nefsâniyet ve maddecilik
bağlarından kurtulmak ile gelir. Bunun anahtarı KENDİNİ
BİLMEKTİR. Bilmek ise uygulamakla olur. Kendini bu anlamda
bilmeyen, yani kendi gerçek doğasından habersiz birey günlük
yaşamda bencilliğini zevkli bir hilekârlıkla kendine ve başka
varlıklara yutturmaya çalışır. Nefsaniyet duygusallığın
kaynağıdır. Kendini tanıyıp, nefsaniyetini söndürme çabası
göstermeyenlerin gelişmekte oldukları kuşkuludur. Daha doğrusu
bunlar, maddeye saplanmış ve oldukları yerde patinaj yapma
etkinliği içindedir. Ya da buna “alan tarar şekilde gelişmek” de
denir. Yâni “dön baba dönelim...”
Nefsinin arzularına
bağımlı olan birey kendi gerçeğini unutur. “Kendinden
habersizlik, kendini bilmezlik” de denebilecek bu durum bir
bakıma “varoluşsal anlam boşluğ”udur. Hangi dinden olursa olsun,
bu anlamda kendini bilmeyenin Rabbi, kendisidir; kendine tapar,
kendi realitesini putlaştırmıştır. Yukarıda belirttiğimiz
anlamda, kişi uyanmadan kendine yönelik putperestlikten
kurtulamaz. “Kendini bilmek, sevmeyi öğrenmek ve BİR’in
yasalarına göre hareket etmek ruhsallığın özüdür.” (Ergün
Arıkdal, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER)
Kendini
bilmek/tanımak bu kadar önemli ise, neden çoğu insan bu konuda
yeterince çaba sarf etmez? Bu soru karşısında ilk akla gelen
“yaşam planı” konusudur. Varlık, enkarne olmadan önce
hazırladığı yaşam planında, doğrudan kendini tanımak duyarlılığı
gibi bir konu yoksa, bu yönde uygulamalar yapması gerekmiyorsa,
bu olmaz. Varlık bu noksanını önceki bedenlenmelerinde ya
halletmiştir ya da bundan önce yapması gereken başka işleri
vardır; o işleri, o alt yapıyı tamamladıktan sonra, sıra kendi
gerçek doğasını merak etmeye gelecektir...
Kendini
bilmeye/tanımaya yönelik söz konusu kayıtsızlığın daha pratik ve
göz önündeki bir nedeni de, küçük
yaşlardan başlayarak ailelerin ve toplumun koşullandırmalarının
“tozu toprağı”(“örtüleri”) altında kalan gerçek benliğin,
giderek görünmez hale gelmesidir: Bize, kim olmamız gerektiği,
nasıl düşüneceğimiz, neye inanacağımız, kimleri dost edinip
kimlere düşman olacağımız, hayatta nelere değer vereceğimiz,
nasıl bir iş, nasıl bir eş seçebileceğimiz, kimlere, nasıl
davranacağımız dikte edilir. Zaman geçtikçe, hem bu
koşullanmaların etkisi, hem de çevremizdeki insanlar tarafından
onaylanma arzusuyla, kendimiz olmaktan çıkıp bir bukalemuna
dönüşür, ortama uyum sağlamak için durmadan renk
değiştiririz(“sahte benlikler”)(***).
Oysa, güçlü insanların ortak özelliklerinin başında, tüm bu karmaşa
içinde kulak verdikleri “kalplerinin sesini” akıl süzgecinden
geçirmeleri ve kendi değerlerini oluşturabilmeleri gelir.
Kişinin, kalbinin/vicdanının sesini dinleyebilmesi, nefsini ne
kadar kontrol altına almış olmasıyla doğru orantılıdır. Kaba
nefsin hezeyanları, kulak tırmalayıcı parazit gibidir. Yukarıda
da belirttiğimiz gibi, vicdanını ve aklını nefsinin
egemenliğinden kurtarabilmiş erdemli bilge insanlar duygu ve
düşüncelerinin farkındadırlar; neyi, neden istediklerini ya da
istemediklerini bilirler. “Uyanmış” ya da uyanma yolunda olanlar
da bunlardır.
|