Dünyamız buraya
enkarne varlıkların, bilgi uygulamaları yaparak gelişmeleri
için, belli zaman–mekân koşulları ve nitelikleri içeren hidrojen
âleminde sonsuz sayıdaki uzaysal objeden en önemlilerinden
biridir. Çünkü dünyanın, vazife planından hemen önce gelen yarı süptil arasata (sevgi planına) açılan çıkış kapısı olduğu da
bilinmektedir. Dünyada gelişim devreseldir. Dolayısıyla içinde
ama sonlarında bulunduğumuz bu “Âdem Devresi”nden
önce de (dünya yaşanabilir niteliklere kavuşmasından başlayarak)
onlarca devre geçtiği bilinmektedir. Her devirde(siklus) çok
farklı gelişim düzeyindeki varlıklar, gezegenin o zamanlardaki
gelişim koşullarına ve olanaklarına bağlı olarak enkarne
olmuşlardır.
Dünya, dualite
ilkesinin egemen olduğu bir gelişim okuludur aynı zamanda.
Evrensel dualite ilkesi dünyada; iyilik-kötülük, reziletler-faziletler,
sıcak-soğuk, güzel-çirkin vb. şeklinde da beşerî gelişim
sürecinde tezâhür etmektedir. Beşerî duygular da dualite
görümüne sâhiptir. Dolayısıyla dünya da enkarne varlıklar,
yaşamlar boyu; hem bu dualite ortamında bilgi uygulaması yapmak,
hem de duygu kontrolünde ve yönetiminde ustalaşmak
durumundadırlar. Bu bağlamda iyi ile kötünün mücadelesi dünya
beşerî etkinliğinin en belirgin görünümlerinden biri olmuştur.
Beşerî gelişim sürecinde genellikle kötülükler/olumsuzluklar
önce deneyimlenir ve kötülüğün, insanın gerçek doğasıyla
bağdaşmadığı ve “iyi olmak” gerektiği anlaşılır ve
idrak edilir. Önce kötülüklerin deneyimlenmesi meylinin sonucu
olarak; dünya beşerî tarihine baktığımızda, savaşla geçen
yılların, barış içinde geçen yıllardan sayıca çok daha fazla
olduğu görülür. Bu nedenle sâdece ahlaksal öğretiler değil,
dinsel öğretiler de kötülüklerden uzak durup,
iyilikler(faziletler/erdemler) yönünde yaşamanın daha akıllıca
ve insan doğasına uygun olduğunu vurgulamışlardır.
İdraklenme ve
şuurlanma bağlamında sergiledikleri cehte bağlı olarak kimi
varlıklar “iyi”(erdemli) olanı idrak etme yolunda,
başkalarından daha hızlı ilerlemişlerdir. Hayra-barışa(genel
anlamda “iyi olan”a, erdemlere)
yönelik işler ve yaşam şekli konusunda bir toplumda ilerleme
olunca, o toplumda, bir süreliğine de olsa huzur, sükûn, barış
ve esenlik egemen olur. “İyi” insanlar(bir bakıma
“uyananlar, aydınlananlar”) bu
konuda başarısız ve beceriksiz olanlara yardım elini uzatırlar.
Çünkü bu eğilim, “iyi”leşmiş, gelişmiş olmanın
varlığa yüklediği bir sorumluluktur. Kısaca, “uyananlar”,
“uyanmakta zorluk çekenleri”
uyandırmaktan da sorumludur. Dahası, insan insanın
(olumlu/olumsuz anlamda)gelişim aracıdır. Varlıklar
bilerek/bilmeyerek sergiledikleri bu yardımlaşma ve dayanışma
süreci boyunca, giderek kötülerin sayısı sıfırlanmasa da azalır.
Zâten toplu halde (mahşerî) yaşamın amacı da budur. Böylece
toplumun bireyleri(hepsi değilse bile önemli bir kısmı) kötülük
yapa yapa kötülük yapmanın hiç de akıl kârı bir şey olmadığını
anlar; hemen olmasa da, yaptıklarına pişman olur, hattâ
kendinden utanır. Gelişimde bu uygulama bir bakıma “ters
tatbikatla öğrenme” dir...
Durum böyle
olunca, çektiğimiz ıstırapların ve sıkıntılı yaşam sınavların(eprövlerin)
bir yararı ortaya çıkmaktadır. “Otomatik gelişim düzeyinin
yarı idrakli”(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.
3,50,58,60) varlıkları olduğumuz için, yaptığımız her işin ve
uygulamanın fehim ve feraset içerikli ve erdemler yönünde olması
en azından %50 olanaksızdır. Bu nedenle sebep-sonuç yasasına
göre bunun sonucuyla karşılaşırız. Bu sonuç, kusurumuzu telâfi
etmek için, nereden yanlış yaptığımızı anlamak bakımından bir
telâfi olanağı verir. Bu ilâhî yardım ve olanak “ALLAH’ın
affediciliği”nden dolayıdır(*). Yâni ilâhî düzen bu
şekilde işliyor. Bu affedicilik, kusuru görmemezlikten gelmek
şeklinde değil, kusurun telâfisi yönünde yeni bir olanak
vermektir. Bu ilâhî lütfu “sınanma” şeklinde de
düşünebiliriz.
Tüm bunlardan
anlaşılıyor ki, egomuzun işine gelmese de çekilen ıstırapların
geliştirici özelliği var. Istıraplardan ve sıkıntılı yaşam
sınavlarından, aklımızı kullanarak gelişim yönünde kazanımlar
çıkarmak gerek. Bir bakıma beşerî yaşamın genel kaderi ve
özelliği, pozitif ile negatif arasında yaşamaktır/gidip
gelmektir. Genel görünüm olarak yaşamın/maddenin cazibesine
yakalanmış ve bu câzibe ile sanki ipnotize olmuş, uyur-gezer
durumda yaşayan enkarneleriz. Istıraplı uyaranların bir yararı,
da ara sıra da olsa bu derin uykudan(kendinden habersizlikten)
uyanmaktır. Bu anlamda ıstıraplı uyarıların, duygudaşlık(empati)
erdemini ortaya çıkarması bakımından da önemli ve yararlı
olduğunu biliyoruz. Duygudaşlık, başka bir erdem olan
yardımlaşma ve dayanışma bilincinin bireyde oluşmasına katkı
sağlar. Değerli düşünür ve yazar Samuel Johnson’ın bir özdeyişinde belirttiği gibi, “Acı
çekmeyenler, başkalarının acı çekebileceğini akıllarına bile
getirmezler”. Bu gelişmişlik düzeyi,
genellikle ıstıraplarla kazanılan ve erdemli insanlara özgü bir
özelliktir. Çiçero’nun da aynı durumu farklı bir şekilde
sözcüklere döktüğünü görüyoruz: "Acı
tanımamış olmamak, büyük bir acıdır."
Ebedî gelişim yolunda enkarne varlığın deneyimlediği
ıstırapların geliştirici etkisini ilk insanlık aşamasında da
görürüz. Şöyle ki, ilk insanlık döneminin bireyleri/toplulukları
(şimdilerde de beşeri realitenin alt basamaklarında olanlar)
oldukça kaba(haşin, çetin, hatta ölümcül) olaylarla/tehlikelerle
yüz yüze gelirler. Alt kademe bilgilerinin etkisinden
kendilerini henüz kurtaramamış ve vicdan birim düalitelerinin(**)
denge düzeylerini yükseltmeyi becerememiş ilk insanların
karşılarına, onların gelişimleriyle vazifeli olan yardımcı
varlıklar böyle bir sürü olay çıkartırlar ve onlar da bu olup
bitenlerden dolayı azap ve ıstırapların etkisi altında,
edindikleri kıyas bilgisinden(***) önemli dersler alırlar ki bu
derslerin her biri onların öz bilgilerinin ‘tohumlarını’
oluşturur. Öz bilgi birikimi varlığın sayısız bedenlenmeler
sürecinin en değerli varlıksal kazanımıdır.
“Varlığın öz
bilgi birikimiyle beslenen idrak onun vazife bilgisine
hazırlanışı yolunda, vicdan mekanizmasının işleyişiyle de
bağlantılı olarak kendi kendinin; hem harekete geçiricisi, hem
de rehberidir. Varlık, idrak kudreti geliştikçe; vicdan
mekanizmasının "+" olan vazife öğesine yönelik etkinlikler
içinde olduğunda, ileriye(vazife bilgisine) doğru aşama
kaydettiğini/kaydedeceğini bilir.”(Bedri Ruhselman,
İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.118
|
(*) Nisa 64+106+149, En’am 54+165.
(**)Vicdanın
işleyişinde(mekanizmasında), varlığı; biri vazifeye(+),
ötekisi nefsâniyete(-) yönelik iki zıt öğenin bulunduğunu
biliyoruz. Vicdan birim düalitesinin işleyişinde zıtlar
arasındaki ilişki, bir mıknatıs çubuğunun (+) ve (-) uçları
arasındaki ilişki gibidir. Şimdi, bir mıknatıs çubuğu
düşünelim ki, bunun (+) ve (-) uçlarına değer yüklenebilsin.
Normal koşullarda mıknatısın üst yarısı ile alt yarısı
birbirine zıt ama eşit değerlerle yüklüdür ve mıknatıs “dengede”dir.
Bu çubuğun (+) ucuna mıknatısiyet eklendiğinde denge
bozulacağı için çubuğun nötr olan orta noktası biraz (+) uca
doğru yükselir. Çünkü (+) yarıya eklenen mıknatısiyet değeri
nedeniyle, (+)dan (-)ye doğru bir mıknatısiyet akımı
başlayacağından, denge noktası (+) uca doğru biraz kayar. Bu
işlemi alt taraftan yaparsak, denge noktası biraz aşağıya
kayar(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.113).
(***) “Kıyas bilgileri” için bkz. a.g.e,
syf.61,119,122 ve devamı. |