Gelişim yolculuğunda
beşerî varlıklar olarak çeşitli şeylere inanırız, inanmanın
da ötesinde iman ederiz, bu doğaldır. Ancak inandığımız ve
îman düzeyinde benimsediğimiz konunun üzerinde aklımızı
kullanarak düşünüp, onun özüne/ bilgisine inmeye çalışarak
irdelemezsek; o imanın gelişim açısından bir yararı olmaz,
daha doğrusu îmanın gereği olan uygulamaları yapamayız,
hatta îman konusu olan yaptırımlar zaman içinde kalıplaşarak
ve kabuklaşarak gelişime köstek bir dogma niteliği
kazanır. Kutsal vahiyde îman önerilmiştir ama aklı
işletmek, işlevsel akla sahip olmak 'da önerilmiştir.
(1) Hatta, “başı belâdan/dertten/sıkıntıdan kurtulmaz...”
anlamında Aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağar.(Yunus
100) uyarısında da bulunulmuştur.
İdrakin devreye
girdiği durumla ilgili olarak, îmanı tırmanılacak bir dağa
benzetirsek; inanç sahibi varlık “îman dağı”nın eteğine
kadar gelmiş demektir ve idraklenme cehtiyle zirveye
ulaşacaktır. Yani hedef, zirveye ulaşmak ama önce idrak.
İman edilen konu, özüne / bilgisine varılma ve idraklenme
yönünde irdelenirse, olgunlaşmaya vesile olabilir. O düzeye
çıkarılan îman belli bir derecede olgunlaşmıştır. Ancak,
bilgisine ulaşılan îmanı da uygulama ile diri tutmadıkça,
bir sonraki îmanın hakikatine ulaşılmaz. Îman ettiğimiz şey,
her ne ise; onun bilgisine varmak uygulama ile olur.
Dolayısıyla idraklenme cehtini sürekli tutmak gerek. Îman da
dahil, uygulamayla idrak edilmeyen bilgi yük bilgidir,
gelişim açısından işlevselliği yoktur. Gelişim
süreci(merdiven basamaklarında yükselir gibi) realiteden
realiteye geçilerek sürüp gider. Bu süreçte, üzerinde
bulunduğumuz basamağı özümsememişsek, bir üst basamağa adım
atacak güce ulaşmamışız, hatta bir üst realitenin inancına
bile sahip değiliz(ondan bi-haberiz) demektir.
Bilgiye dayalı
ahlak bile gerçek bir îman hâlinin göstergesidir. Bilgi
geliştikçe/derinleştikçe, îmanın kapsamı da genişler. Bu
durumda, îmanlı davranışlar Aşkın Ahlak’â uygun
davranışlardır. Peygamber’in , “Ben size güzel ahlâkı
öğretmeye geldim.” demesindeki “güzel ahlâk” Aşkın
Ahlâk’tır. Yani, yüce Peygamber, “Îmanınızın gereğini/
uygulamasını yapın ki, o sizde kökleşsin...” demek istemiş
sanki. Samimi uygulamayla bireyde kökleşmeyen îman “güzel
ahlak”a ve “aşkın ahlâk”a ulaşılmaz. Vahye dayalı bu
peygamber sözünde, Aşkın Ahlâk’ın izlerinin beşerde
oluşturulması kastedilmiştir. Aşkın Ahlâk, hem fikirden, hem
düşünceden ve özden de üstündür ve hattâ “Tanrı Gölgesi”nin
ta kendisidir. “Tanrı gölgesi”nden, Aslî İlke’nin(2)
tesirliliğinin, evrenin her zerresine kadar nüfuzunu
anlıyoruz. Aşkın Ahlâk evrenlerin kuruluşundaki ve ilâhî
düzendeki özgün makettir. Aşkın Ahlâk bu maketin beşerî
varlıklar tarafından araştırılmasını ve özümsenmesini
gerektiren fiillerdir. Ayrıca, Aşkın Ahlâk tüm varlıkların
içinde potansiyel olarak gizlidir, yani; bu potansiyel,
gelişmeye ve şuurlanmaya zorlayıcı bir güç olarak “içimizde”
vardır. Îman konusu olan şeylerden hareketle; gelişmemek, ne
kadar uzun sürerse sürsün, aşkın ahlâka ulaşmamak söz konusu
değildir.
Güzel ahlâka ulaşma kararlılığı ve bunun için kendini tanıma
duyarlılığı içinde bedensel benin arındırılması
gerçekleştikçe öz benlik(ruh varlığı/asıl kendimiz)
bedende(düşüncelerde ve davranışlarda, hattâ olduğu gibi
yaşam şeklinde) daha çok tezahür eder ki, gelişim açısından
bu makbul durum “beden içinde ruh olarak yaşamak ..”
şeklinde (bazı öğretilerde) sözcüklere dökülmüştür. Bütünsel
şuurun bedensel bendeki tezâhürleri; güç, niyet, haslet ve
uyumdur. Bunlardan güç, bütünsel şuur okyanusundaki
enerjidir. Niyet, bütünsel şuurun yoludur. Haslet, bütünsel
şuurun damarlarıdır. Uyum ise, bütünsel şuurun hücreleridir.
Bunların hepsi birden de gerçek îmanın gerekleridir.
Burada bütünsel
şuur, öz benlikten başlayarak ruhsal plana kadar yayılan
geniş şuur alanıdır. Bu şuur alanı, bedensel bende ne kadar
çok tezâhür ederse, îmanın gerekleri o kadar çok ve doğal
bir şekilde yerine getirilir ve davranışlara ve günlük
yaşama yansır. Bu gerekleri; güç, niyet, huy(haslet), uyum
vb. şekillerde sıralayabiliriz ki bunlar aynı zamanda
sağduyu sahibi bilge insanının bazı özellikleridir.
Îman ve vazife
söz konusu olduğunda, elbette vazifenin düzgün ve isabetle
yerine getirilmesi îmanın gücüne bağlıdır. Bilgisine
varılmış îman ne kadar güçlü ise, vazifede isabet o derece
şaşmaz olur. Bilgisine varılmamış îman gücüyle yapılan
işlerde otomatizma ve “körlük” ne kadar fazla ise,
isabetsizlik ve yersizlik de o kadar fazla görülür. Bu
nedenle; “Îman ve vazife bir kefede, bilgi, çaba/fiil öteki
kefede olmalıdır ve bu kefelerin dengede olmaları
makbuldür.”denmiştir.(SADIKLAR PLANI, celse 6)
Îman ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ahlâk kavramı için
standart bir tanım yoktur, ahlâk anlayışı toplumdan
topluma, kültürden kültüre, realiteden realiteye ve hatta
bir dinsel inançtan başka bir dinsel inanca göre değişir.
Ama bu konuda erdemlerde(insanî değerlerde) ve sağduyuda
birleşebiliriz. Varlıksal açıdan bunlardan hangisi
daha iyidir/makbuldür? Her realitenin ahlâkı kendisine göre
iyidir/doğrudur ama en iyisi o değildir ve “güzel/aşkın
ahlâk” diye bir ahlâkın da varlık için söz konusu olduğunu
yukarıda belirtmiştik. Dolayısıyla ahlâk ile gelişim düzeyi
ve îman gücü arasında ilişki kaçınılmazdır. Bunun için
insanın ahlâkı da bilgiye dayalı ve bilinçli olmalıdır ve
ahlaklı olmasının gereklerini idrak etmiş olmalıdır.
Esasen ahlâk
konusundaki bu idrake, beşeri realitelerin alt
basamaklarında ahlâksızlıkları deneyimleme sürecinde kıyas
bilgileri(3) elde ede ede varırız. Bilgiye dayalı ahlâk bir
îman hâlinin göstergesidir. Bilgi geliştikçe/derinleştikçe,
îmanın kapsamı da genişler. Îmanın, gelişim düzeyi ve
ahlakla olan bağlantısından dolayı, diyebiliriz ki, olgun
îmana giden yolda ilerlemek kendini tanıma duyarlılığı
içinde idraklenme cehtini sürekli kılmakla olanaklıdır.
Çünkü Îmanın ortaya çıkabilmesi; iyi düşünmekle, iyi
hükümlendirmekle, iyi duymakla, iyi görmekle ve iyi
uygulamakla olanaklıdır.
Gerçi bu “iyi”ler de görecelidir ama kişi içinde bulunduğu
realitenin gereği olan “iyi” konusunda duyarlı olmalıdır;
ancak o zaman bir üst realitenin “iyi”sine aday olabilir.
Bunun da gereği; iyi düşünmek, iyi değerlendirmek ve iyi
uygulamadır. Bunlar aynı zamanda konumuz olan îmanı
olgunlaştıran, güçlendiren tavır ve tutumlardır. Söz konusu
“iyi uygulamalar”, “îman” kavramıyla bağlantılı olarak
beşerî ilişki ve etkileşimler için de doğrudur.
Özellikle çeşitli
amaçlarla bir araya gelmiş bireylerden oluşan topluluklarda,
toplantılarda, grup çalışmalarında herkes kendi düşüncesi
kadar bir alana sahiptir. Topluluk içinde ama oradaki başka
bireylerle mantal birliktelik içinde olmayan bir kimse ya da
kimseler aslında birbirinden ve topluluğun ortak alanından
mesafelerce uzaktadırlar ve aradaki bu boşluk yabancı ve
hattâ zararlı tesirlerle doludur. Burada bunun tersi durum
“îmanlı olmaktır". Bu îman o topluluğu/toplantıyı bir araya
getiren amaca/ilkeye yönelik îmandır. “Bu îmandan doğan
sevgi bireyleri bir araya getirebilir. Gerçek bir sevginin
ortaya çıkabilmesi için herkesin hakkıyla vicdan sesine
kulak vermesi gerekir. O zaman bireyler birbirine karşı
sevgiyle hareket edebilirler.” İyi bir topluluk için başka
çare de yoktur.(4)
Dünya beşeri olarak duygusal varlıklarız; bundan dolayı,
îmanımızın konusu olan bir vazifeyi yaparken de duygusallık
işin içine girebilir ve vazifeyle ilgili savsaklamalar
ortaya çıkabilir, hattâ îmanımızın gereğini tam olarak
yerine getiremeyebiliriz. İdealimiz olan ya da yaşam
planımızın gereği olan vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmek
için duygularımız ile vazifeyi birbirinden ayırma gücünü de
gelişim sürecinde kazanmış olmamız gerekir. Bu konuda
SADIKLAR PLANI ’nın meâlen şöyle bir önerisi var:
“Duygularımız imaj ve hükümlerden; vazife olarak
bildiklerimiz ise îmandan ve hakikatten beslenir. İnsan
karmaşık bir varlıktır. İnsanın bu karmaşık yapısı,
imajlarının ve kanılarının hem eksik ve geçici olmasından,
hem de îmanlı ve bazı hakikatleri bilmesindendir. Yani kişi,
kanısıyla hakikati bir arada tutabilir ama bunlar birbirine
karışabilir. Bunun gibi, imajinasyonu ile îmanı da birbirine
karışabilir. İşte burada şuur zenginliği devreye girer:
Yaşamın her türlü kargaşasına ve zorluğuna karşın, daha önce
ruhsal çaba ile elde etmiş olduğu îmanın sarsılmaması ve
bildiği gerçekleri ne olursa olsun yerine getirmesi şuur
zenginliğine bağlıdır.”(5)
Görülüyor ki,
vazife duygumuz ve duyarlılığımız îman düzeyinde değilse,
yaptığımız vazifenin genel gelişimimize kayda değer bir
katkısı söz konusu değildir. Bunlar vazife diye sergilenen
zoraki ya da nefs tatminine (heva-hevesine) yönelik
işlerdir, kişinin gelişimine katkı sağlamak yerine; başına,
telafisi zor bedeller de ödetir.
Bilgiye dayalı îmana yönelik gelişim sürecinde, ruh
varlığının amacı; parça parça belirli mekânları değil, bir
yaşam planının gereği içinde bulunduğu mekânın bütününden
haberdar olmaktır, işin ideali budur. Bunu akıl ile
başarmaya çalışırız ama yeterli olmaz çünkü akıl da ‘belirli
bir mekân içinde birleştirme/sentez işleminden başka bir şey
değildir. Bu sentezler sadece belirli bir realitenin içinde,
belirli mekânların anlaşılmasına vesile olur. İçinde
bulunduğumuz mekânın bütününden haberdar olmak ise îmanlı
hareketle olasıdır. “Bu bakımdan somut bilgi de, bu
zaman-mekân koşullarında îmanın süzgecinden geçen bilgidir.
Îman bir müjdecidir ve elbette ki, realitenizin en
üstünüdür.”(6) Buradan bir yan bilgi olarak belirtmeliyiz
ki, her realitenin bir îman düzeyi vardır ve belli bir
realitede en üst îman düzeyine de o realitenin tamamen
özümsenmesinden sonra ulaşılır. Buna, SADIKLAR PLANI,
“realitenin îmanı” demiştir.(7) Dolayısıyla her realitede
(gelişim açısından) hedef, o realitenin îmanıdır. Yani o
realitenin verebileceği en üst bilginin özüdür.
Îman kavramıyla bağlantısı olması bakımından, bedenlenmeyle
birlikte doğal ve kaçınılmaz olarak sahip olduğumuz
nefsâniyet, gözlerin önünde ince bir tülbent gibidir.
Tülbendin dokusu seyreldikçe, çizgiler ve renkler
belirginleşir. Ancak, bu ortamda tülbentsiz olmak da olası
ve olanaklı değildir. Bunun îmanla da bağlantısı vardır:
Îman odur ki, önünde tülbent değil, kalın bir bez olduğu
halde, kişi öte tarafı bu tarafmış gibi bilir. Îman odur ki,
bildiğini ve bileceğini bildiğinden ayrı bilemez. Îman odur
ki, bilgisine yeni bilgiler katmak için bilmediğini bilir.
Îman odur ki, hem “ben”, hem “sen” kalkar da, hep “biz”
olur. Hep “biz” oluş, Yukarı’nın “eli ayağı” oluştur. El ve
ayak ancak başa uyar. Ama el ve ayak olmak, her şeyden önce,
el ve ayağı bilmekle başlar.(8)
Sonuç olarak;
Îman odur ki, bastığımız yerde, baktığımız şeyde,
işittiğimiz her seste ilâhî bir koku, ilâhî bir ses, ilâhî
bir iz buluruz. Tanrı’nın ilâhî bir gölgesi olan aşkın zaman
içinde zamanlar yaşarız. Zamansızlık; “Tanrı gölgesi”nin
altında kalan tüm yaratıkların, kendilerini bu gölgenin
koyuluğu içinde idrak edebilecekleri durumdur. Varlıklar bu
durumu, gelişmişlik düzeylerine îman olgunluklarına göre
değişik şekillerde algılarlar. (9) |