Bugün, bilgi akışının mekanik
olmayan bir gerçekliğe doğru gidiyor ve evrenin, büyük
bir makineden ziyade büyük bir düşünceye benziyor olduğuna
dair büyük bir fikir birliği var....
Sır James Jeans (1877-1946)
Daha önceki bölümde
"psi"ye değinmemiz, kısaca, metafiziğin daha
soyut olan bölgeleri için mükemmel bir başlangıç noktasını
teşkil eden parapsikoloji konusuna girişimizi sağladı.
Metafizik, felsefenin bir dalıdır ve sistematik olarak son
realitenin ilk prensiplerini ve problemlerini araştırır.
"Varlığın" araştırılması
(ontoloji) ile sık olarak evrenin yapısının (kozmoloji)
araştırılmasını kapsar. Genel olarak eleştirel felsefeyi
kucaklamasına rağmen, ayrıca spekülatif akıl yürütmenin
seyyal veya soyut açılarını da vurgular. Metafizik
kelimesi Yunanca "Ta meta ta plıusika" kelimesinden türer;
anlamı da "fizikten sonraki işler'dir. Aristo'nun aşkın
felsefe konusundaki araştırması bu adı taşır; sebebi de
fizik üstündeki çalışmalarını takip etmesidir.
Yukarıda belirtilen tanıma şunu
eklemek istiyorum: Günümüzde metafizik, bilim ile felsefe
arasında (ya da eğer tercih ederseniz, fizik ile mistisizm
arasında) köprü yaratmakla meşguldür çünki metafizikçinin
bakış açısından baktığımızda, her biri temelde aynı
şeyi söylüyor fakat değişik kelimeler veya referans
deyimleri kullanıyorlar.
Metafizik, bazılarının inanabildiği
gibi büyü, sihir veya psikolojinin değişik tezahürlerinin
bir başka adı değildir; metafizikçi, belirli bir dinsel,
felsefî veya deney ötesi düşünce okulu veya araştırmasıyla
kaçınılmaz olarak bağlantılı değildir. Tabiî ki büyük
dinlerden birinde, Hermetik geleneklerde veya felsefe okullarında
teselli bulan metafiziksel eğilimler vardır fakat yazarınız,
onların arasında değildir.
Kimyanın simyadan, astronominin
astrolojiden ve tıbbın doğal tedaviden ayrıldığı andan
itibaren; bilim ve fizik ötesi arasında bulunan uçurum, 20.
yüzyılın ilk elli yılında en uç noktasına ulaşmıştır.
Artık bu uçurum, yavaş fakat anlamlı bir şekilde kapanıyor
ve eğer her iki taraf, uygulamalarının en az istenen bölümlerini
atmaya hazır iseler, eski ve modern bilgi arasındaki birleşme
gelecekteki mirasımızın bir bölümü olabilir.
The
Tao of Physics (Fiziğin Taosu) gibi kitapların popülerliği;
geçmiş asırda ortaya çıkmış olan modern kuantum fiziği
ile mistisizm arasındaki ilişkiye olan eşi benzeri görülmemiş
ilgiye kanıt teşkil eder. Gerçekten de bilim adamı ve The
Holographie Paradigm and Other Paradoxes (Holografik Paradigma
ve Diğer Paradokslar) adlı eserin yazarı olan Ken Wilber
tarafından yayınlanmış olan Quantum Questions (Kuantum
Soruları) adlı kitapta yazar, Heisenberg, Schrödinger,
Einstein, de Broglie, Jeans, Planck, Pauli ve Eddington gibi dünyanın
en meşhur fizikçileri tarafından yazılmış mistik yazıların
bazılarına değinir.
Kapak yazısında, bu yazarların
hepsinin "fizik ile mistisizm'in bir tür kardeş ikizler
olduklarına dair derin bir inancı ifade ettikleri"
belirtilir. Bilhassa Heisenberg, bilim adamı olmasının yanısıra,
Fisagorcu/Eflâtuncu okulun hem mistiği hem de metafizikçisiydi.
Onların ilgilendikleri bilim dalını
göz önünde bulundurarak şu soruyu sorabiliriz: Neden bu büyük
fizikçilerin hepsi şöyle veya böyle mistisizmi kucaklamayı
seçmişlerdir? Jung, "insan psişesi, semavî olanı
kabul etmek üzere inşa edilmiş bulunan şuuraltı ihtiyacını
barındırır" dediğinde, belki de yukarıdaki sorunun
cevabını vermek istiyordu. Her ne kadar, ateist eğilimleri
bulunanlar, bunu mantıksız bir saçmalık olarak kınasalar
da, tecrübenin teyit ettiğine göre en ateşli inançsızların
bile aşırı zor durumlarda o ana kadar inkâr ettikleri görünmez
bir gücü yardıma çağırdıkları bilinmektedir. Herhangi
bir psikologun işaret etmekte çabuk davranacağı, telâfi
edici bir açı da vardır. Herhangi bir araştırma veya çalışmaya
aşırı derecede yüklenme; mantıklı, zihinsel bir denge sağlamak
amacıyla, şu veya bu şekilde kaçınılmaz olarak karşıta
yönelmeye sebep olur.
"
Kuantum Benlik " Teorisi
Holistik-bilimsel-metafiziksel
alandaki avangard düşünürlerden biri de fizikçi Danah
Zohar'dır. Bu fizikçi, psikiyatrist olan kocasının (I.N.
Marshall) yardımı ile The Quantum Self (Kuantum Benlik) adlı
kitabı yazmıştır. Zohar, inançlı bir şekilde, tutucu
bilimsel araştırmanın bir kişiye kaçınılmaz olarak
verdiği kendine güven ile profesyonel bilgisini kullanarak,
bazılarımızın yıllardan beridir öğrettiği şeyleri
ifade etmektedir.
Bu kitap, Oxford Union'da, 1990 yılının
soğuk bir Ocak gününde tanıtıldığında; bu toplantıda
seçkin fizikçiler, psikiyatristler, filozoflar, papazlar ve
ayrıca iki Musevî dinî lider bulunuyordu. Bu kadar seçkin
düşünürlerin huzurunda Zohar, acaba ne söylemek
istiyordu? Teorisi kısaca şuydu: “Şuur, bir kuantum fiziksel sistemdir. Bütün
yaşayan varlıkları diğerleriyle sürekli bir etkileşim içinde
tutar; yani doğa, tarih ve Tanrı ile Zamanla irtibatı da
buradan gelir.”
Zohar, herkesi, fiziksel olarak diğer
herkesin ve her şeyin bir parçası olarak görür. Bizlerin,
ruhsal bağlamda düşündüğümüz "dalga yanımız"
ve fiziksel olarak nitelediğimiz "parçacık yanımız"
gerçekte birdir. Dolayısıyla bizler gerçekte hiçbir zaman
ölmeyiz çünki bizlerin bir parçası, diğer insanların
kuantum şuurunda kalır. Bu, Jung'un kolektif şuurdışı
teorisinin, ipnotik regresyondan toplanan bilgilerin ve diğer
bilimsel olarak "şüpheli" psi şekillerinin
ışığında, bir anlam ifade eder. Zohar'ın teorisi; çevrecilerin,
doğaya bütünsel yaklaşmaya yönelik çağrılarına bir
cevap olarak görülebilir. Bu aynı zamanda ruh/madde ikiliğinden
bir kaçıştır. Bu ikilik, Yunanlı filozofların animizmi
ve diğer eski inançları rasyonalleştirmeyi seçmelerinden
itibaren Batı düşüncesini etkilemiştir. Bizlerden birçoğu
gibi Zohar'ın da inandığına göre, bütün hayvanların ve
bitkilerin ruhları vardır. Kuantum fiziği ise psişe, öz
veya ruh olarak adlandırılmış olan ve her ikisinde de
bulunan şuur, kişilik ve motive edici faktörün açıklanması
için eksik olan ipucunu vermektedir.
Kuantum
sistemleri, zaman ve uzayı fethederler çünki parçacıklar,
sebebi anlaşılamayan bir bağlantı olmadan da (yerel olmayış)
uzun mesafelere rağmen etkileşirler ve maddenin kuantum
dalgalan, en sonunda büyük kümeleri oluşturacak biçimde
çökene kadar, sonsuz olasılıklar çeşitliliği içerirler
(Belirsizlik Prensibi). Aynı şekilde, psişe veya ruh olarak
adlandırdığımız şuur, zaman zaman, bedenlerimiz olarak
adlandırdığımız madde parçacıkları şeklinde çökerek,
benzer şekilde hareket ediyor görünebilir. Schrödinger'ın
Kedisi paradoksuna göre; varoluş ve var olmayış, hayat ve
ölüm birbirlerini örterler ve ancak gözlendikleri takdirde
belirgin bir realiteyi üstlenirler. Zohar'ın ileri sürdüğü
gibi, "Gözlem veya ölçümleme anında, hem dalga hem
de parçacık olup, daha önce gözlemlenmemiş elektronlar;
dalga veya parçacık olurlar".
Eysenck ve Sargent, olayı başka bir
şekilde açıklarlar. Gözlemden önce, bir parçacığın özellikleri
belirsizdir, veya aynı anda pozisyonlar ya da oluşan bir
menzil içinde dalgalanırlar. Bu dalgalanışa, bazen
"bulanıklık" denir ve bazı otoritelerin düşündüğüne
göre, evren belki de gerçekte bulanık olabilir. Fizikçi
Dr. Evan Harris Walker tarafından verilen, bir evin kapı eşiğinde
bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda bulunur şekilde
duran bir kişi benzetmesine değinirler: Bu kişi, aynı
anda, kapının hem içinde hem de dışındadır. Bedene ve
psişeye uygulandığında, bu prensip; bireyi, herhangi veya
çok sayıda hayatta, süregelen bir bütün olarak ele alır.
Çünki her enkarnasyon, bulanık dalga özelliğiyle birlikte
tüm Özü kapsayan o gözlenebilen parçacığın, belki de o
kadar rastgele olmayan düzenlemelerinin sonucudur.
Beden ve ruhu/psişeyi, birbirinden
tamamen ayrı iki varlık olarak görmek yanlıştır. Çünki
gerçekte bunlar tek bir birimdir; bazı parçaları Dış
Zamanın bulanık dünyasında fonksiyon gösterir, diğerleri
ise belirgin, gözlenebilen İç Zamanda ortaya çıkarlar. Bu
çeşit bir mantık yürütme, aynı zamanda, psikoterapi veya
danışma esnasında yüzeye çıkan kişiliklerimizin çok değişik
yönlerini; gerçek dışı veya fantezi sınırlarına
tutunma eğilimi gösteren Dış Zaman tecrübelerini ve gerçek
dünya anlamında daha rasyonel görünen İç Zaman
"benliğini" açıklar.
Sağ beyin yarım küresinin; şuurlu
benliklerimiz ve Dış Zaman arasında bir bağlantı oluşturduğu;
sol beyinlerimizin, mevcut realitemizin daha az soyut olan ve
daha fazla belirgin yanlarıyla başa çıkmak için düzenlenmiş
olduğu önerilmiştir. Bu, belki de böyledir fakat eğer sağ
yarı küre bilgilerini, bulanık veya dalga kuantumu (psişe)
özelliginden alırsa; (tabiî burada corpus callosum 'un
birbirinden ayrılmadığını ve bireyin, psikolojik olarak bütünlük
içinde olduğunu varsayıyoruz) o zaman, iki yarım küre
arasından geçen mesajlar, her ikisinin kombinasyonu ile birlikte
çözümlenir, kategorize edilir ve uygun referans deyimlerine
dönüştürülür.
Bu noktada düşünülecek olan üçüncü
faktör, bireyin ruhsal olgunluğudur. Bu, eğer kuantum anlamında
yorumlanırsa, o bireye özgü, kuantum parçacığı/dalgası
tarafından gerçekleştirilmiş dönüşümler ve değişiklikler
sayısına eşittir. Eğer bedensel evrime paralel olarak işleyen,
ruhsal olgunluk oluşumu kavramına dayanan mistik öğretilere
dikkat etmek gerekirse, şunu ileri sürebiliriz ki, bazı parçacıklar
diğerlerine göre evrenin daha fazlasını görmüşlerdir.
Halbuki böyle spekülasyonlar tamamen felsefî olduklarından
ve dolayısıyla deneysel veya teorik dayanaktan yoksun
bulunduklarından, sonuçta bizim inanmayı seçtiklerimiz;
neyin sonlu ve sonsuz olduğuna dair bireysel yorumumuzla
karara bağlanacaktır.
Zohar ve Marshall, şuurun bir
kuantum-fiziksel sistem olduğunu ilk belirtenlerin kendileri
olduklarını iddia ederler. Öbür yandan, şuur ve kuantum oluşumları
arasındaki acayip benzerliğin fizikçi David Bohm ve Profesör
Fritjof Capra tarafından da gözlendiğini kabul ederler. Bu
listeye daha birçok isim ekleyebilirim - duyarlılıklarına
ve öngörü yeteneklerine rağmen, toplumun, yüce düşünürlerinden
beklediği akademik geçmişten yoksun olan insanları düşünerek,
bunu söylüyorum. Zohar'ın kuantum teorisini benlik
terimleriyle yorumlayışı; felsefe, parapsikoloji ve dinin
gelecekteki eğilimlerinin perde arkasını ortaya çıkarabilir
fakat şu anda birsürü belirsiz metafizik konu vardır.
Ortalama bir insanın kuantum dünyasını anlaması ile
ilgili olarak, belki de kuantum sıçrayışını beklememiz lâzım.
Bu sıçrayış bize; bunun gibi ve daha seyyal ama bizlerin
ne olduğu, şu anda uzay-zaman bölgesi olarak adlandırdığımız
yerde ne yaptığımız türünden bir o kadar aydınlatıcı
gerçekler hakkında, insanların şuurlarını dünya çapında
açacak kilidi sunar.
Kara
Delikler, Beyaz Delikler ve Ölüme Yakın Deneyimler
Kuantum
kimliğine sahip olduğumuzu varsayarsak, bu, acaba pratikte
nasıl çalışır ve zaman enerjisinden ne dereceye kadar
etkilenir? Daha önceki bölümlerden birinde kara ve beyaz
delikler konusunda yazarken, paralel evren kavramı, yani bir
kara delikten kaybolup, değişik boyut veya evrendeki bir
beyaz delikten ortaya çıkabileceğimiz olgusu ile Dr.Lyall
Watson gibi güvenilir araştırmacılar tarafından
kataloglandırılmış (Romeo Hatası) çok sayıda ölüme
yakın deneyimleri (ÖYD) arasındaki benzerlik beni etkilemiştir.
ÖYD tarifleri genelde şu şekildedir: Hasta bir araba kazasında,
ağır bir şekilde yaralanmıştır veya ciddî bir kalp
krizi geçirmiştir veya iç organlarındaki bir
komplikasyondan ötürü bir hastaneye götürülmüştür ve
kendini, ameliyat yapan doktorun üstünde, havada,asılı
durup, ölüm kalım mücadelesine tanık olarak bulmuştur...
Bu tecrübeler, ipnoz altındaki zaman yolculuğu ve değişmiş
şuur hâlleri sırasında isteğe bağlı olan veya olmayan
vecd hâli vizyonları ile birsürü ortak şeyi paylaşırlar.
İşte tipik bir örnek.
Bu kitabı yazarken, mahallî
doktoruma bir ziyarette bulunmak zorunda kaldım. Sıramı
beklerken, yanımda oturan diğer hasta benimle konuşmaya başladı
ve biraz sonra görüşeceğimiz Doktor X'in, bir mucize yaratıcısı
olduğunu söyledi. Anlattığına göre, bu kadının kocası
ciddî bir kalp krizi geçirmiş ve neyse ki telefona Dr. X'in
hemen cevap verişi ve hızlı tedavisiyle, kocası hayatta
kalmış ve tamamen iyileşmiş. Oysa kriz anında kocası
acayip bir tecrübe yaşamış. Kendini uzun, karanlık bir tünele
girerken bulmuş. Bu tünelin sonunda küçük bir ışık
bulunuyormuş ve bu ışığa doğru güçlü bir şekilde çekildiğini
hissetmiş.
Bu ışığa doğru yola devam
edecekken, o anda, doktorun sesini çok berrak olarak duymuş:
"Geri gel yaşlı delikanlı, hepimiz senin için buradayız
ve sen, şimdi gidemezsin". Bir an için kararsız kalmış
ve ilerlemesi için çok istekli olmasına rağmen, aynı
zamanda geride bıraktıklarına karşı olan
sorumluluklarını hatırlamış. Böylece isteksiz olarak dönmüş
ve doktorun sesine doğru, tünelden geçerek geri gelmiş. Gözlerini
açtığında, karşısında ayakta durur şekilde Doktor X'i
buluyor: "Yaşlı delikanlı geri geldin, biliyorum bu
bir özveriydi, fakat senin için iyi olan bu."
Bu hikâye, gözyaşları içindeki
karısı tarafından bana anlatıldı. Bana neden anlatma
ihtiyacı duyduğunu veya sık olarak bu hikâyeyi yabancılara
anlatıp anlatmadığını sordum. Verdiği cevapta herhangi
bir kişiye bu hikâyeyi anlatmadığını, bu hikâyeyi yalnızca
kendisinin ve doktorun bildiğini söyledi fakat bir şeyler
ona sanki şunu söyler gibiydi: "Bu bayana hikâyeyi
anlatman gerek çünki önemli." Bu kadar basit işte.
Sevdiğim bir arkadaşım, ipnoz altında
geçmişe geri götürüldüğünde oradaydım ve bu olayda,
bir çocuk düşürme olayını yaşadı; cenin, kendisi idi.
Şüphesiz karanlık doğum tüneli vardı; çıkış ucundaki
ışığı bulamama paniği ve "çok ışık olan diğer
bir bölüme dönme" olayı vardı. Bundan sonraki
olayda, aynı tünele girdiğinde sona ulaşmayı başardı ve
doğdu.
Şimdi, eğer ölüm bir kara delik
ile ve doğum bir beyaz delik ile eşanlama gelirse, bu ne
demektir? Başka bir şekilde ortaya koyalım: Öldüğümüzde,
bizlerin kuantum benliği olan parçacık, bir zaman eğimine
(kara delik) girerek, zamansızlığın dalga fonksiyonunu
tecrübe eder. Aynen, bir parçacık hızlandırıcısı içinde
hareket eden bir parçacık gibi, kara delikte, zaman enerjisi
devrelerinden biri içinde yolculuk eder. Yalnız bu örnekle,
hızlanma için gerekli enerjiyi zaman sağlar. Bu oluşum
esnasında zamansızlık durumunda bulunan kuantum benliği,
bulanık veya belirsizdir. Bunun anlamı da şudur: Dünya gerçeği
anlamında, ne buradadır ne de orada fakat kara deliği bırakıp,
tekrardoğuşun beyaz deliğine girdiğinde gözlemlenebilir
ve dolayısıyla belirginleşir. Başka bir deyimle zamansızlık
cebinden (buna genel olarak ezoterik deyimiyle "seyyal
boyutlar", "ruh dünyası" türünden kelimeler
verilir) geçmiştir ve bütün şeylerin farklı veya
belirgin karakter gösterdiği, maddenin zaman bölgelerinden
birine tekrar girmiştir.
Schrödinger'in Kedisi Paradoksu veya
Heisenberg'in Belirsizlik İlkesinde olduğu gibi, zaman ve
zamansızlık aynı anda var olduğundan; bizim kendi düşüncelerimizle
etkilediklerimizin dışında ruh ile madde arasında hiçbir
fark yoktur; biz bu ayrımı, olayların çoğunluğunda, içinde
doğduğumuz toplumun isteklerine uygun şartlanmalar sonucu
yaratırız. Durum bu olunca, daha önce de ima ettiğim gibi,
zihnimizdeki bazı bölümler, zihinsel denge için önemli
olan çok boyutlu farkındalığı içerecek ve şuurlu bir şekilde
Dış Zamana maruz kaldığımızda ise parçalanmayacak şekilde
yaratılmıştır. Bundan dolayı, zamansızlık ve zaman
kavramları bir enerji olarak tamamen kavranmazdan önce,
evrimsel lazer, onları harekete geçirmek için, Uyuyan sinir
hücreleri üzerinde denenmelidir. Ancak o zaman, zamanın
devirsel damarları içinde ilerleyen sonsuz güç kaynağıyla
bağlantı kurabiliriz.
Ölüm
ve Zamanın Geriye Doğru Giden Oku
Zamanın,
bazı evrenlerde geriye doğru yolculuk edebileceği fikri,
hem Newtoncu hem de Einsteincı fizik ile uyum hâlinde görünmektedir.
Bilim adamlarının düşüncelerine göre, böyle bir dünyada
bir kişi yavaş bir şekilde gençliğe ve bebeklik dönemine
ve belki de ileri doğru hareket eden bir dünyaya doğum ile
aynı anlama gelebilecek ölüme doğru gider.
Birçok okuyucu bu fikri, imkânsız
diye kabul etmeyebilir. Yıllar boyunca karşılaştığım
birsürü tesadüfler olmasaydı, ben de aynısını yapardım.
Bunlardan ilki, yirmi yaşımda iken meydana geldi. Belirli
bir kültüre sahip bir adamın liderliğinde, Londra'da, bir
araştırma/tartışma grubuna katılmaktaydım. Ayda bir
bizlere bir konu veriliyordu ve bizlerden on dakikalık bir süre
içinde buna neden inandığımız veya inanmadığımız türünden
bir yorumda bulunmamız isteniyordu.
Bir hafta söyleşinin konusu "Ölüm
sonrası hayata inanıyor musunuz? Bu konudaki görüşünüzü
ispatlayacak kanıtınız var mı?" idi. Grup üyelerinden
biri, iri, kemikli, Yorkshire'lı biriydi ve genelde çok az
konuşuyordu. Bu olayda ise cesaretini topladı ve
şöyle dedi:
Ölüm sonrası yaşama inanıyorum.
Çünki bir gece yarısı acayip bir duygu ile uyandım. Zaman
durmuş gibiydi. Karım yanımda derin bir uykudaydı ve hiçbir
şeyden haberdar görünmüyordu. Oda garip bir aydınlıkla
dolu gibiydi ve yatağımın ayak ucunda annem duruyordu. Yalnız
en son olarak öldüğünde olduğu gibi yaşlı değildi.
Piyanonun üzerinde duran fotoğrafındaki gibi genç bir hanımdı.
Bu hikâyeyi anlatmaktan ötürü
rahatsız gibi görünüyordu. Aşağıdaki sözlerini
eklerken savunmaya geçmiş gibiydi: "Eğer herhangi bir
kişi beni burada yalancı diye suçlamak isterse, onunla dışarıda
erkek erkeğe dövüşebilirim." Derken, gömleğinin
kollarını sıvamaya başladı!
Eklemeye gerek yok, hiç kimse bir şey
söylemedi. Birkaç nazik öksürme vardı ve ben arkadaşımla
birlikte ellerimizle ağzımızı kapatıp kıkırdadık. (Ne
kadar ayıp!) Bu olayı, yıllarca önce yaşlı olarak
kaybetmiş olduğum sevdiğim kişiler hakkında birsürü rüya
görmeye başlayana dek tamamen unutmuştum. Bu kişiler,
birbirini takip eden rüyalarımda, yavaş bir şekilde gençleşiyorlardı.
O zamandan beri diğer insanlara
sorular yönelttim ve aynı türden fenomenleri tecrübe
ettiklerini keşfettim.
Örneğin ruhçular arasında şu
ortak inanç var: Ruh ölümden sonra, "kaybolmadığını"
varsayarsak (zamanın kara deliklerinden birinde); hayalimizin
çok ötesinde gençlik, sıhhat ve mutluluk tecrübe ettiği
bir yere gider. Belki de sevdiğimiz kişiler, ölümlerinin
kara deliğinde kaybolduktan sonra, başka bir evrendeki beyaz
delik ışığında ortaya çıkarlar. Burada zamanın oku,
bilim adamlarının ileri sürdüğü üzere ters yönde işleyebilir.
Bunun avantaj ve dezavantajlarını düşünmek, biraz hayal gücü
gerektirir fakat bu bir fikirdir. Swedenborg şu iddiada
bulunmadı mı: "Gökyüzünde melekler, sürekli olarak
gençliklerinin baharına doğru ilerlerler ve bunun
sonucunda, en yaşlı melek, en genci olarak görünür."
Belki de, anti dünya veya paralel bir
evrenle ilgili ruhsal bir bilgiye değinmektedir.
Parça
Teorisi
Kişi, şuurun doğasını ilgilendiren birsürü fikir ve
teoriye gelince, az da olsa bir tercih göstermeksizin, metafizik konusunda yazamaz. Lineer, reenkarnasyon olgusunu araştırmış
biri olarak, senelerden beri sağlam bir alternatif sunmama
karşın, bu konudaki çoğu şeyin bir bütün oluşturmadığını,
birbirini tutmadığını buldum. Hem mantık ve hem de
Eysenck ve Sargent gibi meşhur ve muteber araştırmacılar
tarafından kategorize edilmiş ve derlenmiş sayısız ÖYD'îer
ve benzeri beden dışı deneyimlere (BDD) imkân veren görüş
açısından; daha fazla araştırmaya, tecrübeye ve gözleme
ihtiyaç vardır.
İhtiyacım olan ipucuna, en sonunda,
Lyall Watson'un, "parçalanmış hologram
teorisinde" kavuştum. Bu teorisinde, Watson, Oz'ün bütününü
(yani kuantum benliğinin birleşmiş yanlarını), tam bir
hologram olarak ele almıştır. Bu hologram, parçalanmış
ve parçalanan, zamanın bütün periyotları ve bütün
evrenlerin sınırsız boyutları içinde aynı anda dağılmıştır.
Her parça, bütün olarak aynı imajı içerdiğinden; aslî
Benliğin bir parçası (dalga/parçacık),her hayat biçiminde
alıkonmuştur ve bu, "daha yüksek" veya kişi ötesi
Benlik kavramını ortaya çıkaran, temel Oz'le olan bağlantıdır.
Dolayısıyla, bazı hayatları genç parçalar olarak, bazılarını
ise orta veya olgun şekillerde tecrübe ederiz.
Bu teori, ezoterik ve mistik inanç
tarafından benimsenen ve bir dizi enkarnasyonu lineer veya İç
Zaman içinde yaşanır gibi anlayan ve böylece yalnızca
zamanın ileriye doğru yönelik okuna müsaade eden meşhur
inanç ile zıttır. Belki de Çoveney ve Highfield'in ileri sürdüğü
gibi, aynı performansı her ayrıntısı ile tekrarlayanlayız
ama belki de daha önceki hatalarımızdan kaçındığımızda,
başka bir zaman bandı içinde, birkaç sahneyi oynamamıza
izin verilebilir.
Teorilerimin birçoğu, bana rüyalarımda
göründü ve genellikle de, uygun akademik vasıfları olan
birinin, bunun hakkında bir şeyler yazmasıyla teyit edildi.
Uykumda, bir keresinde bir sinemaya ziyaret sembolü verilmişti.
Seyretmeye zorlanıyor gibi göründüğüm film, çok ürkütücüydü.
Kan, çile, korku içeriyordu. Film bittiğinde, derin bir
rahatlama hissettim, ışıklar yandı ve şu rahatlatıcı
bilgi ile eve yöneldim: Tanık olduğum bu rahatsız edici
performans esnasında akan gözyaşlarını, damarlarımda
dolaşan adrenalin; Hollywood rüya makinesi tarafından yapılandan
farklı bir şey değildi. Istırap veren film ile aynı
derecede rahatsız edici dünyasal hayat arasındaki
paralellik ve gösterim bitip (ölüm mü?) sinemayı terk
ettiğimde hissettiğim rahatlama, beni güçlü bir şekilde
etkiledi ve daha en başta paramı (zaman enerjisi) ne diye böyle
kötü bir filme yatırdığımı sordum kendime. Ama,
reenkarnasyonun en ateşli inananlarının bile, homurdanarak
"Bu rezil hayatı seçtiğime göre delirmiş olmalıyım!"
dediğini kaç kez duydum.
Lineer zamanın anayollarında ve yan
yollarında ilerleyişe, sıklıkla sıkıntı ve ıstırap eşlik
eder. Bu, zamanın enerjisine karşı ittiğimiz maddenin kalıpları
içine tıkadığımızda böyledir; hem yıpratıcı hem de
yorucu bir uğraştır. Kadim Mısır Ammonitlerin, bu
kabilenin üyeleri tarafından yüzyıllardan beri canlı
tutulan felsefesine göre:
Bu pek, Kaos 'a üstün gelmek değildir;
kişinin, yapabildiği kadarını tezahür ettirmeyi öğrenmesidir.
Bu, iradenin gücüne ve yaklaşmakta olanla yüzleşmekten
ziyade bir kimlik edinme arzusuna bağlıdır. Yine, bu bir
tezahürün üstadı olmak için başlama yeri, Benliğin içindedir.
Lineer ilerleyiş, kişinin, Benliği; hedefe yararlı olduğu
sürece, farkındalık, yön, kavis veya açı çizgisinin hiç
önemi olmayacak biçimde ilerlettiği yol hâline gelir.
Bu felsefenin yeni öğrencilerinden
biri olarak, evrenin gerçek doğasının kapsamı ve derinliği
konusunda ileri sürdükleriyle şaşkına döndüm. Bu
insanlar hakkında şunu söyleyebiliriz: Ataları, Kaos
Bilimi, Avrupa medenileşmeden asırlarca önce öğretmişlerdir.
Bu verdiğim, tek örnekten çok daha geniş olan
bilgilerinin, M.Ö. 12.000 ve daha öncesine gittiğini iddia
ediyorlar. Bu da bize, "dünya bilgisinin" bir
ouroborik devresel bir düşüş kaydettiğini gösterir;
nihayet, bu düşüşün en alt noktasından tekrar yükselmeye
başlamıştır.
Zamanın gerçek veya gerçek dışılığma
ilişkin tahmin, bilimsel mesleğe özgü değildir. Büyük
Doğu düşünürleri, örneğin Advaita Vedanta'nm hocası
olan Shankara, şunu önermiştir: Şu an, gerçekten
yoksundur, dolayısıyla yalnızca bir illüzyon veya
"maya"dır.
Daha yakın zamanlarda ise, 19. yy.'da
ipnotizm konusunda geniş araştırmalar yapmış olan ve bütün
canlıları çevreleyen aurik enerji alanlarına değinen ilk
bilimsel gözlemcilerden biri olan Baron von Reichenbach, şu
yorumda bulunmuştur: "Yarın, dünün oluştuğu anlamda
çoktan oluştu. Ancak bütün sebeplerin toplamı, gelecekle
ilgili bir anlayışa izin verir." Hâlâ öğrenmemiz
veya tekrardan öğrenmemiz gereken çok şey var gibi görünüyor.
Zaman,
Bireyselleşme ve Evrensel Beyin
Jung,
birey olma sürecini, bireysel psişede düzen ve denge durumu
üretmek üzere, kişilikteki anima ve animus'un (eril ve dişil
unsurları) birleşmesi olarak tanımlamıştır. Ayrıca bu,
bir bireyin kendi başına tek, seçkin ve dengeli bir olmasını,
bir "benlik hâline gelmesini" veya kozmik kimliğin
farkındalığını sağlayan bir psikolojik evrimsel oluşum
olarak yorumlanabilir. Bundan dolayı birey olmama durumu;
sinir sisteminin, şuur kontrolünden yoksun olarak işleyen
otonom tepkilerine benzetilebilir; öyle ki birey olmadan önce,
bizler sadece, engin bir beyindeki hücrelerizdir ve bu beyin,
madde bantları içinde fonksiyon gösterirken, hayatlarımızın
motor (maddî) yanını kontrol eder. Dolayısıyla bazı
filozoflar ve metafizikçiler, birey olma sürecini; psişenin,
İç Zamanın dünyalarımdaki serüveninin ardındaki varoluş
sebebi olarak görmeye eğilim göstermişlerdir.
Doğal olarak sonraki soru şudur:
Birey oluşun acaba zamanı kavrayışımıza etkisi var mıdır?
Sol beyin yarı küresine bağlı vasıfların sıklıkla dişilden
ziyade eril olarak görüldüğü göz önünde bulundurulursa
(sağ beyin için ise aksi geçerlidir), burada acaba ayrıca
soyutu rasyonalize etme yeteneğinden bahsetmiyor muyuz? Bu
tabiî ki zamanın harekete geçmiş devrelerini müzakere
etmeyi arzulayan her hangi bir kişi için önemli bir
zihinsel önkoşuldur. Bize anlatıldığına göre, ilkel
insanın sezgi yetileri bizlerden çok daha gelişmiş idi; örneğin
Avustralya yerlileri, birsürü eğitilmiş insanın anlamakta
güçlük çektiği zamansızlık anlayışına sahiplerdi ve
hâlâ da sahipler. Bu, zihinsel fonksiyonlar açısından
acaba nasıl açıklanabilir?
Fonksiyonları, tıp bilim adamları
tarafından hâlâ tartışılan beynin, birsürü bölgesi
vardır.
Örneğin:
Art beyin: Rhombencephalon adım taşıyan
embriyonik beyin bölümünden, metencephalon, myelencephalon
ve en sonunda da beyincik ve soğanilik gelişir. Art beynin
ilkel gelişim,ile ilişkisi, bazı araştırmacıları, onu
bir taraftan kolektif şuurdışı (Dış Zaman?) ile, öbür
taraftan ise belirli içgüdüsel farkındalık modelleriyle
bağlantı kurmaya teşvik etti.
Limbik Sistem: Bu sistem, yarı daire
şeklinde, beynin ortasında yer almıştır ve kendini
koruma, üreme, korku ve kızgınlık ifadeleri türünden
basit faaliyetleri yönelir. Hafıza sistemi ve fonksiyonları
ve rüyalar ile de bir ilişkisi gözlenmiştir ve bu ilişki,
bazı araştırmacıların, psişe veya zihne, limbik sistem içinde
yer tahsis etmelerine yol açmıştır.
Talamus: Yunanca bir kelime
olup,"gizli oda" anlamına gelir: Bazı bilim
adamları buna "eski beyin" veya "sürüngen
beyin " der. Yumurta şeklindeki iki tane kütleden oluşur
ve bunlar, (koku hariç) bütün duyulardan gelen sinir uyarılarını
beyin korteksine (kabuğuna) iletirler. Psikoanalist Dr. Eric
Berne, bazı DD A yeteneklerini ve diğer psi becerilerini, aşırı
derecede hassas olan talamus'a mal etmiştir.
Sonradan
Dr. Alexis Carrel şöyle yazmıştır:
"Normal olarak, talamasun
esrarengiz güçleri, beyin korteksi (kabuğu) tarafından
bastırılmış ve ayak altına alınmıştır. Bilim, ilkel
geçmişimizdeki gizem perdesini kaldırırken, bizler de
sadece potansiyellerimizle bağlantı kurduğumuzu anlamaya başlıyoruz.
Altıncı hissin varoluşunun kesinliği, uzun zamandan beri
uyku hâlinde bulunan zihin kabiliyetlerinin araştırılmasını,
acil ve heyecan verici bir yükümlülük hâline getiriyor.
"
Metafizik ve psikoloji, yıllardan
beridir değişik isimler verilmiş olan insan şuurunun değişik
yanlarım kabul etmekte birleşirler. En popüler olanı, üçlü
sınıflandırmadır: İçgüdüsel, Rasyonel ve Sezgisel. İlki
ya art beyne veya talamusa, sonraki de limbik sisteme
atfedilir. Son araştırmalar limbik aktivite ile atomaltı dünyalar
arasındaki ilişkiyi göstermiştir. Oysa rasyonel sonuç çıkarma
ile beynin sol yarım küresi arasındaki ilişki, açıkça
ortadadır.
Yukarıda anlatılanlardan gözleyebiliriz
ki, zamanın, değişik yönlerinin anlaşılması, pekâlâ,
insan beyninin limitleri dahilindedir. Ama birçoğumuz henüz
daha birey olmadığımızdan, ya gerçek potansiyellerimizden
tamamen yoksun olarak ilkel, otonom bir zemin üzerinde
fonksiyon gösteriyoruz ya da bizleri kontrol eden dışsal
zihin tarafından yönetiliyoruz. Bu durum da, bu şeyleri
kendimiz için yapabileceğimiz gerçeğinin farkına varıncaya
kadar devam eder; aynen hamile bir kadının, karnında taşıdığı
çocuğun fonksiyonlarını üstlenmeye çocuk doğuncaya
kadar devam etmesi gibi. Belki de kozmik realite şuuru içine
do ğuşumuz için zaman yaklaşmaktadır ve sancılarını yaşayarak
ve üstesinden gelerek, zamanın realitelerini bütün ima
ettikleriyle idrak edeceğiz.
Bir öğrencimle yakınlarda yaptığım
bir konuşmada bana, bir parçacığın, antiparçacığı
tarafından devre dışı bırakıldığı bir ortamda,
madde/antimadde fenomenleri ile metafiziksel bir paralel kurup
kuramayacağım sorulmuştu. Parçacık ve antiparçacığın
daha önce var olduğuna dair tek kanıt, oluşum esnasında
birikmiş olan küçük bir enerji cebiydi (yani gamma ışını)
"Zaman Eğimleri, Düğümleri, Kaymaları ve Kapsülleri"
adlı bölüme bakınız). Paul Davi-es'e göre, bilim adamları
şu gerçekle şaşkına dönmüşlerdir: Evren, neredeyse
%100 oranında maddeden oluşmuştur ve antimadde, yokluğu
ile dikkati çekmektedir.
Benim buna metafizik cevabım şu
olacaktır: Fiziksel varoluş dünyalarına zincirli olduğumuz
sürece (Budistler buna "Karma Tekerleğine zincirli
olma" veya benim referans terminolojime göre ise aynı
zaman devresinde dönüp durmak veya yukarı ve aşağı
gitmektir), antibenliğimiz veya antiparçacığımız ile karşılaşmamız
imkân dışıdır. Bunun sonucunda da, bizlerin parçacık/dalga
durumları, kendi yarılarıyle irtibatta olmadıklarından,
dokunulmamış olarak kalırlar.
Yine de, er ya da geç, psişelerimiz
yeterince olgunlaşacak veya kozmik biçimde şuurlu
olacaklardır ve bizim, madde dünyalarını (özellikle maddî/fiziksel
durum ile bağlantılı olan zaman devrelerini) terk etmemize
izin vereceklerdir. İşte o zaman bizlerin antiparçacığı,
bir görüntüye bürünecektir. Bunun sonucunda da bizlerin
parçacık/ dalga durumu yok olacak, kendini belirli bir şekilde
veya belirli bir frekansta tezahür ettirme gereği kalmadığından,
sadece, fiziksel hayat okulundaki öğrencilik kaydını gamma
işareti şeklinde bırakacaktır.
Parçalanışından önceki tam
holograma eşit bir şekilde görülecek olan temel Öz, belki
de antiparçacığın elinde tutmaktadır. Bu elde tutuş da,
kendi ikizinin madde evrenleri içindeki yolculuklarından dönüşüne
ve yeterli derecede aydınlanıp veya kozmik açıdan şuur
sahibi olup, birleşmeyi hak edinceye kadar devam eder.
Bu teori; Gnostik Hristos/Sophia hikâyesinden,
ayrılmış Nommo ikizlerinin semavî eşleri ile tekrar birleşmek
için giriştikleri ebedî arayış hakkındaki Dogon inancına
kadar değişen mistik öğretilerde ortaya atılmıştır. En
sonunda, eşiyle karşılaştığında ise, aşkın bireyselleşmeyi
yaşar ve bir metafiziksel şuur olarak olgunlaşmış bir
varlık olduktan sonra ise, tekrar dönmemek üzere madde dünyalarını
terk ederler. Eskiler işte bu prensipten androjin (hem eril
hem de dişil olma) kavramını ortaya çıkarmışlardır ve
hepimiz, başlangıçtaki bu birleşik durumdan ortaya çıkmışız
ve en sonunda da ona döneceğiz.
Zaman
ve '' Altıncı His ''
"Benliklerimizin";
bazı bölümleri (Zohar'a göre dalga bölümü) Dış Zaman
içinde şuurluluk durumunu yaşarken, diğer bölümleri (parçacık
bölümü) madde dünyalarının gözlenebilen gerçekliğini
tecrübe eden kuantum faktörleri olduklarını varsayarsak,
şöyle bir varsayımda bulunmak acaba mantıklı olmaz mı?
Bizlerin yerel olmayan dalga yanımız, bütün diğer hayat
biçimlerinin dalga yanlan ile irtibat sağlayamaz mı?
Kuantum mekaniği göstermiştir ki, büyük bir mesafe içinde
ayrı tutulmuş olsalar bile, belirli koşullar altında, bir
parçacık çifti birbirinden tamamen bağımsız olarak düşünülemez
(bu, bir biçimde matematiksel olarak uygun biçimde ifade
edilebilir).
Aynı şekilde, Vermont'taki
Montpelier Üniversitesinde gerçekleştirilen deneyler de ağaçların
birbirleriyle irtibatta bulunduğu konusunda önemli bilimsel
kanıtlar sunmuştur. Buna Rupert Sheldrake'in "morfik
rezonans" teorisini de eklersek, görüntü daha net hâle
gelir.
Bir yüzyıl önce saygın fizikçi
Lord Kelvin, altıncı hisse inanıp inanmadığı sorulduğunda,
"inanıyorum" dediğinde çağdaşlarını şaşırtmıştır.
Hiç inanmadığı okült fenomenlere değinmiyordu tabiî ki.
Onun tahminine göre, içimizde belki de manyetik alanları
kavrayacak bir yetenek vardı. Radyasyon sonucu X-ışınları,
gamma ışınları ve diğer kozmik fenomenlerden etkilendiğimiz
keşfedilirken, son araştırmalar da Kelvin'in fikrini teyit
etmiştir. Saygıdeğer profesörler, psi çeşidinden ekstra
bir duyu hakkında, inançlarında değişiklikler yaptılar.
Örneğin John Taylor, kendi
deneylerinin kanıtları ile geçici olarak ikna olmuştu
fakat bunun, bilim tarafından bilinen kuvvetler tarafından açıklanamayacağı
sebebiyle ilk görüşünden vazgeçti. Öbür taraftan Profesör
John Hasted, The Metal Benders (Metal Bükücüler) adlı
kitabında psikokinezi hakkında bir dolu kanıt üretti. Oysa
psikokinezi, psikolojik fenomenlerin yalnızca bir örneğiydi.
Birsürü bilim adamım kaygılandırması
gereken (bu konuda tabiî ki metafizikçileri de) soru şu
olmalıdır: Bütün bu cansız nesneler, durağan hayat biçimleri
ve küçük parçacıklar, eğer iletişim işiyle meşgul
iseler, o zaman çizgilerimiz neden ve ne zaman kesişir?
Cevap tabiî ki iletişim hâlinde olmadıklarıdır. Öyleyse,
niçin bu büyük gizem?
Benim inancımda olan birsürü bilim
adamına göre, ruhsal/fiziksel, süperşuurlu/şuurlu
benliklerimiz (eğer tercih ederseniz, dalga/parçacık
kuantum yanları diyebilirsiniz), doğal olmayan bir biçimde
ayrılmışlardır. Seyyal bir ikiye bölünme oluşmuş ve
fiilen ikiye ayrılmışız. Bu, asırlardan beridir felsefî,
sosyolojik ve dinsel kaynaklar tarafından gerçekleştirilen
negatif programlama sonucu oluşmuştur;, hele dinsel etki
belki de çoğumuzda en ağır basan faktördür.
Kendi dalga nitelikleriyle veya Dış
Zaman dalga bantlarında hareket eden diğer zekâlar ile
irtibata geçme eğilimi gösteren birkaç kişi; hâkim
felsefî veya ruhban akıma göre, ya iyi ya da kötü gitmiştir.
Örneğin eski zamanlarda, kadın kâhinler
saygı görürlerdi ve hiçbir imparator, kral veya lider, böyle
bir kâhine danışmaksızın bir. savaşa girmeyi göze
alamazdı. Hristiyanlık dalgaları dünyâda yayılmaktayken,
Engizisyonun parmağı hedefi buldu ve "Psi"ye eğilim
gösterdikleri gerekçesiyle milyonlarca masum insan korkunç
şekilde öldürüldü. Cadı avına bugün hâlâ devam
edilmektedir; muğlak biçimde de olsa mistisizm, metafizik ve
hatta psikoloji ve bilim ile ilgilenen herhangi bir kişi,
dinci fanatikler tarafından "Şeytan ile işbirliği içinde"
(ne anlama geliyorsa) bulunduğu gerekçesiyle hâlâ suçlanıyor.
Bilgisini ve farkındalığını genişletmesi
için zihne hiç yer bırakmayan ve gezegenimizin yaşı ve
nasıl var olduğu gibi saptanmış gerçeklerin varlığını
inkâr eden herhangi bir rejim veya inanç, özgürlük ve özgür
irade adına sorgulanmalıdır. Kabul etmemiz gerekir ki,
insanların kendi inançlarına sahip olmaya hakları vardır;
fakat bu inançları hile Veya zorla başkalarına kabul
ettirmeye gelince, bunun bir mesafesi olmalıdır.
Öyle zannediyorum ki, şu cümleyi söyleyen,
en son Amerikan başkanlarından biri idi:
"Diğer
herkesin özgürlüğü, yüzümün on beş santim ötesinde,
durur."
|