Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

 

TALİH

Dr.Bedri RUHSELMAN’ın RUH ve KÂİNAT adlı eserinin III. cildinin 850. Sayfası ve devamından güncel Türkçe’ye Selman GERÇEKSEVER tarafından uyarlanmıştır.

Olayların Dağılımında Adaletsizlik mi Var?

  Bir yanda dogmatik klasik spiritualist mesleklerin önde gelenlerince halledilemeyen, öte yandan da Âdemci maddecilerce içinden çıkılamayan konulardan biri de, insanların başarmak için sergiledikleri cehitlere ve hatta gösterdikleri becerilere karşın, çoğunlukla hoş olmayan yaşam koşulları altında yaşamak zorunda kalmalarıdır.

  “A…”yetenekli bir insandır, çalışkandır, temiz huyludur, sever ve sevilir. “B…” ise yeteneksizin biridir, haylazdır, tembeldir ve bencildir. Bununla beraber, yaşamdaki tüm başarılar onu arar bulur. Öncekinin büyük çabasına karşın; elde edemediği bir mutluluk, ikincisine beklemeden gelir. Bunların ikisi de aynı işin peşine düşmüş olsa; o iş, “A…’ya sırtını döner. “B…’ye doğru olabildiğince koşar. Hatta bu da yetmiyormuş gibi, beklenilemeyen zamanlarda gelen felâket hep “A…’yı arar, onun elindekileri ve avucundakileri silip süpürmeye çalışır. “B…’ye bugün bir miras, servet, yarın beklenmeyen büyük kârlar ve öbür gün zengin bir evlilik getiren talih “A…’nın günün birinde atalarından kalma kulübesini yakıp kül eder, başka bir gün beş on kuruşluk kazancını bozar ya da kendisine destek olan bir dostunu / akrabasını alıp götürür. Bunun nedeni nedir ve görünürde lâyık görünmeyen bir adama tâlih sürekli gülerken, layık bir kimseye neden sırtını dönmüş bulunmaktadır? İlk bakışta, burada büyük bir adâletsizlik var gibi görünür.

  Nasıl ki “A….” nın bu durumlara dayanma gücü, onun ancak hikmet yolundaki bilgisi ile uyumludur. Eğer o, evreni yöneten yasaların sırlarına az çok nüfuz edememiş ise, bu yaşam onun için dayanmayı zorlaştırıcı sınırlara ulaşır. Sonunda, zorla yaşatmak istediği sabrı tükenir, çevresine şikâyetli ve isyanlı sözler savurmaya başlar. Kendisi de dâhil olduğu halde, her varlığa düşman kesilir ve herkese karşı güvensizlik gösterir. Giderek tüm insanlardan kaçmak arzusunun etkisi altına  girer. Çünkü herkes ona sanki kötülük yapmak için yaratılmış gibi gelir. Onun gözünde doğa yasaları zâlimânedir, haksızlık her yanda yaygındır, dünyada adâlet yoktur; evrende iyilik değil, kötülük egemendir. Sonunda en korkunç ve tehlikeli fikirler bu karamsarlığı izler. Onun anlayışına göre, iyiler değil, kötüler yaşamaya layıktır. Bu gidişler, bir an gelir ki o, bu karanlık düşüncelerin içinde büyük bir boşluğa doğru yürüdüğünü duyar ve bu boşluğa doğru ilerledikçe, çevresinin daha çok karardığını zanneder. En sonunda, simsiyah bir gece onu tüm varlığını ve güzel melekelerini uyuşturur. Böylece bir yaşam deneyimi yarı yarıya heba olup gider.    

  Bu kimse tüm bu olup bitenlerin hikmetini öğretecek ve onu, uçurumlarla dolu olan bu karanlık alanlardan kurtaracak nur nerededir? Ne dogmatik dinler, ne ünlü bir takım adlara dayalı felsefi ekoller, ne de bilimsel  ve ahlâksal yaptırımlar, bu olup bitenleri mantıksal ve güven verici bir şekilde açıklamaya yetmiştir. Burada görülen haksızlıkları, adâletsizlikleri açıklamak için ileri sürülen fikirler, bu durumdaki varlıkları yatıştırmak sakinleştirmek ve rahatlatmak şöyle dursun, daha da karmaşık yollara yönlendirmiş ve ıstırabın şuurlu anlamını verememiştir. Istırabın yüksek ve derin anlamını anlayamayan varlıklar onun gerçek nedenlerini de göremez; tehlikeli yollarda cinayetlere, intiharlara ve daha bin bir çeşit kötülüklere kendilerini koyuverirler. Çünkü “teselli” olarak işittikleri birçok açıklama ve öğüt onları, çekmekte oldukları ağır ıstıraplarının kendileri için büyük mutluluklar hazırladığına içtenlikli bir şekilde inandıramamıştır.

Dünya Deneyimleri Karşısında “Mutluluk” ve “Felâket” Kavramları

  Görünüşte adaletsizce ve hatta zâlimce olan tüm bu eşitsizliklerin bireyin kafasında kötülük kavramını yarattığı kuşkusuzdur. Eğer tüm varlıklar aynı derecede ve şekilde yaşamış olsalardı, ortada kötülüğü belirleyecek bir ölçü kalmazdı. Yoksul birinin en büyük ıstırabı, kendisini bir zengin ile karşılaştırdığı zaman ortaya çıkar. Ayrıca, dünyada sefâletten başka yaşam şekli bilinmeseydi, sefalet bu kadar ıstıraplı olmazdı.

  Bununla birlikte, ne olursa olsun, bugün dünyada bir iyilik, bir de kötülük kavramı egemendir. Bunlar, kişiden kişiye değişen bir anlayış olmakla beraber, büyük realite değerine sâhiptirler. Bunlardan birincisi mutluluk ile, ikincisi de felâketle ilgilidir. O halde mutluluk ve felâket nedir ve gerçek değerleriyle bunları nasıl inceleyebiliriz?

  Yolda giderken kafama bir taş düşse, beni yaralasa; bu olay benim için iyi mi, yoksa kötü mü olur? Hemen, “kötü olur elbet!”  diyeceksiniz . Fakat sevgili okuyucularım arasında, bu hükmü verenler kendilerinin  aceleci olduklarına inanabilirler. İyilik ve kötülük hakkında kararlarımızı verirken ve bu arada kendimizi mutlu ya da mutsuz tasavvur etmezden önce Sebep – Sonuç Yasası kapsamında olup duran olaylar zincirindeki birbiri ardına gelen halkaların elbette bir birine bağlı olduklarını unutmamak gerekir.

  Burada aklımıza gelmesi gereken iki sorunun yanıtını vermek zorunda kalırız: Önce, acaba bu taş benim kafama düşmesi ve beni yaralaması benim yaşam koşullarımdan ve çevremle olan ilişkilerimde ne gibi sonuçlar doğurdu. Kuşkusuz, bu soruların yanıtlarını verebilmek bizim için çoğu zaman olanaklı değildir. Bununla birlikte, bu yanıtları doğru olarak verebildiğimiz anda görürüz ki o taşın başıma düşmesi ve beni yaralaması benim yaralanmam için gerekliydi(*).

  İyilik ve kötülük kavramları, her şey gibi görecelidir. Kötülük, kendisinden daha çok kötü ya da daha az iyi olgulara göre değer kazanır. Hiç unutmayalım ki, bize uzaktan ideal bir mutluluğu getiren iyiliğe kavuştuğumuz zaman, eğer o iyilik bizi daha uzakta belirmeye başlayan daha büyük bir mutluluktan yoksun bırakırsa, bizim için kötü niteliği kazanır. Fakat bu ikinci aşamada bulunan daha yüksek iyilik de son ve mutlak değere sahip değildir. Nasıl ki, ona da ulaştıktan sonra başka yeni arzular ve mutluluklar peşinde koşmaktan kendimizi alamayız. Bu durum, durmaksızın böylece sürüp gider. Kötülük hakkında da aynı durum geçerlidir. İlk hamlede felâket getirdiğini düşündüğümüz kötü bir olgunun, daha sonra; öncekinden daha çok felaketli bir sonuçtan bizi koruduğunu gördüğümüz anda, o olgu bizce iyilik haline geçer.

  Bunları göz önüne aldıktan sonra, yukarıdaki sorularımızın yanıtlarını vermeye çalışalım: Eğer yolda giderken, başıma taş düşmeseydi ve yaralanmasaydım, tedâvi edilmek için evime ya da bir doktora gitmeyecektim. Bu da, doktorun yanında tanışacağım değerli ve bana başka alanlarda da yardımcı olabilecek bir dost insanla karşılaşabilmeme olanak sağlamayacaktı, ya da evdeki yokluğum sırasında ortaya çıkabilecek bir felâketi önleyebilmeme engel olacaktı, hatta yoluma devam etmem durumunda, beni bekleyen daha büyük bir felâketin sonuçlarıyla karşılaşmak tehlikesine düşecektim. Bunlar akla ilk gelen olasılıklardır. Oysa yaşamda böyle binlerce olayın birbirini izlediği ve birbirini doğurduğu kesindir. Ayrıca her olayın yönü bizim bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir iyilikle sonuçlanır. Çünkü doğada esas olan şey gelişimdir ve evrenin varlığı bu büyük amacın bir aracı olmak içindir. Genel anlamda gelişimde kötülük söz konusu değildir (**).

  Biz çok câhil kimseleriz ve İlâhi İrâde Yasaları’nın gereklerini ve zorunluluklarını idrak etmiş olmaktan çok uzaktayız (***). Bu nedenle, olaylar zincirini İlliyet İlkesi bakımından, ileriye / geriye doğru izleyebilmek bizlere çoğu zaman kolay olmaz ve bu zincir birçok yerinden kopmuş görünür. Bundan dolayı da, bazı halkaları yerinde göremeyince, onları büsbütün yokluğuna hükmederiz ve yerlerine yalan–yanlış halkalar eklemeye kalkarız. Tüm bu hareketler bizim deneyim ve görgü eksikliğimizin doğal sonucudur. İşte bizler bu deneyim ve görgü eksikliğimizi gidermek için dünya gelişim okuluna girmiş bulunmaktayız. Dünyada geçirdiğimiz / geçireceğimiz deneyimleri yaşadıkça anlayacağız ki, bizim “iyilik” ve “kötülük” dediğimiz şeyler; sandığımız gibi ne gerçek mutluluğu ne de gerçek felâketi getirir. Ayrıca yeryüzünde; alışılmış şekliyle kabul ettiğimiz “mutluluk” ve “felâket” kavramları, buradaki her şey gibi sâdece dünyaya âittir ve dünya yaşamı ile son bulacaktır. Fakat öyle bir son bulacaktır ki, biz onların hayırlı sonuçlarından ölmez yararlar sağlayarak, ebedî yaşamımızı sürdüreceğiz. Dahası, bir zamanlar bize göz yaşları döktüren ıstıraplı olayların, bizim için ne kadar gerekli olduklarını ve ne kadar büyük ve ebedi mutluluklara yol açmış bulunduklarını sakin ve mutlu bir gülümseyişle anımsayacağız. Ruhların, evrendeki varlıklarının amacı etkili bir etkinliktir. Cehitsiz etkinlik olmaz. Yorulmadan, ıstırap çekmeden bir cehit gösterebilmenin sırrı maddesel alemlerdeki deneyimlerle öğrenilir. O halde, ıstıraplardan kurtulmanın çaresi ıstırabı öğrenmektir.

Dünya Deneyimlerinin Anlamı

  Dünyaya niçin geldik? Ruhun ebedî hayatında cereyan eden tüm olaylar ancak onunun tekamülü içindir. Ruhun yükselişi ebedîdir. Ruhun madde evrendeki hayatı da ebediyet kadar uzundur. Onun bu ebedî hayat içinde bir saniyelik bile zaman değerinden yoksun bulunan dünya yaşamında kötülük aramak ve görmek anlamsız olur. Ebedî ruh hayatına oranla bir an bile olmayan dünya yaşamını amaç olarak kabul edemeyiz. Ruhun madde evrenindeki hayatı sayısız ve sonsuz olaylarla doludur. Esâsen ruh hayatının da bir anlamı budur. Olup bitenlerin gerçek değeri ve hikmeti, iyi ya da kötü olmaları ile değil, şu ya da bu bakımdan ruhun tekâmülüne katkı sağlamalarına göre belli olur. Eğer “A….” nın yaşamı “B…” nin yaşamına oranla “kötü” geçiyorsa; bu, “A….” nın eziyet çekmesi için bir cezalandırma değildir. İlâhi İrâde Yasaları bu kadar basit ve beşeri bir yaklaşımla ölçülemez. Doğada ödüllendirme ve cezalandırma olmadığını defalarca söylemiştik. Bu sözümüz değişik doğa ve ruh olaylarına dayanır. Eğer “A…”nın yaşamı “B…” nin yaşamına oranla ıstıraplı geçiyorsa, bu durum “A…”nın gelişim gereksinimlerinden doğmuş bir zorunluluktur. Nasıl ki o, eğer bu sefil yaşamının karşısında isyan ederek gerilerse, ya da bu yaşama pasif bir şekilde boyun eğerse, yeryüzüne inerek böyle bir yaşamı seçmiş olmasındaki hedeflerinden sapmış ve uzaklaşmış olarak bu yaşamdan yenik ve başarısız ayrılmış olur.

  Acaba yaşam deneyimlerinden başarılı ya da başarısız çıkmak, olaylar karşısında beceriksizlik göstermemek ne demektir? Belirsiz gibi görünen ve bazen de yanlış düşüncelere yol açan bu konunun açıkça görüşülmesi gerekir. Her şeyden önce şunu açıkça ortaya koymak gerekir ki, olaylar içinden başarı ile çıkmak demek; maddeci bakış açısının önerdiği gibi olayların gereklerini maddesel arzu ve eğilimlerimize uydurabilmek değildir. böyle düşünmek bir yenilgidir / yanılgıdır. Bunun aksini düşünelim: Olaylar içinden zaferle çıkmak, bizim “geri” ve tehlikeli arzu ve eğilimlerimizi coşturuyor diye, olup bitenlerden ve bunların sonuçlarından kaçmak da değildir. Bu da deneyimlerden kaçmayı ve sonuç olarak yaşamdan yenik çıkmayı beraberinde getirir. Çünkü bu tür arzu ve eğilimler dünya yaşamındaki deneyimlerin unsurları arasında bulunan birer gelişim aracıdır. Bir yaşam sınavından / deneyiminden başarıyla çıkmak demek; ne “geri” eğilimlerimizi beslemek, ne de deneyimlerden çekilmek demektir. Yaşama inmekteki amaç ne odur, ne de budur. Burada yapılacak iş; bu araçlar sonucunda ruh varlığında oluşabilecek acı ve tatlı tepkileri vicdanın yönlendirmesine uygun bir yana çevirebilmektir. Bu yapılabildiği oranda, gerçek anlamda başarıdan söz edilebilir.

  Bu sözleri bir örnekle açmazsak yine belirsizlikten kurtulamayız. Bunun için “X…” şahsını bir örnek olarak ele alalım. Bu kimse dünyaya para sevgisiyle gelmiştir. Onun paraya karşı olan bu zaafı ve çekilimi; sözlerimize göre, ne gerçekleşmesi gereken bir amaçtır, ne de yok edilmesi gereken bir illettir. O, sâdece “X….” i para kazanmak yolu ile türlü türlü etkinliklere yönetmeye ve bu etkinliklerden de ona ruhsal bakımdan türlü türlü yararlar sağlamaya araçtır. O halde bu hırs; ne atılacak, ne de satılacak bir şeydir. Böylece  “X….” para kazanmak sevdâsıyla dünyada birçok olaya girip çıkmaktadır; bunu böyle yapması da gelişim ve dünyada enkarne olmaktaki amacı bakımından olmazsa olmazdır. Onun bu kapsamda girişimleri neler olacaktır? Pek çok !

  Örneğin; bir aşçı olur, lokanta açar, bir komisyoncu olur bol para getiren bir meslek peşinde koşar, memur olur, tüccar olur, borsacı, kumarcı vb. vb. tüm bunlar da para hırsını doyurmaz, hırsız ya da katil bile olur. Eğer o, bu hırsını / açgözlülüğünü selâmeti nefs için tehlikeli olduğunu düşünen ve onu; sakınılması gereken bir düşman zanneden düşünce ve anlayış sâhipleri arasında bulunursa bu arzusunu “öldürmek” amacıyla para kazanmak konusunda hiçbir girişimde bulunmaz. Kendisini yeryüzünde korkunç bir atâlete yönlendirecek olan, ne olduğu ters anlaşılmış bir kanaatkârlığa düşer. Eğer bir taksi şoförü ise,  günlük ekmek parasını çıkarır çıkarmaz yan gelip yatar uyur. Ya da “bir lokma, bir hırka” diyebilecek kadar da ileri gitmiş ise, işini gücünü büsbütün bırakabilir. Bu durum onun öz benliğinde sonucu pek kötü olan tembellik arzusunu yaratır. Bu şekilde, ruh varlığının en güzel bir melekesi olan ve gelişimin hedefi bulunan “tesirlilik gücü” gelişeceği yerde tam tersine iyice “uyuşur”.

  Oysa dünyada enkarne olmaktaki amaç, tamamıyla bu sonucun aksineydi. Ya öz benliğinin güçsüzlüğü, ya da yanlış bir koşullandırma / telkin ve terbiyeden doğmuş bir tutuculukla / bağnazlıkla atâlete düşmüş bir münzevi, bir bedbahttan başka şey değildir. Dahası, onun bu dünyadan ayrılışı, hiç kuşkusuz zafer terânelerine neden olmayacaktır. İnzivaya çekilmiş münzeviler, selâmeti kanaatte bularak tembel bir yaşam biçimini yeğlemiş olan işsizler ve nihayet tüm dünya işlerinden topyekün kaçmak isteyenler bu grubu oluşturur. Peki bunlar dünyaya niçin gelmişlerdir?

  Eğer amaçları kendi arzularını (kendi söylemleri ile) “köreltmek”  idiyse, bu arzular ruh hâlindeyken zâten yoktu ve bu eğilimlerin doğuşu maddeye olan bağlantının sonucudur. Bundan dolayı eğer amaç bu arzu ve eğilimlerden kaçmak / kurtulmak idiyse, varlık maddesel ortamlara enkarne olmaz, ruh âleminde rahat rahat otururdu… Eğer inzivâ yaşantısı bazı kimselerin sandığı gibi, bir takım hârikalar ve mucizeler göstermek amacına yönelik ise, bu amaç gene ruh yaşantısında bol bol bulunur. Kaldı ki, ruhun maddesel bağlantıları dışındaki esiri etkinlikleri birer mucize sayılıyorsa; bu mucizelerin tasavvur bile edilemeyecek şekilleri, spatyomdaki her varlığın yaşamında doğal ve zorunlu bir tezâhür hâlinde ortaya çıkmaktadır. O halde, insanlara mârifet göstermek ya da dünya yasalarının dışında yaşamaya çalışmak için dünyaya gelmeye gerek yoktur. Spatyomda ruh varlıkları için zâten bol bol var olan şeyleri sağlamak amacıyla yeryüzüne gelinmez. Çünkü dünyanın yasaları spatyomunkilerden başkadır ve ruhlar bu yasalardan yararlanarak deneyimlerini arttırmak için yeryüzüne inerler. Yeryüzünün yasalarının belirgin niteliği, enkarne varlıkları; yaşamlarını sürdürebilmeleri için, her an maddesel etkinlik içinde olmaya yönlendirmek ve zorlamaktır. Dünyada geçerli yasalardan, bu zorunluluk içinde içsel gelişim yönünde yararlanmış olan kişi dünya yaşamı deneyimlerinde başarılı sayılır.

  Daha önce de belirttiğim gibi, ruh madde ilişkisinin / bağlantısının gevşemesi, normal / sıradan durumlarda görülmeyen bir takım metapsişik becerilerin ortaya çıkmasına ve gelişmesine neden olabilir. Örneğin, uzun zaman toplumsal yaşamın gürültülü ortamlarından ve onun gereği olan işlerinden elini eteğini çekmiş ve beslenmesini de birkaç zeytin tanesine indirgemiş; içe dönük, dalgınlık hâlinde ve dünyadan kopuk yaşayan bir münzevide bir takım sıra dışı haller be metapsişik beceriler görülebilir. Bu münzevi (fakir ya da derviş) örneğin, kendisini; bedeninin bulunduğu yerden yüzlerce kilometre uzaklardaki insanlara gösterebilir (dedubluman), gelecek olayları önceden haber verebilir (telestezi / kehânet), kendi bulunduğu yöreden çok uzaklarda bulunan eşyaların yerlerini değiştirebilir (telekinezi) vb.vb. Fakat bunların hiçbirinde çok şaşırılacak ve gözde büyütülecek bir durum yoktur. Ayrıca, bu tezahürler hiçbir zaman, herhangi bir enkarne varlığın; bu becerileri olmayanlardan daha yüksek ya da daha gelişmiş (idraki, şuurlu) olduğunu göstermez. Yeryüzünde birçok deneyimsiz kimsenin gözünde bu mârifet sâhipleri arasında öyleleri bulunur ki, onlar (eğer dünyadaki asıl vazifelerini ihmal etmişlerse) spatyomda, dünyadaki parlak marifetlerinin karanlığı içinde donup kalırlar.

  Özet olarak diyebiliriz ki, ruh ile dünya maddeleri arasındaki bağların gevşemesinden doğan bu durumları, bir kerâmet, bir ermişlik sayarak kişiyi gelişim yolundan ve yüksek (yaşam planı kapsamındaki ) vazifelerden ayıran böyle yalancı gösterişlerin cazibesine kapılmaktan sakınmak gerekir.

  Bir de bunun aksini alalım: Eğer para hırsıyla “X…..” böyle yapmaz da, bunun tam aksine olan yolu tutarsa, yani para kazanmak arzusunu bir araç olduğunu tamamen unutup, para biriktirmeyi, olabildiğince fazla altın toplamayı yaşamın bir amacı kabul ederse; onun yaşarken altın, biriktirmek amacıyla her kötü ve hatta iğrenç hareketi doğal sayması kendince normal olacaktır. Artık o, para hırsının kişiyi “yüksek” ve vicdâni etkinliklere yönlendirecek bir araç olduğunu unutmuştur. Bundan dolayı, daha çok para kazanmak amacını eğer o, az emek harcamakla ya da hiç çalışmamakla elde edebiliyorsa, tereddüt etmeden, vicdanının sesine de kulak asmadan, bu yolu yeğler ki, bu da her zaman gayrimeşru kabul edilen bir yol olur. Ama onun için bu, meşru bir yoldur. Çünkü bu yol ona daha kestirmedir, daha çok para getirmektedir. O, böyle bir sapmışlık içinde; çalar, hile yapar, yalancılık ve dolandırıcılıktan çekinmez. Bu uğurda başkalarının (en yakınlarına bile) ihanet eder, başkalarının (genellikle yoksulun ve mazlumun) sırtından geçinir ve hatta bu yolda başkalarını yok eder. Tüm bu çarpık gidiş, onca geçerli ve doğrudur. Çünkü o, bu yolların hangisinden giderek; amacına daha çabuk ve emin olarak varabilirse, o yolu tutmakta kendince haklıdır, yeter ki yakayı ele vermesin…

  Bu adam/ kadın yaşam deneyiminde yenik durumdadır ve hiç kuşkusuz spatyomda dönenlerden, yenilmişler ve ümitsizler kafilesinde olacaktır. Çünkü onun para sevdasıyla dünyaya gelmesi, dünyada altın biriktirmek etkinliğine / uğraşına yönelik değildi. Buradaki amaç, önce para kazanmak için atılacağı işlerde vicdanının sesine uyarak emekli ve zahmetli maddi kazançlarından her fırsatta fedakârlıklar yapabilmek olanağını bulmak içindi. İşlerinde, kendine ihtiyaç gösteren birçok zavallıyla / mazlumla karşılaşacaktı. Onlara yardım edebilmek, onların ıstıraplarını hafifletebilmek için önüne birçok geniş olanak ve fırsatlar çıkmış olacaktı. Dahası o, gerektiğinde kendi gözyaşlarının neden olsa bile, bir çaresizin / mazlumun gözyaşlarını dindirmek zevkini tadacaktı. İkinci olarak, para ile ya da onu kazanırken göstereceğim etkinliklerle benim yardımıma ihtiyacı bulunanlara yardım edebilmek ve bende potansiyel olarak bulunan tesirlilik melekesini geliştirmek için. Ayrıca bu genel formül şu genel formülün günlük yaşamdaki uygulama şekillerinden birisidir: Ben dünyada yaşamak zorunda kaldım, fakat orada yaşamak için değil; göstereceğim idraklenme cehti ile , doğanın genel uyumu içinde küçük bir yardımcı olabilmeyi öğrenmek için.

  Tüm bunlardan şu sonuç çıkar: Dünya yaşamından ve deneyimlerinden amaç, ruhun; maddesel kazançları bir hedef değil, yüksek ve genel hedeflere araç olarak tanımayı görgü ve deneyimle öğrenmesidir. İşte ruhun bu görgü ve deneyim birikimi oranında maddelere ve olaylara egemen olur ki, dünya yaşamlarında gösterilen idraklenme cehti bu yöndeki başarının ortaya çıkması için gerekli olan birer egzersiz / uygulama yerine geçer.

  Çok uzaklara gitmeye de gerek yok; yaşamdaki tüm etkinliklerin beşer kabiliyeti üzerinde oynadıkları etkili rolleri bilmeyen yoktur. Örneğin, kentsel yaşamın gürültülü kalabalığı içinde hiç bulunmamış bir köylü, oraya ilk kez girince, şaşırır ve her adımında bin bir beceriksizlik sergiler. O bu yaşam içinde acemi, hattâ korkak bir varlıktır. Bununla birlikte, birkaç aylık şehir yaşamına onun karışması, bu köylü vatandaşımızı ustalaştırır. O da herkes gibi ya da herkese yakın bir kentli olur ve becerilerini öteki kentliler gibi cesaretle kullanmaya başlar. İşte bu durum deneyime dayalı yaşamın köylüye kazandırdığı bir melekedir. Eğer bu köylü kente indiği halde; orada halk arasına karışacağı, iş yaşamına katılacağı ve itişli kakışlı kalabalığın içinde yuvarlanacağı yerde, kendisini bir odaya hapsedip, sâdece pencereden, gelip geçenleri izlemekle yetinmiş olsaydı, birkaç ay değil, birkaç yıl sonra da, halk arasına ilk karıştığı zaman, ilk gündeki acemiliğini korur ve köylüye döndüğü zaman, sanki bir kente hiç gitmemiş gibi olurdu.

  Bir kez ıstırap vermiş bir olay, ikinci kez aynı kimseye gelirse, onda önceki kadar derin acı oluşturmaz. Bu söylemde şu gerçek gizlidir: Enkarne varlıklar olaylarla karşılaşa karşılaşa gittikçe pişmekte ve kuvvetlenmektedirler. Demek, olayların (yaşam sınavlarının) üstesinden gelmek; ne onlardan kaçmak, ne de onların sağladığı ruhsal reaksiyonlara pasif olarak boyun eğmekle olasıdır. Tam tersine olaylarla karşılaşmamak, onlarla göğüs göğse çarpışmak ve sonunda oluşan içsel haletleri vicdanın gösterdiği yollarda değerlendirmek dünya gelişim okulunda “yükselmenin” sırrını oluşturur.

  Vücudumuzun kasları atıl kaldıkları zaman nasıl zayıflar ve “sönerse” ; tıpkı onun gibi, enkarne varlık da atıl ve pasif kalarak gerekli kudretleri kazanamaz. Bu üç buutlu alemin her uzaysal objesinde geçerli olan bir yasadır. Gerçek anlamda güçlü birey, herhangi sıkıntılı bir olay karşısında çocuklar gibi ağlayan, mızıldanan ya da sevinen (kısaca, duygusallaşan) bir kimse değildir. Gerçek anlamda güçlü birey, sayılı yıllarla sınırlı dünya yaşamının gelip geçici olaylarından etkilenmeyen ve onlar karşısında tavır ve uygulamalarını vicdanının gösterdiği yollarda ayırmayan kimsedir.

Başarısızlık Karşısında Girişimde Bulunmanın Değeri ve Önemi

  “A…” adlı kişi cılız benliğini kuvvetlendirmek için, daha doğrusu yaşamda “pişmek” için olaydan olaya girecek, onlar arasında yuvarlanarak yoğrulacaktır. Onun buna, içsel gelişim bakımından gereksinimi vardır. Bundan dolayı, bir kimsenin bir başkasına oranla “acı” yaşam koşulları içinde yaşaması bir talihsizlik olamaz. Eğer burada bir talihsizlik söz konusu olursa, o da işin “yüksek” nedenseliğini görmemekte ve onu “talihsizlik” olarak kabul etmektir. Erdem sâhibi bilge kişi tüm bu üzüntülü, sıkıntılı ve yorucu olayların içsel gelişim ihtiyaçlarından doğma birer zorunluluk olduğunu bilir ve bir boksörün yediği yumruklara karşın, seve seve dövüşmeyi sürdürmesi gibi, dünya olaylarının kendisine savurduğu hatırı sayılır yumrukları yiye yiye o olaylardan zaferle çıkmaya çalışır. Boksörün rakibinden kaçmakla ya da pasif olarak başını onun yumrukları altına uzatıp beklemekle hiçbir üstünlük elde edemeyeceği gibi; olaylardan kaçmakla ya da onlar karşısında âtıl kalmakla da yaşamda zafer sağlanamaz. Yaşam mücadelesi ile ilgili fikirlerde ne yazık ki, ne klasik ruhçuluk, ne de klasik materyalizm bize ortama olan doğru yolu gösterememiştir, ya sağa ya da sola kaçmıştır.

  O halde girişimcilikten korkmayacağız. Her girişimin sonunda başarısızlık deneyimlense bile, başarısızlıklarla gelen deneyim ve görgü birikimi bizi gerçek hedeflerden uzaklaştırmak şöyle dursun, tam tersine onlara yönlendirerek yaklaştıracaktır. İşin aslı böyle olunca, başarısızlıklardan da korkmayacağız; yeter ki hiçbir girişimimiz vicdanımızı en ufak bir oranda bile incitebilecek niyetlere ve eğilimlere yönelik olmasın. Görülüyor ki, iyi niyet içeren her girişim öz benliğimizin ve dolayısıyla ruhumuzun güçlenmesi için zorunlu olan bir etkinlik hamlesidir. İyi niyeti elden bırakmadan ve vicdanın sesine de kulak tıkamadan sürekli etkinlik hâlinde ortaya çıkacak başarılar ya da başarısızlıklar ikinci derecede önemli olan konulardır. Burada aslolan bu başarılı / başarısız sonuçların bizi daha yüksek ruhsal düzeylere yönlendirecek yeni girişimlere vesile ve araç olmasıdır.

  İyi niyetle başlattığımız bir girişim eğer başarısızlıkla sonuçlanmış ise bu başarısızlık bize yeni girişimleri başlatmak için bir kırbaç darbesi olmalıdır. Varlığın geliştirici, varlıksal kazanım getirici başarı böyle sağlanır güçlü varlıklar böyle yetişir. Şunu da önemle vurgulamak isterim ki, burada söz konusu varlıksal kazanımları getiren etmen iyi niyet ve vicdan sesi yönünden sapmamaktır. Şu halde vicdanının sesiyle hareket eden bu hareketiyle beşeri ölçülere göre başarısızlığa düşen her insan hakikatte başarılı olmuştur, denir; eğer başarıdan amaç, ruhun zaferi ise. Çünkü her vesileyle söylediğimiz gibi  ruh varlığını başarıya götüren şey başarılı / başarısız sonuçlar değil, o sonuçlara ulaşmak için sergilenen iyi niyetli emektir. Sonuçların ikinci derecedeki rolleri ise yukarıda birkaç satırla belirtmiştik.  

Tekrardoğuş ve Tâlih

  O halde “A...” nın yaşamdaki başarısızlıklarının, onu yeni girişimlere yöneltmek ve maddesel darbeler karşısında kuvvetlerinin felce uğramamasını önlemek gibi bir iyi niyeti vardır. Önceki yaşamdan elde edilememiş kudretleri madde âleminde çeşitli yollardan telâfi etmeye ruhlar muhtaçtırlar. Önceki yaşamını bolluk ve rahatlık içinde geçirmiş fakat onu iyi kullanamamış ve o yaşamından yenik olarak ayrılmış bir varlığın zayıf tarafları pek çoktur. Bolluk ve bereket içinde sağlanamayan bu zaferin, sefâlet ve tokluk içinde sağlanabilmesi genellikle daha kolay olur. Burada İsa Peygamber’in ibretlik sözünü yinelemeden geçemeyeceğim: “Zenginin cenneti kazanması, devenin iğne deliğinden geçmesi kadar zordur.” Bu sözün anlamında olanaksızlık gizlidir ama bunu olanaksız olarak kabul etmekten çok “olanaksızlık derecesinde zor” şeklinde yorumlamak daha isâbetlidir.

  Biz, kim tarafından olursa olsun; iyi niyet ve ruh zenginliğiyle gösterilen her cehtin ve sergilenen her özverinin, pek az oranda bile olsa, varlığı yükseltici ve saadete kavuşturucu sonuçlar doğuracağından emin bulunuyoruz. Bu sonuçlar da, enkarne varlığın benimsediği amaçlardaki iyiliğin ve gösterdiği cehitlerin derecesi ile doğru orantılıdır. Yokluk ve yoksulluk içinde sefil bir şekilde geçen bir yaşamda başarısızlığın daha kolay elde edilmesi şu nedenden dolayıdır: Yoksul bir kimsenin özveride bulunması ve maddesel yararlardan ve çıkarlardan ayrılabilmesi, dünya zevklerine gömülmüş bir varlığınkinden çok daha kolaydır. Dahası darlık içinde yaşayanların karşılaştıkları güçlükler başarısızlıklar onları daha fazla girişime ve etkinliğe yönlendirir.

  Bununla birlikte; bu durum zenginlerin dünya yaşamından zaferle ayrılmayacakları anlamına gelmez. Tam tersine alınan sonuçların iyiliği, gösterilen idraklenme cehitlerinin fazlalığı ile bağlantılı ve paralel olduğundan; eğer bir varsıl yaşamdan başarıyla çıkabilecek kadar sürekli bir cehit sergileyebilmek kudretini göstermiş ise, onu elde edebileci olumlu sonuçların büyüklüğü yoksulunkinden kuşkusuz çok daha fazla olacaktır. Parasız bir adamın / kadının eline geçen on liranın beş lirasını başkasına vermesi ruhsal cevherler üzerinde çok daha belirgin sarsıntı ve değişim oluşturabilir. İşte bundan dolayı da; birincisi kolay, ikincisi zor bir iştir.

  Bazı ruh varlıklarının dünyadaki gelişimlerinde refah yolunu yeğlemeleri bu yolun gelecekte sağlayacağı parlak zaferler yanında, tehlikeli birçok “düşüşleri” de hazırlayabilir bu “düşüşler” zaferin parlaklığı oranında karanlık olur. Ne yazık ki birçok varlık, ya bolluk ve bereket içindeki bir yaşamın çekiciliğine kapılarak ya da yüksek düzeylerde daha çabuk varılabilmek sevdasına düşerek, kendi kuvvetlerinin üzerinde zengin ve tehlikeli bir dünya yaşamı deneyimini göze alır ve onların bu kararları kendilerini büyük “yuvarlamalara” aday haline getirir.

  Böyle yanlış ya da ölçüsüz düşünce ile dünya yaşamını seçmesi yüzünden, deneyimlerini başarıyla bitiremeyen bir ruh varlığının bir sonraki yaşamında hatasını anlayarak düzelteceği ve başarı elde etmek için uzunca olmakla beraber daha güvenli bir yolu, yani ıstıraplı ve üzüntülü / sıkıntılı deneyimler içeren bir dünya yaşamını yeğleyeceği doğaldır. Bundan dolayı, yukarıdaki örnekte söz konusu olan “A…”, dünyaya böyle inenlerdendir. Belki “B…” de “A…”nın önceki yaşamında olduğu gibidir ve gelecek yaşamında da o da “A…”nın yaptığı gibi hatâsını anlayacak ve onun bu yaşamındaki sefâletini seve seve kabul edecektir. Bu sözler birçok gözlerin önünde kapalı duran kalın perdenin arka tarafında olup bitenlerle ilgilidir. Aynı durumların perde önünde geçen kısımları ise, örneğimizin başında nitelemede bulunduğumuz şekilde, yalan yanlış yorumlara hedef olan servet şımarıklığını tablolarıyla süslemiştir.

  Demek oluyor ki, bizim beğendiğimiz anlamdaki talihlilik ve talihsizlik konusu böylece, perdenin öte yanında (arkasında) doğar ve orada noktalanır. Nasıl ki perdenin arkasına başımızı uzatıp baktığımız zaman “talihli” sandığımız “B…”nin fecî sonunu ve “talihsiz” sandığımız “A…” nın da mutlu yaşamını görünce burada vermiş olduğumuz hükümlerin ne kadar yüzeysel ve düzeysiz olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Bu düşüncelerle talih kavramını mezara gömmüş bulunuyoruz. Ruh varlığının yaşamında “talihsizlik”  diye bir şey söz konusu olamaz. Esasen ruh varlığının kendisi başlı başına ve olduğu gibi bir talih eseridir. “Talihsizlik” kavramını doğuran ıstırap duyguları bizim maddeye olan esâretimizin bir sonucudur ki, öz benliğimizin güçsüzlüğünden ve “geriliğinden” hızını alır. Öz benlik ( varlık) güçlendikçe, maddesel olaylara egemen duruma geldikçe ıstırap duygusu zayıflamaya başlar. Bu durum sürüp gittikçe, bir an gelir ki, artık bir daha dirilmemek üzere ıstırap, geçmişin karanlığı içinde görünmez bir kadavradan ibaret kalır. İşte yolumuz budur ve tekrar tekrar dünyaya gelmekteki büyük amaçlarımızdan birisi de budur.

(*) Ayrıntılı ve aydınlatıcı açıklamalar için “tesadüf” konusuna bakınız: RUH ve KÂİNAT, sayfa 354 ve devamı

(**) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız. RUH ve KÂİNAT, sayfa 421 ve devamı

(***) Dünya insanı beşerin “yarı idrakli” oluşuyla ilgili en sın ayrıntılı bilgiler için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri RUHSELMAN , sayfalar 50+58

 Yayın Tarihi:23 Ağustos 2015 

 

© Astroset 2003-2015