Olayların Dağılımında
Adaletsizlik mi Var?
Bir yanda
dogmatik klasik spiritualist mesleklerin önde gelenlerince
halledilemeyen, öte yandan da Âdemci maddecilerce içinden çıkılamayan
konulardan biri de, insanların başarmak için sergiledikleri
cehitlere ve hatta gösterdikleri becerilere karşın, çoğunlukla
hoş olmayan yaşam koşulları altında yaşamak zorunda
kalmalarıdır.
“A…”yetenekli bir insandır, çalışkandır, temiz
huyludur, sever ve sevilir. “B…” ise yeteneksizin biridir,
haylazdır, tembeldir ve bencildir. Bununla beraber, yaşamdaki
tüm başarılar onu arar bulur. Öncekinin büyük çabasına
karşın; elde edemediği bir mutluluk, ikincisine beklemeden
gelir. Bunların ikisi de aynı işin peşine düşmüş olsa; o
iş, “A…’ya sırtını döner. “B…’ye doğru
olabildiğince koşar. Hatta bu da yetmiyormuş gibi,
beklenilemeyen zamanlarda gelen felâket hep “A…’yı arar,
onun elindekileri ve avucundakileri silip süpürmeye çalışır.
“B…’ye bugün bir miras, servet, yarın beklenmeyen büyük
kârlar ve öbür gün zengin bir evlilik getiren talih
“A…’nın günün birinde atalarından kalma kulübesini
yakıp kül eder, başka bir gün beş on kuruşluk kazancını
bozar ya da kendisine destek olan bir dostunu / akrabasını alıp
götürür. Bunun nedeni nedir ve görünürde lâyık görünmeyen
bir adama tâlih sürekli gülerken, layık bir kimseye neden sırtını
dönmüş bulunmaktadır? İlk bakışta, burada büyük bir adâletsizlik
var gibi görünür.
Nasıl ki “A….” nın bu durumlara dayanma gücü,
onun ancak hikmet yolundaki bilgisi ile uyumludur. Eğer o,
evreni yöneten yasaların sırlarına az çok nüfuz edememiş
ise, bu yaşam onun için dayanmayı zorlaştırıcı sınırlara
ulaşır. Sonunda, zorla yaşatmak istediği sabrı tükenir, çevresine
şikâyetli ve isyanlı sözler savurmaya başlar. Kendisi de dâhil
olduğu halde, her varlığa düşman kesilir ve herkese karşı
güvensizlik gösterir. Giderek tüm insanlardan kaçmak
arzusunun etkisi altına girer.
Çünkü herkes ona sanki kötülük yapmak için yaratılmış
gibi gelir. Onun gözünde doğa yasaları zâlimânedir, haksızlık
her yanda yaygındır, dünyada adâlet yoktur; evrende iyilik
değil, kötülük egemendir. Sonunda en korkunç ve tehlikeli
fikirler bu karamsarlığı izler. Onun anlayışına göre,
iyiler değil, kötüler yaşamaya layıktır. Bu gidişler, bir
an gelir ki o, bu karanlık düşüncelerin içinde büyük bir
boşluğa doğru yürüdüğünü duyar ve bu boşluğa doğru
ilerledikçe, çevresinin daha çok karardığını zanneder. En
sonunda, simsiyah bir gece onu tüm varlığını ve güzel
melekelerini uyuşturur. Böylece bir yaşam deneyimi yarı yarıya
heba olup gider.
Bu kimse tüm bu olup bitenlerin hikmetini öğretecek ve
onu, uçurumlarla dolu olan bu karanlık alanlardan kurtaracak
nur nerededir? Ne dogmatik dinler, ne ünlü bir takım adlara
dayalı felsefi ekoller, ne de bilimsel
ve ahlâksal yaptırımlar, bu olup bitenleri mantıksal
ve güven verici bir şekilde açıklamaya yetmiştir. Burada görülen
haksızlıkları, adâletsizlikleri açıklamak için ileri sürülen
fikirler, bu durumdaki varlıkları yatıştırmak sakinleştirmek
ve rahatlatmak şöyle dursun, daha da karmaşık yollara yönlendirmiş
ve ıstırabın şuurlu anlamını verememiştir. Istırabın yüksek
ve derin anlamını anlayamayan varlıklar onun gerçek
nedenlerini de göremez; tehlikeli yollarda cinayetlere,
intiharlara ve daha bin bir çeşit kötülüklere kendilerini
koyuverirler. Çünkü “teselli” olarak işittikleri birçok
açıklama ve öğüt onları, çekmekte oldukları ağır ıstıraplarının
kendileri için büyük mutluluklar hazırladığına içtenlikli
bir şekilde inandıramamıştır.
Dünya Deneyimleri Karşısında “Mutluluk” ve “Felâket”
Kavramları
Görünüşte
adaletsizce ve hatta zâlimce olan tüm bu eşitsizliklerin
bireyin kafasında kötülük kavramını yarattığı kuşkusuzdur.
Eğer tüm varlıklar aynı derecede ve şekilde yaşamış
olsalardı, ortada kötülüğü belirleyecek bir ölçü
kalmazdı. Yoksul birinin en büyük ıstırabı, kendisini bir
zengin ile karşılaştırdığı zaman ortaya çıkar. Ayrıca,
dünyada sefâletten başka yaşam şekli bilinmeseydi, sefalet
bu kadar ıstıraplı olmazdı.
Bununla birlikte, ne olursa olsun, bugün dünyada bir
iyilik, bir de kötülük kavramı egemendir. Bunlar, kişiden
kişiye değişen bir anlayış olmakla beraber, büyük realite
değerine sâhiptirler. Bunlardan birincisi mutluluk ile,
ikincisi de felâketle ilgilidir. O halde mutluluk ve felâket
nedir ve gerçek değerleriyle bunları nasıl inceleyebiliriz?
Yolda giderken kafama bir taş düşse, beni yaralasa; bu
olay benim için iyi mi, yoksa kötü mü olur? Hemen, “kötü
olur elbet!” diyeceksiniz
. Fakat sevgili okuyucularım arasında, bu hükmü verenler
kendilerinin aceleci
olduklarına inanabilirler. İyilik ve kötülük hakkında
kararlarımızı verirken ve bu arada kendimizi mutlu ya da
mutsuz tasavvur etmezden önce Sebep – Sonuç Yasası kapsamında
olup duran olaylar zincirindeki birbiri ardına gelen halkaların
elbette bir birine bağlı olduklarını unutmamak gerekir.
Burada aklımıza gelmesi gereken iki sorunun yanıtını
vermek zorunda kalırız: Önce, acaba bu taş benim kafama düşmesi
ve beni yaralaması benim yaşam koşullarımdan ve çevremle
olan ilişkilerimde ne gibi sonuçlar doğurdu. Kuşkusuz, bu
soruların yanıtlarını verebilmek bizim için çoğu zaman
olanaklı değildir. Bununla birlikte, bu yanıtları doğru
olarak verebildiğimiz anda görürüz ki o taşın başıma düşmesi
ve beni yaralaması benim yaralanmam için gerekliydi(*).
İyilik ve kötülük kavramları, her şey gibi görecelidir.
Kötülük, kendisinden daha çok kötü ya da daha az iyi
olgulara göre değer kazanır. Hiç unutmayalım ki, bize
uzaktan ideal bir mutluluğu getiren iyiliğe kavuştuğumuz
zaman, eğer o iyilik bizi daha uzakta belirmeye başlayan daha
büyük bir mutluluktan yoksun bırakırsa, bizim için kötü
niteliği kazanır. Fakat bu ikinci aşamada bulunan daha yüksek
iyilik de son ve mutlak değere sahip değildir. Nasıl ki, ona
da ulaştıktan sonra başka yeni arzular ve mutluluklar peşinde
koşmaktan kendimizi alamayız. Bu durum, durmaksızın böylece
sürüp gider. Kötülük hakkında da aynı durum geçerlidir.
İlk hamlede felâket getirdiğini düşündüğümüz kötü
bir olgunun, daha sonra; öncekinden daha çok felaketli bir
sonuçtan bizi koruduğunu gördüğümüz anda, o olgu bizce
iyilik haline geçer.
Bunları göz önüne aldıktan sonra, yukarıdaki
sorularımızın yanıtlarını vermeye çalışalım: Eğer
yolda giderken, başıma taş düşmeseydi ve yaralanmasaydım,
tedâvi edilmek için evime ya da bir doktora gitmeyecektim. Bu
da, doktorun yanında tanışacağım değerli ve bana başka
alanlarda da yardımcı olabilecek bir dost insanla karşılaşabilmeme
olanak sağlamayacaktı, ya da evdeki yokluğum sırasında
ortaya çıkabilecek bir felâketi önleyebilmeme engel olacaktı,
hatta yoluma devam etmem durumunda, beni bekleyen daha büyük
bir felâketin sonuçlarıyla karşılaşmak tehlikesine düşecektim.
Bunlar akla ilk gelen olasılıklardır. Oysa yaşamda böyle
binlerce olayın birbirini izlediği ve birbirini doğurduğu
kesindir. Ayrıca her olayın yönü bizim bildiğimiz ya da
bilmediğimiz bir iyilikle sonuçlanır. Çünkü doğada esas
olan şey gelişimdir ve evrenin varlığı bu büyük amacın
bir aracı olmak içindir. Genel anlamda gelişimde kötülük söz
konusu değildir (**).
Biz çok câhil kimseleriz ve İlâhi İrâde Yasaları’nın
gereklerini ve zorunluluklarını idrak etmiş olmaktan çok
uzaktayız (***).
Bu nedenle, olaylar zincirini İlliyet İlkesi bakımından,
ileriye / geriye doğru izleyebilmek bizlere çoğu zaman kolay
olmaz ve bu zincir birçok yerinden kopmuş görünür. Bundan
dolayı da, bazı halkaları yerinde göremeyince, onları büsbütün
yokluğuna hükmederiz ve yerlerine yalan–yanlış halkalar
eklemeye kalkarız. Tüm bu hareketler bizim deneyim ve görgü
eksikliğimizin doğal sonucudur. İşte bizler bu deneyim ve görgü
eksikliğimizi gidermek için dünya gelişim okuluna girmiş
bulunmaktayız. Dünyada geçirdiğimiz / geçireceğimiz
deneyimleri yaşadıkça anlayacağız ki, bizim “iyilik” ve
“kötülük” dediğimiz şeyler; sandığımız gibi ne gerçek
mutluluğu ne de gerçek felâketi getirir. Ayrıca yeryüzünde;
alışılmış şekliyle kabul ettiğimiz “mutluluk” ve
“felâket” kavramları, buradaki her şey gibi sâdece dünyaya
âittir ve dünya yaşamı ile son bulacaktır. Fakat öyle bir
son bulacaktır ki, biz onların hayırlı sonuçlarından ölmez
yararlar sağlayarak, ebedî yaşamımızı sürdüreceğiz.
Dahası, bir zamanlar bize göz yaşları döktüren ıstıraplı
olayların, bizim için ne kadar gerekli olduklarını ve ne
kadar büyük ve ebedi mutluluklara yol açmış bulunduklarını
sakin ve mutlu bir gülümseyişle anımsayacağız. Ruhların,
evrendeki varlıklarının amacı etkili bir etkinliktir.
Cehitsiz etkinlik olmaz. Yorulmadan, ıstırap çekmeden bir
cehit gösterebilmenin sırrı maddesel alemlerdeki deneyimlerle
öğrenilir. O halde, ıstıraplardan kurtulmanın çaresi ıstırabı
öğrenmektir.
Dünya Deneyimlerinin Anlamı
Dünyaya niçin
geldik? Ruhun ebedî hayatında cereyan eden tüm olaylar ancak
onunun tekamülü içindir. Ruhun yükselişi ebedîdir. Ruhun
madde evrendeki hayatı da ebediyet kadar uzundur. Onun bu ebedî
hayat içinde bir saniyelik bile zaman değerinden yoksun
bulunan dünya yaşamında kötülük aramak ve görmek anlamsız
olur. Ebedî ruh hayatına oranla bir an bile olmayan dünya yaşamını
amaç olarak kabul edemeyiz. Ruhun madde evrenindeki hayatı sayısız
ve sonsuz olaylarla doludur. Esâsen ruh hayatının da bir
anlamı budur. Olup bitenlerin gerçek değeri ve hikmeti, iyi
ya da kötü olmaları ile değil, şu ya da bu bakımdan ruhun
tekâmülüne katkı sağlamalarına göre belli olur. Eğer
“A….” nın yaşamı “B…” nin yaşamına oranla “kötü”
geçiyorsa; bu, “A….” nın eziyet çekmesi için bir
cezalandırma değildir. İlâhi İrâde Yasaları bu kadar
basit ve beşeri bir yaklaşımla ölçülemez. Doğada ödüllendirme
ve cezalandırma olmadığını defalarca söylemiştik. Bu sözümüz
değişik doğa ve ruh olaylarına dayanır. Eğer “A…”nın
yaşamı “B…” nin yaşamına oranla ıstıraplı geçiyorsa,
bu durum “A…”nın gelişim gereksinimlerinden doğmuş bir
zorunluluktur. Nasıl ki o, eğer bu sefil yaşamının karşısında
isyan ederek gerilerse, ya da bu yaşama pasif bir şekilde
boyun eğerse, yeryüzüne inerek böyle bir yaşamı seçmiş
olmasındaki hedeflerinden sapmış ve uzaklaşmış olarak bu
yaşamdan yenik ve başarısız ayrılmış olur.
Acaba yaşam deneyimlerinden başarılı ya da başarısız
çıkmak, olaylar karşısında beceriksizlik göstermemek ne
demektir? Belirsiz gibi görünen ve bazen de yanlış düşüncelere
yol açan bu konunun açıkça görüşülmesi gerekir. Her şeyden
önce şunu açıkça ortaya koymak gerekir ki, olaylar içinden
başarı ile çıkmak demek; maddeci bakış açısının önerdiği
gibi olayların gereklerini maddesel arzu ve eğilimlerimize
uydurabilmek değildir. böyle düşünmek bir yenilgidir / yanılgıdır.
Bunun aksini düşünelim: Olaylar içinden zaferle çıkmak,
bizim “geri” ve tehlikeli arzu ve eğilimlerimizi coşturuyor
diye, olup bitenlerden ve bunların sonuçlarından kaçmak da
değildir. Bu da deneyimlerden kaçmayı ve sonuç olarak yaşamdan
yenik çıkmayı beraberinde getirir. Çünkü bu tür arzu ve eğilimler
dünya yaşamındaki deneyimlerin unsurları arasında bulunan
birer gelişim aracıdır. Bir yaşam sınavından /
deneyiminden başarıyla çıkmak demek; ne “geri” eğilimlerimizi
beslemek, ne de deneyimlerden çekilmek demektir. Yaşama
inmekteki amaç ne odur, ne de budur. Burada yapılacak iş; bu
araçlar sonucunda ruh varlığında oluşabilecek acı ve tatlı
tepkileri vicdanın yönlendirmesine uygun bir yana çevirebilmektir.
Bu yapılabildiği oranda, gerçek anlamda başarıdan söz
edilebilir.
Bu sözleri bir örnekle açmazsak yine belirsizlikten
kurtulamayız. Bunun için “X…” şahsını bir örnek
olarak ele alalım. Bu kimse dünyaya para sevgisiyle gelmiştir.
Onun paraya karşı olan bu zaafı ve çekilimi; sözlerimize göre,
ne gerçekleşmesi gereken bir amaçtır, ne de yok edilmesi
gereken bir illettir. O, sâdece “X….” i para kazanmak
yolu ile türlü türlü etkinliklere yönetmeye ve bu
etkinliklerden de ona ruhsal bakımdan türlü türlü yararlar
sağlamaya araçtır. O halde bu hırs; ne atılacak, ne de satılacak
bir şeydir. Böylece “X….”
para kazanmak sevdâsıyla dünyada birçok olaya girip çıkmaktadır;
bunu böyle yapması da gelişim ve dünyada enkarne olmaktaki
amacı bakımından olmazsa olmazdır. Onun bu kapsamda girişimleri
neler olacaktır? Pek çok !
Örneğin; bir aşçı olur, lokanta açar, bir
komisyoncu olur bol para getiren bir meslek peşinde koşar,
memur olur, tüccar olur, borsacı, kumarcı vb. vb. tüm bunlar
da para hırsını doyurmaz, hırsız ya da katil bile olur. Eğer
o, bu hırsını / açgözlülüğünü selâmeti nefs için
tehlikeli olduğunu düşünen ve onu; sakınılması gereken
bir düşman zanneden düşünce ve anlayış sâhipleri arasında
bulunursa bu arzusunu “öldürmek” amacıyla para kazanmak
konusunda hiçbir girişimde bulunmaz. Kendisini yeryüzünde
korkunç bir atâlete yönlendirecek olan, ne olduğu ters anlaşılmış
bir kanaatkârlığa düşer. Eğer bir taksi şoförü ise,
günlük ekmek parasını çıkarır çıkarmaz yan gelip
yatar uyur. Ya da “bir lokma, bir hırka” diyebilecek kadar
da ileri gitmiş ise, işini gücünü büsbütün bırakabilir.
Bu durum onun öz benliğinde sonucu pek kötü olan tembellik
arzusunu yaratır. Bu şekilde, ruh varlığının en güzel bir
melekesi olan ve gelişimin hedefi bulunan “tesirlilik gücü”
gelişeceği yerde tam tersine iyice “uyuşur”.
Oysa dünyada enkarne olmaktaki amaç, tamamıyla bu
sonucun aksineydi. Ya öz benliğinin güçsüzlüğü, ya da
yanlış bir koşullandırma / telkin ve terbiyeden doğmuş bir
tutuculukla / bağnazlıkla atâlete düşmüş bir münzevi,
bir bedbahttan başka şey değildir. Dahası, onun bu dünyadan
ayrılışı, hiç kuşkusuz zafer terânelerine neden
olmayacaktır. İnzivaya çekilmiş münzeviler, selâmeti
kanaatte bularak tembel bir yaşam biçimini yeğlemiş olan işsizler
ve nihayet tüm dünya işlerinden topyekün kaçmak isteyenler
bu grubu oluşturur. Peki bunlar dünyaya niçin gelmişlerdir?
Eğer amaçları kendi arzularını (kendi söylemleri
ile) “köreltmek” idiyse,
bu arzular ruh hâlindeyken zâten yoktu ve bu eğilimlerin doğuşu
maddeye olan bağlantının sonucudur. Bundan dolayı eğer amaç
bu arzu ve eğilimlerden kaçmak / kurtulmak idiyse, varlık
maddesel ortamlara enkarne olmaz, ruh âleminde rahat rahat
otururdu… Eğer inzivâ yaşantısı bazı kimselerin sandığı
gibi, bir takım hârikalar ve mucizeler göstermek amacına yönelik
ise, bu amaç gene ruh yaşantısında bol bol bulunur. Kaldı
ki, ruhun maddesel bağlantıları dışındaki esiri
etkinlikleri birer mucize sayılıyorsa; bu mucizelerin tasavvur
bile edilemeyecek şekilleri, spatyomdaki her varlığın yaşamında
doğal ve zorunlu bir tezâhür hâlinde ortaya çıkmaktadır.
O halde, insanlara mârifet göstermek ya da dünya yasalarının
dışında yaşamaya çalışmak için dünyaya gelmeye gerek
yoktur. Spatyomda ruh varlıkları için zâten bol bol var olan
şeyleri sağlamak amacıyla yeryüzüne gelinmez. Çünkü dünyanın
yasaları spatyomunkilerden başkadır ve ruhlar bu yasalardan
yararlanarak deneyimlerini arttırmak için yeryüzüne inerler.
Yeryüzünün yasalarının belirgin niteliği, enkarne varlıkları;
yaşamlarını sürdürebilmeleri için, her an maddesel
etkinlik içinde olmaya yönlendirmek ve zorlamaktır. Dünyada
geçerli yasalardan, bu zorunluluk içinde içsel gelişim yönünde
yararlanmış olan kişi dünya yaşamı deneyimlerinde başarılı
sayılır.
Daha önce de belirttiğim gibi, ruh madde ilişkisinin /
bağlantısının gevşemesi, normal / sıradan durumlarda görülmeyen
bir takım metapsişik becerilerin ortaya çıkmasına ve gelişmesine
neden olabilir. Örneğin, uzun zaman toplumsal yaşamın gürültülü
ortamlarından ve onun gereği olan işlerinden elini eteğini
çekmiş ve beslenmesini de birkaç zeytin tanesine indirgemiş;
içe dönük, dalgınlık hâlinde ve dünyadan kopuk yaşayan
bir münzevide bir takım sıra dışı haller be metapsişik
beceriler görülebilir. Bu münzevi (fakir ya da derviş) örneğin,
kendisini; bedeninin bulunduğu yerden yüzlerce kilometre
uzaklardaki insanlara gösterebilir (dedubluman), gelecek
olayları önceden haber verebilir (telestezi / kehânet), kendi
bulunduğu yöreden çok uzaklarda bulunan eşyaların yerlerini
değiştirebilir (telekinezi) vb.vb. Fakat bunların hiçbirinde
çok şaşırılacak ve gözde büyütülecek bir durum yoktur.
Ayrıca, bu tezahürler hiçbir zaman, herhangi bir enkarne varlığın;
bu becerileri olmayanlardan daha yüksek ya da daha gelişmiş
(idraki, şuurlu) olduğunu göstermez. Yeryüzünde birçok
deneyimsiz kimsenin gözünde bu mârifet sâhipleri arasında
öyleleri bulunur ki, onlar (eğer dünyadaki asıl vazifelerini
ihmal etmişlerse) spatyomda, dünyadaki parlak marifetlerinin
karanlığı içinde donup kalırlar.
Özet olarak diyebiliriz ki, ruh ile dünya maddeleri
arasındaki bağların gevşemesinden doğan bu durumları, bir
kerâmet, bir ermişlik sayarak kişiyi gelişim yolundan ve yüksek
(yaşam planı kapsamındaki ) vazifelerden ayıran böyle
yalancı gösterişlerin cazibesine kapılmaktan sakınmak
gerekir.
Bir de bunun aksini alalım: Eğer para hırsıyla
“X…..” böyle yapmaz da, bunun tam aksine olan yolu
tutarsa, yani para kazanmak arzusunu bir araç olduğunu tamamen
unutup, para biriktirmeyi, olabildiğince fazla altın toplamayı
yaşamın bir amacı kabul ederse; onun yaşarken altın,
biriktirmek amacıyla her kötü ve hatta iğrenç hareketi doğal
sayması kendince normal olacaktır. Artık o, para hırsının
kişiyi “yüksek” ve vicdâni etkinliklere yönlendirecek
bir araç olduğunu unutmuştur. Bundan dolayı, daha çok para
kazanmak amacını eğer o, az emek harcamakla ya da hiç çalışmamakla
elde edebiliyorsa, tereddüt etmeden, vicdanının sesine de
kulak asmadan, bu yolu yeğler ki, bu da her zaman gayrimeşru
kabul edilen bir yol olur. Ama onun için bu, meşru bir yoldur.
Çünkü bu yol ona daha kestirmedir, daha çok para
getirmektedir. O, böyle bir sapmışlık içinde; çalar, hile
yapar, yalancılık ve dolandırıcılıktan çekinmez. Bu uğurda
başkalarının (en yakınlarına bile) ihanet eder, başkalarının
(genellikle yoksulun ve mazlumun) sırtından geçinir ve hatta
bu yolda başkalarını yok eder. Tüm bu çarpık gidiş, onca
geçerli ve doğrudur. Çünkü o, bu yolların hangisinden
giderek; amacına daha çabuk ve emin olarak varabilirse, o yolu
tutmakta kendince haklıdır, yeter ki yakayı ele vermesin…
Bu adam/ kadın yaşam deneyiminde yenik durumdadır ve
hiç kuşkusuz spatyomda dönenlerden, yenilmişler ve ümitsizler
kafilesinde olacaktır. Çünkü onun para sevdasıyla dünyaya
gelmesi, dünyada altın biriktirmek etkinliğine / uğraşına
yönelik değildi. Buradaki amaç, önce para kazanmak için atılacağı
işlerde vicdanının sesine uyarak emekli ve zahmetli maddi
kazançlarından her fırsatta fedakârlıklar yapabilmek olanağını
bulmak içindi. İşlerinde, kendine ihtiyaç gösteren birçok
zavallıyla / mazlumla karşılaşacaktı. Onlara yardım
edebilmek, onların ıstıraplarını hafifletebilmek için önüne
birçok geniş olanak ve fırsatlar çıkmış olacaktı. Dahası
o, gerektiğinde kendi gözyaşlarının neden olsa bile, bir çaresizin
/ mazlumun gözyaşlarını dindirmek zevkini tadacaktı. İkinci
olarak, para ile ya da onu kazanırken göstereceğim
etkinliklerle benim yardımıma ihtiyacı bulunanlara yardım
edebilmek ve bende potansiyel olarak bulunan tesirlilik
melekesini geliştirmek için. Ayrıca bu genel formül şu
genel formülün günlük yaşamdaki uygulama şekillerinden
birisidir: Ben dünyada yaşamak zorunda kaldım, fakat orada yaşamak
için değil; göstereceğim idraklenme cehti ile , doğanın
genel uyumu içinde küçük bir yardımcı olabilmeyi öğrenmek
için.
Tüm bunlardan şu sonuç çıkar: Dünya yaşamından ve
deneyimlerinden amaç, ruhun; maddesel kazançları bir hedef değil,
yüksek ve genel hedeflere araç olarak tanımayı görgü ve
deneyimle öğrenmesidir. İşte ruhun bu görgü ve deneyim
birikimi oranında maddelere ve olaylara egemen olur ki, dünya
yaşamlarında gösterilen idraklenme cehti bu yöndeki başarının
ortaya çıkması için gerekli olan birer egzersiz / uygulama
yerine geçer.
Çok uzaklara gitmeye de gerek yok; yaşamdaki tüm
etkinliklerin beşer kabiliyeti üzerinde oynadıkları etkili
rolleri bilmeyen yoktur. Örneğin, kentsel yaşamın gürültülü
kalabalığı içinde hiç bulunmamış bir köylü, oraya ilk
kez girince, şaşırır ve her adımında bin bir beceriksizlik
sergiler. O bu yaşam içinde acemi, hattâ korkak bir varlıktır.
Bununla birlikte, birkaç aylık şehir yaşamına onun karışması,
bu köylü vatandaşımızı ustalaştırır. O da herkes gibi
ya da herkese yakın bir kentli olur ve becerilerini öteki
kentliler gibi cesaretle kullanmaya başlar. İşte bu durum
deneyime dayalı yaşamın köylüye kazandırdığı bir
melekedir. Eğer bu köylü kente indiği halde; orada halk arasına
karışacağı, iş yaşamına katılacağı ve itişli kakışlı
kalabalığın içinde yuvarlanacağı yerde, kendisini bir
odaya hapsedip, sâdece pencereden, gelip geçenleri izlemekle
yetinmiş olsaydı, birkaç ay değil, birkaç yıl sonra da,
halk arasına ilk karıştığı zaman, ilk gündeki acemiliğini
korur ve köylüye döndüğü zaman, sanki bir kente hiç
gitmemiş gibi olurdu.
Bir kez ıstırap vermiş bir olay, ikinci kez aynı
kimseye gelirse, onda önceki kadar derin acı oluşturmaz. Bu söylemde
şu gerçek gizlidir: Enkarne varlıklar olaylarla karşılaşa
karşılaşa gittikçe pişmekte ve kuvvetlenmektedirler. Demek,
olayların (yaşam sınavlarının) üstesinden gelmek; ne
onlardan kaçmak, ne de onların sağladığı ruhsal
reaksiyonlara pasif olarak boyun eğmekle olasıdır. Tam
tersine olaylarla karşılaşmamak, onlarla göğüs göğse çarpışmak
ve sonunda oluşan içsel haletleri vicdanın gösterdiği
yollarda değerlendirmek dünya gelişim okulunda “yükselmenin”
sırrını oluşturur.
Vücudumuzun kasları atıl kaldıkları zaman nasıl zayıflar
ve “sönerse” ; tıpkı onun gibi, enkarne varlık da atıl
ve pasif kalarak gerekli kudretleri kazanamaz. Bu üç buutlu
alemin her uzaysal objesinde geçerli olan bir yasadır. Gerçek
anlamda güçlü birey, herhangi sıkıntılı bir olay karşısında
çocuklar gibi ağlayan, mızıldanan ya da sevinen (kısaca,
duygusallaşan) bir kimse değildir. Gerçek anlamda güçlü
birey, sayılı yıllarla sınırlı dünya yaşamının gelip
geçici olaylarından etkilenmeyen ve onlar karşısında tavır
ve uygulamalarını vicdanının gösterdiği yollarda ayırmayan
kimsedir.
Başarısızlık Karşısında Girişimde Bulunmanın Değeri
ve Önemi
“A…” adlı
kişi cılız benliğini kuvvetlendirmek için, daha doğrusu yaşamda
“pişmek” için olaydan olaya girecek, onlar arasında
yuvarlanarak yoğrulacaktır. Onun buna, içsel gelişim bakımından
gereksinimi vardır. Bundan dolayı, bir kimsenin bir başkasına
oranla “acı” yaşam koşulları içinde yaşaması bir
talihsizlik olamaz. Eğer burada bir talihsizlik söz konusu
olursa, o da işin “yüksek” nedenseliğini görmemekte ve
onu “talihsizlik” olarak kabul etmektir. Erdem sâhibi bilge
kişi tüm bu üzüntülü, sıkıntılı ve yorucu olayların içsel
gelişim ihtiyaçlarından doğma birer zorunluluk olduğunu
bilir ve bir boksörün yediği yumruklara karşın, seve seve dövüşmeyi
sürdürmesi gibi, dünya olaylarının kendisine savurduğu hatırı
sayılır yumrukları yiye yiye o olaylardan zaferle çıkmaya
çalışır. Boksörün rakibinden kaçmakla ya da pasif olarak
başını onun yumrukları altına uzatıp beklemekle hiçbir üstünlük
elde edemeyeceği gibi; olaylardan kaçmakla ya da onlar karşısında
âtıl kalmakla da yaşamda zafer sağlanamaz. Yaşam mücadelesi
ile ilgili fikirlerde ne yazık ki, ne klasik ruhçuluk, ne de
klasik materyalizm bize ortama olan doğru yolu gösterememiştir,
ya sağa ya da sola kaçmıştır.
O halde girişimcilikten korkmayacağız. Her girişimin
sonunda başarısızlık deneyimlense bile, başarısızlıklarla
gelen deneyim ve görgü birikimi bizi gerçek hedeflerden
uzaklaştırmak şöyle dursun, tam tersine onlara yönlendirerek
yaklaştıracaktır. İşin aslı böyle olunca, başarısızlıklardan
da korkmayacağız; yeter ki hiçbir girişimimiz vicdanımızı
en ufak bir oranda bile incitebilecek niyetlere ve eğilimlere yönelik
olmasın. Görülüyor ki, iyi niyet içeren her girişim öz
benliğimizin ve dolayısıyla ruhumuzun güçlenmesi için
zorunlu olan bir etkinlik hamlesidir. İyi niyeti elden bırakmadan
ve vicdanın sesine de kulak tıkamadan sürekli etkinlik hâlinde
ortaya çıkacak başarılar ya da başarısızlıklar ikinci
derecede önemli olan konulardır. Burada aslolan bu başarılı
/ başarısız sonuçların bizi daha yüksek ruhsal düzeylere
yönlendirecek yeni girişimlere vesile ve araç olmasıdır.
İyi niyetle başlattığımız bir girişim eğer başarısızlıkla
sonuçlanmış ise bu başarısızlık bize yeni girişimleri başlatmak
için bir kırbaç darbesi olmalıdır. Varlığın geliştirici,
varlıksal kazanım getirici başarı böyle sağlanır güçlü
varlıklar böyle yetişir. Şunu da önemle vurgulamak isterim
ki, burada söz konusu varlıksal kazanımları getiren etmen
iyi niyet ve vicdan sesi yönünden sapmamaktır. Şu halde
vicdanının sesiyle hareket eden bu hareketiyle beşeri ölçülere
göre başarısızlığa düşen her insan hakikatte başarılı
olmuştur, denir; eğer başarıdan amaç, ruhun zaferi ise.
Çünkü her vesileyle söylediğimiz gibi
ruh varlığını başarıya götüren şey başarılı /
başarısız sonuçlar değil, o sonuçlara ulaşmak için
sergilenen iyi niyetli emektir. Sonuçların ikinci derecedeki
rolleri ise yukarıda birkaç satırla belirtmiştik.
Tekrardoğuş ve Tâlih
O halde
“A...” nın yaşamdaki başarısızlıklarının, onu yeni
girişimlere yöneltmek ve maddesel darbeler karşısında
kuvvetlerinin felce uğramamasını önlemek gibi bir iyi niyeti
vardır. Önceki yaşamdan elde edilememiş kudretleri madde âleminde
çeşitli yollardan telâfi etmeye ruhlar muhtaçtırlar. Önceki
yaşamını bolluk ve rahatlık içinde geçirmiş fakat onu iyi
kullanamamış ve o yaşamından yenik olarak ayrılmış bir
varlığın zayıf tarafları pek çoktur. Bolluk ve bereket içinde
sağlanamayan bu zaferin, sefâlet ve tokluk içinde sağlanabilmesi
genellikle daha kolay olur. Burada İsa Peygamber’in ibretlik
sözünü yinelemeden geçemeyeceğim: “Zenginin cenneti
kazanması, devenin iğne deliğinden geçmesi kadar zordur.”
Bu sözün anlamında olanaksızlık gizlidir ama bunu olanaksız
olarak kabul etmekten çok “olanaksızlık derecesinde zor”
şeklinde yorumlamak daha isâbetlidir.
Biz, kim tarafından olursa olsun; iyi niyet ve ruh
zenginliğiyle gösterilen her cehtin ve sergilenen her özverinin,
pek az oranda bile olsa, varlığı yükseltici ve saadete kavuşturucu
sonuçlar doğuracağından emin bulunuyoruz. Bu sonuçlar da,
enkarne varlığın benimsediği amaçlardaki iyiliğin ve gösterdiği
cehitlerin derecesi ile doğru orantılıdır. Yokluk ve
yoksulluk içinde sefil bir şekilde geçen bir yaşamda başarısızlığın
daha kolay elde edilmesi şu nedenden dolayıdır: Yoksul bir
kimsenin özveride bulunması ve maddesel yararlardan ve çıkarlardan
ayrılabilmesi, dünya zevklerine gömülmüş bir varlığınkinden
çok daha kolaydır. Dahası darlık içinde yaşayanların karşılaştıkları
güçlükler başarısızlıklar onları daha fazla girişime ve
etkinliğe yönlendirir.
Bununla birlikte; bu durum zenginlerin dünya yaşamından
zaferle ayrılmayacakları anlamına gelmez. Tam tersine alınan
sonuçların iyiliği, gösterilen idraklenme cehitlerinin
fazlalığı ile bağlantılı ve paralel olduğundan; eğer bir
varsıl yaşamdan başarıyla çıkabilecek kadar sürekli bir
cehit sergileyebilmek kudretini göstermiş ise, onu elde
edebileci olumlu sonuçların büyüklüğü yoksulunkinden kuşkusuz
çok daha fazla olacaktır. Parasız bir adamın / kadının
eline geçen on liranın beş lirasını başkasına vermesi
ruhsal cevherler üzerinde çok daha belirgin sarsıntı ve değişim
oluşturabilir. İşte bundan dolayı da; birincisi kolay,
ikincisi zor bir iştir.
Bazı ruh varlıklarının dünyadaki gelişimlerinde
refah yolunu yeğlemeleri bu yolun gelecekte sağlayacağı
parlak zaferler yanında, tehlikeli birçok “düşüşleri”
de hazırlayabilir bu “düşüşler” zaferin parlaklığı
oranında karanlık olur. Ne yazık ki birçok varlık, ya
bolluk ve bereket içindeki bir yaşamın çekiciliğine kapılarak
ya da yüksek düzeylerde daha çabuk varılabilmek sevdasına düşerek,
kendi kuvvetlerinin üzerinde zengin ve tehlikeli bir dünya yaşamı
deneyimini göze alır ve onların bu kararları kendilerini büyük
“yuvarlamalara” aday haline getirir.
Böyle yanlış ya da ölçüsüz düşünce ile dünya
yaşamını seçmesi yüzünden, deneyimlerini başarıyla
bitiremeyen bir ruh varlığının bir sonraki yaşamında hatasını
anlayarak düzelteceği ve başarı elde etmek için uzunca
olmakla beraber daha güvenli bir yolu, yani ıstıraplı ve üzüntülü
/ sıkıntılı deneyimler içeren bir dünya yaşamını yeğleyeceği
doğaldır. Bundan dolayı, yukarıdaki örnekte söz konusu
olan “A…”, dünyaya böyle inenlerdendir. Belki “B…”
de “A…”nın önceki yaşamında olduğu gibidir ve gelecek
yaşamında da o da “A…”nın yaptığı gibi hatâsını
anlayacak ve onun bu yaşamındaki sefâletini seve seve kabul
edecektir. Bu sözler birçok gözlerin önünde kapalı duran
kalın perdenin arka tarafında olup bitenlerle ilgilidir. Aynı
durumların perde önünde geçen kısımları ise, örneğimizin
başında nitelemede bulunduğumuz şekilde, yalan yanlış
yorumlara hedef olan servet şımarıklığını tablolarıyla süslemiştir.
Demek oluyor ki, bizim beğendiğimiz anlamdaki
talihlilik ve talihsizlik konusu böylece, perdenin öte yanında
(arkasında) doğar ve orada noktalanır. Nasıl ki perdenin
arkasına başımızı uzatıp baktığımız zaman
“talihli” sandığımız “B…”nin fecî sonunu ve
“talihsiz” sandığımız “A…” nın da mutlu yaşamını
görünce burada vermiş olduğumuz hükümlerin ne kadar yüzeysel
ve düzeysiz olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Bu düşüncelerle
talih kavramını mezara gömmüş bulunuyoruz. Ruh varlığının
yaşamında “talihsizlik” diye
bir şey söz konusu olamaz. Esasen ruh varlığının kendisi
başlı başına ve olduğu gibi bir talih eseridir.
“Talihsizlik” kavramını doğuran ıstırap duyguları
bizim maddeye olan esâretimizin bir sonucudur ki, öz benliğimizin
güçsüzlüğünden ve “geriliğinden” hızını alır. Öz
benlik ( varlık) güçlendikçe, maddesel olaylara egemen
duruma geldikçe ıstırap duygusu zayıflamaya başlar. Bu
durum sürüp gittikçe, bir an gelir ki, artık bir daha
dirilmemek üzere ıstırap, geçmişin karanlığı içinde görünmez
bir kadavradan ibaret kalır. İşte yolumuz budur ve tekrar
tekrar dünyaya gelmekteki büyük amaçlarımızdan birisi de
budur.
|