Ruhun Vücut
Üzerindeki Fizikokimyasal Tesirleri
Ruhun, maddesel olmayan bir varlýk
olduðunu ve bu varlýðýn ancak maddeler üzerinde gösterdiði
tezâhürlerle kendini bize tanýttýðýný daha önceki kýsýmlarda
belirtmiþtik. Þimdi bu tezâhürlerin neler olduðuna bakalým:
Ruh, imajinasyon yoluyla sanki bir heykeltýraþ gibi maddeler
üzerinde çalýþarak onlarý istediði þekle sokar. Onun bu
egemenliði tamamiyle dünyaya “inmezden” önceki bazý özel
koþullar altýnda ve birazda dünyaya “indikten” sonraki
tesirliliði ile olur. Ruhun kozmik maddeler üzerinde ne þekilde
ve nasýl etkili olduðunu incelemek kudretinde deðiliz. Hattâ
onun dünyadaki tezahürlerinden bile tam olarak haberimiz yok.
Vücudumuzda olup biten þuurlu / amaçlý hareketlerin
haddi ve hesabý yoktur. vücudumuzun morfolojik ve fizyolojik
durumunda ve yabancý etkilere karþý verdiði tepkilerinde öyle
yüksek ve koruyucu amaçlar vardýr ki, biz ne bu amaçlarý ne
de bu amaçlar uðrunda ortaya çýkan ince otomatizmalarý henüz
anlayamýyoruz bile… Birkaç örnek verelim:
Dikkat edilirse, organlarýn yapýsal durumlarý
normalde; ne fazla ne de eksik olarak yaþam koþullarýna göre
ayarlanmýþtýr. Yalnýz ot ya da etle ya da hem ot, hem de
etle beslenen hayvanlarýn diþleri onlarýn besinlerini
alabilmelerine en elveriþli bir þekilde düzenlenmiþtir: Otla
beslenen hayvanlarýn diþleri daha çok kesici ve öðütücü
durumdadýr. Oysa etle beslenen hayvanlarýnki delici ve koparýcý
þekilde geliþmiþtir.
Baðýrsaklar da böyledir: Yediði otu ve bitki
liflerini hazmetmek için uzun bir boruya gereksinimi olan ot
oburlarda baðýrsaklar, buna o kadar gereksinimi olmayan et
oburlarýnkine oranla çok uzundur.
Ýnsanlarda mide kenarlarýnýn basýncý o kadar fazla
deðildir; diþlerin, besini gerektiði kadar ezebilecek durumda
olmasý, midenin bu bakýmdan yükünü hafifletmektedir. Oysa,
örneðin, kuþ gibi, diþleri olmayan ve tohum / tahýl benzeri
sert þeyleri yutan hayvanlarda mide kenarlarýnýn basýncý
hayret edilecek derecede þiddetlidir. Bunlarýn midelerine
ancak 40 kg’lýk bir basýnçla ezilebilecek mâdenî tüpler
sokulduðu zaman, mide kenarlarýnýn basýncý altýnda bu tüplerin
yamyassý olduklarý görülmüþtür.
Dilin ön ve arka tarafýndaki tad alma duygularýnýn
topografisinde bile koruyucu bir amaç göze çarpar: Dilin uç
tarafý acý, arka tarafý da tatlý þeyleri duyar. Zararlý
yemeklerin bir kýsmýnýn acý / acýmýþ olduðunu biliriz.
Acýlýk duygusunun ön tarafa konmasýnda, zararlý bir
maddenin boðaza doðru gitmeden önce algýlanýp, aðýzdan atýlmasýný
saðlayýcý bir amaç görülmüyor mu? Atlarýn otlamalarýna
dikkat etmiþseniz, buna benzer bir durumu onlarda da görürsünüz:
At, otu diþleriyle koparmazdan önce, diþleri kapalý olduðu
halde dudaklarýný yayarak otlarýn üzerine yapýþtýrýr ve
ancak bu kontrolü yaptýktan sonra otlar. Þu halde bizim
dudaklarýmýzýn iç zarýnda bulunmayan ve gýdalarýn içeriðini
anlamaya yarayan bir duygu bu hayvanlarýn dudaklarýnda
bulunmaktadýr. Bu ne için onlarda var da bizlerde yok? Bunun
yanýtýný vermek hiç de zor deðil, ruhçuluk bilgisiyle…
Daha fazla koku alma, görme ya da dokunma gibi duygularýn
yardýmýyla yaþamak zorunda olan çeþitli hayvanlarda bu
duygular baþka varlýklardakine oranla daha geliþmiþ bir
durumdadýr. Örneðin, farelerin kulaklarýndaki duyarlýlýk
inanýlmayacak kadar fazladýr. Bu hayvanýn 280 metrekarelik
kapalý ve sessiz bir yerde, bize göre hiçbir ses oluþturmayan
bir baþ çevirme hareketiyle oluþan eklem sürtünmelerinden
çýkan sesi 6 metrelik bir uzaklýktan iþittiðini yeniden
yeniden yaptýðým denemelerde gördüm. Farede koku alma
duyusunun da ne kadar geliþmiþ olduðunu herkes bilir. Böylece
yaþamda canlý kalmak için, gerektiðinde canýný kurtarmak için;
bir kedinin ayak seslerini iþitmek ve bir sokak ötedeki kaþar
peynirinin kokusunu duymak zorunda olan bu hayvancaðýzýn duyu
organlarýndaki geliþmiþlik derecesi onun yaþamsal
zorunluluklarý ile ayarlanmýþ bulunmaktadýr. Bu, amaçlý
bir oluþ deðil midir? Kartallarýn ve onlara benzer uçan
canavarlarýn iki bin metreden daha uzaklardaki ufacýk kuþlarý
gördüklerini biliriz. Böyle bir melekeye onlarýn çok
gereksinimi vardýr, deðil mi?
Organlarla ilgili uyum konusu boþ ve anlamsýz deðildir.
Bunlarýn her birinde birer yaþamsal iþlev ve amaç gizlenmiþtir.
Herhangi bir varlýðýn çevresi ile olan iliþkileriyle ilgili
koþullarda deðiþiklik ortaya çýkýnca, yeni koþullara
uygun bir takým morfolojik oluþumun o varlýkta belirmeye baþladýðýný
görüyoruz. Bu durumun en iyi örneðini yeni doðan bebekler
verir. Anne rahmindeki bir bebeðin dýþarýdan oksijen olarak
kanýný temizlemeye gereksinimi yoktur. Çünkü o yavru
saprofit olarak annesinin kaný ile beslenir. Bu nedenle ana
rahmindeki bebeðin kan dolaþýmý oluþumu baþkadýr. Dünyadakilerde
sað ve sol kalbin birbiriyle baðlantýsý olmadýðý halde;
bunlarda, bu iki kalp kýsmý birbirine açýlmaktadýr. Demek
ki, bunlarýn sað kalplerindeki kanlar doðrudan doðruya sol
kalplerine geçer. Oysa, bebekler doðar doðmaz iþ deðiþir:
Artýk o, kendi kanýný ciðerleri aracýlýðýyla kendisi
temizleyecektir. Bunun için de ciðerlerini çalýþtýrmasý
gerekir. Onun sað kalp kaný, önce olduðu gibi ciðerlere uðramadýktan
sonra sol kalbe girmez. Böyle olmasaydý, bebek yaþamazdý. Bu
gereksinimi karþýlamak için ana rahmindeyken, açýk bulunan
iki kalp arasýndaki delikler doðumda kapanýr.
Bazý hastalýklar vardýr ki, bunlarýn doðurduðu
engeller yüzünden vücutta, doðal sirkülasyon yollarýnda
bazý bozukluklar ortaya çýkar ve kan doðal yollarda dolaþamaz.
Böyle bir engel yaþamý ciddi bir tehlikeye sokar. Fakat organ
buna karþý derhal etkinleþerek doðal halde olmayan bir takým
kan damarlarýný oluþturur / geliþtirir ve kaný bu þekilde
öteki dolaþtýrýcý yollardan yönlendirerek kendisini yaþatmaya
çalýþýr.
Eðer sinirlerden birisi herhangi bir yerinden kesilip
ufak bir parçasý alýnýrsa, bir süre sonra kesilen uçlarýn
tekrar büyüyerek vücudun anatomisinin karmakarýþýk
unsurlarý arasýndan yürüyüp, birbirini bulduklarý ve birleþerek
yeniden vazifeye baþladýklarý görülür.
Aðýzda çeþitli tükürük bezleri vardýr. Bunlarýn
her birinden ayrý ayrý besin maddelerinin hazmýna yarayacak
özel tükürük salgýlanýr. Her besin maddesine göre bu
bezlerden birinin ya da ötekinin fazla çalýþmasý bir araþtýrmacý
yazarýn belirttiði gibi, “Sanki aðzýn akýþkan zarýnda
bir anlayýþ varmýþ..” fikrini insana verdirecek kadar þuurlu
bir harekettir. Örneðin, aðza alýnan bir madde çok kuru ve
tadsýz / tuzsuz bir þey ise (kil gibi), bu maddeyi eritmek ve
sulandýrmak için, sulu bir tükürük gerekir. Böyle bir
durum ortaya çýktýðýnda, gerçekten en sulu tükürüðü
salgýlayan kulakaltý bezi derhal çalýþmaya baþlar.
Bunun içindir ki, aldýðý besinleri çiðnemek ve
sulandýrmak ihtiyacýnda bulunmayan balýk ve kuþ gibi
hayvanlarýn kulak altý bezleri yoktur. Öncekinin tersine
olarak lokma parçalarýnýn birbirine yapýþmasý ve kaypak
bir duruma gelmesi gereken et gibi bir madde aðza alýnýrsa, o
zaman öteki tükürük bezleri etkinleþir ki, bunlar da yapýþkan
ve kaypak bir sývý salgýlayan dil ve çene altý bezleridir.
Bu konuda Prof. Pawlow üç tür tükürük bezinin aðzýna ayrý
ayrý tüpler takarak, bu bezlerden ayrý ayrý sývýlar almayý
baþarmýþtýr. Bu þekilde hazýrlanmýþ olan köpeklere
uzaktan besinler gösterilince, farklý tükürük bezlerinden
salgýlar gelmeye baþlar. Fakat asýl dikkate deðer durum þudur
ki, köpeðe gösterilen besinlerin türlerine göre; bazý
bezlerden, ötekine göre daha az ya da çok salgý gelir. Örneðin,
hayvana biraz et parçasý gösterildiðinde, çene altý tükürük
bezinden daha fazla salgý geldiði ve kulak altý bezinden hiç
salgý gelmediði; oysa ayný köpeðe ekmek parçasý gösterildiðinde,
tersi olarak; çene altý bezinden bir salgý gelmeyip, kulak
altý bezinden bol salgý geldiði görülmüþtür.
Buna benzer durumlarý birçoðumuz, çoðunlukla da hiç
dikkat etmeden deneyimlemiþizdir. Önümüzde sýkýlan bir
limonu görmek ve hattâ anýmsamak bile aðzýmýzý sulandýrýverir.
Limon görme durumunda, en çok dil altý bezi salgýda bulunur.
Neden? Belki birden bire bunu bulamayýz ama organlarýn her
hareketinde, var olan amaçlý bir iþ görünümünden, bu olayýn
dýþarýda kalmayacaðýný biliriz. Biliriz ki, organlarda bir
alkali – asit dengesi vardýr. Bu denge birçok yaþamsal iþlerde
önem kazanýr. Bu durumda, aðýzda fazla asit bulunmasý
buradaki hazým iþlemini olumsuz etkiler. Bundan dolayý
organizma aðzýn bu ortamýný yaþamsal bakýmdan düzeltmek
zorundadýr. Bunun için aðzý sulandýrmaya baþlar. Fakat
durumun asýl dikkate deðer yaný þudur ki, aðzýn öteki
bezleri arasýnda en etkili sývýyý salgýlayan bez, dilin altýndakilerdir.
Ýþte bu durumda dil altý bezi çalýþmaya baþlar. O kadar
ki, o ekþi besin aðýza alýnmadan, onu deðiþime uðratacak
sývýyý aðýz bu þekilde önceden hazýrlamýþ olur.
Aðýz sývýsýnda olduðu gibi, mide sývýsýnda da
benzer uyumlu etkinlikler vardýr: Örneðin, iyi bir hazým için
mide ortamýnýn ekþi(asidik) olmasý gerekir. Bu nedenle mide
sývýsý ekþidir. Bu
ekþilik litre baþýna 1-7 gr. arasýnda deðiþir. Bu
derecenin ne aþaðýdan ne de yukarýdan bu sýnýrlarý aþmasý
gerekir. Ýþte burada da amaçlý bir düzenin var olduðunu görürüz.
Vücudumuzda her iþ (normalde) mutlaka bir amaca yönelik
olarak yapýlýr. Bunlarýn hiçbirinden haberimiz olmaz. Kýrmýzý
kan hücreleri hipotonik (1)
bir çözeltinin içine býrakýlýrsa, bu
çözelti önce bu hücreleri þiþirir, sonra da içlerindeki
homoglobin maddesinin hücreyi patlatýp dýþarý çýkmasýna
neden olur. Bu þekilde hücre parçalanmýþ olur. Demek ki vücutta
bu maddelerin harabolmamasý için, fizikokimyasal bakýmdan
belirli koþullarý içeren bir çözeltide (izotonik)
korunmalarý gerekir. Ýþte kan, bu koþullara sâhiptir ve vücut,
kaný bu koþullarda
tutmaya gayret gösterir. Oysa yaþamsal bir takým baþka
zorunluluklar yüzünden bedene sürekli olarak su girer ve çýkar.
Yani kan sývýsýnýn bu çözelti (izotonik) özellikleri sürekli
deðiþme durumuyla karþý karþýyadýr. Eðer bu oluþa engel
olacak düzenleyici otomatizmalar araya girmemiþ olsaydý, kan
sývýsý içinde yüzen ve yaþamsal önemi hâiz kýrmýzý
kan hücreleri birkaç saat içinde parçalanýp gider ve
organizmanýn canlýlýðý ortadan kalkardý.
Oysa, görüldüðü gibi; iþ böyle olmuyor; biz kan sývýsýnýn
izotonik durumunu bozmak için, dýþarýdan damara ne kadar
bozucu (anizotonik) sývýlar enjekte etsek de, bu iþte aslâ
baþarýlý olamayýz. Yani kan sývýsýnýn gerekli olan
izotonik niteliklerini bozamayýz. Örneðin kana, su oraný
fazla bir eriyik enjekte etsek, kanýn sulanma tehlikesini gören
vücut derhal bu duruma karþý harekete geçer ve kaný
“koyulaþtýrmaya” çalýþýr. Bunun için, vücudun deðiþik
yerlerinden tuzlar kana çekilir, bir kýsmý suyu dýþarý
atar. Eðer kana su oraný düþük koyu bir eriyik verilirse,
bu kez de, öncekinin tersine olarak, su sarfiyatý azaltýlýr,
susuzluk duygusunu doðurarak dýþarýdan vücuda su alýnmasý
saðlanýr ve kan böyle bir otomatizma ile sulandýrýlmýþ
olur.
Solunuma
yarayan ve vücudun oksijen gereksinimi saðlayan madde
homoglobindir. O halde bu madde yaþamýn en gerekli elemanýdýr.
Bununla beraber homoglobinin vücutta, kanda serbestçe dolaþmasý
çok zararlýdýr çünkü kanýn fizikokimyasal koþullarýný
bozarak vücuda zehir gibi tesir eder. Yaþam için çok gerekli
olan bu maddeyi, vücuda hiç zarar vermeden kanda saklamanýn
çaresi þöyle bulunmuþtur: Az yukarýda deðindiðimiz kýrmýzý
kan hücreleri bunun için vardýr. Bu hücreler homoglobine
sanki bir “kutu” vazifesi görürler. Homoglobin, bu hücrelerin
içinde kapalý bir halde bulunarak vücuda zarar vermeden görevini
yerine getirirler.
Bazý durumlarda, örneðin; fazlaca beden hareketleri
(egzersizler) yapýldýðýnda, vücudun oksijen gereksinimi
artar. Oysa vücudun oksijenden yararlanmasýný saðlayan araç
homoglobin maddesidir. Bu durumlarda bu maddenin vücutta
yeterince çoðalmasý gerekir. Fakat kanda bu maddeyi serbestçe
dolaþtýrmaya izin vermeyen sistem, ayný zamanda onlarýn
“saklama kabý” olan kýrmýzý hücrelerini(eritrosit) de
fazlaca üretmeye baþlar. Vücut oksijen gereksinimini karþýladýktan
sonra, homoglobin ve kýrmýzý hücreler normale dönerek
yeniden beraberce azalýrlar.
Týp bilimine göre dalak organýmýz kýrmýzý kan hücrelerinin
mezarýdýr, onlar burada harâbolurlar. Buna karþýlýk kemik
iliði de onlarýn yerine yenilerini üreterek kana gönderir. Eðer
beklenmedik bir zamanda vücutta bir oksijen yetersizliði baþ
gösterirse, örneðin; bir karbondioksit zehirlenmesi, atmosfer
basýncýnýn azalmasý ya da asfeksi (2) gibi bir durumun ortaya
çýkmasý, hatta vücudun birden bire önemli miktarda kan
yitirmesi durumlarýndan birisi oluþursa, vücut derhal buna
karþý yaþamsal önlemleri almak için etkin duruma geçer. Þöyle
ki; önce, kemik iliði normal kudretinden daha fazla çalýþarak
kana fazla kýrmýzý kan hücresini göndermeye baþlar. Hattâ
onun bu çalýþmasý olayýn düzelmesine yeterli gelmezse,
kemik iliði normalden fazla ve hýzlý çalýþmaya baþlar;
yani, hücrelerin olgunlaþmasýný beklemeden, kana hýzla
olgunlaþmamýþ genç hücreleri gönderir. Burada, “Ne
olursa olsun…” deyip; en son hýzla, bir felâkete karþý
koymak isteyenleri telaþlý durumu vardýr sanki... Fakat iþ
bununla da kalmaz, organizma bir yandan bu iþi yaparken, bir
yandan da, kana gönderilen hücrelerin korunmasýna çalýþýr.
Bu nedenle dalak, hücreleri tahrip etmek etkinliðine geçici
olarak ara verir. Bu arada kendisinde depolanmýþ olarak ya da
tahrip edilmek üzere saklý bulunan öteki hücreleri de dýþarý,
kan yollarýna býrakarak facianýn önünü almaya çalýþýr.
Eðer olumsuz durum çok daha büyük ise, tüm bu etkinlikler
de yetersiz kalýrsa, ne olur bilir misiniz? Normal zamanlarda kýrmýzý
hücrelerin öldürülme yeri olan dalak, görevini deðiþtirir
ve onlarý tahribedeceði yerde, yeniden imal etmeye ve böylece
kemik iliði gibi onunla ayný yönde çalýþmaya baþlar.
Miyokart infarktusu, bir kýsým kalp kasýnýn ölümüyle
baðlantýlý bir rahatsýzlýktýr. Bu rahatsýzlýkta kalp,
olabildiðince az çalýþmalýdýr. Esâsen bu rahatsýzlýðýn
tedavisinde izlenen yol da budur. Fakat beden organizmasý bunu
daha güvenli ve garantili yollarda saðlamaya çalýþýr: Bu
rahatsýzlýkta damarlar geniþler, kan basýncý düþer ve bu
yüzden kalbin yükü azalýr, az çalýþmaya baþlar. Fakat týbbýn
yeni (1940’lý) öðrendiði bu mekanizmayý onbinlerce yýl
önce câhil bir vahþi bedeni biliyordu…
Tüm buraya dek
anlattýklarýmýza ek olarak, beden organizmasýnýn dýþ
etmenlere karþý kendini koruma amacýna yönelik, aktardýklarýmýzdan
daha “ince” iþlevleri de vardýr: Trigeminus siniri(3) soluk alma refleksini
uyandýrarak, nefes alýp vermeyi hýzlandýran bir sinirdir.
Fakat garip ve ilginç olan þudur ki, ayný sinirin burun içini
döþeyen kýsýmlarý, öncekinin tersine olarak, solunum iþini
yavaþlatýcý etkiye de sâhiptir. Acaba bunun nedeni nedir?
Bu, ayný sinirin; farklý yerlerde, birbirine ait iþler görmesinin
son derece deðerli, önemli ve yaþamsal bir nedeni vardýr,
bakýn nasýl: Bu sinirin solunum merkezi üzerine olan
durdurucu etkisi ile, buruna kaçan zararlý bir gaz ya da madde
karþýsýnda, isteðin dýþýnda olarak birdenbire nefes durur
ve bu sâyede zararlý gazýn / maddenin ciðerlere gitmesi
tehlikesinin ilk hamlede önüne geçilmiþ olur. Örneðin, bir
tavþanýn burnuna su damlatýlýrsa, hayvanýn nefesi âniden
10-20 saniye kadar durur. Benzer þekilde bir ata kloroform
koklatýlsa, hayvanýn nefesi âniden durur. Þimdi, eðer bu
sinir, bedenin baþka yerlerinde olduðu gibi, burunda da
solunum iþini hýzlandýrmýþ olsaydý; o zararlý maddeler
karþýsýnda nefes duracaðý yerde, hýzlanýr ve tehlikeyi
daha da arttýrýrdý. Görülüyor ki, ayný bir sinirin yaþamsal
bir niteliði, vücudun gereksinimine göre deðiþebilmektedir.
Bu tür olaylar bize, insanýn organlarý için deðil; organlarýn
insan için var olduðunu gösterir.
Bazen de
zararlý bir maddeye karþý çeþitli bakýmlardan organizmanýn
düzenli ve sanki birbirini destekleyici tepkileri vardýr. Böyle
karmaþýk / zor savunma sistemi organizmada çoktur. Bu durum,
tehlikeli bir düþmana karþý farklý kuvvetlerini seferber
eden bir toplumun tavrýna benzer. Bunlara bir örnek verelim:
Organizma içi her þeyde olduðu gibi, karbondioksit gazýnýn
da fazlasý zararlýdýr ve bunun zararlý miktarý organizmadan
atýlacaktýr. Bunun için de en iyi atýlma yolu akciðerlerdir.
Fakat bu atma iþleminin en iyi bir þekilde yapýlmasýný
sanki organizma düþünmüþ ve gerçekleþtirmiþtir. Karbon
asidinin ciðerler yoluyla en iyi bir þekilde atýlabilmesi için
þu üç mekanizmanýn birlikte çalýþmalarý gerekir: a)
Karbondioksitli kanýn ciðerlere olabildiðince fazla miktarda
gelmesi, b) Kanýn bu maddeden olabildiðince iyi bir þekilde
kurtulabilmesi için ciðerlerde uzunca bir süre durmasý, c)
Karbondioksidi atýp, yerine oksijeni fazlaca alabilmesi için dýþarýdan
ciðerlere bol miktarda havanýn girip çýkmasý, yani
vantilasyonun artmasý
Ýþte büyük bir yaþamsal amaç için çalýþan bu þuurlu
etmenin yani ruhun, bu otomatik iþleyiþi, çeþitli yollardan
saðladýðýný görüyoruz. Þöyle ki, organizma içinde
karbondioksit çoðalýnca hidrojen konsantrasyonu artar, oysa
hidrojen iyonu solunum merkezini uyarýr ve bu durum derin derin
solumaya ve ciðerlere fazla havanýn girmesine neden olur. Az
önce belirttiðimiz “c” otomatizmasý bu þekilde devreye
girer “b” otomatizmasýna gelince; karbondioksit gazýnýn
kalbi yavaþlatýcý etkisi vardýr. Yani bu gaz bir yandan;
solunum merkezini uyarýrken, öte yandan kalp merkezini uyuþturur
ve bu þekilde kalp yavaþlar. Kalp yavaþlayýnca kanýn akýþý
da yavaþlar ve bunun sonucunda kan ciðerlerde uzunca süre kalýr.
Yukarýda deðindiðimiz “a” otomatizmasý da þöylece oluþur
ve iþler: Karbondioksit gazýnýn etkisi altýnda, damarlar
geniþler ve özellikle ciðerlerdeki damarlarýn geniþlemesi
ciðerlerde fazla miktarda kanýn toplanmasýna neden olur. Görülüyor
ki, burada da çeþitli fizikokimyasal etmenler belirli ve yaþamsal
bir amaçla ayarlanmýþ durumdadýr.
Buna yakýn baþka bir düzgün savunma düzeni de dýþarýdaki
ýsý farklarý karþýsýnda kalan organizmanýn tepkilerinde görüyoruz:
Hava soðudu, üþümeye baþladýnýz ne yaparsýnýz? Ýlk iþ
olarak sýcak bir yer arasýnýz. Bunu bulamazsanýz, vücudunuzu
bir takým eþyaya sarara soðuktan gizlemeye çalýþýrsýnýz.
Bu arada, þunu hiç unutmamak gerekir ki, eðer bedenimizin
korumasý sâdece bizim bu irâdî çabamýza kalsaydý, dünyaya
çoktan vedâ etmiþ olurduk. Nasýl ki soðuðun öldürücü
etkisine karþý yukarýda belirttiðimiz önlem ve benzerleri
asla yetmez. Bu iþte de yarým yamalak bildiðimiz ya da hiç
sezemediðimiz birçok iç otomatizma devreye girer. Böylece
kusursuz bir savunma oluþur.
Soðuk bir ortamda kaldýðýmýz zaman, önce içimizde;
yürümek, hareketlenmek, ellerimizi birbirine sürtmek, hatta
tepinmek vb. yarý ihtiyari bir istek belirir. Bunun anlamý þudur:
Bu hareketler sâyesinde iþleyen kaslarýmýz bedenimizdeki yanýcý
maddeleri fazlaca yakmaya baþlar ve bundan da hareket ortaya çýkar.
Bu hareketlerle soðuða karþý kendimizi korumaya çalýþýrýz
fakat belirttiðimiz gibi çoðumuzun bilmediði bir yarý irâdi
otomatizma bizi soðuktan korumaya yetmez. Bunun yaný sýra ayný
amacý daha etkili bir þekilde gerçekleþtiren ve tamamen
istek dýþý bulunan baþka bir olay cereyan eder ki; o da, her
yanýmýzýn titremeye baþlamasýdýr. Bu titremeden de amaç,
yukarýdakinin aynýdýr. Fakat yaþam bakýmýndan gerekli olan
belirli sýnýrlardaki ýsý derecelerinin korunmasý için
organizama, yukarýda belirttiklerinden daha karmaþýk önlemlere
sahiptir. Soðukta kaldýðýmýz zaman, cildimizdeki kýl
damarlarý hemen büzülür. Bu þekilde ayný zamanda iki
savunma önlemi birden devreye girer: Bunlardan birincisi, kan kütlesinin
olabildiðince soðuk ile , yani çevre ile iliþkisini azaltmak
ve bu þekilde onu soðuktan korumaktýr. Çünkü ciltteki kýl
damarlarý büzülünce, kan cilt yüzeyinden uzaklaþýr, içerilere
doðru çekilir. Ýkincisi de, damarlar büzülünce alttaki ter
guddelerine (bezlerine) az kan gideceðinden, her zaman vardýr
ama terlemede geçici olarak durur ki, bunun da yararý þudur:
Önce sýcak olan ter ile vücut, sýcaklýðýnýn bir kýsmýnýn
dýþarý kaçmasýna engel olur, ikinci olarak da, ter kururken
çevresindeki sýcaklýðý da alýp götüreceðinden, buna karþý
gelinerek cild yüzeyinin iyice soðumasýnýn önüne geçilmiþ
olur. Fakat vücut soðumasýnýn ne kadar tehlikeli olduðunu
iyi bilen þuurlu varlýk, tüm bu önlemleri de yeterli görmez
ve bu tehlikeli etmene karþý daha etkili çârelere baþvurur.
Bu çârelerden birisi þudur: Yandýðý zaman fazla ýsý
yayan ve ayný zamanda vücudun kömürü durumunda olan þeker
ve yað maddeleri vardýr. Ýþte organizma bunlarý yakýp, ýsýlarýndan
yararlanmaya baþlar. Bundan dolayý soðukta insanýn yaðlý
ve þekerli gýdalara gereksinimi artar. Gerçi bu türden
maddeler organizmada esasen depo edilmiþ olarak bulunsa da,
organizma bunlara hemen dokunmak istemez. Ýhtiyat malzemesini sürekli
elde hazýr bulundurmak basiretini gösteren organizma, ilk
gereksinim karþýsýnda elini hemen depoya uzatmaz.
Gereksinimini önce dýþarýdan karþýlamaya çalýþýr.
Ancak, dýþarýdan bulamadýðý takdirde kendisinden
kullanmaya baþlar. Ýþte bu þeklide yaðlarýn ve þekerlerin
bolca miktarda yanmasý sanki bir kalorifer görevi görür.
Çok sýcak bir ortamda / mekânda kalýnca, ayný
etkinliðin tersine olarak ortaya çýktýðýný görürüz.
Burada organizma, öncekinin tersine olarak tüm karakterleri en
az düzeye indirir; derideki kýl damarlarýný açarak oraya
bolca kan gönderir, terlemeyi kolaylaþtýrýr ve sonunda
“kalorifer ocaðý” ný iyice küller, vücutta yanma azalýr.
Biraz da organizmanýn kimya laboratuarýna
girelim; vücuttaki kimyasal etkinliðin incelikleri en
yetenekli kimyacýlara taþ çýkartacak niteliktedir. Vücutta
bazý kimyasal maddeler vardýr ki, bunlar vücudun biyokimya süreçlerinde
asitlendirici ya da indirgen rolü oynarlar. Dahasý, gerektiðinde
kullanýlmak üzere, vücutta demirbaþ eþya gibi saklý
tutulurlar. Örneðin, bunlardan birisi sistinsistein sistemidir.
Biliyoruz ki vücutta amino asitleri arasýnda sistein de vardýr.
Bu asidin vücutta doðrudan yararý yoktur. Fakat onun önemli
bir katalizör rolü vardýr: Ýki adet sistein maddesi yan yana
gelince, birleþerek hidrojenleri baþka bir maddeye verirler.
Bu þekilde birleþen iki sistein maddesi bir sistin maddesine dönüþür.
Benzer þekilde,
bu sistin de gerektiðinde yine iki sisteine ayrýlarak önce býrakmýþ
olduklarý hidrojenlerini baþka maddelerden geriye alýrlar.
Ýþte organizma bu otomatik iþleyiþten yararlanýr ve
biyokimyasal süreçler için gereken hidrojen alýþveriþleri
bu þekilde saðlanýr. Burada organizma için doðrudan gerekli
olmayan iki maddenin, sýrf organizmanýn yaþamsal süreçleri
için gerekli bulunan üçüncü bir maddeyi saklamak üzere
organizma da mevcut bulunmalarý ayrýca dikkate deðer bir
konudur.
Gene böyle dikkate deðer olan bir otomatik iþleyiþ
daha vardýr ki; gerek saf halde, gerek çeþitli bileþimler hâlinde
bulunduklarýna göre organizmada ya hiçbir tesir göstermezler
ya da çeþitli þekilde biyolojik etkilere sâhip bulunurlar.
Ýþte organizma kendi gereksinimine göre, bunlarý ya saf
olarak ya da çeþitli bileþimlere sokarak kullanýr. Bu
maddelerden birisi “kolin” dir. Kolin, kanda serbest ya da
çeþitli bileþimler hâlinde bulunduðuna göre; rahim, baðýrsak
ve kan basýncý üzerinde çok deðiþik þiddette etkide
bulunur. Fakat ayný madde fostatitler ile birleþtiði zaman,
organizmada hiçbir biyolojik etki oluþturmaz. Eðer organizma
kolinin bu etkisine gerek görmüyorsa, organizma içinde; ne
serbest duruma, ne de baþka bileþimler olarak bulunur, ama sâdece
fosfatitlerle birleþik olarak bulunur. Bu durumda bu madde
organizmada pasif bir depo maddesi olarak saklanýr. Organizma,
kolinin biyolojik tesirine gerek görünce, gereksinimi oranýnda
bu maddeyi fostatitlerden ayýrarak, çeþitli etki þiddetlerine
sâhip bileþimler hâline sokup kullanmaya baþlar. Örneðin,
saf kolin, baðýrsak hareketlerini arttýrmak için yaptýðý
etki þiddetini 1 olarak kabul edersek, sirke asidi ile olan
birleþik kolinin tesiri 100 olur. Ketopropiyon asidi ile birleþik
olan kolinin tesiri ise 300 olur. Organizmanýn gereksinimine göre,
bu maddenin büyük þiddet tesir farklarýna sâhip çeþitli
bileþimlerinden birini görevlendirerek kullanmasý kör bir
kuvvetin iþi olamaz.
Fizyopatolojik araþtýrmalar organizmada gerçekleþen
amaçlý mekanizmalarýn o kadar hayret verici inceliklerini
ortaya koymuþtur ki, onlarýn açýklamalarýný yapacaðýz
derken, daha karmaþýk baþka otomatizmalarla karþýlaþýlýyor
ve iþin içinden çýkamaz bir duruma düþüyoruz… Bunlarla
ilgili de birkaç örnek vereceðim: Böbreklerin iþlevleriyle
ilgili konularda söz konusu incelikler çoktur. Böbrek iltihabý
rahatsýzlýðýnýn ileri aþamalarýnda bu organdan suyun geçmesi
çok zararlý ve tehlikelidir. Bu bilgi bizi, bu rahatsýzlýðýn
tedavisinde hastayý aç ve susuz býrakmaya zorlar. Fakat bizim
ancak son yüzyýllarda öðrendiðimiz bu gerçeði; muhakkak
ki, organizma doðduðu andan baþlayarak biliyordu. Çünkü
buna karþý gereken koruma önlemlerini daha o zamandan baþlayarak
almýþ bulunuyordu. Bu önlem bazý otomatizmalar þeklinde
kendini gösterir. Þöyle ki; bu rahatsýzlýkta kan basýncý
yükselir, kan basýncýnýn yükselmesi, kýlcal damalarýn
daralmasýyla ayný zamanda olur. Bunlar arasýnda özellikle
idrarý süzen böbreðin kýlcal damarlarý da daralýr. Ýþte
bu durum böbreðe az kan gelmesini ve bunun sonucu olarak da az
idrarýn çýkmasýný, dolayýsýyla da böbreðin dinlenmesini
beraberinde getirir.
Beyindeki hipofiz bezinin, yaþamsal iþlevleri düzenleyici
olarak çýkardýðý birçok hormon arasýnda bir de adiyüretin
(3) denilen
bir hormon vardýr. Bu hormon, gerektiðinde idrarýn azalmasýný
ya da çoðalmasýný saðlar. Þöyle ki; böbrek kýl damarlarýndan
süzülen su, bu organýn baþka kýsýmlarýndaki enbubeler
(4) tarafýndan
yeniden emilerek idrara dönüþmeden, beden tarafýndan geri alýnýr.
Ýþte bu suyun emilemeyen, ancak pek küçük bir kýsmý
(%9-1) idrar olarak dýþarý çýkar. Doðal halde durum böyledir.
Oysa antidiüretik hormonu söz konusu enbubelerin suyu emme
kabiliyetini arttýrýr. Þu halde, bu hormon kanda ne kadar
fazla miktarda bulunursa, enbubeler böbreðin
kýlcal damarlarýndan çýkmýþ olan suyu o kadar fazla
miktarda emerler ve bu durum idrar olarak atýlacak suyun miktarýný
o oranda azaltýr. Eðer bir insan çok fazla miktarda su alýrsa,
organizma da “su zehirlenmesi” denilen, yaþamý tehlikeye
koyucu bir durum ortaya çýkar.
Ýþte bu çoðalan suyun organizmaya zarar vermemesi için,
böbreklerden fazlaca miktarda çýkarak atýlmasý gerekir. Bu
gereklilik karþýsýnda baþýn oldukça gizli bir yerinde
saklanmýþ bulunan hipofiz bezi, öteki hormonlarýný kana göndermeyi
sürdürdüðü halde, adiyüretin(3)
hormonunu tutar ve kana göndermez ya da
duruma göre pek az miktarda gönderir. Bundan mahrum kalan böbrek
enbubeleri (4)
kendisine gelen suyu fazla miktarda emip vücuda
göndermez; böyle olunca da suyun önemli bir kýsmý idrar
olarak dýþarý çýkar ve vücut fazla su yükünden kurtulur.
Bunun tersine olarak; insan az su içmiþ olursa, vücuttaki
suyun tasarruf edilmesi gerekir. Çünkü vücutta belirli
miktarda suyun sürekli bulunmasý gerekir, susuz yaþam olmaz.
O zamanda, hipofizde cereyan eden olaylarýn öncekinin tersine
olduðunu görürüz: Bu bez, adiyüretin (3)
hormonunun fazlaca salgýlayarak kana gönderir.
Bu hormonun etkisiyle böbrekteki tubulus hücrelerinin (5)
suyu emme kabiliyeti artar. Böylece, hücrelere
girmiþ olan suyun, öncekine oranla daha büyük bir kýsmý
geri alýnarak, yeniden vücuda sokulmuþ olur ve idrarýn
miktarý azalmýþ olur.
Vücutta geçen olaylarýn hepsinde yaþamsal ve koruyucu
bir amaç vardýr. Bu olaylar sayýsýzdýr. Dar bir âdemci
materyalist görüþ ile bu olup bitenlerde tezahür eden amacý
yadsýmak belki kolay olur ve ilk hamlede tüm bu olup
bitenlerin fizikokimyasal yasalar ile açýklanabileceðini
sananlar bulunur fakat acele etmeden olaylarýn akýþýný ve
özellikle de birbiriyle olan iliþkilerini adým adým izlemek
gerek. Esasen dünyada, hele görünür âlemimizde hiçbir olayýn
fizyokimyasal yasalar dýþýnda cereyan etmeyeceðini biliriz.
Bunu yadsýmak, dünyada geçerli yasalarý ve gereklilikleri
yadsýmak olur. Fakat burada da yine sebep ile sonucu birbirine
karýþtýrmadan düþünmeliyiz. Bu arada þunu da hiç
unutmamalýyýz ki, sürekli olarak âtýl hareketler hâlinde
kendini gösteren fizikokimyasal vücudun her an deðiþen
gereksinimlerine ölçülü tepkiler vermek kudreti beklenemez.
Böyle bir þeyi düþünmek de dünyanýn dýþýndaki yasalarý
ve gerekleri yadsýmak olur.
Bu fikrimi bir örnekle açýklamaya çalýþayým: Bir
þeker hastasýný ele alalým, bunun kanýnda fazla miktarda þeker
vardýr. Acaba burada þeker neden kanda fazlalaþmýþtýr?
Olayýn þekline bakarsak, þekerin kanda azaltmasýnýn
gerekeceðine hükmetmemiz gerekir. Çünkü böyle hastalar sürekli
idrarlarý ile vücutlarýndan þekeri dýþarý atmaktadýrlar.
Acaba vücutta þeker çoðaldý için mi; yani vücutlarýna
fazla geldiði için mi þekeri dýþarý atýyorlar? Hayýr.
Tam tersine hastalarýn dýþarýdan þeker almadýðý bazý
durumlarda bile vücut tüm þekerini dýþarý atýp
bitirdikten baþka, öteki yapý maddelerinin bir kýsmýný da
þekere çevirip dýþarý atar. Burada, þekerin idrarla dýþarý
çýkmasý bir sonuçtur. Bu, hastalýðýn asýl kendisi deðildir.
O halde, kanda þekerin çoðalmasý mý asýl hastalýktýr?
Hayýr, bu da deðil. Peki, asýl hastalýk nedir ve kanda þeker
miktarý neden çoðalmaktadýr?
Biliriz ki, beden örgülerinin þekersiz yaþamasý
olanaklý deðildir. Ayrýca bugün (1940’lýk yýllar) anlaþýlmýþtýr
ki, þeker; önceleri sanýldýðý gibi, hücrelerin sâdece
bir enerji maddesi deðil, esas unsurlarýndan biridir. Þu
halde vücut örgüleri þekerden yoksun kalýnca ölürler. Nasýl
ki, þeker hastalarýnýn bazýlarýnda görülen kangrenler, öngülerin
þekerle beslenmemiþ olmasýndan ileri gelir. Oysa bu hastalýklarýn
vücutlarýnda, hekimliðin henüz iyice açýklayamadýðý
fizikokimyasal bir bozukluk sonucunda, þeker metabolizmasý vücudun
bu maddeden yararlanabileceði þekilde cereyan edememektedir.
Daha doðrusu, vücutta þekerin glikoz hâlinden glikojen hâline
geçme oraný normal insanlardakine göre azalmýþtýr.
Ýþte buraya kadar anlattýklarýmýz fizikokimyasal
olaylarýn sonuçlarý olup, henüz bilim alanýnda tamamen aydýnlatýlmýþ
deðildir. Ýþ burada kalmýyor ve bu olaylarla beraber bir takým
amaçlý ve þuurlu bir zekânýn tesirliliði de açýkça
kendisini gösteriyor: Yukarýda sözünü ettiðimiz dokular,
þekerin ancak glikojen hâlinde yararlanýr; glikoz hâlinde
kalan þeker, hücreleri beslenemez. Bir üst paragrafta deðindiðimiz
gibi, hastalýk yüzünden glikozun glikojene çevrilme oraný
azalýnca; hücreler, kendilerine gerekli olan maddeyi (yani
glikojeni) yeterli derecede saðlayamazlar ama bunun saðlanmasý
zorunludur. Ýþte yukarýda dikkat çektiðimiz zeki
tesirlilik, burada dokularýn glikojen gereksinimini karþýlamak
için oldukça etkili bir çareye baþvurur ve kanda normalden
fazla glikoz bulundurmak glikojen olma oranýndaki azlýðý vücudun
lehine telâfi etmeye uðraþýr.
Þu halde hiperglisemi denilen, þekerin akar kanda
fazlalaþmasý durumu bir savunma mekanizmasýdýr. Fakat yaþamsal
amaçlara yönelik olan bu mekanizmanýn yönetimi hangi
bilimsel yetki ile kör fizikokimyasal tesadüflere býrakabiliriz?
Bu mekanizma fizikokimyasal bir olaydýr ve o da þudur: Biliriz
ki, bir kütlesel tesir yasasý vardýr. Bu yasaya göre,
birbirine etki eden iki cisim karþý karþýya gelince,
bunlardan birinin fazla yüklü olmasý, kimyasal iþlemin o
oranda çabuk ve belirgin olmasýný gerektirir. Bu bir yasadýr
ve her yerde her gereksinime göre o, uygulama alanýna
konabilir. Nasýl ki, burada da bu yasadan yararlanýlmýþtýr.
Eðer akar kanda glikozun miktarý normal sýnýrlar içinde
bulunmuþ olsaydý, hastanýn glikozundan glikojen yapma
kabiliyeti azaldýðý için, dokular yeterli derecede glikojen
bulamayacaktý. Dolayýsýyla insan beslenemeyecek ve ölecekti.
Ýþte yukarýda deðindiðimiz kütlesel tesir yasasý burada
uygulanarak, dokular için gerekli olan glikojen miktarý saðlanacak
oranda glikoz akar kanda çoðaltýlmýþtýr.
Peki ama bu yasayý uygulayan kimdir? Bu yasanýn
gereksinimi gerekli gören ve her güçlüðe karþýn, onu
uygulama alanýna çýkarmakta bu kadar acele eden kimdir.
Buradaki mekanizmanýn fizikokimyasal bir yoldan ortaya çýktýðýný
nasýl herkes kabul ederse, bu yolun yaþamsal büyük bir amaca
yönelik olduðunu da öylece kimse yadsýyamaz. O halde, bu
amacý taþýyan unsur nerededir?
Vücutta olup duran tüm maddesel olaylar fizikokimyasal
yasalara tâbidir. Bununla birlikte bu durum; þeker hastalýðýnda
olduðu gibi baþkalarý hakkýnda da yukarýdaki sorularýn geçerli
olamayacaðý anlamýna gelmez. Tüm bunlarýn, þuurlu ve zeki
bir tesirliliðini ve etmenini aramak gerekir. Acaba biz bu
etmeni kendi yetersiz araçlarýmýzla bulamýyoruz diye yadsýmaya
mý mecburuz? Elbette, hayýr. Böyle bir mecburiyeti düþünmek
geriliðin en büyüðü olur. Eðer dünyada bulunmayan ve
hemen bilinmeyen her þeyi yadsýmak âdet olsaydý, beþeriyet
henüz ilk devirlerdeki ilkelliðini þimdi de sürdürüyor
olurdu.
Bununla birlikte bu düþünceden sonra da bu iþlerde;
örneðin, yukarýdaki þeker hastalýðý örneðinde, olduðu
gibi, olaylarý gene kör kuvvetlerin çarpýþmalarýyla açýklamaya
çalýþmak sevdasýndan kendini kurtaramayacak kimseler
bulunabilir ve bu gibiler þöyle bir fikir de ortaya
atabilirler: Þeker hastalýðýnda, hücrelerde oluþan açlýk
sonucunda sinir merkezlerinin yardýmý ile kimyasal bir yoldan
kanda þeker çoðalýyor ve bu da tesâdüfen vücudun iþine
yaramýþ bulunuyor…Keþke bu fikirle tüm konular halledilmiþ
olsaydý da, yaþamýn bilinmeyenlerini, dünyamýzýn dýþýndaki
etmenleri arasýnda araþtýrmak yorgunluðundan hepimiz
kurtulmuþ olsaydýk. Fakat bir iki deyim kullanmakla, birçok
karanlýk dehlizlerden oluþan bir fikir labirenti kurmakla
duygu ve düþünceler hapsedilemiyor.
Günümüzde(1940’lý 50’li yýllar) insanlarýn çoðu;
fikir tuzaklarýnýn deðil, olay cereyanlarýnýn câzibesine
baðlanmayý yeðliyor. Ýþte bunun içindir ki, yukarýda sözü
edilen kimyasal yol hikâyesi insanýn kafasýna takýlýr:
Sinirsel refleksleri uyandýran hücrelerdeki açlýk durumu bu
iþin biricik etmeni olsaydý, bu etmen sürüp gittiði için,
þekerinde kanda sürekli yüklenmesi gerekirdi. Bununla
birlikte vücut için baþka bir bakýmdan zararlý olan bu
duruma da meydan verilmiyor ve vücutta biriken þeker idrarla dýþarý
atýlýyor. Hiç kuþkusuz, bu da önceki gibi biyokimyasal
yasalara baðlý bir olay olmakla beraber, vücudun yaþam
yolundaki düzeni korumaya yönelik bir iþtir. O halde,
sorumuz, hem de daha geniþlemiþ bir þekilde, gene açýkta
kalýyor. Yaþam yolunda tüm bu biyokimyasal yasalardan
yararlanmak gereðini gören ve onlarý tek bir amaçta toplayan
etmen nedir?
Rastgele iki taþýn birbirine çarparak kýrýlmasýyla,
ayný taþlarý kýrmak amacýyla birbirine çarpan bir kimsenin
hareketi arasýnda fiziksel bir olay olmak bakýmýndan hiçbir
fark yoktur ama nedensellik ilkesi bakýmýnda; ikinci olayda,
fazla olarak görülen bir þey vardýr. Gören gözler ve düþünen
kafalar için bunu yadsýmak olasý deðildir.
Bizim, biyokimyasal anlamda kabul ettiðimiz þey, vücutla
ilgili unsurlarýn bin bir çeþitte görülen ve birtakým
yararlar altýnda cereyan eden ilgili iliþkilerinin tezâhür
ve gerçekleþmesinden ibârettir. Fakat bunlarýn bile bize görünen
pek çok noktalarý vardýr ki, bu noktalar ruhun müdahelesini
kolaylýkla yadsýmamýza yarayan birer “açýk kapý” hâlinde
durmaktadýrlar. Aslýnda, burada biyolojik bir sentez vardýr.
Bu sentez, iþini niçin yaptýðýný bilen, þuurlu ve zeki
bir varlýðýn eseridir. Bu varlýðýn hedeflediði yüksek
amaçlarý, maddenin âtýl ve monoton hareketleriyle baðdaþtýrmak
ve açýklamak olanaklý deðildir.
Ruhun
Tesirliliðine Tezâhür Zemini Olan Araçlar
Acaba ruh dediðimiz
varlýk maddeler üzerindeki tesirliliðini hangi yollardan gerçekleþtiriyor?
Bu konuda çeþitli ruhçu ekol mensuplarýnýn ileri sürdüðü
fikirler var.
Dinler genellikle ruh ve beden arasýnda aracý
maddelerin bulunup bulunmadýðý hakkýnda açýk seçik bir þey
söylememiþler; daha doðrusu, hiçbir þey söylememiþlerdir.
Birçok dinsel görüþe göre ruh-beden iliþkisi anlaþýlmaz
bir karýþýklýk içinde boðulup kalmýþtýr. Biz bu nokta
üzerinde duracak ve irdeleme yapacak deðiliz. Dinler
genellikle dogmatik bir îmana dayanýr. Böyle bir îmanla
savunulan herhangi bir fikir buradaki konularýmýza giremez.
Bununla birlikte bu dogmatik düþüncelerden baþka bir
de, ruhun madde ile iliþkilerini açýklamaya çalýþan baþka
ruhçu ekol izleyicileri vardýr.
Bu ekollerden baþlýcalarýnýn üzerinde biraz durmayý
yararlý görüyoruz. Bunun için, bu ekol mensuplarýnýn
ruh-beden iliþkileriyle ilgili düþüncelerini, gerçek
kimliklerini bozmamaya çalýþarak, kýsaltýlmýþ bir þekilde
ele alalým:
Burada bizleri en çok ilgilendiren iki meslek vardýr
ki; iþe önce bunlarýn düþünceleri üzerinde durmakta yarar
görüyoruz. Bunlardan biri, teozoflar, ötekisi de ruhçulardýr.
Bunlardan teozoflar arasýnda da görüþ farklýlýklarý
bulunduðu için bunlarýnda ayrý ayrý ele alýnmalarý
gerekir. Özellikle Hindistan’da yayýlmýþ olan doðu
teozofisi ile daha çok Avrupa’da bulunan batý teozofisinin
birbirinden ayrýldýðýný görüyoruz. Bununla birlikte Batýlý
teozoflar arasýnda da görüþ ayrýlýklarý yok deðildir.
Ýþte ele aldýðýmýz konumuzu daha iyi aydýnlatmak ve özellikle
de Yeni Ruhçuluk anlayýþýný belirginleþtirmek için, birkaç
sayfamýzý bu görüþ sâhiplerinin yaklaþýmlarýna ayýracaðýz.
Doðulu
Teozoflara Göre Ruh-Beden Ýliþkisi
Doðudaki,
daha doðrusu Hindistan ve çevresindeki teozoflar, Avrupa’da
yaygýn olan teozofiyi kendi anlayýþlarýna uygun bulmaz. Doðu
Teozofisi’nin tüm ayrýntýlarýný bu sýnýrlý sayfalarýmýza
sýðdýrmaya olanak olmadýðý gibi, gerek de yoktur. Biz
bunlarý olabildiðince kýsaltmaya çalýþarak okuyucularýmýza
sunacaðýz:
Doðu Teozofisi’ne göre; insan varlýðý, çeþitli
planlarda vasýflandýrýlan ayrý ayrý elemanlardan oluþmuþtur.
Bunlarýn dýþýnda insanla ilgili bir varlýk yoktur. Bu
elemanlar nelerdir? Önce insaný ayrý ayrý iki varlýðý ile
incelemek gerekir: Bunlardan birincisi, onun “yüksek” ve
gerçek varlýðýdýr. Bu varlýk 3 ögeden oluþmuþ bir varlýktýr
ve Tanrý’týr. Bu “yüksek” varlýðýn elemanlarýndan
biri, Ýslâmî anlayýþa da “zat”
olarak geçmiþ olan “Soi”dir. Sanskrit diliyle bunun
adý “Âtma” dýr. Buna “Âtman” da denilmektedir. Âtman’ýn
tek baþýna bir þahsiyeti yoktur. O, herkesle ilgili, herkesi
kapsayan durumdadýr. Âtman tek baþýna bir ferdiyet gösteremez
ama ferdiyet sâhibi olan insan onunla deðerlenir. Ýnsanýn
bireysel þahsiyetini tamamlamasý için bir baþka öge daha
birleþmesi gerekir, bu da onun yüksek varlýðýnýn ikinci ögesini
oluþturur. Bu ögeye bizim anlayacaðýmýz anlamda “nefs”
diyebiliriz. Teozoflar buna “manas” derler. Manas, insan düþüncesinin
ve tümdengelim melekesinin bir aracýdýr. Âlem kapsamlý olan
Âtman ile birleþerek, insan ferdiyetini oluþturmaya yarayan
öge budur. Bu, insana; “Ben varým” dedirten ve kendi
bireysel þahsiyeti hakkýnda onu þuurlandýrmaya yardým eden
ögedir. Fakat bu iki ögenin birleþebilmesi için üçüncü,
aracý bir ögeye daha gerek vardýr ki, buna teozoflar
“buddhi” derler. Buddhi ruhsal bir ögedir. O, Âtman’ýn
hem bir geçiþ aracýdýr, hem de onun âlemdeki bir yansýmasýdýr.
Ýnsanýn yüksek sezgi ve ilham kaynaðý budur. Çünkü
buddhi, Âtman’ýn yüksek özelliklerini insanýn yüksek
üçlemesi (trinite) üzerinde ortaya çýkartýr.
Ýþte bu üç ögenin birleþmesiyle insanýn yüksek
varlýðý oluþur ki, teozoflar buna “yüksek üçleme”
derler. Yüksek üçleme, teozoflarca hem; ruh, hem de Tanrý’dýr
ki, bu ayný zamanda kusursuz bir insandýr. Görülüyor ki,
bazý düzeltme ve deðiþtirmelerle, baþka yerlerdeki birçok
ruhçu düþüncelerde gördüðümüz “üçleme” konusu doðu
teozofisinde de vardýr.
Görülüyor ki,
teozoflara göre, madde içinde ya da madde dýþýnda gibi ayrýlmýþ
varlýk kavramlarý söz konusu deðildir. Burada maddesel
kavramýn; ne sýnýrý, ne de olanaklarý göz önüne alýnmýþtýr.
Belki “son” olarak
kabul edilen bir noktada; ALLAH, insan, ruh ayný þey olarak görülmektedir.
Fakat bu “yüksek” üçleme de tamamlanma ihtiyacýndandýr.
Bu da ancak yoðun maddeler dünyasýnda olur. Yani ruh ya da
ALLAH, yoðun maddelerden oluþmuþ dünyalarýn dýþýnda
kusursuzlaþamaz. O, yoðun dünyalarda bir süre geçirdikten
sonra “yükselir” ve kendi asýl vatanýna döner. Teozoflar
buraya “cennet” (devâchan) der. Yalnýz, “yüksek” üçleme
doðrudan doðruya dünyaya inemez, bunun için onun mutlaka
daha öteki 4 unsurla birleþmesi gerekir. Bu 4 unsur, deðersiz
(süflî) doðadadýr. Bu nedenle insanýn bu ögelerden oluþan
varlýðýna “katerner” derler. Þu halde, dünyada yaþayan
insan bir “yüksek” üçleme ile, bir de “katerner” den
oluþmuþtur; bunlarda üçü “yüksek”, dördü “açýk”
unsurlardýr.
Görülüyor ki, dünyada yaþayan bir insan; bir “yüksek”
üçleme ile, bir de “katerner” den oluþmuþ durumdadýr. Böylece
insan, bir bütün olarak 7 unsurdan oluþmuþ bulunmaktadýr.
“Yükselmek” amacýyla dünyaya inmek için “alçak
katerner” varlýðý ile birleþerek “yüksek” üçleme
zorunlu olarak “yüksek” niteliklerinden önemli bir kýsmýný
yitirir, deðersizleþir, “kararýr”. Çünkü
“katarner” varlýðý oluþturan 4 unsur,”alçak” tezâhürlerin
kaynaðýdýr. Bu unsurlar dünyada gördüðümüz olumsuz
duygularý, fikirleri, eðilimleri, hýrslarý vb. tüm “aþaðý”
nitelikleri içerisi. “Katerner” bileþimin unsurlarý da
iki kýsýmda ele alýnabilir: Bunlardan birincisi ve en deðersiz
/ bayaðý olaný dünya bedenidir. Teozoflar buna “sthûla
– sharîra” derler. Bu beden dünya maddelerinden yapýlmýþtýr.
Söz konusu bileþimin ikinci kýsmý kendi içinde üç
unsurdan oluþmuþtur ki, buna; önceki “yüksek” üçlemeye
karþýlýk “alçak” üçleme derler. Dünyadaki ölüm olayý
ile “sthûla–sharîra” “alçak” üçlemeden ayrýlýr
ve uzaklaþýr gider. “Alçak” üçleme ise, dünyadan ayrýlarak
“Kâmaloka” denilen bir plana çýkar. Demek ki, “Kâmoloka”
daki bir insan; biri “yüksek”, öteki “alçak”
nitelikte iki üçlemeden oluþmuþtur. “Alçak” üçlemenin
unsurlarý(aþaðýdan yukarýya doðru) þunlardýr: Linga-
Saharîra. Bunlar tamâmiyle bedenin bir kalýbýdýr. Bu bir
modeldir. Ve beden bu modelin üzerinde kurulmuþtur. “Alçak”
üçlemenin ikinci unsuru “prâna” dýr. Bu, insaný canlandýran,
ona dünyada kudret, kuvvet ve yaþamsal özelliklerini veren
unsurdur.
“Alçak” bileþimin en yüksek ve ruha yakýn olan ögesi
“kâma”dýr. Bu öge ihtiraslarýn ve arzularýn kaynaðýdýr.
Bunu “kavramsal nefs” anlamýnda kabul etmek olabilir. Fakat
“Kâmaloka” da bir süre kaldýktan sonra, “yüksek”
üçleme, “alçak” üçlemeyi (týpký dünyada býrakýlan
fizik beden gibi) orada býrakarak ayrýlýr. Yani insan “Kâmaloka”
da ikinci bir ölüm deneyimler ve týpký fizik bedenin uðradýðý
âkýbet gibi, “alçak” üçleme de yeryüzünden daha yüksek
tertipteki bir âlemin, Kâma-loka’nýn mezarlýðýnda
bozulmaya ve çözülmeye terk edilir. Ölümsüz olan “yüksek”
üçleme, ruh ya da Tanrý olarak Devachân’a gider.
Görülüyor ki, Hint teozoflarýna göre, bizim anladýðýmýz
anlamda bir madde ve maddeden ayrý bir ruh kavramý yoktur.
Burada adlarý geçen ögelerin bilimsel içerikleri hakkýnda
da hemen hemen hiçbir þey söylenmiþ deðildir. Bu anlayýþa
göre Tanrý, ruh, madde birbirine karýþmakta ve bunlar ancak
var sayýlan bir “yükseklik” ve “alçaklýk” kavramlarýyla
derecelendirilmiþtir.
Gene bu yaklaþýma göre, insanýn asýl ölmeyen kýsmý
“yüksek” üçlemesidir. Bu hem kusursuz, hem de “alçak”
âlemlerde “alçak” unsurlar arasýnda geliþmeye muhtaçtýr.
Egonun yani “yüksek” üçlemenin kazandýðý katerner bir
tekâmül aracýdýr. Fizik beden ise insanýn sâdece dünyaya
özgü bir unsurudur. Fizik bedenden sonra gelen “alçak”
üçleme, modern teozoflara göre, elektrik ya da mýknatýs türünden
bir þeydir. Gene ayný yaklaþýma göre, bazý atmosferik koþullar
altýnda bunlar duyarlý (psiþik) kimseler tarafýndan görülürler.
Dolayýsýyla (gene ayný filozoflara göre); deneysel ruhçuluk
çalýþmalarýnda, mezarlýklarda ya da bazý evlerde görülen
tüm fantomatik oluþumlarýn nedeni bu “alçak” üçlemeden
tamamýyla ayrýlmýþtýr. Bununla beraber “alçak” üçleme
de hâla canlýdýr. Bu varlýðýn; duyumsuz, duygusal, yerli
yersiz birçok eðilimleri vardýr. Deneysel ruhçuluk çalýþmalarýnda,
araþtýrmacýlarla iletiþime geçen ve ruhçulara göre
“ruh” adý altýnda bilgiler verene varlýklar bunlardýr.
Kýsaca bunlar; bilinçsizce hareket eden, orada burada
dolaþan ve bol bol konuþan bir takým “kabuksu varlýklar”dýr.
Bu kabuksular týpký mezarlarda kokmaya çürümeye baþlayan
ve çevrelerine zehir saçan fizik bedenler gibi zehirleyici,
kokmaya ve çürümeye mahkûm birer kadavradan ibarettir.
Bunlarýn herhangi bir þekilde dünyadakilerle baðlantý
kurmalarý onlar için zararlý ve tehlikelidir. Bunlar
girdikleri yeri berbâd ederler. Bu varlýklarý davet ederek
yapýlan etkinlikler yasaklanmalýdýr. Doðu kökenli
teozofinin durumunu bu þekilde özetledikten sonra, Batý
Teozofisine geçmek isterim.
Önce Kýsa
Bir Ýrdeleme
Doðu
Teozofisinin yaklaþýmlarý ve açýklamalarý insanýn evrende
bulunuþ nedenlerini ve geliþimini aydýnlatýyor. Dahasý, bu
fikirlere karþý akla gelen bazý sorularý da yanýtlýyor.
Burada insanýn kafasýný týrmalayan baþlýca konular þunlardýr:
Eðer Ego, katerner bileþim
ile tekâmül etmek için birleþmek ve alçalmak zorunda kalýyorsa,
kendisi olgun durumda deðildir demek olur. Ego ayný zamanda,
herhangi bir mertebesinde ALLAH olduðuna göre, onun olgunluðundaki
bir noksanlýðý nasýl kabul edebiliri? ALLAH fikri mutlak
fikrinden ayrýlamaz ve noksanlýk da, mutlak fikriyle baðdaþmaz.
Tekâmüle gereksinimi olan bir varlýk mutlak ve dolayýsýyla
da ALLAH olamaz.
ALLAH’ýn mutlaklýðý söz konusu deðilse, Ego neden
ALLAH’lýk ile iliþkilendiriliyor? Dahasý, “ruh=ALLAH”
formülüne niçin baþvuruluyor?
Ego’nun olgunluðundan maksat, kendi oluþ hâlinin
geliþimi midir, yoksa ”aþaðý” âlemlerdeki cevherlerle
kendi melekeleri arasýndaki iliþki durumunun geliþimi midir?
Eðer birinci þýk ise, yani; esâsen olgun olmayan ego,
ancak aþaðý planlarda bir süre geçirdikten sonra, kendi bünyesinde
yüksek bir varlýk durumuna geçiyorsa, bu “ilâhi ve ölümsüz”
egoyu bir sonuç, ölüme mahkûm unsurlarý da bir neden olarak
kabul etmek gerekecektir. Böyle olunca, egonun ölmezliði, yüksekliði
ve ulûhiyeti ile alçak ögeleri aþalýðý, fâniliði hangi
ölçü ve düþüncelere göre takdir olunmuþtur?
Eðer ikinci þýk ise, yani yüksek üçleme, esâsen
oluþ hâlinde kusursuz bulunmakla beraber yalnýz aþaðý âlemlerle
olan iliþkilerinde tamamlanmak gereksiniminde ise, böyle bir
fikir karþýsýnda haklý olarak aþaðýdaki itirazý nasýl
yanýtlayacaðýz. Yüksek üçleme her “Devâchan”a ulaþtýðý
zaman, katerner ögelerini ebedîyen ölüme terk ediyor; her
iniþte yeni (yani yabancý) ögeler alýyor. Buna göre,
kendisinin yabancý ögeler âlemiyle olan iliþkileri, oradan
her dönüþte tamâmen kesiliyor. Böyle olunca, onun her dönüþünde
aþaðý ögelerle olan iliþkisi bakýmýndan Devâchan’da
yeniden önceki haline döndüðünü kabul etmek gerekir. Böyle
olunca, egonun bu alçak ögelerle olan iliþkilerinde, sürüp
giden bir tekâmül durumunu kabul etmek olasý deðildir. Çünkü
herhangi bir iliþkinin tamamlanmasý demek, onun; kesintiye uðramaksýzýn,
sürekli geliþmesi demektir. Bu da iliþkilerin ebedîleþmiþ
olmasýný gerektirir.O halde;
Ruhun olgunlaþmasýndan amaç nedir? Yukarýdaki açýklamalardan
sonra, bu sorunun yanýtýný vermek pek güç olacaktýr.
Ne þekilde olursa olsun, eðer teozoflarýn söyledikleri
gibi, alçak ögeler âlemi ve özellikle de dünyamýz, yüksek
fakat tamamlanmaya muhtaç ve noksanlýklarla yüklü bir
Ego’nun olgunlaþmasýný saðlýyorsa ve bunlarýn üzerinde
mutlak bir düzenleyici yoksa, biri noksan, ötekisi ölüme
mahkûm olan bu iki varlýðý yönetip yönlendiren yasalar
nereden çýkmýþtýr.
Burada bir kuralý anýmsamakta yarar var: Bir þey,
kendi oluþunun ayný zamanda; hem nedeni, hem de sonucu olamaz.
Fakat o, ayný zamanda; bir oluþ hâlinin sonucu, baþka bir
oluþ hâlinin nedeni olabilir. Yüksek Üçleme, eðer tekâmül
yasalarýnýn kendisi hazýrlýyorsa, onun tamamlamaya
gereksinimi olmamalýdýr. Eðer kendisi tamamlanmaya muhtaç
bir durumda ise, tekâmül koþullarýný belirleyecek kadar yüksek
ve mutlak bir basiret sahibinin eseri olmasý gereken yasalarý
hazýrlamaya muktedir olmamalýdýr. Görülüyor ki, Doðu
teozoflarýnýn yaklaþýmlarý, çok karýþýk ve zâhiren
derin anlamlarý taþýr gibi görünen ciddi çehresine karþýn;
insaný, birbirini izleyen tezatlar içinde bunaltýp býrakmaktadýrlar.
Batý
Teozoflarýna Göre Ruh–Beden Ýliþkisi
Yukarýda sunduðumuz fikirlerin yanýnda,
Annie Besant(6)
ve Lead Beater(7)
gibi düþünürler tarafýndan savunulan
ve birçok taraftar kazanmýþ bulunan, öncekinden az çok
farklý baþka teozofik görüþler ve inanýþlar da vardýr.
Genellikle bunlarýn fikirlerini Doðulu Teozoflarýnkine oranla
daha ileride görüyoruz. Gerçi bunlarda da, öncekilerde olduðu
gibi madde-ruh fikri birbirine girift olmuþ bir durumda görünüyor
ve ruhun maddeler arasýndaki hareketleri fikrini çýkmaza sürükleyici
yaklaþýmlara rastgeliyorsa da, hiç olmazsa ruh ile madde arasýndaki
iliþkilerden söz ederken, maddesel bir kavram belirginleþtirilip
vurgulanýyor. Bununla birlikte, burada da; belirttiðim gibi,
tekâmül amaçlarý / hedefleri göz ardý edilmiþ, daha doðrusu,
teofizik yaklaþýmlar teozoflarý böyle bir görmezlikten geliþe
zorunlu olarak götürmüþtür. Nasýl ki, bu durumun bir
sonucu olarak; önce de belirttiðim gibi, Batýlý teozoflar da
bazý noktalarda anlaþamamýþlar ve aralarýndaki ikiliðe
neden olmuþlardýr. Biz de bu iki görüþü ayrý ayrý ele
alacaðýz. Bu görüþlerden biri Annie Besant, öteki Lead
Beater tarafýndan savunulmuþtur.
Annie Besant’a Göre Ruh –
Beden Ýliþkisi
Batý
teozofisinin çoðunluðuna tercüman olan Annie Besant, insan
ruhunun dört bedeni olduðunu kabul eder. Bunlar sanki,
merkezleri ortak daireler gibi birbiri içine gömülmüþlerdir.
Bu dört bedenin en kabasý fizik beden (corps physique)’dir.
Fizik beden dünya maddelerinden yapýlmýþtýr. Bu bedende
kendiliðinden canlýlýk yoktur; o, bir þekilden ibarettir.
Fizik bedeni þekillendiren ve canlandýran baþka bir beden
vardýr ki, buna da “esiri beden” (crops etherique) derler.
Esîrî beden yaþamsal kudretlerin bulunduðu bedendir.Görülüyor
ki bu beden, fizik bedenin hem þeklini saðlar, hem de onu
canlandýrýr.
Annie Besant’a göre, fizik moleküllerin belli bir
organizma hâlinde birleþmesine yarayan ve ona canlýlýk veren
koruyucu kudret esîrî bedenden gelir. Bu beden organizmada bir
yaþam nefesidir. Hattâ birçoklarýna göre bu beden, fizik
bedenin ayrýlmaz bir parçasýdýr. Bunlarýn ikisi birleþerek
bir beden yaparlar. Hem fizik, hem de esîrî beden ayný planýn
(yani dünyanýn) malýdýr, ikisi de orasýný býrakmaz. Esîri
beden fizik bedenin oluþumundan ancak birkaç gün önce ortaya
çýkar ve onun ölümünden sonra, en fazla birkaç gün daha
yaþayabilir. Teozoflara göre, buna “esîrî” adýnýn
verilmesi, onun esîr maddesinden yapýlmýþ olmasýndandýr.
Burada da görülüyor ki, teozoflarýn “esîr”leri ile,
bizim madde konusunda deðindiðimiz esîrî maddeler arasýnda
bir iliþki yoktur.
Uyku zamanlarýnda, ruh varlýðý; esîri bedenle fizik
bedeni beraberce býrakarak, öteki iki bedeniyle birlikte kalýr
ve fizik bedenden ayrýlýr. Ölüm zamanýnda ise; esîrî
bedenini de beraber götürerek, fizik bedenini dünyada býrakýr
ve ölüme terk eder. Bununla birlikte, esîrî bedeniyle esîrî
planda yaþayan ruh varlýðý, dünyadan ve özellikle de
kadavrasýnýn yanýndan ayrýlamaz. Ölümden hemen sonra, ölenin
yakýnlarýnda ya da mezarlýkta görünmesi (teozoflara göre)
bu esîrî bedeniyle olur. Bu beden, bir bakýma, Hint teozofarýnýn
“linga-sharira”sýna karþýlýk olmaktadýr.
Esîrî beden, kendisinden daha kaba olan fizik bedene
oranla yaþam kaynaðý olmakla beraber, doðrudan doðruya
kendisi yaþam sâhibi deðildir; onun da canlandýran daha “yüksek”
bir beden vardýr ki, buna astral beden (corps astral) denir.
Ýþte bu (teozflara göre) ruh varlýðýnýn 3. Bedenidir. Bu
beden esîrî bedene oranla yaþam kaynaðýdýr. Astral beden
duyarlýðýn, tasavvurun ve hayvansal hýrs ve tutkularýn
bulunduðu yer olarak nitelendirilir. Bu bedenden kaynaklanan düþünceler
olur fakat bu düþünceler aklî deðil, duygusaldýr. Bu
beden, Hint teozoflarýndaki “kâma” karþýlýðýdýr.
Yine teozoflara göre, ruhçuluktaki “perispiri” de bu
astral bedenden baþka bir þey deðildir. Ýnsan ne kadar geliþmiþse,
bu bedenin þekli o kadar belirginleþir ve net bir hal alýr.
Varlýðýn geriliði oranýnda, astral beden þekilsiz, belli
belirsiz bir durumdadýr. Böyle astral bir beden, fizik bedene
fazla baðlýdýr ve ondan uzaklaþamaz. Dahasý, böyle bir
astral bir beden Yukarý’dan
gelen þuuru da pek az bir oranda fizik bedene
aktarabilir. Bunun sonucu olarak, geri bir kimsenin ruhu astral
planda bulanýk bir þuur, belli belirsiz bir ruh hâli içinde
yaþar. Buna karþýlýk, çok az geliþmiþ durumda olanlar, bu
planda “yükseklikleri” oranýnda þuurlu etkinlik
sergilerler. Onlarýn þekilleri tamdýr, belirgindir ve fizik
bedenin tam materyalize olan fantomik oluþumlar bu astral
bedendir.
Ölümün ardýndan, yani ruh varlýðý esîri bedenini
esîri planda býraktýktan sonra, astral bedeniyle beraber
astral plana yükselir. Her bedenin kendine özgü bir planý
vardýr. Ruh varlýðý, hangi plana özgü maddelerden oluþmuþ
bir beden içinde tezahür edebilirse, o planda yaþamýþ olur.
Bu þekilde astral planda yaþamaya baþlayan ruh, eðer az çok
“yükselmiþ” ise, burada etkin olmaya baþlar. Kendisinde
belli bir anlayýþ düzeyi vardýr ve astral planýn sürprizleriyle
dolu yaþamýndan bir süre yararlanýr. Fakat onun bu bedeni de
yaþamýn kaynaðý deðildir. Ancak esîri bedene göre hayat
olan astral beden, kendisinden daha yukarýdaki ruh varlýðýnýn
bedenine göre bir þekildir. Astral bedeni canlandýran bu yüksek
bedenin adý “mantal beden”dir (corps menta). Ruhsal
tesirlilikten yoksun kalýnca, baþka maddeler gibi ölüme mahkûm
olan astral beden de günün birinde ruh tarafýndan terk edilir
ve astral âlemin mezarlýðýna gömülmeye mahkûm kalýr. Böylece
astral bedenini de terk eden ruh, ayný zamanda astral planý da
terk etmiþ olur. Ruh, bu 3. ölümünün arkasýndan mantal
bedeniyle birlikte mantal plana yükselir.
Mantal beden ruh varlýðýnýn bedenlerinin en
seyyalidir (süptil, latîf, ince, titreþimi yüksek). Bu beden
asil ve yüksek düþüncelerin, irâdenin ve zekânýn
kaynaklandýðý yerdir. Kazanýlmýþ tüm anýlar ve bilgiler
burada bulunur. Tüm þuurlu olaylar da burada geçer. Akýl yürütmenin
yeri de burasýdýr. Mantal beden, ruhun mantal plana geçiþ
aracýdýr. Bunun þekli öteki bedenlerinki gibi deðildir.
Yani mantal beden, öteki bedenlerden (astral, eterik) gibi
fizik bedenin þekline sâhip deðildir. Bunun þekli ovaldir
(yumurta gibi) ve büyüklüðü varlýðýn geliþmiþliði
oranýnda artar.
Lead
Beater’e Göre Ruh-Beden Ýliþkisi
Lead Beater’in ruh-beden iliþkisi
anlayýþýnda, belli esaslarda ayný olmakla birlikte, üçüncü
bir öðenin daha iþin içine girdiðini görüyoruz. Bu þekilde
konu karýþýk ve sýkýntýlý bir görünüm kazanmýþ
oluyor. Lead Beater ’e göre insan 3 kýsýmda oluþmuþtur:
Bunlardan biri, ego; yani ruh varlýðýnýn ta kendisi,
ikincisi buna araç görevinde olan maddesel beden, üçüncüsü
de (L.Beater ’in söylemiyle) bir “cevher”dir (essence).
Bu cevher tüm planlardaki bedenleri canlandýrýr. Ýþte ruh
varlýðýnýn, maddeye inerken, geçtiði planlardaki
bedenlerine giren bu cevhere L.Beater, “elementral cevher”
adýný vermiþtir.
Bu teozofa göre üç büyük elemental hükümranlýk
(royaumes) vardýr: Bunlardan biri mantal planýn en üst kýsýmlarýndaki
bölgelerle ilgilidir. Ötekisi, bu planýn alt kýsýmlarýyla
ilgilidir. Üçüncüsü de astral planla ilgilidir. Bu kademeleþmeden
anlaþýlýyor ki, ego (ruh) “aþaðýya inmek” için,
plandan plana geçerken; hem o planla ilgili bedeni kurmak üzere
planýn maddelerinden bir kýsmýný, hem de ayný zamanda o
planda bir bedene baðlanmak gereksiniminde bulunan elemental
bir cevheri kendisine çekecek onlarla birleþmek zorundadýr.
Görülüyor ki, L.Beater ’e göre, insanýn varlýðý;
ego + beden + elemental cevher komplesinden oluþmaktadýr. Ruh
varlýðýnýn her plandaki bedeninde, o planýn maddelerine baðlanabilecek
ve onlarý canlandýracak bir elemental cevher bulunmaktadýr.
Örneðin, fizik âleme gelmek üzere yüksek mantal plandan
“aþaðý” inen ve mantal bedenini kuran bir ruh varlýðýna,
ayný zamanda üç büyük elemental hükümranlýðýnýn
ikincisiyle ilgili cevher de eþlik eder. Burada “elemental
cevher” nedir? L.Beater’e göre bu, Genel Yaþam Kaynaðý’ndan
geçici olarak ayrýlmýþ canlý bir cevherdir. Bu cevherin zekâsý
(intelligeance) yoktur. Çünkü kendisi henüz bir mineral düzeyinde
bir deðildir. Oysa biz mineraller âleminde bile zekâ eseri göremiyoruz.
Fakat bu cevherinde bir içgüdüsü vardýr. Bu içgüdü onu
geliþime yarayan her þeye doðru sürükler. O, bu sâyede çevresine
uymak, kendisi için gerekli olan þeyleri çevresinden almak
becerisine sâhiptir. Bu beceri o kadar kuvvetlidir ki, ona bu yüzden
kýsmî bir zekâ (unintelligeance partielle) de denilebilir.
Ýnsan varlýðýný tamamlamak üzere, insan bedenine
girmiþ olan bu cevher Büyük Elemantal Cevher’in deryasýndan
kopmuþ bir parçacýktýr (particule). Bedensiz, ölümden
sonra, o yeniden genel yaþamýna dönecek ve orada kaybolacaktýr.
Bu parçacýklarýn kendilerine özgü ayrý bir geliþim yolu
vardýr. bunlarýn geliþimleri için gerekli olan þey Lead
Beater’e göre, kuvvetli ve maddesel titreþimlerdir. Bu
cevher de, ruh gibi, dýþarýdan gelen uyarýlara tepki
vermesini öðrene öðrene “yükselir”. Bunun için o;
titreþimlerin, sürekli olarak yeni türlerini öðrenmek
gayretindedir. Bu nedenle, uzun süre sâbit durumda kalmayý
reddeder.
L.Beater insanýn mantal yaþamýndaki daðýnýklýðý
ve belirli bir noktada fikrin saplantýsýna karþý koyan içgüdüleri
bu etmenin etkisine baðlar. Görülüyor ki, ruh ile de mantal
cevher arasýnda bir zýddiyet vardýr. Elemantal cevherin geliþimi
daha kaba maddelerin içine gömülmekte, oysa egonun (ruhun)
tekâmülü, tam tersine süptil (ince, lâtif) maddelere doðru
“yükselmekle” olur. Elemantal cevherin arzusu gittikçe
daha yoðun ve daha kaba maddesel titreþimlerle karþýlaþmaya;
oysa egonun arzusu, tam tersine tüm maddesel koþullarýn üstüne
“yükselmeðe” ve yüksek titreþimlere uymaya yöneliktir.
Bu cevher mental bedenle birleþtiði gibi, astral bedenle de
birleþerek, ruhla birlikte insan varlýðýný tamamlar.
Astral plan (plane), heyecanlar (emotions) ve hýrslar /
tutkular (passion) planýdýr. Bu þekilde elemental cevher bu
plana baðlanarak heyecan ve hýrs titreþimleriyle karþýlaþmýþ
ve kendine özgü geliþim gereksinimini gidermiþ / karþýlamýþ
olur. Bu parçacýklarýn þuuru olmamakla berâber,
kendilerinde var olan içgüdüler, bir dereceye kadar onlarýn
bu iþlerden haberdar olmalarýný saðlar. Böylece buradaki yaþamlarýn
kendileri için yararlý olduðunu anlarlar. Ýþte onlarýn
burasýný terk etmek istemelerinin nedeni budur.
Ruhun maddeden uzaklaþmak arzusu karþýsýnda elemantal
cevherin daha yoðun maddesel titreþimler içine gömülmeye
susamýþ bir durumda bulunmasý, ruh ile bu cevher arasýnda sürekli
bir mücadeleye yol açar. Eðer o, bedenin titreþimlerini
kendine uydurabilirse, bu durum ego için bir tür aldanma / yanýlma
olur ki, o zaman insanda her türden kaba duygular belirir.
Bununla birlikte, L.Beater’e göre, bu cevher dinlerin kabul
ettikleri þeytan deðildir. Çünkü bunda bir niyet yoktur. Bu
cevher farkýnda bile olmadan ego ile mücadele hâlindedir.
Onun tüm arzusu insaný “aþaðýya” çekmektir. Ayrýca bu
çekiþ, hiçbir maksatla deðil, ancak kendi çýkarlarýnýn
zorlamasýyla olur. Demek, onda insaný geriletmek ya da
aldatmak gibi duygular yoktur. O, mutluluðunu, sâdece kaba
titreþimlerin içine gömülmekte bulduðu içindir ki, yükselmeye
çok istekli olan egoya saldýrýr haldedir.
Ýþte bu düþüncelere göre, insaný kötülüðe sürükleyen
zorlamalar egodan (ruhdan) deðil, elemental cevherlerden gelir.
Bununla birlikte, bu zorlamalarýn etkisiyle yapýlmýþ olan tüm
iþler gene insanýn sayýlýr çünkü bu cevher de insanýn
bir ögesidir. Eðer insan bir yaþamýnda alçak arzularýyla mücadele
edip, onlara üstün gelmiþ ise; gelecek yaþamýndaki
elemental cevher daha hoþ olur ve insaný güzel olmayan düþük
açgözlülük/ doymazlýk titreþimlerine doðru çekmez.
Ýnsan ölünce, yani fizik âlemden ayrýlýnca, þahsiyetini
oluþturan tüm “zaaflar” daðýlmaya baþlar. Ölüm ânýndan
baþlayarak, astral beden de daðýlmaya baþlar. Bununla
beraber bedende yerleþmiþ olan elemantal cevher astral
bedenden ayrýlmak istemez. O, bu bedenin daðýlmaya yüz tuttuðunu
görünce, (L. Beater’e göre) korkmaya baþlar ve derhal
kendisinni savunmaya hazýrlanýr. Bunun için astral bedenin
çözülüp daðýlmasýna karþý koyabilmek amacýyla onun parçacýklarýný
(particles) guruplandýrýr (regroupement). Bu bedeni daðýlmasý,
elemental cevherin baðýmsýzlýðýný yitirmesi demektir. Bu
durum, onu þiddetle sanki bir nefs müdafâsýna sevkeder.
Fakat o, bu guruplandýrma iþinde baþarýlý olduðu oranda,
farkýnda olmadan insaný, arzularýnýn etkisi altýnda tutmuþ
olur ki, bu durum ruhun tekâmülü için uygun deðildir. Çünkü
önce, ruhun bir an önce “yukarý” planlara çýkmasý
gereklidir ve ruhun tekâmülü bunu gerektirir. Ayrýca, astral
bedenin dýþ tabakasý bu cevher tarafýndan guruplandýrýlma
sonucu olarak; yoðun bir hâle konulduðundan, astral planýn yüksek/
ince titreþimleri ruha nüfuz edemez. Bu durum ruhun bu planda
yeterince þuur sâhibi olmasýna ve buradan yararlanmasýna
engeldir. L.Beates’e göre bu guruplandýrma iþi þöyle
olur:
Elemantal cevher astral bedenin maddelerini, bu bedenin
en dýþ kýsýmlarýnda toplar ve orada yoðun bir tabaka oluþturur.
Öteki tabakalar merkeze doðru gittikçe seyyalleþir (süptilleþir,
incelir). Bu þekilde elemantal cevher astral bedenin parçacýklarýný
çevrede toplayarak, dýþ etkilere karþý sanki bir kale duvarý
gibi onu savunmaya çalýþýr. Þu halde insan astral plandaki
elemantal cevherin bu guruplandýrma iþlemine engel olmalýdýr.
Çünkü ruh ancak bu sâyede astral planýn tüm güzelliklerinden
ve yüksek titreþimlerinden yararlanabileceði gibi, bu bedenin
hýzla daðýlmasýný saðlamakla da daha yüksek planlata bir
an önce çýkmak olanaðýný bulur.
L.Beater’in, arkadaþlarýndan ayrýldýðý noktalarý
bu açýklama yeterince ortaya koymuþtur. Genellikle Batýlý
teozoflar tüm yaþamsal özelliklerin ruhtan geldiðine, fakat
deðiþik bedenlerden geçerken, o bedenlerin olanaklarýna göre
tezâhür ettiðine emin durumdadýrlar. Oysa L.Beater insanda
ortaya çýkan alçak nitelikli özellikleri ve ruh ile uyuþmayan
zorlamalarý, insanda üçüncü bir ilke olarak kabul ettiði
bir cevher ile açýklamaya uðraþýyor. Fikrimizce, bu yoldaki
açýklama konuyu aydýnlatmaktan çok karartmaktadýr. Hele bu
cevherin ayrý bir geliþim seyri izlemesinin ne gereðini, ne
de anlamýný anlamak olasýdýr. Dahasý, böyle bir fikir birçok
ruhsal ve yaþamsal olaylarýn açýklanmasýný ve özellikle
de tekâmül konusunu iyice karýþtýrmaktadýr. Bu elemantal
cevher konusu her noktasýnda itirazlara yol açacak söylemlerle
doludur.
Batýlý Teozoflara Göre
Ruh-Beden Ýliþkisinin Þekli ve Amacý
Batýlý
teozoflara göre, ruhun; elbise gibi bu bedenleri nasýl ve ne için
giyip çýkardýðýný da biraz araþtýralým. Bu teozoflara göre,
en yüksek bir plan olan mental planda ruhlarýn az ya da çok
kalmalarý onlarýn tekâmül düzeylerine baðlýdýr. Ruhlarýn
þuur hallerinin “yüksek” bölgelerde yoðunlaþmasý ve
geliþimi, onlarýn “yükseklik” dereceleriyle iliþkilidir.
Ýþte ruhlarýn bu tekâmül olanaklarýný saðlayacak olan þey
de onlarýn dünyaya (maddeye) inmeleridir. Teozoflara (ve özellikle
de L.Beater ’e) göre ruhun enkarnasyonu ve dezenkarnasyonu
bir tür nefes verme ve nefes alma gibidir. Tekâmüle
gereksinimi bulunan bir ruh, kendisinden bir parçayý “aþaðý”
planlara yöneltir. L.Beather bunun “extariorisation” olarak
adlandýrmýþtýr. Bu, bir nefes verme gibidir.
Eksteryorizasyon bir zaman sürdükten sonra; ruh “aþaðý”
plana gönderdiði parçasýný tekrar geri alýr. Bu da nefes
almaya benzetilmiþtir.
Örneðin, az geliþmiþ bir kimseyi gözümüzün önüne
getirelim: Teozoflara göre, bu kimse dünyada bir süre kaldýktan
sonra, çeþitli bedenlerinde ardý ardýna ölümünün ardýndan,
mental bedeniyle kalarak mental plana çekilir. Fakat mental
plan 3 tabakadýr. Bu ruhun en “yüksek” mental tabakalarda
yaþamasý henüz olanaklý deðildir. O, “yukarýdan” baþlayarak
ancak üçüncü tabakaya eksteryorize olabilir, yani þuurunu
ancak burada toplayabilir. Bunun için, ilk geliþlerde, bu
tabakada cereyan eden þeylerden haberdar olmaz. Bu durum, onun
burada büyük þeyler öðrenmesine olanak saðlamaz. Bununla
beraber o, bir üstadýn (maitre) “çekiminden” ve varlýðýndan
etkilenebilir. Bu durum, henüz açýlmamýþ bir goncanýn üzerine
tutulan canlandýrýcý ýþýk huzmeleriyle o goncanýn canlandýrýlmasýna/
uyarýlmasýna benzer. Bununla birlikte o, dýþarýdan gelen
tesirlere kapýlýr. Ýþte bu yüzden bu tabakada uzun süre
kalamaz, kalabilmesi için daha çok tekâmül etmesi gerekir.
Bu “yükselmeye” hazýrlanmak amacýyla yeniden madde ortamýna
(dünyaya) iner (tekrar doðuþ). Bu iniþten sonra, biraz daha
tekâmül etmiþ olarak mental plana döner. Çünkü dünyadaki
eksteryorizasyonu sýrasýnda yeni yeni birçok deneyim geçirmiþ,
yeni nitelikler / beceriler kazanmýþ ve þuurunu geniþletmiþtir.
Þu halde ruh, mantal planýn aþaðý tabakasýna ikinci kez çýktýðý
zaman çevresinde olup bitenleri öncekinden daha iyi anlayacak
ve burada daha uzunca bir süre kalabilecektir. Bununla
birlikte, henüz mental planýn daha yüksek tabakalarýna çýkabilecek
bir durumda deðildir. Bunun için defalarca dünyaya inmek
zorundadýr. Eðer ruh yeterince tekâmül etmiþ ise mental
planýn ikinci tabakasýna çýkabilir. Fakat týpký birinci
tabakaya çýkýþýn ilk zamanlarýnda olduðu
gibi, burada da önce hemen hemen þuursuz bir durumdadýr ve çevresindekileri
anlamaz. O, buranýn “tadýný” gerektiði gibi alamayacaðý
için, ilk geliþlerinde burada uzun zaman kalamaz ve yeniden
“aþaðý” iner. Ruh böylece “nefes alýp vermeler” þeklinde
dünyaya gelip giderken mantal planýn en yüksek tabakalarýna
dek yükselir. Sonunda, ruhun, âlemin gizemine vâkýf olmasýna,
uyum saðlamasýna(adeptat) yaklaþmasý olanaklý duruma gelir.
Artýk o, en yüksek bir planda kendi hâlini (ego) bulur. Onun
bu hâli tekâmüle baþlamazdan önceki durumu gibidir. Fakat
arada çok büyük fark vardýr. Þimdi o, tekâmül etmiþ bir
durumdadýr. Yani tedrîcen ilerlemiþ bir þekilde yeni özellikler,
nitelikler ve beceriler kazanmýþtýr.
Teozoflara göre, acaba ruh “aþaðý” planlara nasýl
“iniyor” ? Bu konuda özellikle L.Beater ’in oldukça karýþýk,
bir o kadar da ayrýntýlý fikirlerini hýzla gözden geçirelim:
Ruh, tekâmülünü sürdürmek üzere dünyaya “inecektir”.
Bu “iniþ” bir tür “susuzluðun” ya
da “arzunun” yönlendirmesiyle olur. Burada egonun yer deðiþtirmesi
söz konusu deðildir.O, sâdece þuurun mental planýn “aþaðý”
tabakasýnda toplanmakla bu iþi yapmýþ olur. Ruh dünyaya
birden bire de “inmez”. “Yolda” kademe
kademe uðrayacaðý merhaleler vardýr. Bu merhalelerden
birincisi, kendisine en “yakýn” olan mental planýn alt
tabakasýdýr. Demek ki, o iþe önce buradan baþlayacaktýr.
Ruhun “indiði” herhangi bir planda tezahür edebilmesi için,
o planýn maddelerini kullanmaya gereksinimi vardýr. Týpký
bir ruhsal celsede kendini göstermek isteyen bir dezenkare varlýðýn
materyalize olmasý gibi; yani fizik gözle görülemeyecek bir
niteliðe bürünmek ve eþyalarý hareket ettirmek için, fizik
planýn maddesini kendi çevresine çekmek gibi, burada da ruhu,
içine “gireceði” planýn
maddelerini çevresinde toplar. Baþka bir deyiþler, bu
maddeler tarafýndan sarýlýr. Ýþte onun bu planda arazý
olan mental beden bu þekilde oluþur.
Gerçi bu planýn maddeleri ruhun “yüksek” düzeyine
oranla “alçak” bir mertebededir ama dünyada
yaþayan insanlara oranla, kapsanamayacak kadar “yüksektir”.
Ruhun bu planda tüm varlýðý, olduðu gibi tezâhür edemez.
Burada ortaya çýkan, ruhun entelektüel kýsmýdýr. Ýþte
biraz önce belirttiðimiz gibi, “ruhun bir parçasýný aþaðý
planlarda eksteriyorize etmesi” deyiminin anlamý budur. Ruhun
bu plandaki elbisesini” kurmasý için , aldýðý maddelerin
inceliði, önceki birikimine (deneyim + görgü) baðlýdýr.
Yani ruh, yoluna, geçen defa (geliþinde) bu planda býrakmýþ
olduðu yerden baþlar. Þu halde, bu kez; çevresine topladýðý
maddeler, geçen geliþinde mental planda en son býrakmýþ
olduðu maddelerin süptilliði (inceliði, lâtifliði) âyarýndadýr.
Bu bedenin kuruluþ þekli, insanýn dünya yaþamýndaki
terbiye ve çevre koþullarýna geniþ oranda baðlýdýr. Yani
insan tüm yaþamý boyunca , mental bedenini kurmayý sürdürür.
Mental bedenine yeni yeni parçacýklar eklemek, geliþtirmek ya
da ihmâl ederek onu durmadan deðiþtirir. Egonun “iniþ”
yolculuðuna devam ederken, mantal plandan sonra ilk uðrayacaðý
yer astral plandýr. Burada da ruhun bedenlenmesi için,
“yukarý” plandaki gibi olaylar geçecektir. Ruh, astral
planýn maddelerini çevresine çekerken onlardan astral
bedenini kurar. Astral beden mental bedenden daha yoðundur. Þu
halde, ruhun yüksek niteliklerinin ortaya çýkmasý astral
planda daha daralmýþtýr. Astral bedeni kuran maddeler, mental
beden hakkýnda olduðu gibi; geçmiþ astral yaþamda olduðu
gibi, geçmiþ astral yaþamdaki maddesel mertebelerin bir devamý
deðildir. Burada geçen vetire þudur: Ruh, her planda, o planýn
olanaklarýna göre kendisinin bir kýsmýný meydana çýkarabilir
ve bu durum ayný plana her geliþinde daha çok geliþmiþ bir
þekilde ortaya çýkabilir.
Görülüyor ki, ruh varlýðý herhangi bir plana
gelince, o plandaki geliþimine, önce ayný planda býrakmýþ
olduðu yerden baþlar. Bu da, ikinci geliþte, öncekinden daha
“yüksek” maddeleri kullanmakla olur. Mental beden hakkýnda
olduðu gibi, astral bedenin de kuruluþ þekli, varlýðýn dünyada
geçireceði yaþam koþullarýna göre olur. Þu halde dünyada
yaþayan bir insan, bu yaþayýþý sýrasýnda sürekli olarak
mental ve astral bedenlerini kurmak ve onlarý az çok geliþtirerek
ya da geliþtirmeyerek deðiþime uðratmaktadýr.
Bundan sonra ruh fizik âleme nüfuz eder ve fizik âlemin
maddelerinden bir beden kurar. Burada da kural aynýdýr. Ýþte
bu þekilde insan, çocukluðundan baþlayarak, büyüdükçe
yavaþ yavaþ astral ve mantal maddeler üzerindeki egemenliðini
kuvvetlendirir. Bu durum, gelecek göksel yaþamýnda, kendisine
bir tezâhür zemini olacak bedenlerinin kusursuzluðunu hazýrlar.
Teofizik Düþüncelere
Karþý Görüþler
Daha önce de
belirttiðim gibi; gerek doðu, gerek batý teozoflarýnýn
konuya yaklaþýmlarý birçok noktadan kuvvetli itirazlara yol
açabilir. Bunlar üzerinde ayrý ayrý durmaya kitabýmýzýn
hacmi uygun deðildir. önce þunu belirtmek gerekir ki,
deneysel sonuçlar teozoflarýn görüþlerini kanýtlamaktan çok,
ileride ele alacaðým ruhçularýn perispiri yaklaþýmlarýný
güçlendirici içeriktedir. Bu denemeler üzerinde de ayrý ayrý
duracak deðiliz. Yalnýz kýsaca bir noktaya deðinmeden geçemeyeceðiz:
En yetkili yazarlarýn yapmýþ olduklarý dedublaman çalýþmasýný
ele alalým. Burada bir dublenin oluþum þekli gözden geçirilirse,
birbirinden koyu çizgilerle ayrýlmýþ deðiþik bedenlerin
oluþtuðunu gösteren hiçbir kanýta rastlanmaz. Bir fantomun
oluþumu, en seyyal (ince, latif, süptil) maddesel durumlardan,
en yoðununa dek, sanki bir renkten ötekine geçerken olduðu
gibi, sonsuz bir takým nüanslar içinde ve yeni yeni özellikler
de göstererek ortaya çýkar. Bu konuda açýk bir fikir
verebilmek için güvendiðimiz araþtýrmacýlarýn
deneyimlerinden yararlanarak bir fantomun nasýl oluþtuðunu kýsaca
görelim:
Dedubluman deneyine(celsesine) hazýrlanmýþ bir somnambülün
üzerinde önce fosforeson parýltýlar oluþur, sonra bunlar
yavaþ yavaþ yoðunlaþýr ve süjeden ayrýlýrlar. Daha sonra
bunlar; birisi süjenin saðýnda, ötekisi de solunda olmak üzere,
hafif buhar þeklinde iki sütun oluþtururlar ve bu sütunlar süjenin
solunda birleþerek, onun bedenine benzeyen bir beden hâline
gelirler. Bu iþlemde ayrý ayrý bedenlerin oluþumunu deðil,
bir bedenin deðiþik derecedeki yoðunluðunu görüyoruz.
Teozoflarýn baþka tamamlayýcý deneylerde almýþ
olduklarý, sonuçlardan, burada astral ve eterik diye ayrý ayrý
iki beden olduðu hakkýnda çýkardýklarý sonuçlar da
kuvvetli kanýtlara dayanmaz. Dahasý, gene filozoflara göre,
astral bedenin, insan bedenine benzeyen belirli bir þekli vardýr,
esîrî bedenin de aynen böyle bir þekli vardýr. Oysa,
dedublumanýn oluþumu sýrasýnda, ayrý ayrý iki bedenin yani
astral ve eterik bedenlerin, süje dýþýnda oluþtuðu bir aþamayý
kabul etmelerine karþýn, teozof deneycilerden hiçbiri bize bu
bedenlerle ilgili özellikleri içeren iki bedenin ayrý ayrý görüldüðünü
söylemiyorlar. Bundan baþka onlarýn “astral beden” diye
kabul ettikleri þey, eksteryorize olan maddenin þekilsiz ve
seyyal bir hâlidir. Bu ise astral bedenin nitelikleri hakkýnda
teozofik iddialara uygun gelmiyor. Bununla birlikte, bu
deneylerden vazgeçerek; teozofik teorileri kendi bünyelerinde
bile incelesek, onlarýn ruh-beden konusunda bizi doyurucu
kuvvetle olduðunu göremeyiz. Buradaki birçok çeliþki ve
genellikle açýk seçik olmayan söylemler içinde boðulmuþ
fikirler bizi aydýnlatamaz. Hakikatler, karmakarýþýk
fikirlerle deðil, derin ama sâde fikirlerle bulunabilir.
Teozofik teoriler, her þeyden önce insan varlýðýnýn,
hattâ evren varlýðýnýn en büyük bilinmezi olan tekâmül
konusunu anlaþýlmaz bir hâle sokmaktadýr. Dikkat edilirse,
gerek Doðu teozoflarýnýn, katerner ögeleri, gerek Batý
teozoflarýnýn bedenleri ya da elemantal cevherleri fânidir.
Bunlar gelip geçici bir halde ruhla birleþmiþlerdir ve ona
bir takým alçak tertipte zorlamalarda bulunurlar, bilerek /
bilmeyerek insaný yanlýþ yola yönlendirmeye çalýþýrlar.
Tüm bunlardan sonra da, bir daha insan ruhuna dönmemek üzere
onu kendi planlarýnda ebediyen terk ederler. Bu þekilde ruh,
her plana geliþinde baþka bir beden “giymek” baþka bir ögeyle
ya da cevherle birleþmek zorunda kalýr. Ýþte ideal bir tekâmül
fikrinin açýklanmasýný güçleþtiren birinci nokta budur. Böyle
bir anlayýþ ile ne yapýlýrsa yapýlsýn, nasýl düþünülürse
düþünülsün; “Ruh; madde evrenine niçin gelmiþtir, ruhun
melekeleriyle madde âleminin geliþim olanaklarý arasýnda ne
gibi bir iliþki vardýr ve nihâyet, madde evrenindeki ruh tekâmülünün
ideal amacý nedir?” vb. sorularýnýn yanýtlarýna ulaþýlamaz.
Tüm maddeler insanýn geliþimine yarar, bunu herkes söyler.
Fakat bunun amacý nedir? Ýþte üzerinde derinden derine
durmaktan çekinilen nokta budur. Önce, ruhun olgunlaþmasý
nedir? Ruhun olgunlaþmasý vetiresinde maddelerin oynadýklarý
rol nedir? Ne teozoflar, ne ruhçu filozoflar bu nokta üzerinde
uzun uzadýya durmuþ deðildirler. Gerçi bu konuda pek çok þey
söylenmiþtir fakat bunlarýn içinden yukarýda ortaya koyduðumuz
sorularýn yanýtlarýný çýkarmak olasý deðildir. Üzerinde
ýsrarla durulmasý gereken konu þudur: Ne þekilde düþünülürse
düþünülsün; acaba madde, ruhun sâdece bir tekâmül aracý
mýdýr, yoksa tekâmül bakýmýndan madde ile ruhun iliþkileri
evrenimizdeki ruh varlýðýnýn bir zorunluluðu mudur?
Ruh,
Maddesiz Tezâhür Edemez
Biz madde aracýlýðýyla
olduðu söylenmekte olan bir “ruh olgunluðu” nun ne olduðunu
anlayamýyoruz. Bunun þöyle olmasý gerekir: Ruhun madde ile
iliþkilerindeki zorunluluðun bir amacý vardýr. Söz konusu
olgunluk bu amacýn gerçekleþmesidir ki, bu fikrin açýklanmasýna
/ ayrýntýsýna ileride girilecektir. Ýþte biz teozofik
teorilerin, bu þekilde düþünülen olgunlaþma yolunda aydýnlatýcý
ve doyurucu içerikte olmadýðýný görüyoruz. Eðer tüm bu
bedenler ya da ögeler, daha doðrusu, ruhun bu tekâmül araçlarý,
bir süre kullandýktan sonra, bir daha geri gelmemek üzere ruh
için ebediyen ölüp gidiyorsa; insanlarýn, ruhlarýnýn bu
kadar didinmeleri ve kazançlarý ne oluyor? Eðer bu deneyimler
ve sonuçta elde edilen kazançlar ancak ve ille de maddeler
aracýlýðýyla oluyorsa, maddelerin geliþimini ruhun tekâmülünden
ayýrmamak gerekir. Nasýl ki, bunu teozoflarýn her söylemi doðrulamaktadýr.
Oysa, ruhun madde âleminde tezâhür olanaðýný saðlayan
aracý, böyle her adýmda deðiþirse, onun sürekli olarak
kabul ettiðimiz “yükseliþ” nedenlerini açýklayamayýz.
Bu konuda iyi anlaþýlmasý ve anlatýlmasý gereken bir
nokta vardýr. Tüm deneysel ruhçuluk ve teofizik söylemlerden
çýkan genel anlama göre; 1- Ruh, maddesel bir araca sâhip
olmayýnca hiçbir tezâhür gösteremez, 2- Ruhun, maddesel bir
aracý olmayýnca, tekâmül de edemez. Demek ki, ruhun tekâmülü,
maddesel araçlarýn geliþimiyle örtüþme / uyum hâlindedir.
“Maddenin geliþimi”nden anlaþýlan ise; onun daha seyyal
(süptil, lâtif, titreþimi yüksek), daha iþlek; yani daha yüksek
ve iþlek bir araç ile yaptýðý iþi kaba bir araç ile yaptýðý
iþi kaba bir araç ile yapamaz. Ruhun madde evrenindeki varlýðý,
onun bu evrende gerçekleþmesi olanaklý olan tüm kudretlerini
ortaya çýkarmak ve geliþtirmek zorunluluðunu doðurmuþtur.
Bu durum ruhun en belirgin özelliði olan tesirliliðine tezâhür
zemini bulmasý ihtiyacýndan ileri gelir. Þu halde, ruhun
derece derece yükselen bu olgunluðunu saðlamak için maddesel
aracýnýn da derece derece yükselmesi gerekir. Fakat ruh,
madde evrenine “inmezden” önce de her derece yükseklikteki
maddeler vardý. Eðer ruh, istediði maddeyi derhal bulabilecek
bir durumda olsaydý, bu çok zahmetli tekâmül devrelerini geçirmeye
gerek kalmadan, en yüksek mertebedeki maddeler âlemine atlayýverirdi.
Neden böyle olmuyor?
Ruhun madde üzerindeki tesirliliðini gösterebilmesi,
onunla olan iliþkilerinde ilerlemiþ ve olgunlaþmýþ olmasýna
baðlýdýr. Acaba buradaki bu iliþkiden/iliþkilerden amaç
nedir? Ruhun madde ile iliþki kurmasý demek, onun içinde
gizli olarak bulunan tesirlilik gücü ile orantýlý etkilenme
niteliði geliþmiþ, yani ruhun “emrine” yatkýn olgunluða
gelmiþ maddesel araca sâhip olmasý demektir. Ruh ancak böyle
bir tekâmül aracý ile istediði madde üzerinde istediði
etkinliði gösterebilir. Þu halde ruhun, deðiþik planlardaki
maddeler üzerinde tesirliliðini gösterebilmesi, ancak onun bu
iþe uygun, sürekli ve “yükselerek” geliþen bir araca sâhip
olmasý ile olasýdýr. Ýþte ruhun, evrende geçirdiði “acý
/ tatlý” deneyimler, bu ilkel aracýný farklý farklý çevrelerde
ve deðiþik bileþimler içinde kullana kullana onu, evrenin
her maddesiyle kendisini iliþkilendirmeye yarayacak bir duruma
koymasý içindir. Biz hiçbir ruhun bir araç kullanmaksýzýn
maddeler üzerinde etkili olabileceðini kabul etmiyoruz.
Ruhun, “yüksek” maddeleri kullanmasý, bu maddeler
üzerinde tesirliliðini gösterebilmesi demektir. Oysa ruhun bu
tesirlilik özelliði onda yeni doðmuþ deðildir. “Ruh, ilâhi
bir lem’adýr” denilmiþti. Onda, bir yaratýlmýþýn Ýlahi
Ýrâde Yasalarý kapsamýnda geliþmesi zorunlu olan tüm
kudretler potansiyel olarak bulunur. Fakat bu kudretlerin geliþimi,
ruhun o yönde çalýþmasýyla bulacaðý tezâhür zeminleri
oranýnda olanaklý hâle gelir. Maddesel evren ruh
melekelerinin belki sýnýrsýz olan geliþim yönlerinden
biridir. Ruhun madde evrenine girmesi fikrini, maddelerle iliþki
hâlinde olmuþ bulunmasý fikrinden ayýramayýz. Bu iliþkide
daha önce belirtildiði gibi, ancak maddesel bir araca sürekli
olarak sâhip olmakla saðlanabilir. Evrenimizde bulunduðu sürece
bir ruhun maddesel iliþkiden bir an bile ayrý kalabileceði söz
konusu olamaz.
Ruhun tekâmülünden söz ederken kastettiðimiz þey,
madde ile ruh iliþkisinin gerçekleþmedir. Maddesel iliþkiden
kurtulmuþ tek baþýna bir ruh, “olgunluk” la ilgili bizim
düþünebileceðimiz anlamda; ne kusursuzdur, ne de kusurlu.
Maddeden soyutlanmýþ bir ruh olgunluðu, maddeden ayrý bir
ruh gibi aklýmýzýn almadýðý boþ bir sözden, anlamsýz
bir hipotezden ibâret kalýr. Bize göre ruhun tekâmülü
fikri, onun ancak madde ile iliþkiye girdiði andan itibâren
baþlar ve o iliþki boyunca sürüp gider. O halde, ruhun tekâmül
zorunluluðu, bu iliþkinin geliþimi/ilerlemesi zorunluluðudur.
Örneðin, ruhun maddeden bir an ayrýldýðýný kabul
etsek, o anda onun madde evreniyle ilgili tüm kazançlarýndan
yoksun kaldýðýný ve bu evrene “inmezden” önceki
durumuna geri döndüðünü düþünmemiz gerekir. Çünkü
ruhun maddesel evrenle baðlantýsý doðuran zorunluluk ve o
zorunluluðun amacý ortadan kalkmýþ olur. Demek ki, ruhun tüm
kazançlarýnýn ebedî olduðunu söyleyebilmemiz için, onun
bu maddesel iliþkilerinin (maddesel esâretinin deðil!) ebedîyen
ve hiçbir kesintiye uðramaksýzýn sürüp gitmesinin gerektiðini
kabul etmemiz gerekir.
Ruhun madde evreniyle ebedî iliþkisi demek, ruh oradan
ayrýldýktan sonra bile geliþtirmiþ olduðu aracýdan ebedîyen
ayrýlmamasý ve onunla kendi melekeleri arasýndaki iliþkilerini
tekâmül amacýna ulaþtýrmýþ olmasý demektir. Ýþte, bize
göre; ruhun maddesel evrendeki ve özellikle ýstýraplarla geçen
onun ilk merhalelerindeki tüm didinmelerinin hedefi bu iþi saðlamaktýr.
Bununla birlikte bu sözümüz, eðer az çok doðru ise; ancak
bu evrene, yani bizce sonsuz olan fakat ruhun ebedî yaþamý
karþýsýnda hiçbir zaman ve mekân deðerini hâiz olmayan
maddesel evrenle ilgilidir.
Biz, evrendeki tüm tekâmül merhalelerini tamamlamýþ
ideal olgunluða ulaþmýþ ruhlar hakkýnda bile maddesel iliþkilerin
kesintiye uðramasýný olasý görmezken, henüz bu tekâmül
merhaleleri içinde yuvarlanmakta olan ruhlarýn maddesel
ortamlardan ayrýlabileceklerini bir an için bile düþünemeyiz.
Bunu kabul ettiðimiz anda, ruhun bu evrenden ayrýldýðýný,
oraya hiç girmemiþ gibi olduðunu da kabul etmemiz gerekir.
Çünkü o, bu araç ile baðlýdýr, onun bu evrenle iliþkilerini
saðlayan da odur. Kýsacasý, ruhu bir an bile maddesel varlýðýndan
ayrýlmakla, tekâmül konusunu anlaþýlmaz bir þekle sokmuþ
oluruz.
Ruhun maddesel evrendeki kazançlarý nelerdir? “Bu
kazançlar ruhun kendi bünyesindedir” diyemeyiz. Böyle bir
iddianýn karþýsýna haklý olarak birçok itiraz çýkar.
Ruhun elde etmiþ olduðu kazançlarýný maddeyle olan iliþkilerinde
gördüðümüze göre, bu kazançlarýn, maddesel iliþki saðlayan
araçta depo edilmiþ olduðunu; hem zorunlu olarak kabul
ederiz, hem de böyle bir düþünce ile birçok fikir sâhiplerini
rahatlatmýþ oluruz. Buna karþýlýk, birbiri üzerine giyilmiþ
çamaþýrlar gibi, birçok beden kabul eder ve bu bedenleri
ruhun her adýmda kolayca çýkarýp atýverdiðini ve sonunda sýk
sýk ruhun saf hâle (yani, çýplak hâle) girip, yeniden yeni
bedenler giyerek madde âlemine girdiðini düþünürsek; tüm
bu giysiler aracýlýðýyla nelerin kazanýlmýþ olduðunu ve
kazanýlmýþ olan þeylerin nerelerde bulunduðunu haklý
olarak kendi kendimizden sormak zorunda kalýrýz. Maddeden
tamamen soyutlanmýþ saf bir ruhun örneðin, ruhun hafýza
melekesi söz konusu olamaz. Çünkü bu melekenin kanýtý / iþâreti
olan þey, ruhun ancak maddeler evreninde olanaklý olaylarla
iliþkisinin sürüp gitmesine baðlýdýr. Bu iliþkiyi saðlayan
aracýn var olduðunu kabul etmediðimiz anda hafýza melekesini
de zorunlu olarak söz konusu edemeyiz. Týpký bunun gibi ruhun
tanýdýðýmýz ya da tanýmadýðýmýz baþka melekeleri hakkýnda
da ayný þeyi düþünebiliriz.
Tüm bunlarla beraber þunu da hemen kabul ederiz ki, teozof
duayenlerin bu konuda birçok gerçeði gördüðüne eminiz. Bu
görücülerin (durugörürlerin) görece “yüksek” maddeler
âlemiyle ilgili gözlemleri metapsiþik ve animik uygulama bakýmýndan
çok önemli ve deðerlidir. Bunlardan hepimiz yararlanýyoruz.
Teozoflar tarafýndan görülen auralar, renkli maddesel tezâhürler
ve baþka emanasyonlar kuþkusuz boþ ve anlamsýz þeyler deðildir.
Burada bizler; kendini fýndýk kabuðunun içinde hapsederek, dýþarýdaki
tüm olup bitenleri görmemezlikten gelen gâfiller gibi düþünmüyoruz.
Biz bu gözlemlerin doðruluðunu kabul ediyor ve hattâ
onlardan yararlanma yolunu araþtýranlar arasýnda bulunuyoruz.
Biz ancak bunlarýn teozoflarca yapýlan tesirlerine ve bu
tesirlerden doðan görüþlere ve yorumlara karþýyýz.
Bize göre ne ruh ne de evren fizikoþimik maddelerin dar
olanaklarý içinde sýkýþýp kalmýþ bir yaklaþýmdan doðan
üç beþ kalemlik “beden” ya da “ilke”lerle sýnýrlandýrýlamaz.
Buutlar hakkýndaki açýklamalarý okuyanlar çok iyi bilirler
ki, teozoflarýn son tekâmül merhalesi ve olgunluk zirvesi
olarak tanýmladýklarý en “yüksek” planlarýn maddeleri
(mantal plan) bile büyük madde evrenimizin içinde hemen hemen
hiçbir deðer ifade etmeyecek kadar küçük kalan üç buutlu
âlemimizin dýþýna çýkmamaktadýr. Teozoflar, madde âleminin
son sýnýrý ve belki de “dýþ”
diye önerdikleri bu alanlarda ne þekil, ne de renk
kavramlarýndan kendilerini kurtarabiliyorlar:”Oval þekiller”,
“renkler”, “büyümek / küçülmek”, “geniþlemek”
vb. gibi mekân fikrinden asla ayrýlmayan nitelikler eninde
sonunda üç buutlu âlemin gerekleridir. Maddesel evrendeki
üç buutlu âlemin deðeri hakkýnda bir fikir edinmek için
buutlar konusunda yapmýþ olduðumuz deðerlendirmeleri yeniden
gözden geçirmek yeterlidir.
Durum böyle olunca, tüm maddelerin ve evrenin “üzerinde”
olan ruh ve onun tüm yaþamýný ve kozal kaderini ve hele
bunlarýn hiçbirisiyle karþýlaþtýrýlmasý söz konusu
olmayan MUTLAK VARLIK’ý küçücük evrenimizin en ufak bir köþesini
bile doldurmayan üç buutlu dünyalarýn realiteleri içine sýðdýrmaya
çalýþmak, çocuk sâfiyetiyle yapýlmýþ büyük bir hatâ
olur. Biz burada hiçbir ekolü, hiçbir kanaati küçümsemek
amacýyla hareket etmiyoruz. Belki herkesin söylediði doðrudur
ve belki bizim söylediklerimiz doðrudur. Ne birinci, ne de
ikinci durumda bugün bizim varmýþ olduðumuz kanaatler hiçbir
zaman iddakârlýk boyutlarýna varmayacaktýr. Bizim yukarýdaki
görüþleri ortaya koymaktaki amacýmýz, kendi yolumuzu þimdiye
kadar topladýðýmýz bilgi ve duygu unsurlarýyla çizerken,
öteki yollarý da gözden geçirmek gereðini duymuþ olduðumuzu,
fakat oralarda tatmin edilmediðimizi, nedenleriyle
belirtmektir.
Ruhçularýn Ruh- Beden Ýliþkisi
Hakkýndaki Görüþleri
Ruhçularýn
perispiri teorileri, insan hakkýndaki bilginin geliþip geniþlemesine
yarayacak belki en doðru bir baþlangýç olarak görüyoruz.
Ruhçular, ayrýlmaz bir þekilde ruhla birleþmiþ olan
maddesel bir aracý kabul eder. Böyle bir yaklaþýmla tekâmül
fikri rahatça izleneceði gibi, öteki ekollerin düþtüðü
birçok çeliþkilerde giderilmiþ olur. Gerçi perispri teorisi
teozoflarýn “bedenler teorisi” kadar belirsiz deðildir ama
bir þeyin gerçek olmasý için mutlaka, anlatýlmasý ve anlaþýlmasý
güç bir halde bulunmasý gerekmez; sâdelik içinde en büyük
gerçekler anlatýlabilir. Kim ne derse desin, biz öteden beri,
güçlükle anlatýlmaya çalýþýlan herhangi bir teorinin gerçekliðinden
hep kuþkulanmýþsýzdýr.
Perispiri nedir? Bu sorunun yanýtýný deneysel ve klasik ruhçuluk
konusundan yetkili yazarlara býrakýyorum. Klasik ruhçuluðun
kurucusu Allan KARDEC þunlarý söylemiþtir: “Beden ile ruhu
birleþtiren bað ya da perispiri, yarý maddesel bir zarftýr.
Ölüm, en kaba zarfýn harâbiyetidir. Ölümden sonra ruh,
ikinci bedenini korur. Bu ikinci beden eterik bedendir. Bu beden
her zamanki normal durumlarda bize görünmez ama
“aparisyon” (8) olaylarýnda gelip
geçici olarak ortaya çýkar. Hattâ etorik bedene dokunmak da
olasýdýr.”
Ayný konuda Leon Denis þu açýklamada bulunur: “Ruh, ölümden
sonra olduðu gibi; cismâni yaþamý boyunca, sürekli olarak
seyyâlevî (ince, süptil, lâtîf) bir zarfa sâhiptir. Az çok
ince / lâtif (esîri) olan bu zarfa Allan KARDEC,
‘perispri’ ya da ‘ruhâni beden’ (corps
spirituel) adýný vermiþtir. Perispri, ruh ile beden arasýnda
baðlantý görevi görür. Perispri, duyularýmýzla edindiðimiz
izlenimleri ruha aktarýldýðý gibi; ruhun irâdesini de
bedene taþýr. Ölüm sýrasýnda o, fizik bedenden ayrýlýr
ve fizik bedeni mezarýnda çürümeye terk eder ama kendisi
ruhtan ayrýlmaz. O, ruhun þahsiyetinin bir dýþ þeklidir. Bu
duruna göre perispiri sayyâlevi bir organizmadýr. O, insan
varlýðýndan önce var olan ve ondan sonra da var olmayý sürdüren
bir þeklidir. Perispri öyle bir ‘sübstratom’ dur ki,
fizik beden onun üzerine kurulur. Fakat bu fizik (et) beden ne
kadar nüfuz edilemez görünse de, son derece incelmiþ bir
maddeden oluþmuþ ve görünmeyen perispri bu bedenin içine nüfuz
etmiþtir. Kaba madde hiç durmadan yaþamsal sirkülasyon ile sürekli
yenileþir. Bu maddeler insanýn sâbit ve sürüp giden kýsmý
deðildir. Doðumdan ölüme dek insan yaþamýnýn her devrinde
beþeri örgüyü ve fizyonomik hatlarý ayakta tutan
perispridir.O halde perispiri, bir kalýp rolü oynar ki, dünyanýn
maddesi onun üzerinde beden hâlini alýr. Bu seyyâlevî beden
öylece olduðu gibi kalmaz, o da ruhla birlikte temizlenir,
saflaþýr ve olgunlaþýr. O, sonsuz enkarnasyonlarý boyunca
ruhu izler, ruhla beraber derece derece (tedrîcen) ‘yükselir’
ve giderek þeffaf, parlak bir yapý ve görünüm kazanýr.
Perispri hayattan varlýðýn tüm kazançlarýný korur. Tüm
bilgiler fosforesan katlar hâlinde bu, ruhânileþmiþ bedenin
dimaðýnda yerleþir ve yeniden doðan varlýðýn beyni bunun
üzerine kurulur. Duygularýn, yüksekliði’ yaþamýn sâfiyeti
iyi ve ideal bir yaþama doðru yapýlmýþ hamleleri kararlýlýkla
geçirilmiþ deneyimler (epreuves) ve ýstýraplar perisprinin
titreþimlerini ‘yükselterek’ ve arttýrarak onu süptilleþtirir,
parlaklaþtýrýr ve saydamlaþtýrýr. Bunun tersine olarak,
sefil ve bayaðý ihtiraslar, maddeye yönelik açgözlülükler
perispiri üzerinde olumsuz etki yaparak, onu ‘aðýrlaþtýrýr’,
yoðunlaþtýrýr ve giderek daha ‘karanlýk’ bir hâle
sokarlar. Perisprinin de bedeninkine benzeyen duygularý vardýr
fakat bunlarýn kudreti bedeninkinden çok yüksektir. Perispiri
ruhâni nurla görür. Ayrýca, maddesel duygularýn kavrayamadýðý
yýldýzlarýn ýþýklarýný; ne kadar daðýnýk bir halde
bulursa bulsun, perisprinin duyularý bunlarý ayýrt eder. Ölümden
önce ve sonra, ruhlarýn görülür hale gelmeleri
(apparitions) ve maddeleþmeleri (materialisations) perispri ile
açýklanýr. Spatyomun (âhretin) serbest yaþamýnda insan
organizmasýný oluþturan tüm kuvvetlere o, düþünce olarak
(gizlide) sâhiptir.”
Son sözü, ruhçuluk konularýný pozitif bir görüþle
incelemiþ olan G.Delanne’ a býrakýyorum: “Filozofiye ve
bedensiz varlýklardan alýnan bilgilere göre; ruh maddesel bir
varlýk deðildir. Baþka bir deyiþler, ruhun bizim tanýdýðýmýz
maddelerle hiçbir baðlantý noktasý yoktur. Doðadaki
cisimlerle ruh arasýnda benzetme ile de anlatýlabilecek özelliklerin
bulunduðunu kabul edemeyiz. Çünkü ruhun imajý ve yayýný
olan düþünce, tüm ölçülerin, tüm fizik/kimya
analizlerinin dýþýnda kalýr. Fakat acaba “madde dýþý”
sözcüðünü mutlak anlamýnda kullanabilir miyiz? Hayýr.
Çünkü mutlak madde dýþýlýk yokluk olur. Fakat ruh öyle
bir varlýktýr(etre)dýr ki, bu dünyada hiçbir þey onun hakkýnda
bize fikir veremez. Bununla beraber, insanda madde ve ruh gibi
iki ögenin “birleþmiþ” olduðunu görüyoruz. Bunlar
oldukça yakýn bir þekilde bir biriyle “birleþmiþ”
lerdir ve birbirini etkilemektedirler. Ruh hakkýnda söylediðimiz
þeylerle, ruh ve beden iliþkisi konusu arasýnda bir çeliþki
var gibi görünüyor. Bununla birlikte bu çeliþki gerçek deðil,
zâhirîdir. Bunlarýn arasýnda perispri, yani “ruhun zarfý”
diyebileceðimiz
aracý üçüncü bir öge vardýr.
“Ruh maddesel olmayan bir þeydir. Çünkü onu oluþturan
olgular maddenin hiçbir özelliði ile karþýlaþtýrýlamaz.
Düþünmenin, tasavvurun ve anýmsamanýn, ne þekli, ne rengi,
ne de sertliði ve yumuþaklýðý vardýr. Ruhun bu ürünleri
fizik âlemi yöneten yasalarýn hiçbirisiyle sýnýrlandýrýlamaz;
onlar tamamen ruhânidirler, ne ölçülebilirler ne de tartýlabilirler.
Ruh, doðasý gereði harabolmaz çünkü o, bedenin daðýlmasýndan
sonra bütünlüðü ile tezâhür eder. O halde ruh; hem
maddesel olmayandýr, hem de ölümsüzdür.
“Bizlerin doðduðunu, büyüdüðünü ve öldüðünü
gördüðümüz beden, düþünen ögenin (ruhun) zarfýdýr. Bu
zarfý oluþturan ögeler, yerküreyi oluþturan maddelerden alýnmýþtýr.
Bu ögeler, organizmada bir süre durduktan sonra, yerlerini baþka
öðelere býrakýrlar. Bu iþlem þahsýn ölümüne dek sürer
gider. O halde, beden ile ruh esas olarak birbirinden ayrýlýr.
Birisi, durmaksýzýn oluþan þekilden þekle
girmelerle(transformations); öteki
de, cevherlerindeki deðiþmezliðiyle belirginleþir… Bununla
birlikte, biz bunlarýn kusursuz bir uyum içinde yaþadýklarýný
ve birbiri üzerine karþýlýklý tesirler yaptýklarýný görüyoruz.
Kin, öfke, merhamet, sevgi, duygularý yüzde yansýmalar oluþturur
ve fizyonomiye özel bir karakter verir.
“Ýþte bir yandan, iyi gözlemlenmiþ olan bu karþýlýklý
tesirler, öte yandan ruhun madde dýþý oluþu filozoflar için
hayli güç bir konu ortaya çýkartmýþtýr.. En büyük zekâlar
ruhun beden üzerindeki tesirliliðini aydýnlatmaya çalýþmýþlardýr.
Fakat bu durum memnuniyet verici bir açýklamasýný ortaya
koyamamýþlardýr. Biz, bazý filozoflarýn aþaðýdaki görüþlerini
kayda deðer buluyoruz. Sürekli ve bilinen yasalara uymayan ya
da baðlantýsýz ama irâdî olsun, ruhun tartýlabilir
maddelerden yapýlmýþ beden üzerindeki tüm tesirleri, tartýlmayan
seyyalelerin (9)
bazý dalgalar aracýlýðýyla olur. Bu
dalgalarýn iletilmesi serebro-spinal ve gangion spinal þeklindedir.
“Bunlar tamâmiyle bizim düþüncelerimizdir ve biz,
sinirler aracýlýðýyla iþlenen ölçülemez/ tartýlamaz bir
seyyâlenin varlýðýný kabul etmedikçe, perisprinin rolünü
tanýmlayamayýz. Perisprinin varlýðýný gösteren en iyi kanýt,
bazý özel durumlarda insanýn deduble olabilmesidir (10). Bir yanda maddesel
beden, öte yanda bu bedenin ayný olan seyyal/süptil baþka
bir bedenin oluþmasý bu konuda kuþkuya yer býrakmaz. Ayrýca,
perispri; ruh ile bedenin karþýlýklý tesirlerini açýklamaya
yaramakla kalmaz, ayný zamanda maddeden kurtulan ve spatyomda
bulunan ruh varlýklarýnýn durumlarýný da bize anlatýr. Þimdiye
dek ruhun geleceði hakkýnda belli belirsiz fikirler vardý.
Dinler ve ruhçu filozoflar, mezarýn ötesindeki hayat hakkýnda
hiçbir bilgi vermeksizin, sâdece ruhun ölmezliðini doðrulamakla
yetiniyorlardý. Bazýlarý için ruhun hayatý ebedîyen, içinde
sâdece seçkinlere özgü zekâ sâhiplerini taþýyan iyi tanýmlanmamýþ
bir cennette geçer ya da ruh varlýklarý için cehennem korkunç
bir mekândýr. Orada varlýklar korkunç iþkenceler çeker.
Bunlarýn yanýnda yürüyen, bilimsel gözlemler ise, elle
tutulur maddelerde kalýp, ondan ileri gidemiyordu. Tüm bunlar,
ruhsal âlem ile maddesel âlem arasýnda aþýlmaz gibi görünen
bir uçurum oluþturuyordu.
“Ruhçuluk bilgisi bize gösteriyor ki, iki âlem arasýndaki
iliþkiler kesilmiþ deðildir. ‘Ölü’ denilenlerle
‘diri’ arasýnda sürekli bir iliþki vardýr. Doðum ile
ruhsal âlem, madde âlemine varlýklar verir; dünya da geçici
olarak kendisine oturmaya gelmiþ varlýklarý spatyoma gönderir.
O halde, beþeriyetle ruhâniyet arasýnda birçok baðlantý
noktalarý vardýr. Görünen âlemle görünmeyen âlemi
birbirinden ayýrýr gibi olan uzaklýk dikkate deðer bir þekilde
kýsaltýlmýþtýr.
“Eðer spatyomun maddelerden oluþtuðunu ve ruhlarýnda
maddesel bedenlere sahip olduðunu gösterirsek, bu kadar
radikal görünen aradaki farklarý bir takým küçük nüanslara
indirgememiþ oluruz. Ruhun doðasý bizce bilinmez. Fakat biz
biliyoruz ki o, seyyâlervî bir bedenle çevrilmiþ ve çevrelenmiþ
(circonscrite) durumdadýr. Bu beden, ölümden sonra ruhu, þahsiyet
sâhibi, belirginleþmiþ / seçkinleþmiþ bir varlýk hâline
koyar. Allan KARDEC ’e göre, soyut olarak ele alýnan ruh
zekidir. O, bizim soyut olarak maddeden ayrý bir halde
anlayabileceðimiz, düþünen ve tesirliliði de olan bir
kuvvettir. Seyyalevî zarfýna ya da perisprisine büründükten
sonra; ruh “espri” denilen hâle girer. Nasýl ki, bu espri
de zarfýna büründükten sonra, insan hâlini alýr.
“Bu zarf asla ruh deðildir. Çünkü o düþünmez; bu
bir giysiden baþka bir þey deðildir. Ruhsuz bir perispiri,
ruhsuz bir beden; yaþamdan ve duygulardan yoksun âtýl bir
maddedir. Her ne kadar o, tartýlmaz/ ölçülmez bir seyyâle
de olsa, yine bir maddedir, elle bile tutulabilir. Ruh bu zarfý
sâdece serbest ruh hâlindeyken taþýmaz ve ondan ayrýlmaz.
Zarf, ruh varlýðýnýn spatyom hayatýndan sonra gelecek
enkarnasyonunda da onu
izler, insanýn yaþamý sýrasýnda perispiryle ilgili seyyâle
(akýþkan) bedenle birleþir ve o, dýþarýdan gelen duygularýn
ve ruhtan gelen irâdenin geçiþ aracý olur. Bedenin tüm
aksamýna (her yanýna) nüfuz eden budur. Fakat ölümle o, ruh
varlýðýyla beraber bedenden kurtulur ve ölümsüzlüðe katýlýr.
Eðer ruhun cisimler üzerine doðrudan tesir edeceði iddia
edilseydi, bu perisprinin gereðine itiraz edilebilir ve bu
durumda bizim teorimiz çürürdü. Fakat biz olgulara dayanmýyoruz
ve bizim teorimize olan güvenimiz soyut bir idrakîn deðil,
irdelenmenin ve gözlemin ürünü olan bir sonuç olduðundan,
bu tür itirazlar bizim bakýþýmýzý deðiþtiremez.”
Ruhçularýn ve özellikle de fikirlerine özel bir saygýmýz
olan G.DELANNE ’ýn sözlerini teozoflarýnkilerle karþýlaþtýrýrsak,
aradaki sâdelik farkýný ve ruhçularýn bugünkü (1940’lý
yýllar) bilimsel etiðe uygun söylemlerindeki mantýðý ve
kapsamlý anlamý takdir etmekte gecikmeyiz.
Klasik Ruhçularýn
Perispiri Yaklaþýmlarý
Yukarýda ana
hatlarýný verdiðimiz klasik ruhçuluðun perispiri hakkýndaki
görüþlerine eklenebilecek pek fazla bir þey yoktur
diyebiliriz. Ancak, daha sonraki yýllarda yapýlan deneylerden
alýnmýþ sonuçlarý ve kendi deneylerimizden alýnmýþ sonuçlarý
bir araya toplayýnca, klasik yaklaþýmlarýn bazý belirsiz görünen
noktalarýný aydýnlatmak ve birkaç noktada onlarý geniþletmek
zorunluluðu duymaktayýz. Bu zorunluluk bizi, klasik ruhçuluðu
YENÝ RUHÇULUK adý arlýnda yeniden incelemeye / irdelemeye yönlendiren
etmenlerden biri olmuþtur. Bir kez daha yineliyorum; klasik ruhçuluk
ile YENÝ RUHÇULUK arasýndaki farklar esaslarla deðil, ayrýntýlarla
ilgilidir ve bu da tekâmül yasasý ile sürekli deðiþmek
kaderinde olan bir gerçekliðin gereðidir.
Perispriyi ruhun üzerinde giydirilmiþ bir giysi gibi
ele almak; zannedersem, ruhçularýn da
bu þekildeki söylemlerine karþýn akýllarýna gelmemiþtir.
Çünkü Gabriel DELANNE ’ýn yazýlarýndan da anlaþýlacaðý
gibi, ruh ile madde arasýnda doðrudan doðruya bir iliþkinin
bulunmayacaðýna ve ruhun özellikleriyle
maddenin özelliklerini karþýlaþtýrmaya olanak
bulunamadýðýna ruhçularda inanmýþtýr. Durum böyle
olunca, sâdece maddelere özgü olan mekân kavramý ruh için
söz konusu olamaz. Þu halde perispriyi “giyilmiþ bir
giysi” ya da ruhu sarýp sarmalamýþ bir zarf, bir küre gibi
düþünemeyiz. Gene bu yaklaþýmla biz Allan KARDEC tarafýndan
adlandýrýlmýþ olan perispiri yani “ruhun kýlýfý” gibi
bir deyimle de taraftar deðiliz. Ancak, alýþýlmýþ ve akla
da Yarkýn bir teorinin ortaya konmasýna hizmet etmiþ olduðu
için bu sözcüðü koruduk ama onu simgesel bir anlamda
kullanmaktayýz.
Kitabýmýzýn madde bölümünde uzun uzun yazdýðýmýz
gibi, zaman–mekân kavramý bize göre en yüksek anlamýný
üç buutlu evrenimizde kazanýr. Hattâ burada bile maddeler
“yükseldikçe” mekân kavramý bizim anladýðýmýz
anlamdaki deðerini deðiþtirmeye baþlar. Yer tutma gibi mekânla
ilgili maddesel özellikler daha fizik maddelerimizin alaný sýnýrýndan
çýkmadan yavaþ yavaþ ortadan kalkmaya yüz tutar. Buna bir
örnek olarak þunu gösterebiliriz:
Dünyadaki yüzlerce radyo istasyonunun yayýnýna karþýn,
radyomuzu dilediðimiz dalga boyuna ayarlayarak yayýnlarý ayrý
ayrý dinleyebiliyoruz. Teknik olanaklarýn artmasýyla bu
merkezlerin (istasyonlarýn) sayýsý onbinleri / yüzbinleri
bulursa, biz yine bulunduðumuz yerde hafif bir düðme
hareketiyle bir yayýný ötekine karýþtýrmadan bulabiliriz.
Ayrýca, bu dalga miktarlarýnýn azalýp çoðalmasýnda,
istasyonlarýn adetçe artmasýnda odamýzýn (bulunduðumuz
yerin) geniþliði söz konusu olamaz. Yani bu yüz binlerce
dalganýn odamýza sýðýp sýðmayacaðýný kimse düþünmez.
Oysa tüm bunlar maddesel titreþimlerdir ve madde ile bir
yerden baþka bir yere aktarýlýr. Bu durum, maddelerin
inceldikçe yer tutma gibi kaba maddelere özgü özelliklerden
kurtulmaya baþladýklarýný gösterir.
Bununla birlikte bu radyo yayýný, konusundan daha çok
seyyal (ince süptil, akýþkan) ve esîrî olan ruhun kullandýðý
“yüksek” maddelerde bu durumun daha geniþ bir ölçüde
ortaya çýkacaðý doðaldýr. Dahasý, fikrimizce, önce de
belirttiðimiz gibi, teozoflarýn bedenler hakkýndaki açýklamalarýnda
yanýlmalarý; gözlemlerinin, mekân hakkýndaki anlayýþlarýmýzýn
son sýnýrýnda durmasýndan ileri gelmektedir. Üç buutlu bir
idrak içinde hapsolmuþ bir dünya çocuðunun, ne kadar lüsit
(11)
olursa olsun, kendisini zaman ve mekân
anlayýþýndan ve özellikle de üç buutlu düþünce þeklinden
kurtarmasýna olanak yoktur. Bundan dolayý eðer telestezik bir
gözlemci duru görür bir teozof maddeyi en geniþ anlamýnda düþünmeye
yatkýn deðilse, maddeleri ancak görebildiði üç buutlu âlemin
içindekilerden ibaret sanacak ve idrakinin ötesindeki
maddeleri “madde olmayan” diye anlayacaktýr.
Kýsacasý, maddeler birkaç adým ileride tanýdýðýmýz
/ bildiðimiz tüm özelliklerini yitirirler. O zaman, bizim
onlarý, ruhun üzerinde bir giysi gibi giydirmeye hakkýmýz
kalmaz.
|