İçinde,
hattâ sonlarında bulunduğumuz devrenin şu günlerinde, zaman
enerjisinin yoğunlaştığını, gelişimin ve değişimin
temposunun hızlandığını biliyoruz. Genel gelişmişlik düzeyimiz bu hıza uyum sağlayabilecek donanımda ve
kapasitede değilse, çeşitli derecelerde teşevvüş ve hattâ
çatışmalar deneyimleyebiliyoruz. Söz konusu esneklik ve uyum
yoksunluğundan kaynaklanan çatışma ve hattâ şiddet içerikli
haberleri medyada çok sık okur/görür/izler olduk.
Beşerî
ilişkilerde kişiler birbirleriyle iletişime (dolayısıyla
etkileşime) girdikleri zaman; farklı düşüncelerin, farklı
bakış açılarının ve farklı beklentilerin ortaya çıkması,
bundan dolayı problem yaşanması mümkündür. Gelişim yolunda ilerlerken önümüze çıkanları,
hedefimize ulaşmamızı engelleyici olarak algılamamız, amaçlarımıza
ulaşmada karşı tarafın(başka bireylerin, etmenlerin) müdahelesi
olduğunu algılamamız durumunda çatışma/sürtüşme olması
da doğaldır. Düşüncelerde, bakış açılarında ve
beklentilerde farklılığın doğal karşılanması; herkesin
farklı bir realitede olmasından, farklı kişilik özelliklerine
sâhip olmasından kaynaklanan ve insanın gerçek doğasına çok
uygun bir durumdur. Esâsen bu farklılıklar, bizlere çokluk
ve çeşitlilik hâlinde görgü ve deneyim kazanmamız için
gelişim ve uygulama fırsatlarıdır.
Evrensel
ve varlıksal nitelikli gelişimin ve değişimim zorunluluğundan,
hele hele devre sonunun gelişime ve şuurda uyanmaya(kıyam)
zorlayıcı rahman ve rahîm olan etkisinden dolayı, birey; içinde
bulunduğu realitede “pişip”, bir üst realiteye aday
olabilmesi için kendi realitesini ve kendi doğrularını
savunmak durumundadır. Bu durum elbette herkes için geçerlidir.
Esâsen içinde bulunduğumuz realiteden bir üst realiteye,
hattâ daha da üstüne yükselmek üzere enkarne olmuş varlıklarız.
Durum böyle olunca, beşerî ilişkilerde ortaya çıkan; iletişim,
etkileşim ve hattâ çatışmalar; kendimizi sınamamız,
esneklik ve uyum kapasitemizi artırmamız, sabrımızı güçlendirmemiz
için fırsat ve sınanmalardır. Gelişim yolunda ilerlerken
karşılaştıklarımızın hepsi birer etkidir(tesir) ve
bizlerin bu etkilere nasıl bir tepki verdiğimiz önemlidir.
Yaşamın
gereği olarak içinde bulunduğumuz sürekli tesir bombardımanı
altında; ne yaptığımız, nasıl yaptığımız ve ne niyetle
yaptığımız önemlidir. Zâten karşılaştıklarımız da
bizim lâyık olduklarımız ve bunların çoğu da evrensel
Sebep-Sonuç yasasına göre önceki edimlerimizin, genel karmik
birikimimizin sonucudur. Dolayısıyla etkinin, çatışmanın
kaynağından/nedeninden çok, bizim ona verdiğimiz tepkinin
niteliği önemlidir ve bu tepki genel gelişim düzeyimizin bir
göstergesidir de… Daha açık bir söylemle, aldığımız
etkilere verdiğimiz tepkilerin; ne kadar diğerkâmca, ne kadar
hodkâmca, ne kadar bencilce/egoistçe, ne kadar fedakârca, ne
kadar gaddarca, hattâ zâlimce olup olmadığı önemlidir. İnsanın
insanla sınanması da bu etkileşimlerde saklıdır.
Aldığımız
etkilere verdiğimiz tepkiler; ne kadar bencillikten uzak, ne
kadar insânî değerler yönünde ve ne kadar vicdanî ise,
gelişmişlik açısından o kadar iyi durumdayız demektir. Bu makbul durum aynı zamanda, vicdan birim düalitesinin
olumlu zıddına pozitif değerler yüklüyoruz demektir. Gelişim
açısından vicdan birim düalitesinin olumlu zıddına pozitif
değerler yükleyebildiğimiz oranda insanız, yaşarken gelişim
açısından “doğru
yolda”yız demektir. Beşeriyete indirilmiş en büyük
ruhsal ve kutsal tebliğ olan Kur’an’da da “doğru
yol”da olmamız
defalarca anımsatılmıştır.(1) Esâsen bunun için enkarne
olduk, yaşamın amacı da bundan başkası değil.
İçinde
bulunduğumuz bu etkileşim ve zaman zaman çatışma (egoların
çatışması) ortamında/arenasında, vicdan birim düalitesinin
olumlu zıddına pozitif değerler yüklemek her zaman olası değildir;
vicdan birim düalitesinin olumsuz zıddına da(ve hatta çoğunlukla
bu tarafa) değerler yükleriz ki bu daha anlaşılır ve yaygın
söylemiyle nefsaniyeti beslemektir. Vicdan mekanizmasının bu
işleyişinden de anlıyoruz ki, sürekli etkisi altında
bulunduğumuz tesirlere verdiğimiz/vereceğimiz tepkinin türü,
niteliği(yâni vicdânî ya da nefsânî oluşu) çok önemlidir,
gelişim açısından… Aldığımız etkilere/uyaranlara ne
kadar çok vicdânî tepki verebiliyorsak, başka bir söylemle,
vicdan birim dualitesinin olumlu zıddına ne kadar fazlaca değer
yüklemişsek, “idraksel vazife
bilgisi”ne(2) o
kadar yakın değilsek bile, oraya yönelik durumdayız
demektir. Bu olumlu gidişi sürekli kılabildiğimiz oranda
Vazife Planı’ndaki “tekâmül dualitesi”ne
yönelmişiz demektir. “Tekâmül
dualitesi”, şu andaki bizde bulunan vicdan
dualitesinin Vazife Planı’ndaki adıdır.
Görülüyor
ki, enkarne varlığın gelişim ve “insanlaşmak”
açısından, başarılı bir yaşam geçirmesi için,
kendisinin biricik rehberi
ve asıl kendisi olan öz benliğiyle bağlantısını sağlayan
vicdanın yüksek realitelerinden ayrılmamış olması
gerekiyor. Böyle yapmakla birey; hem “doğru
yol”un dışına çıkmamış, hem de vicdanın daha
ileri gelişimini sağlamış oluyor. Bildiğimiz gibi, “doğru
yolda olmak” Kur’an’ın da önemle üzerinde durduğu kavramlardan
olup, İlâhî Kelâm’da “ALLAH’ın ipi” olarak ifâdesini bulmuştur(Bkz. Bakara 256,
Âli İmran 103, Fetih 2, Mâide 105, En’am 153, Nûr 54) Ayrıca,
“doğru yol”da olanlar
(yine Kur’an’a göre), “ALLAH’ın
kılavuzluk ettikleri”(Bakara
143), bir bakıma “insanlaşma” yolunda olanlar olmaktadır. Çünkü bu gibiler,
ALLAH’ın beşeriyete hitap şekillerinden biri olan
Kur’an’ı daha iyi anlarlar.
|