İnsanın
gerçek doğasıyla ilgili ruhçuluk kültürümüz bizlere,
evrenlerin ruhun eseri olduğunu söylüyor. Evrenler üstü
olan ruh da, her şey gibi; Yaradan’ın bilgisinin (“seçkin” diyebileceğimiz)
bir tezâhürü olarak, İlâhî İrade Yasaları’ndan
yararlanarak evrenlerde ve onların âlemlerinde pek çok
olgunun; sâdece başlatıcısı değil, aynı zamanda, görüp
gözeticisi durumundadır. Evren üstü ruhun evrendeki
temsilcisi ruh varlığıdır(öz benlik) ve ruh varlığının
da uzaysal objelerdeki tezâhürü bildiğimiz insan, hayvan
ve bitki bedenleridir. Yâni ruhun tesirliliği (müessiriyeti)
maddesel ortamların derinliklerine kadar “kabalaşarak”
inmektedir. Dolayısıyla doğada ruhun varlığından söz
etmek yanlış olmaz. Ama “Doğada ruh yoktur.” Şeklinde
düşünenlere de hak vermek olasıdır. Yani, kuantumdaki “hem
hem mantığı”yla(1);
ruh, doğada hem vardır, hem yoktur. Yukarıdaki anlamda ruh
doğada ve her yerde vardır ama aynı zamanda yoktur çünkü
ruh ve madde iki ayrı cevherdir, bu nedenle ruh ve madde doğrudan
doğruya bir arada bulunamaz.
Genel
animizm kapsamında
olduğunu bildiğimiz kadîm şâman bilgeliğinde, “Doğada
insan ruhuna az çok benzeyen ruhlar vardır.”(2)
söylemini burada anımsamamak ve bu söyleme katılmamak olası
değildir. Yukarıda da anlattığımız gibi,Yeni
ruhçuluk anlayışına göre, ruh fizik evrenin içinde(dolayısıyla
dünyada) değildir. Bununla birlikte ruhun evrendeki
temsilcisi öz benliktir; öz benliğin de uzaysal
objelerdeki(dünya gibi) temsilcisi; bizler,
hayvanlar ve bitkiler gibi enkarne varlıklardır. Animizmde
belirtildiği gibi “Doğada
ruhlar vardır.” ama yukarıda belirttiğimiz anlamda… Bu durumla bağlantılı
olarak, kökenlerini kadîm MU bilgeliğinden alan şâmanizmde
“ongun
geleneği” bulunmaktadır. Ongun, kâdim Asya’nın
şâman Türkleri’nde “Tanrı’nın
yeryüzündeki var oluş biçimi”dir
ve Tanrı sâdece ongunda
tezâhür eder ya da kendini gösterir. Bu söylem, tersinden
de insanın gerçek doğası hakkındaki bilgilerimize ters değildir:
Her şey Tanrı’nın(daha doğrusu, Tanrı’nın
bilgisinin) tezâhürüdür, dolayısıyla; insan, hayvan,
bitki ve tüm tezâhürat O’nun tezahürüdür. “Ongun
geleneği” Asya’nın kadîm toplumlarında o kadar
kökleşmiştir ki, örneğin;
günümüz Azarbeycan topraklarında bulunan İslâmiyet
sonrası Türk mezar taşlarında(16.Y.Y.) bile ölen kişinin
hangi boydan olduğunu gösteren “ongun işareti” bulunur.
Bilindiği gibi totemler, sâdece Asya’nın kadîm toplumlarında
ve şaman geleneklerinde değil, Amerika Kıtası’nın kadîm
yerli halklarında da yaygındır. Bunlardan kadîm Asya Türkleri’ndeki
“Tengricilik
İnancı”nda totem, içinde bir ruhun barındığına
inanılan bir cisimdir. Totem denen bu cisme böyle bir inanç
yöneltilince(atfedilince), bu inançla ve elbette belli bir
ruh hâli içinde onun karşısında bulunuldukça ya da çevresinde
bir takım ritüeller gerçekleştirildikçe, totem denen o
cisme o inanç sâhipleri tarafından da tesir yüklenir ve o
totem bir süre sonra, kendisine yüklenen bu beşerî
tesirden dolayı gerçekten, çevresine tesir yayan bir obje hâline
gelir. Günümüzdeki türbe ziyaretlerinde de durum aynıdır.
Belli bir ruh hâli içinde, hattâ türbeperestlik düzeyinde
yapılan türbe ziyaretleri ile türbe yataydan gelen
beşeri tesirlerle sürekli şarj olur. Türbe kimin adına inşa
edilmişse, yâni o türbede defnedilmiş durumda bulunan her
kim ise, 100 hattâ 1000 yıllar boyunca, o kimsenin kendi
tesirinden çok, türbeye yapılan ziyaretler boyunca birikmiş
olan tesir vardır. Gelip gidenler tarafından algılanan bu
tesirden dolayı türbeye bir kutsiyet
yöneltilir ki bu çok yanlıştır çünkü kutsal
olan ALLAH’tır ve türbeperestlik şirk düzeyinde bir beşerî
kusurdur. Geçerli olan ilkenin aynı olmasından dolayı türbelere
de değindikten sonra, yeniden konumuza dönerek irdelememizi
sürdürelim.
Genel animizm kapsamında
olduğunu bildiğimiz kadîm şâman bilgeliğinde “doğada
ruhların bulunduğu” inancının olduğunu, hattâ
bunlara “doğa
ruhları” dendiğini yukarıda belirtmiştik.
Animizmdeki bu inancın ruhçu kültürdeki karşılığının
da, “her
şey ruhun tezahürüdür, canlı/cansız olarak bilnen her şey
ruhun tesirliliği(müessiriyeti)altındadır ve aslında
‘cansızlık, şuursuzluk ‘diye bir şey söz konusu değildir…”
bilgisi olabileceğini önermiştik. “Her
şey ruhun tezâhürü” demenin kadîm
Yunan bilgeliğindeki karşılığı da “evrendeki
görünür / duyulur her şeyin bir ideası olduğu”
bilgisidir(Platon, Parmenides). Yine, insanın gerçek doğasıyla
ilgili bilgilerimizden biliyoruz ki, Enkarne durumda bir varlık
“canlı”dır
ve bu, onun “can hâli”dir; ölüm dediğimiz geçişle de “can hâli” sona erer, o
artık “cansız”dır, ya da zaman zaman kullandığımız yaygın söylemle
“canı
çıkmış”tır. Bu gerçek olgu, kadîm şaman
bilgeliğinde de anlamını bulmuştur: “Can insanın dışına çıkabilir….” Bu durum sürekli , yâni
bedene dönmemek üzere bir “çıkış” ise, bu ölümdür ama geçici bir “çıkış”(yâni beden dışı
bir durum) ise, bunun deneysel ruhçuluk ve parapsikolojideki
karşılığı “astral
seyahat”, “şuur projeksiyonu”, hattâ “teleportasyon”dur.
Şamanizm, "astral seyahat” denilen
paranormal deneyim(3) konusunda en zengin din ya da
inanç sistemlerinden biridir. Şamanizmde astral seyahat ritüeli
sâdece Şaman aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Astral
seyahatte, bir yerden bir yere gitmekten çok, bir “şuur projeksiyonu” söz
konusudur. Transta en üst düzeye ulaşabilen bir Şaman, yıldızların
düzeyine kadar “yükselebilir”. Diğer doğaüstü yetenekleri, büyü, şifacılık,
dedublümandır (teleportasyon). Şamanizmdeki paranormal
deneyimler kapsamında sayılabilecek “can çalınabilir / yenebilir” inancının da bulunduğunu
biliyoruz. Bu durumun da ruhçuluk penceresinden açıklaması
obsesyon konusuyla ilgili olabilir, yâni; iki varlıktan
birinin(elbette ortak yaşam planları gereği) ötekisine
musallat olması, bu şekilde onun iradesini ve aklını sanki
“çalması”…
“canın
yenmesi” durumu ise belki, (obsesyonun daha ileri ve
yoğun aşaması olan) posesyon durumuyla ilgili olabilir.
Şamanik inançlardaki, “Can bedeni terk edince, insan ölür; ancak, ruhun bedende kaldığı
ve yaşayanlardan öc alabildiği…” konusuna
gelince; bu durumlara da, ruhçuluk açısından obsesyon ve tekinsizlik başlıkları
altında açıklanabilir(3).
Yukarıda alıntıladığımız şamanik inançtaki “ölüm” kavramıyla bağlantılı
olarak burada “ölülerin
de ölmesi” şaman inancını
da ele alabiliriz. Bu inanç, bir açıdan obsesyon
ve daha çok da tekinsizlik vak’alarını çağrıştırıyor.
Şöyle ki, ruh-beden ilişkisinin ve ölenin dünya ile de
ilişkisinin tamâmen kesilmesi tam ölümdür ama görünüşte
ölen varlık dünya maddesi ve dünyasal koşullandırmalara
gereğinden fazla gömülmüş ve bu bağımlılıklardan
kendini bir ömür boyunca biraz olsun kurtaramamışsa, dünyanın
kaba titreşimiyle özdeşleşmişliğini ve bağımlılığını
sürdürür. Yâni bedenen ölmüş görünse de “bedensiz” yanıyla astralin “alt” tabakalarından öte
yükselemez. Bu durumdaki varlığa tam olarak öldü denemez.
Çünkü bu varlık “ölüm” dediğimiz geçişi tam
olarak yapamamıştır, dünya ile spatyom arasında ve dünyaya
daha yakın bir yerlerdedir. Bu durumdaki bir “bedensiz”in obsesyon ve
daha çok da tekinsizlik vak’alarına neden olması çok doğaldır.
İşte böyle bir varlık belki ruhsal rehberlerin yardımıyla
ya da başka bir şekilde ve elbette uzunca bir süreden sonra
astralin söz konusu “alt”
tabakalarından kurtulup “yükselmeye” başlar ve dünya
ile bağlantısını sıfıra yakın bir dereceye
indirebilirse, o zaman ona “tam
öldü” denebilir. İşte bu durum, şamanizmdeki “ölünün
ölmesi” söylemine karşılık olabilir.
Yukarıdaki
durumla ilgili olarak başka bir olasılık da “ölüm” olgusunun
kendisiyle ilgili olabilir. Şöyle ki; enkarne bir varlık dünya
da öldüğü zaman, spatyom da doğar; spatyomda ölen dünya
da ya da başka bir uzaysal objede doğar. Bu yaklaşımla, dünyadan
bakıldığında, spatyomdaki durumumuza “ölü”
dersek, oradan dünyaya enkarne olan bir varlık için “ölünün ölmesi”
denebilir ama bu mecazî anlamda bir ölmedir. Esâsen “yok
olmak” anlamında ölmek söz konusu değildir, ruh
varlığı olarak hep varız; bir süre için dünyada, bir süre
için dünya ötesinde… Bunlardan ayrı olarak “ölünün de ölmesi”
inancı söz konusu olduğunda, açıklama bağlamında, “realitede ölmek” durumu
da önerilebilir: “Realitede ölmek” deyimi, daha çok,
enkarne bir varlığın içinde bulunduğu realitede olgunlaşarak,
o realiteden ayrılıp(“ölüp”)
bir üst realiteye geçmesi olarak ele alınır. Bu durum
elbette gelişim açısında olumlu bir hamledir ama varlık içinde
bulunduğu realitede gelişim yönünde yeterli cehit ve irade
ortaya koyamıyorsa(ki bunlara “ölü yaşayanlar”
denir), o realitede bir bakıma “çakılıp
kalmış”, yâni zaten ölü iken, bir daha ölmüş
denebilir. Şamanlardaki, “ölülerin de ölmesi” bu şekilde
de açıklanabilir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, derinlikli kadîm bilgilerin
ortak yanları çoktur, aynı kavramlar farklı şekillerde ve
değişik sembollerle ifâdeye konmuştur. Kaldı ki, yukarıda
ele aldığımız ruhçuluk ve şamanizmin, kadim geçmişte
MU Bilgeliği’nde birleşen ortak bir kökenleri olduğunu
biliyoruz.
|