Ateşin kökeni ve doğası en eski çağlardan beri teorinin,
spekülasyonların ve araştırmanın konusu olmuştur. Yerli
kabileler Uzakdoğu’da hep gündüzleri ortaya çıkan küreyi
görmüşlerdir, bu küre gökyüzünü aşıyor, ateşli, gizemli bir
gücü temsil ediyordu. Dolayısıyla, Güneş-Tanrı sakinleşen
kızgınlığıyla güneşten kavrulan dünyaya alevlerini saçtığında
yerliler, genellikle en sevdiği av alanını ve hatta ateşin
doymak bilmeyen, yedikçe açlığı artan canavarının avını
gördüler. Şimdi ise ateş, korkunç gök gürültülerinin,
bulutlardan aralıksız sıçrayan kör edici alevlerin ortasından
geri çekilmiş ya da millerce uzaklara kadar yıkım püskürten
dağların korkunç teröründen kaçmış durumda. Şüphesiz
aborjinlerin saf imajinasyonları ateşin kökeni ve doğası ile
ilgili çeşitli düşünceler üretmiştir. Şimdi bile, milenyumlar
süren bir süreçten sonra, modern aborjinler olanca keskin
zekalarına rağmen bulmacayı tam olarak çözememekte, bu her
yere nüfuz eden unsurun esaslı doğasını kavrayamamaktadır.
Bu
sorunu çözmek adına bilimsel araştırmalar hangi genel
çözümleri üretmiştir? Laplace’ın belirsizlik hipotezine göre
ısı, tüm maddelerin ilk olarak gaz halinde varolmasına neden
olmuştur. Sir Humphrey Davy ısının, bedenin kan hücrelerinin
onları birbirinden ayıran titreşimi olduğunu söylemektedir.
Yine, ısı fenomeninin ilk akla gelen nedeni harekettir ve
ısının iletişim yasaları, hareketin iletişim yasaları ile
aynıdır.
Şimdiki zamanın bilimi, ısının bir hareket biçimi olduğu
ifadesini tekrarlamaktır. Bu ifade de bizi hemen şu soruyla
karşı karşıya getirmektedir; “Hareket nedir?” Eyvah! Onca özen
gösterdiğimiz bilimsel araştırmalar bize zerre kadar tatmin
edici bir yanıt veremiyor. Aynı şekilde bilime şu soruyu da
sorabiliriz, “Hayat nedir? Tanrı nedir? Soyut zaman ve mekan
nedir?” Makul kabul edilen bilime başvurarak, onun rehber
niteliğindeki elini sıkarak geniş ve çekici bir otobana çıkmış
oluruz ve bu tıpkı çıkmaz bir yol gibi aniden kocaman ve
aşılmaz bir dağın önüne bizi getiriverir. Bulunduğumuz
yüzyılın bilgisine sahip olmakla gurur duyanlar olarak altüst
olmasak bile sallanmış olmalıyız ve adımlarımızı geriye doğru
döndürmeliyiz; çünkü bizler sadece heves uğruna zevk almak
için bir geziye çıkmış değiliz, bu daha çok en değerli
mücevheri aramaya çıkmış bir madencinin keskin bir arayış
içinde hedefine yürümesine benziyor. Bu yüzden, izin verin
başka bir yön çizelim, pekçoklarının “O kadim zamanlar” ın
ayak sesini hisseden yolunu izleyelim; izin verin geçmişe ait
bir gözle, tarihi zamanlara bir bakış atarken o döneme ait
bazı inançları kısaca inceleyelim.
Şimdi, en
üstünkörü bir bakışla bile şu gerçek görülüyor ki en ileri
uluslar arasında ve hatta parıltı ve uygarlık güneşi neredeyse
yükselmiş olanlarda bile, ateş sembolü kendi doğası içindeki
kutsal ve ilahi olanı içermesi veya temsil etmesi nedeniyle
korunuyordu. Bu yüzden de ateş Ebedi Gücün sembolüydü.
Meksikalılar ve daha sonra da Aztekler, Güneş-Tanrı’ya insan
kurban etme gibi yozlaştırılmış ve vahşileştirilmiş
inanışlarında en saf sembolün bile cismanileştirilmesinin
sonuçlarının nerelere varacağının çarpıcı bir örneğidir;
kalbin sunakta kurban edilmesiyle bir hayatın kendini
insanlığın hizmetine adayarak, o insanlığı daha yüksek
güçlerle daha yakına getirmesi hedeflenirdi. Mısır
Uygarlığı’nın doruk noktasını yaşadığı ve onun ilk düşüş
yolunu işaret ettiği o eski zamanlarda Mısır’ın bütün
tapınaklarında sönmeyen bir ateş yanmaktaydı. Aziz Patrick’in
gelişinden önce İrlanda’nın gizemli yuvarlak kuleleri bu güzel
adanın yeşil tepelerinden, yanan sönmez ateş huzmelerini
gönderecekti. Her Yunan, Latin ve Pers köyü veya kasabası her
zaman beslenmesine özen gösterilen ateşini dikkatle korurdu.
Bir Roma tapınağı olan Vesta’da tanrıçanın bir resmi
bulunmazdı çünkü o temiz ateşte otururdu, etrafını ona hizmet
eden beyaz giysili Vesta Bakireleri sarmıştı. Eğer şans eseri
bir ateş ihmal edilip sönmeye yüz tutarsa hakaret edildiği
kabul edilen ilahe kutsanmış bölgeyi aceleyle terkeder,
yaşanan bu felaketi haber alan tüm devlet çalışanları ve özel
iş sahipleri işlerini askıya alır, senatör konuşmasının
ortasında durur, pazar yeri demagogların
(kışkırtıcı)nutuklarıyla yankılanmayı keser, eli sıkı
tüccarların pazarlık sesleri de tamamen susardı. Bütün
bunların hepsi kutsal bölgelere geri çağrılan ve yatıştırılmış
olan tanrıça yayılan güneş ışınlarının odaklandığı noktaya
geri dönüp ölümlülerle ilgilenmeye yeniden başlayana kadar
devam ederdi. Perslilere ve bazı diğerlerine göre, evlerdeki
ocakları ısıtan ateş temiz tutulmalı, temiz olmayan hiçbirşey
bu ateşe atılmamalıydı.
Pek
çok kadim filozofa göre Evren temelde su ve ateşten
yaratılmıştır. Kadim Azteklerde ateş tüm tanrıların babası ve
annesi olmuştur. Gnostiklerde(1)
ateş hayati bir öneme sahip olmaya başlamış, hayatın
prensibinin altını çizmiştir. Onların felsefesine göre bu
prensip, ortamların giderek arınarak yükselişleri anlamına
gelmektedir. Bedeni ve tüm maddi şeyleri yakıp küle çeviren
nitelikteki ateş kaba bir tezahür, açgözlü ve mantıksız bir
unsur olmaktadır. Orada ateşin diğer tezahürleri bizlerin bu
dünyada temas ettiğimizden çok daha düşük seviyeli ve
ilkeldir, ayrıca bunlar da maddenin belirli ortamlarına denk
gelmektedir tıpkı teleskopun bizlere engin uzayın
derinliklerinde varolan bazı şeyleri göstermesi gibi. Yine en
ilkel ateş bile kendisiyle aynı düzlemde bulunan hiçbir hayat
formuna zarar vermeyecektir ve diğer yandan o, bir şeylerin
doğasını ya da formunu farklı bir ortamda değiştirecek ve bunu
gerçekleştirdikten sonra gizli bir hale dönüşecek, ancak uygun
bir neden olduğu taktirde ortaya çıkmak üzere tekrar
çağrılacaktır. Ateşin daha ince tezahürleri vahşilikten daha
uzaktır ve mevcut canlılara zarar verici niteliği daha azdır
ama tüm ateşler Mikrokozmosta ve Makrokozmosta kendi
düzlemlerine ve görevlerine sahiptir. Gnostiklerle birlikte
zihinlere, mevcut koşulları değiştirme gücüne sahip olma
düşüncesi geldi. Zihnin pek çok seviyesi vardır ve evrende de
bunlara tekabül eden ateş ile ilgili pek çok seviyedeki farklı
anlayışlar vardır. İstek de bir ateş unsuru olarak düşünülür
ve bunun da insanlarda büyük oranda çeşitlilik gösterdiği
açıktır. Nasıl ki semenderler gibi bazı canlılar ateşle
kuşatılıyorlarsa, evrendeki her canlı da ateşin daha yüksek
geliştiriciliği tarafından kuşatılıyordur. Su ve toprak ateşin
pek çok illüzyon niteliğindeki görünümünden ikisidir. En
yüksek ateşler serin ve sakinleştiricidir çünkü onun bu hali
daha aşağı seviyedeki ateşin hararetli taşkın halinin tamamen
tersi bir durumdan kaynaklanır. Dolayısıyla ateş, kavranabilen
tüm tezahür etmiş zekaların toplamıdır; kısacası ateş,
varlığın pozitif ve negatif kutbunu temsil eder.
Doğu
felsefesi, kırkdokuz ateşten, ya da Güneş Sistemi’ndeki
kırkdokuz şuur halinden sözeder; aynı zamanda üçyüzkırküç
unsurun varolduğunu öne sürer. Kimya ise günümüzde toplamda
yetmiş elementin sadece biraz fazlasını bilmektedir.
Eski
ve Yeni Ahitler’de, ateş ile ilgili çok şey söylenir. Yanan
dağın ortasında Tanrı’nın Meleği Musa’ya görünür, ama
diğerleri o saf ve tükenmeyen tesire yaklaşmamalılar. Sina
Dağı’nın tepesine Yasa koyucu olan Yehova ateş ve dumanların
ortasına iner. Ateşin veya dumanın rehberlik eden önderleri
inatçı karakterli ve güvenilmez İsrailliler’in çölde kırk
yıllık işkence niteliğinde bir seyahat yapmalarına neden olur.
Bethlehem Yıldızı(2)
onların yolunu doğrudan Doğu’nun Kahinleri olan, kadim sırları
saklayan ve siklusa ait yasaları bildiği gibi, çağların
insanlığa sunduğu her öğretmenin doğum zamanını da bilen bilge
Magilere yönlendirir. Şam’a olan seyahati sırasında Saul’un
(Pavlus) fiziksel gözleri göksel ışıkla körleşmiş ve bu ışık
onun ruhsal görüsünü aydınlatmıştır. İncil’in “vahiy”
bölümünde şu sembolik bilgiyi görüyoruz: “…Ve tahtın önünde
yanan yedi ateş meşalesi vardı, onlar Allah’ın yedi ruhudur”.
(Vahiy: 4/5)
Ateşin
kadim halklar için kutsallığına ve bu halkların, bilimin bugün
mutlak olarak sahip olmadığı bir bilgiye sahip olduğuna
ilişkin başka pek çok örnek vermek mümkün. Ancak bilim
yükseldikçe onun materyalistik algılayışları da kadim
halkların sahip oldukları derin bilgiye açık olacaktır. |