“Pek çok galaksinin pek çok gezegeninde halen organik hayat
gelişmiş bulunmaktadır.” Dr.
Harlow SHAPLEY - Harward Üniversitesi
Yeryüzünde Canlılık
Dünya dışı canlılık, yani evrenlerde yaşam konusuna doğrudan
girmeden önce, dünyamız üzerinde canlılığın ortaya çıkışını
şöyle özetleyebiliriz(1). Dünyanın fizik küre olarak bundan
4,5 milyar yıl önce güneş sistemiyle birlikte nasıl oluştuğu
kozmolojinin konusuna girer. Dünyanın başlangıçtaki
atmosferi, şimdikinden çok farklı olarak, başlıca; metan, su
buharı, amonyak, siyan hidrik asit ve karbondioksit gazlarının
bir karışımından oluşuyordu. Bu gazlar, bir yandan elektrikle
yüklü atmosferi durmadan alt-üst eden fırtınalar içinde ardı
arkası kesilmeksizin çakan şimşeklerin, öte yandan; daha yeni
erimiş kızgın bir kütle halinde bulunan dünya gövdesinden
yayılan muazzam sıcaklığın ve güneşten gelen türlü ışınların
taşıdığı son derece yüksek titreşimli enerjinin etkisi altında
proteinlerin yapıtaşları olan aminoasitleri oluşturmuşlar,
bunlar da çeşitli şekilde birleşerek uzun protein
moleküllerini
meydana getirmişlerdir.
Günümüz Jeoloji bilimine göre yeryüzünde ilk canlının ortaya
çıkışı oldukça karmaşık kimyasal bir ortamın (prekambriyen)
yavaş yavaş gelişmesini izler. Bu ortam, organik olmayan
işlemler sonucu ortaya çıkan aminoasitler, şeker ve başkaca,
biyolojik olarak önemli maddelerden oluşan organik
moleküllerle dolu bir tür “organik çorba”dır.
Böyle bir ortamdaki birikme, gelişme ve farklılaşma olayları
milyonlarca yıl sürer(kimyasal evrim). Bu evrenin doruk
noktasına erişmesi, yani cansız moleküllerin, her nasılsa
canlı organizmalara dönüşmesiyle “organik evrim”
başlar…
Zaman içinde gitgide daha karmaşık hale gelen bu moleküller
ise, sonunda; yaşamaya, yani bizim canlılık ya da yaşam/hayat
adını verdiğimiz belli tepkilerde bulunmaya başlamışlardır.
Söz konusu birleşmelerde enerjinin yanı sıra, bazı
maddelerin(örneğin, “silikatlar”ın) katalitik bir rol
oynadıkları sanılmaktadır. Buradan da anlaşılmaktadır ki;
dünya üzerinde ilk canlılar, gezegenin atmosferini ve
okyanuslarını dolduran bu kimyasal bileşiklerden gelişmiştir
ki bunların hemen hemen hepsi bu gün bizler için öldürücü
zehirden başka bir şey değildir.
Yukarıda özetlediğimiz bu hipoteze bilim insanları şu
gerçeklerden hareketle varmışlardır(2):
1- Dünya üzerindeki tüm organizmalar iki çeşit moleküle bağlıdır.
Aminoasitler ve nükleotidler. Bu iki tür molekül yerküre
üzerinde canlılığın yapı bloklarıdır.
2-
İlim insanları(örneğin, Stanley MILLER) dünyanın en ilkel
atmosferinde
bulunduğu tahmin edilen gazları bir araya getirerek hayatın bu
yapı bloklarını
elde etmişlerdir.
3-
Virüsler hayat ile cansız madde arasında bulunan garip
yaratıklardır. Virüsler
üzerinde yapılan incelemelerde hayatın, cansız kimyasallardan
ortaya çıktığı
görüşünü destekler niteliktedir.
MILLER – UREY Deneyi,1953
Bununla birlikte aynı yapı taşlarının, değişik koşullar
altında değişik yaşam formları oluşturacakları da olasılık
dışı değildir. Bu konuda astronom Prof. Dr. Carl SAGAN şunları
söylemişti: “ Eğer aynı koşullar altında hayatı dünyada
yeniden başlatmak mümkün olsaydı, bu günküne aynen benzeyen
canlı şekillerini asla göremeyecektik. Dünyanın tekâmül
yolunda, başka gezegenlerdeki canlıların ortaya çıkışını
andıran birçok olay olmuştur.”(3)
Dünya Dışı Canlılık
Yaşamın temel kimyasal maddeleri ya da
“yaşamsal unsurlar”
günümüzde radyo-teleskoplarla görünen evrenin her yerinde
keşfedilmiştir. Bu yaşamsal unsurlar(amonyak, karbon monoksit,
formaldehit, etil alkol ve su) evrenin çeşitli ve değişik
ortamlarındaki, değişik koşullar altında, değişik yaşam
formları oluşturmuş olabilir.
Bu bakımdan dünya dışı canlılık söz konusu olduğunda, sadece
dünyadaki yaşam koşulları açısından evrenlere bakmak kısır bir
görüş sağlayacaktır. Maddeci zihniyetin gereği her
nedense hep alışık olduğumuz koşullar altında bir yaşamsal
gelişim ve canlılık düşünürüz genellikle. Bu, elbette ki
gerçek anlamda bilimsellikle ve açık görüşlülükle bağdaşmayan
bir tutuculuktur. Bu konuyla ilgili olarak Maryland
Üniversitesi’nden egzobiyolog(dünya dışı canlılık bilimcisi)
Cyril PONNAMPERUMA,
“Sıcak su kaynaklarında ve
yoğun asitlerin içinde bile hayata rastladık.”
demiştir.
Dünya insanı(beşer) yüzyıllar boyu çeşitli koşullandırmalar,
dogmalar ve hatta yüzde yüz doğruluğuna inandığı bilgiler
çerçevesinde yaşam ve canlılığı daima dünyadakine benzer
şekilde düşünmek eğiliminde olmuştur. Kimimize göre
“oksijensiz
bir yaşam ya da canlılık olamaz…”. Kimisi
“susuz
yaşam”ı bir türlü düşünemez. Kimimize göre de,
“ultraviyole radyasyon olmazsa olmaz.” dır. Cornel
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Carl SAGAN, yaşam ve canlılık
konusunda böyle katı önyargılar öne sürenler için; “oksijen
mutaassıbı”, “su mutaassıbı”, “ultraviyole
mutaassıbı” ifadelerini kullandıktan sonra bu konudaki
düşüncelerini şöyle belirtmişti:(4)
“Aslında canlılık, gerçekten de dünyadakinden tamamen
değişik koşullarda ve ortamlarda gelişebilir. Bu, çok eski
zamanlarda, atmosferimizde oksijen bulunmadığı
devrelerde(gezegenimizde de) böyle olmuştu. O devrelerin ilkel
canlıları için oksijen zehir etkisinde bir elementti. Bu
bakımdan örneğin; Mars’taki organizmalar yaşamlarını
sürdürebilmeleri için karbondioksit gereksinimi içinde
bulunabilirler. Mars’taki yaratıklar ultraviyole radyasyonu
kendileri için dayanılmaz bulduklarından pekâlâ vücutlarının
üzerinde silikat kabukları geliştirmiş olabilirler. Belki de
Mars Gezegeni’nde herhangi bir ultraviyole radyasyonun
saptanamamış olmasının nedeni, böyle kabuklu canlıların bunu
atmosferden emmiş oldukları olabilir…”
Evrenlerde sadece dünya üzerinde
hayatın olamayacağını, canlılığın; evrende, hatta galaksimiz
Samanyolu içinde yok denecek kadar küçük olan gezegenimizle
sınırlanamayacağını, öteki güneşlerin(yıldızların) çevresinde
dönmekte olan irili ufaklı gezegenler(ve hatta onların
uydularında bile) oraların biyokimyasal ve fiziksel
koşullarına uyum sağlamış canlıların bulunması gerektiğini
zamanımızdan çok önceleri de düşünenler ve bunu ifade edenler
olmuştur. Bugün bilinen dünya tarihi içinde bu konuda
düşünenlerin birisi, (M.Ö 4 YY) Epikür
filozoflarından Metrodoros’tur. Ünlü düşünür bu konudaki
görüşünü şöyle bir benzetmeyle ifadeye koymuştur:
“Uçsuz
bucaksız uzayda meskûn yer olarak sadece dünyayı düşünmek,
ekilmiş bir tarla tohumdan sadece bir tek danenin yeşereceğini
düşünmek kadar abestir.”
Günümüze daha yakın yüzyıllarda(1600’ler) zamanın
filozoflarından Giordano Bruno,
“Evrende sayısız
güneşler var; her birinin çevresinde dönen dünyalarda var. Bu
sayısız dünyalar canlı yaratıklarla meskûndur.”
Sapmış Kilise dogmasının zulmü altında inleyen, o zamanın
Avrupa toplumu bu kadar değişik fikirleri kaldıracak olgunluk
ve hoşgörü düzeyinde değildi. Bundan dolayı ve daha çok,
Bruno’nun bu ve benzeri ifadeleri kilise dogmasıyla
bağdaşmadığı için “dine aykırı” gerekçesiyle
Bruno yakılarak öldürülmüştü.
18.YY astronomlarından Johann Elert Bode, dünyadan başka
gezegenlerin de meskûn olabileceğini düşünmekle kalmamış,
Mars’taki varlıkların, dünya beşerinden spritüel bakımdan daha
yüksek düzeyde bulunmaları gerektiğini tahmin ile bunu ifade
etmiştir. Bir Amerikan diplomatı olan Percival Lowell’in dünya
dışı canlılık konusundaki görüşlerini H.G Wells dramatize
ederek “The War of the World” (Dünyaların
Savaşı) adlı romanı yazmıştı.
Canlılığın Başlangıcı
Günümüzde, yaşamın kökeninin dünya dışında bulunması
gerektiğini ileri süren teorilerin sayısı giderek artmaktadır.
Gerçek anlamda bilimsel zihniyetin ürünleri olan bu
teorilerden bazılarına göre, dünyada canlılığın başlangıcı 4,5
milyar yıl öncelere kadar gitmektedir. Bilindiği kadarıyla, o
zamanlar yeryüzü; su buharı + hidrojen + metan + amonyak
gazlarından oluşan bir atmosfer zarfıyla çevriliydi. Güneşin
ultraviyole radyasyonu, atmosferde sürekli çakan şimşekler ya
da volkanlardan kaynaklanan yüksek ısı nedeniyle atmosferi
oluşturan moleküller parçalandı ve yeni yeni bileşikler ortaya
çıktı. Bu yeni moleküllerin okyanuslara karışmasından sonra,
hayatın ve proteinlerin yapı blokları olan aminoasitler ortaya
çıktı. Aminoasitlerin bu şekilde oluşumunu S. MILLER yapay
ortamda göstermişti. İlk aminoasitlerin ve nükleik asidin
oluştuğu 4,5 milyar yıl öncesinin okyanuslarına
“prebiotic
soup”(ilkel çorba) denmiştir.
İşte
benzer şekilde bir oluşumun, evrenleri dolduran sayısız
gezegenlerin hiç değilse bazılarında da olabileceğine dair
kanıtlar giderek artmaktadır. Yukarıda aktardıklarımıza benzer
biyokimyasal kombinasyonlar dünyadakinden çok daha eski
zamanlardan beri, başka dünyalar üzerinde niçin olmasın?
Yerküremiz üzerine uzaydan yağmakta olan meteorit
bombardımanının % 2’si belirli organik ya da karbonca zengin
bileşiklerden oluşmaktadır. Bunların bazılarında aminoasitler,
hatta fosilleşmiş mikroskopik canlılar bulunmuştur.
Egzobiyolog C. Ponnamperuma Avustralya’ya düşmüş olan bir
meteoritte 17 ayrı aminoasit saptamıştır. Zaten dünyada
bilinen aminoasitler 20 kadardır.
Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yaşamın temel kimyasıyla
ilgili elementlerin güneş sisteminin de dışında bulunabileceği
konusunda kanıtlar gün geçtikçe artmaktadır. Radyo-astrominin
uzayın derinliklerini dinleyip duran büyük kulakları,
oralarda; su, etil alkol, formaldehit, karbonmonoksit ve
amonyak gibi, bugün hayatın yapı blokları olarak bilinen
maddeleri saptamış durumdadırlar. Bir zamanların ünlü
astronomlarından Prof. C. SAGAN,
“Hayatın yapı
blokları uzayın her yerinde bulunmaktadır.” Diyordu.
Evrenin dört bir yanında saptanmış olan bu yapı bloklarından,
oraların mekan koşullarına uygun hayat formları türemiş, bir
tür canlılık ortaya çıkmış olabilir. Evrenin herhangi bir
yerindeki dünya dışı hayatın, aynı yapı bloklarından olsa bile
dünyadakine aynen benzemesi zorunluluğu yoktur. Bu konuda
Prof. C.SAGAN’ın sözlerini yeniden düşünmekte yarar
görüyoruz: “Dünyadaki hayatı yeniden; hatta aynı fizik
koşullar altında başlatmak mümkün olsaydı, bugünküne aynen
benzeyen canlı şekillerini asla göremeyecektik.”
Radyo Teleskobu
Bu
neden böyledir? Çünkü dünyanın kimyası bugün, yaşamın oluştuğu
4,5 milyar yıl öncesiyle aynı değildir; yaşamın kendisi
tarafından doğal olarak değiştirilmiştir. Yaşam, başlangıçtaki
dünyanın atmosfer ve okyanuslarında bulunan en genel
moleküllerin uğradığı en olası değişiklikler sayesinde ortaya
çıkmıştır. Dolayısıyla, evrende bulunan ve dünyanın kimyasına
az çok benzeyen ve aşağı yukarı güneşimiz gibi bir yıldızın
ışığında yıkanan her gezegen, dünyada olduğu gibi canlılığı
ortaya çıkarmak zorundadır. Amerika’nın en ünlü bilim yazarı
Dr. Isaac Asimow bu konudaki görüşlerini şöylece ifade
etmişti: “Uzayın derinliklerinde yaşam sadece bir
olasılık değil, kaçınılmaz bir olgudur.” İşte,
Asimow’un belirttiği bu “olmazsa olmaz”dan
dolayı, birçok astrofizikçi ve astronom; evrenlerde, üzerinde
yaşam bulunan birkaç milyon gezegenin var olduğu kanısındadır.
Bununla birlikte yaşam ve canlılık önce terim olarak
açıklanması gereken kavramlardır. Şöyle ki; bir madde olarak
ortaya çıkmış olan bir kompozisyonun hayattar olduğunu kabul
edemiyoruz. Hayatı bir başka anlamda alıyoruz. Hayatı,
doğrudan doğruya maddenin kendisinin canlılık dediğimiz bir
vasıfla müşterek olmasına bağlıyoruz.
DNA Sarmalı
Hayattâr Olabilmek…
Hayat
sahibi olabilmek, canlı olabilmek sadece maddesel yapıyla
olası değildir. Bu maddesel yapıya etki eden bir başka
vasfında mevcudiyeti kaçınılmazdır. Bu durumda,
“evrenlerde
hayat” deyince, maddeyi etkisi altına alan, onu
başkasından ayıran ve ona ayrıca vasıflar izafe ettirmemizi
gerektiren bir gücün daha eklenmesi gerekir. Bir
dioksiribonükleik asit(DNA) zinciri üzerinde aminoasit
oluşması ve birtakım kimyasal kompozisyonların bu zincire
bağlantılar halinde uzanıp gitmesiyle bir hayatın oluşması
olası değildir(söz konusu etki olmaksızın). Laboratuarda metan
gazının yüksek ısı derecelerinde hidrojen basıncı altında bir
takım asitler vermesi demümkün hale getirilmiştir. Ancak bu
yapıları, hiçbir zaman hayattar yapılar ve
“canlı bir
yapı” şeklinde kabul etmek olası değildir.
Biz burada “evrenlerde hayat” dediğimiz zaman,
şuurlu ve insan düzeyindeki akıllı yaşam formlarından söz
etmiş olacağız. Evrenlerde yaşamın, bu anlamda insan idrakiyle
bir yaşamın sadece ve sadece yeryüzüne ait olabileceğini kabul
etmiyoruz. Çünkü sadece görebildiğimiz evrene göre, dünya
dediğimiz kürenin; hem ömrü, hem çapı, hem de kitlesi o kadar
küçüktür ki, bu ölçüleri sadece görebildiğimiz evrene
oranladığımız zaman, insan düzeyindeki şuurlu yaşam
formlarının sadece ve sadece bu zerre üzerinde oluşmuş
olduğunu kabul etmek sadece mantık dışı değil, aynı zamanda
abestir de… Çünkü evrenler, dünya koşullarıyla aynı düzeyde,
ondan daha kusursuz, bizim anladığımız şekilde bir insan
canlısının yaşamasına elverişli koşulları içeren, milyarlarla
ifade edilebilecek yapılarla doludur. Bu tür(yaşama,
canlılığın ortaya çıkmasına elverişli) koşulları kendi
üzerinde toplamış olma vasfını sadece küçücük bir gezegene
bağlamak son derece bencil ve dar görüştür.
Uçsuz bucaksız evrenlerde, canlıların ne şekilde ortaya
çıktığını ifade etmek, bizim konumuzun ana temasının
dışındadır. Evrenlerde insanın(değişik şuur düzeylerindeki
varlıkların) yaygın olacağını kabul etmek daha mantıklıdır.
Onun yaşamasına uygun ortamların sınırsız derecede çok
olabileceği sadece mantıksal değil, matematik bir
zorunluluktur da. Bu teke indirgemeye hemen hemen imkân
yoktur. Çünkü evrenler(sadece bizim şimdi algılayabildiğimiz
evren bile) yerküreye göre tasavvur edilemeyecek,
hesaplanamayacak kadar sonsuz ve sınırsız olan olanaklar,
olasılıklar ve yapılar ortamıdır. Bu anlamda, dünya dediğimiz
bir gezegen üzerinde, insan formunda bir canlı ortaya
çıkmışsa, bunun sadece dünyaya özgü olduğunu söylemek; sadece
mantıkla değil, bilimsel verilerle de bağdaşmaz. Çünkü insan
bedeni bir bakıma; karmaşık ve son derece ileri bir
aklın/tekniğin ürünü ama bir bakıma da, yine bazı noktalardan,
kendisinden ileride çok daha kompleks yapıların var
olabileceğine ipuçları veren bir yapıdır.
Şöyle ki; bugün beden yapısı, dışsal etkileri algılamak için
beş algılaması olan bir organizmadır. Fakat eğer bu yapıda
başkaca tesirlerin alınmaları da murad edilirse; örneğin, bir
takım elektromanyetik dalgaların algılanması gerekseydi, bu
takdirde insanın gözü, kulağı, dili ve burnu ile algıladığı
etkilerin dışında bu dalgalarında algılanmasına yarayacak ve
hem de geliştirilmiş bir organa ihtiyaç olacaktı. Benzer
şekilde(sayılarını çoğaltabileceğimiz) başka türlü, farklı
titreşimli tesirlerin de algılanmasına yarayacak organlara
gereksinim duyulması durumunda, ortaya çıkacak olan form,
beşer formundan daha kusursuz ve daha tekâmül etmiş durumda ve
kapasitede olacaktır.
Biliyoruz ki, “konuşma” dediğimiz;
düşüncelerimizi seslendirmemize yarayan etkinlik; dil, nefes
borusu, ciğerler ve kulak gibi bir takım organları gerekli
kılar. Oysaki beyinden beyine düşünce aktarımında ise bunlara
gerek yoktur. Eğer varlıkların bu tür ara organları
kullanmadan, düşünceleri tüm berraklığıyla birbirine
aktarmaları gerekseydi; o zaman alın üzerinde, kafa üzerinde
ya da kafanın herhangi bir noktasında, düşünce ve duyguları
çok kısa frekanslı biyo-elektrik dalgalarını alabilecek bir
organ da geliştirilmiş olacaktı. Bu tür yapıdaki bir insan,
bizim anladığımız ve bizlerden çok daha mütekâmil bir insan
formu ortaya koymaz mı? Bunların daha ötesindeki algılamalara
layık görülmüş olan bir beden formu ise, kuşkusuz ondan üstün
olurdu. Dünya beşer tipini, evrenlerin en mütekâmil insan
formu olarak kabul etmemiz için elimizde bunu kanıtlayacak
bilgiler var mı? !
Hubble Teleskobu
Günümüzde teleskopların görüş alanı içinde yaklaşık olarak 100
önünde 18 sıfır adet yıldız bulunmaktadır. Hubble
Teleskopu’nun devreye girmesiyle bu rakam biraz daha büyüdü
elbette…Bu yıldızların binde birinde yaşam ve canlılık için
elverişli koşullar olduğunu kabul etsek, geriye 100 önünde
10-12 sıfır adet yıldız kalıyor… Bunların da binde birinde
yaşama uygun atmosferin bulunduğunu farz etsek, geriye 100
önünde 9-10 sıfır adet yıldız kalmaktadır. Daha da ileri
giderek, bunlarında binde birinde yaşamın ortaya çıktığını
varsayarsak, şu anda üzerinde yaşam ya da canlılık olan 100
milyon gezegen
bulunması gerektiği ortaya çıkar. Teleskoplar
geliştirildikçe(Hubble örneğinde olduğu gibi…) görülebilen
yıldız sayısının da arttığını burada anımsamakta yarar
görüyoruz.
Bu arada, eğer evrenlerde yeryüzünden daha yaşlı ve yeryüzü
koşullarını yaşayarak evrimleşmiş gezegenler varsa, o
gezegenler üzerinde tezahür eden varlıklar, bu günkü dünya
beşerinin vardığı evrim düzeyini çoktan geçmiş olmalılar… O
gezegenlerdeki zeki varlıklar; şuursal gelişimlerini, kendi
gezegenlerinden daha genç olanlarda yaşayan zeki varlıklardan
çok daha önce geçirmiş olacaklarından, uzaya açılma
konusundaki öncelik de hiç kuşkusuz o şuurlu varlıkların
olacaktır. Dünya beşeriyeti bugün bilinen teknolojik aşamaya
geldiğine göre, gezegenimizden çok daha kadîm zamanlarda bu
evrimi geçirmiş olan bir gezegendeki varlıklar, acaba şimdi
hangi evrim düzeyinde bulunmaktadır ?!
|